Bizi Takip Edin

Görüş

Küresel savaş ekonomisinin aleni beyanı: Lahey’deki NATO Zirvesi Sonuç Bildirgesi  

Avatar photo

Yayınlanma

Arnavutluk, Belçika, Bulgaristan, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Yunanistan, İzlanda, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Karadağ, Kuzey Makedonya, Norveç, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya ve İsveç… Kuzey Atlantik İttifakının (NATO) üye ülkelerini tek tek yazmamın sebebi, her birinin Lahey’deki NATO Zirvesi kapsamında varılan mutabakatla ciddi bir malî yük altına girecek olmaları. Hemen hatırlatmakta fayda var; coğrafî olarak NATO’nun açılımı Kuzey Atlantik’i kapsar gibi görünse de, Japonya, Avustralya, Güney Kore ve Yeni Zelanda’yı da içeren bir grup Asyalı müttefik ülke de bu ittifakın toplantılarında hazır ve nazır bulunur. Ancak bu sefer Japonya Başbakanı Şigeru İşiba’nın toplantıya katılmaması dikkat çekti. Yeni Zelanda Başbakanı Christopher Luxon ise Lahey’deki zirveye katıldı. Gerçi bu ülkeler NATO’nun bu kararından malî açıdan etkilenmeyecek, ancak Pasifik Havzası’nda yaşanan gerilimler sebebiyle zaten savunma harcamalarını artırıyorlar. O bölgede ABD’nin doğal müttefikleri ve Washington için en az Avrupalı müttefikler kadar önemliler.

BİR YANDA EKONOMİK DURGUNLUK
ÖTE YANDA YAPISAL SORUNLAR VARKEN…

Gelelim zirveden çıkan sonuçlara ve bunun Avrupa’da yaratacağı dönüşüme… NATO zirvesinin sonuç bildirgesi, yeni bir silahlanma seferberliğinin ve ‘hızlandırılmış’ bir soğuk savaşın habercisi. Aslına bakarsanız, bu ilk adım değil, Avrupa Birliği (AB) bu zirvenin öncesinde ilk adımı atmıştı. ABD’nin baskıları ve ‘kendi savunmanız için pamuk eller cebe’ uyarısının ardından AB Komisyonu’nda alınan kararla, ‘Hazırlık 2023’ planı yürürlüğe girmişti. Beş yılı kapsayan bu planın Avrupa halklarına maliyeti 800 milyar Euro olacak. Gerek ABD yönetimi gerek NATO bürokrasisi bu karardan dolayı pek memnun. Avrupa’daki savaş kışkırtıcıları da… Aynı şeyi gerek AB üyesi ülkelerin bazıları ve geniş halk kesimleri için söylemek ise pek mümkün değil. Her ne kadar, AB’nin şahinleri bu plan sayesinde AB ekonomilerinin artan savunma harcamalarının etkisiyle durgunluktan çıkacağını iddia etseler de… Zira pandemiye kadar Avrupa ekonomileri sermaye birikimleri ve sanayi altyapılarıyla durumu idare etmeye çalıştılar, ancak sonrasında yapısal sorunları sebebiyle bu rekabette geride kaldılar ve toparlanmaları hiç de kolay görünmüyor.

Şu bir gerçek ki, ‘Hazırlık 2023’ zaten ciddi bir sorun olan kamu borçlanma oranlarını artırarak finanse edilecek. Yani kısa vadede ekonomide bir hareket yaratsa bile ileride büyük bir maliye politikası sorunu olarak başa bela olacak. Üstelik Ukrayna-Rusya savaşından bu yana hammadde ve enerji tedariki her zamankinden daha pahalı ve sadece Rusya ile olan ticari ilişkilerin bitmiş olması bile ödedikleri çok ciddi bir bedel! Ancak, savaş ekonomisinde direteceklerini ve olası savaşlara sebep olacaklarını öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor.

REARM EUROPE PLANI VE SAFE:
SÖZDE TEK TABANCA AB DENEMESİ…

AB Komisyon Mart 2025’te ‘Avrupa Savunması için Beyaz Bülten-Hazırlık 2030′ ve ‘ReArm Europe Planı/Hazırlığı 2030’u hazırlamıştı. Bu; AB üyesi devletlere, savunma yeteneklerinde bir yatırım artışını teşvik etmek için finansal kaldıraçlar sağlayan iddialı bir savunma paketi… ‘İstikrar ve Büyüme Paktı’nın savunma amaçlı aktivasyonu; Avrupa Güvenlik Eylemi (SAFE) kredisiyle birlikte ‘ReArm Europe Planı/Hazırlığı 2030’un omurgasını oluşturuyor ve üye devletlerin Avrupa savunmasına yaptıkları yatırımları önemli ölçüde ve hızla artırmalarını sağlamayı hedefliyor. Tabii bunun kârlı bir iş olduğunu da anlatmak gerekiyor. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in demeci bunun bariz bir örneği: “Avrupa öne çıkmaya hazır. Savunmaya yatırım yapmalı, yeteneklerimizi güçlendirmeli ve güvenliğe proaktif bir yaklaşım benimsemeliyiz. Kararlı bir şekilde harekete geçiyoruz, artan savunma harcamaları ve Avrupa savunma sanayii yeteneklerine önemli yatırımlarla ‘Hazırlık 2030’ için bir yol haritası sunuyoruz. Daha fazla Avrupa ürünü satın almalıyız. Çünkü bu, Avrupa savunma teknolojik ve sanayi tabanını güçlendirmek anlamına geliyor. Bu, inovasyonu teşvik etmek anlamına geliyor. Ve bu, savunma ekipmanları için AB çapında bir pazar yaratmak anlamına geliyor.” Tabii bu konuşmada artık eskiyen altyapıyı yenilemek, yeni ekonomi sektörlerinde atılım yapmak, görece düşen yaşam standartlarına yükseltmek için 800 milyar Euro yatırımı yapılabilse, Avrupa halklarının neler kazanabileceğine ilişkin tek bir şey yok!

GSYH’NİN YÜZDE 5’İ CİDDİ BİR YÜK

Ancak NATO zirvesiyle birlikte artık ciddi bir mesele daha var. Müttefikler, Washington Antlaşması’nın 3. Maddesi uyarınca ulusal ve kolektif yükümlülüklerini yerine getirmek için 2035 yılına kadar yıllık GSYH’lerinin yüzde 5’ini temel savunma gereksinimlerine ve savunma ve güvenlikle ilgili harcamalara yatırmayı taahhüt ediyor. Bu harcamaların, caydırma ve savunma, kriz önleme ve yönetimi ve işbirlikçi güvenlik olmak üzere, üç temel görev doğrultusunda, caydırma ve savunma için gereken kuvvetlere, yeteneklere, kaynaklara, altyapıya, savaş hazırlığına ve dayanıklılığa sahip olmak için yapılacağı belirtiliyor belgede. Gerekçe de pek dokunaklı: “Birine yapılan saldırı, herkese yapılmış bir saldırıdır. 1 milyar vatandaşımızı koruma, ittifakı savunma ve özgürlüğümüzü ve demokrasimizi koruma kararlılığımızda birleşmiş ve kararlı olmaya devam ediyoruz”.

2029 REVİZYON YILI OLACAK

Sonuç bildirgesine göre, bu yüzde 5’lik taahhüt iki temel savunma yatırımı kategorisinden oluşuyor. Müttefikler, 2035 yılına kadar NATO savunma harcamalarının kabul edilen tanımına göre yıllık GSYH’lerinin en az yüzde 3.5’ini temel savunma gereksinimlerine ve ‘NATO Yetenek Hedefleri’ne ulaşmaya ayıracak. Bu hedefe ulaşmak için güvenilir, kademeli yıllık planlar sunacak. Kalan yüzde 1.5’e gelince… Savunma altyapısını korumak, sivil hazırlık ve dayanıklılığı sağlamak, buluşçu ve yenilikçi bir girişim iklimi oluşturmak ve savunma sanayiini güçlendirmek için kullanılacak. Biraz daha netleştirmekte fayda var: En büyük pay, yani yüzde 3.5; tanklar, jetler, insansız hava araçları, tonlarca yeni topçu mühimmatı ve tabii ki askerler gibi ‘temel savunma harcamaları’ için kullanılacak. Geriye kalan yüzde 1.5’lik kısım ise ‘savunma ve güvenlikle ilgili yatırımlar’a harcanacak. Başka bir deyişle; askeri operasyonları desteklemek ve güçlendirmek için tasarlanan köprüler, yollar ve limanlar, depolama, siber güvenlik ve enerji boru hatlarının korunması gibi sivil ve bilişim altyapısı için… Ancak uzmanlar bütçenin bu bölümünün muğlak ve ulusal yorumlara fazlaca açık olduğunu ileri sürüyor.

1.4 TRİLYON DOLARDAN
2.6 TRİLYON DOLARA…

Bu plan kapsamındaki harcamaların yörüngesi ve dengesi, stratejik ortam ve güncellenen ‘Yetenek Hedefleri’ ışığında 2029’da gözden geçirilecek. Müttefiklerin bu hedefe ulaşması için yıllık asgari harcamalarını, bugünkü GSYH üzerinden yaklaşık 1.2 trilyon dolar artırmaları gerekiyor. NATO verilerine göre 2024’te NATO üyelerinin toplam savunma harcamaları 1.4 trilyon dolar seviyesinde. Bu tutarın yüzde 66.6’sını tek başına ABD karşılıyor. 2035 yılında tüm üyeler hedefi tutturursa toplam savunma harcamaları bugünkü milli gelir üzerinden 2.6 trilyon dolara çıkacak. 1.4 trilyon dolarla aslan payı ABD’nin olmaya devam edecek, ancak toplam harcamalardaki payı görece azalacak.

Tabii ki sonuç bildirgesinde bu noktaya gelinmesinin bahanesi olan Ukrayna da unutulmamış. ‘Müttefikler savunma harcamalarını hesaplarken, Ukrayna’nın savunmasına ve savunma sanayine doğrudan katkıda bulunacaklardır’ ifadesi olmadan olmazdı! Volodimir Zelenskiy’e moral vermeden olmazdı!

UKRAYNA BAHANESİYLE SAVAŞ
EKONOMİSİNİ YAYGINLAŞTIRMAK

Ukrayna’nın NATO’ya olası üyeliği Rusya için önemli bir konu ve savaşı başlatmasının sebeplerinden biri. Rusya, NATO’nun sınırlarına doğru böyle bir genişlemeyi ulusal güvenliğine doğrudan bir tehdit olarak görüyor. Brüksel bürokratları ise NATO perspektifinde şahin politikaları sürdürmeye kararlı… Ancak NATO ittifakındaki bölünmeler Rus işgalinden bu yana görünür hale geldi: Estonya gibi üyeler Ukrayna’nın katılmasını ve daha fazla askeri destek sağlanmasını isterken, Macaristan gibi bazı ülkeler Moskova’ya körü körüne düşmanlık gütmüyor. İspanya da özellikle malî yükün artacak olmasından son derece rahatsız ve büyük olasılıkla mutabakatta yer alan yükümlülükleri yerine getirmeyecek. Bu yaklaşımı tercih edecek başka ülkeler de olacak gibi… Kaldı ki, bu hedefleri yerine getirmeyen ülkelere bir yaptırım uygulamak da pek mümkün görünmüyor. Büyük olasılıkla pazarlıklar yapılacak ve bazı ülkelere istisnalar tanınacak.

Her NATO üyesi ülkenin savunmaya harcadığı miktarın GSYH’ye oranını artırmak sıkıntılı bir mesele…  2023’te, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaşı ikinci yılına girerken, NATO liderleri, 2024’e kadar ulusal savunma bütçelerine yapılan harcamaları, önceki yüzde 1.5 eşiğinden en az yüzde 2’ye çıkarmayı kabul etmişlerdi. Ancak, tüm üyeler bunu yapmadı ve sadece 22 üye ülke bu hedefi yakalayabildi. Belçika, Kanada, Hırvatistan, İtalya, Lüksemburg, Karadağ, Portekiz, Slovenya ve İspanya 2024’te bu hedefe ulaşamayan üyeler arasında yer alıyor. Üye ülkelerin savunma harcamalarının GSYH’ye oranının ortalaması yüzde 2.2. En düşük oranlar yüzde 1.3 ile Belçika ve yüzde 1.28 ile İspanya’nın… Yüksek oranlara sahip ülkeler de yüzde 4.12 ile Polonya, yüzde 3.37 ile ABD ve yüzde 3.43 ile Estonya… Polonya ve Estonya ile diğer iki Baltık ülkesinin bu yüksek oranlarının sebebi hem Rusya ile sınırdaş olmaları hem de yüksek dozlu Rusya nefreti!

ALMANYA VE BİRLEŞİK KRALLIK
HEVESLİ OLMASINA HEVESLİ DE…

Almanya da bu konuda pek istekli… Alman hükûmeti bu hedefe 2029 yılına kadar ulaşmak için bir bütçe anlaşmasını destekledi. 2025 yılında savunmaya yaklaşık 62.4 milyar Euro harcanacak ve bu miktar 2029 yılında 152.8 milyar Euro’ya yükselecek; bu miktar kısmen kamu borçlanması ve özel fonlarla finanse edilecek. Alman Şönsölyesi Friedrich Merz, bu kararın ABD baskısıyla alınmadığını söylemeden edememiş ve “Bunu ABD’ye ve başkanına bir iyilik olsun diye yapmıyoruz. Bunu kendi görüş ve inancımızla yapıyoruz, çünkü Rusya tüm Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenliğini ve özgürlüğünü aktif ve saldırgan bir şekilde tehlikeye atıyor” demişti. Ekonomik sorunlarla çok ciddi bir yüzleşme içinde olan Alman halkını ikna etmek için başka ne diyebilirdi ki!

Ukrayna’daki savaştan bu yana Rusya nefretinin ayyuka çıktığı, belki daha doğrusu ‘hortlatıldığı’ Birleşik Krallık da bunlardan biri… Londra, ülkeyi ‘savaşa hazır’ hale getirme planını açıklamıştı. ‘Stratejik Savunma İncelemesi’ (Strategic Defence Review-SDR), nükleer savaş başlıklarına yeni yatırımlar, yeni denizaltı filosu ve yeni mühimmat üretim tesislerini içeriyor. Birleşik Krallık şimdiye kadar savunma harcamalarını şu anki oran olan yüzde 2.3’ten 2027’ye kadar yüzde 2.5’e çıkarma kararı aldı. Ancak 2029’da, yani bir sonraki seçimlerden sonra, yeni parlamentoda bu oranın yüzde 3’e çıkarılması da hedefler arasında. ‘Adanın şahinleri’ fırsat bulurlarsa bu oranı daha da artırma niyetindeler. Fark ettiğiniz üzere, tüm coşkulu açıklamalarına karşın hâlâ yüzde 5’in bayağı bir gerisinde kalacak gibi Birleşik Krallık!

İSPANYA’DAN İSTENEN, SAVUNMA
HARCAMALARINI YÜZDE 290 ARTIRMASI

Coşkulu destekçiler için karşılanması zor bir yük bu oran. Şimdi en isteksiz üyeden yola çıkarak ek yükü tarif edeyim. Mevcut savunma bütçesine göre oransal olarak harcamasını en fazla artırması gereken ülke yüzde 290 ile İspanya. Ancak, İspanya taahhüdü ‘mantıksız’ olarak nitelendirmişti. Başbakan Pedro Sánchez, bir mektupla belirli bir harcama hedefine bağlı kalmayacaklarını belirtti. Bu nedenle, zirvede yapılan görüşmelerden sonra, İspanya’ya yüzde 5 hedefine bağlanmama esnekliği tanındı. Bu durumda, İspanya için yüzde 5’lik hedef geçerli olmayacak.

Sıkıntılı ülkeler arasında Belçika ve Slovenya da var. Belçika Dışişleri Bakanı Maxime Prévot, “Diplomatlarımızın haftalardır esneklik mekanizmaları oluşturmak için çok çalıştıklarını temin edebilirim” dedi. Brüksel’in harcamaları şu anda yüzde 1.3 seviyesinde. Slovakya da yeni hedefe ne zaman ulaşılacağına karar verme hakkını saklı tuttuğunu açıkladı.

Bir veri öngörüsü de Türkiye için: NATO’nun tahminî verilerine göre 2024’te Türkiye’nin savunma harcamalarının milli gelire oranı yüzde 2.1 seviyesinde. NATO’nun yüzde 5’lik hedefine ulaşmak için harcamaların bugünkü değerler üzerinden yaklaşık 32 milyar dolar artırılması gerekiyor. Türkiye için bu kararın uzun vadeli etkisini hep birlikte göreceğiz. Bir not düşelim; Türkiye ile Rusya’nın ilişkileri halen çok güçlü ve mesele Ankara açısından 32 milyar dolarlık ek yükten ziyade, iki ülke arasındaki ilişkilerde yaşanacak gerilimlerin siyasî ve ekonomik sonuçları olacak.

SAVUNMA SANAYİLERİNDEKİ KAPASİTE
VE KABİLİYET YETERSİZLİĞİNİN PANİĞİ Mİ?

Konu para olunca, Donald Trump’ın gözü bir şey görmüyor. Avrupalı NATO üyelerini çok sert eleştiriyor ve zorluyor. Washington, ittifakın ABD fonlarına aşırı derecede bağımlı olduğunu ileri sürüyor ve aslına bakarsanız aritmetik açıdan da haklı görünüyor. İşte bu sebeple, diğer ülkelerin harcamalarını GSYH’nin yüzde 5’ine çıkarmasını talep ediyor. Zira Ukrayna-Rusya savaşı gösterdi ki, NATO’nun bütçesi yeterli değil, daha doğrusu ABD dahil bu ülkeler gerek savunma sanayii kapasitesi gerekse yetenekleri açısından oldukça köhnemiş. Ne Avrupalı üyelerin ne de ABD’nin bazı silahların üretiminde kapasite sorunu yaşadığı bu savaşla ortaya çıktı. En barizi de top mermisi üretiminde yaşanan sorunlar oldu. Yine o anlı şanlı Leopard ve Abrams tanklarının sahada yaşattığı hayal kırıklıklarını unutmamak lazım. Bir de Rusya’nın hipersonik silahları var ki, işte bu NATO’nun kabusu… Ariyeşnik’in bir kezlik kullanımı bile, Brüksel’i şoke etmeye yetmişti.

ŞİRKETLERİN İŞTAHINI
KABARTACAK BİR PASTA

Mayıs ayında, ABD’nin NATO Daimi Temsilcisi Matthew Whitaker, “Bizim rakamımız yüzde 5. Müttefiklerimizden savunmalarına yatırım yapmalarını istiyoruz, bunu ciddiye alıyorlar” derken, aslında bu sıkıntıdan dem vuruyordu. NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin üye devletlerden 2032’ye kadar savunma bütçeleri için GSYH’lerinin yüzde 5’i oranında yeni bir hedef belirlemelerini isteyeceği de zaten herkesin malûmuydu. Rutte, üye ülkeleri silah ve savunma sistemleri üretimlerini artırmaya çağırırken, 12 Haziran’daki açıklamasında, “ABD’de, Avrupa’nın her yerinde ve Kanada’da harika endüstriyel şirketlerimiz var, ancak hızlı üretim yapmıyorlar. Bu yüzden daha fazla vardiyaya, daha fazla üretim hattına ihtiyacımız var” diye konuşması boşuna değildi. Hedefin topyekûn bir silahlanma ve savaş ekonomisi seferberliği olduğunu anlatmak istiyor Rutte, sadece bunu açıkça böyle ifade etmiyor. Aynı zamanda bazı sanayi kollarının iştahını kabartacak bir pastayı da tarif etmiş oluyor.

PASTA VARSA ‘İRADE’ DE VAR!

Tabii ki savunma sanayii temsilcilerinin böylesi bir zirvede başrol olmasa da ikinci rolleri kapması çok doğaldı ve öyle de oldu. ‘NATO Savunma Sanayii Forumu Zirvesi’, ittifak genelinde ve dışında savunma bakanlarını, sanayi liderlerini ve uzmanları bir araya getirerek, Transatlantik savunma sanayii işbirliğini güçlendirmek, üretim kapasitesini artırmak, inovasyonu desteklemek ve havacılık-uzay sektörünün potansiyelinden yararlanmak için pratik çözümler belirledi. Katılımcılar, NATO’nun ‘Transatlantik ekonomisinin ve toplumunun refahı, güvenliği ve dayanıklılığı’ için ‘Endüstriyel Kapasite Genişletme Taahhüdü’nü destekleme konusundaki ortak taahhütlerini yansıtan bir irade beyanı sundular. NATO ayrıca, NATO’nun toplu talep, kapasiteyi artırma ve endüstriyle etkileşimi güçlendirme taahhüdünü özetleyen ‘Güncellenmiş Savunma Üretimi Eylem Planı’nın ilk kamuya açık versiyonunu yayımladı. Şimdi herkes pay kapmak için yeni bir yarışa girişecek. Aslan payını ABD, Kanada ve Avrupa’nın büyükleri, yani Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık şirketleri kapacak bu kesin. Tabii diğer ülkelerin şirketlerine de sus payı verilecektir.

ASYA-PASİFİK’TE SAVAŞMAK İÇİN DE
ÇOK PARA LAZIM SONUÇTA!

Eğer ki Batı merkezli kapitalist sistemin başta Çin olmak üzere gelişen ekonomiler karşısında, kısa vadede rekabet gücü azalıyorsa, o zaman soft power yetmiyor. Tüm bu ‘pamuk eller cebe’nin bir sebebi de bu. Çünkü Rusya bir ‘düşman’ ise onlar için asıl bela aslında bu diğerleri… Neredeler? Hemen hemen çoğu Asya-Pasifiik’te ve geleceğin savaş alanı da orası olacak. ABD’nin silahlanma bütçesinin önemli bir kısmını da bu strateji çerçevesinde belirlemesi lazım.

Londra merkezli Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’ne göre, Trump yönetiminin 2026 malî yılı bütçe teklifi savunma harcamalarında önemli bir artış sağlayacak ve ihtiyari temel bütçe potansiyel olarak yüzde 13.4 oranında artarak 1.01 trilyon dolara ulaşacak.

Bu artış, Savunma Bakanlığı’nın maliyet azaltma çabalarına rağmen gerçekleşti. Dikkat çeken bir ABD savunma politikası, Trump’ın 20 Mayıs’ta sistemi geliştirme planlarını duyurmasıyla, bir iç füze savunma kalkanı olan ‘Altın Kubbe’. Bu politika, füzeleri tespit etmek ve engellemek için yeni uzay ve kara tabanlı yetenekler dahil olmak üzere yatırım için bir dizi alanı kapsıyor.

BATININ EN RİSKLİ RUS RULETİ

2026 malî yılı bütçesinin bir diğer yararlanıcısı da projeleri zamanında ve bütçe dahilinde teslim etmekte zorluk çeken askeri gemi inşa sektörü… Ve tabii ki hava gücü de var. ‘F-47 Next Generation Air Dominance’ (NGDA) platformunun finansmanına yönelik çalışmalar sürüyor. Hedef, Trump’ın başkanlık dönemi sonlanmadan bu projeyi tamamlamak. Bunu desteklemek için yasa tasarısı, mevcut yetenekleri ek uçaklar edinerek ve mevcut uçakları modernize ederek artırmak için ek 7.2 milyar dolar öneriyor. Özellikle gemi filosunun Asya-Pasifik ve Arktik’te hegemonyayı artırmak için kullanılacağını tahmin etmek güç değil.

Yakın gelecekte silahların rolü her zamankinden fazla olacak gibi görünüyor. Evet söz konusu küresel ekonomiyse para konuşur, ama anlaşılan o ki rakiplerinin parası ve teknolojik gücü varsa, bu kez silahlar da konuşur. Silahı güçlü olanın kasayı boşaltacağı günler o kadar da uzak görünmüyor. Ancak trilyon dolarlık bir uzman sorusu var: Çin ve Rusya’nın askerî-sınaî kompleksi neredeyse NATO ülkelerine göre yüksek teknolojili silahları yarı yarıya maliyetle üretebilirken ve bunu planlı programlı yaparken, kim bu işten kazançlı çıkar?

Görüş

Çin-İsrail ilişkilerinin olağan durumuyla yüzleşmek

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

9 Temmuz’da, Çin’in İsrail Büyükelçiliği sözcüsü, resmi WeChat hesabında yaptığı açıklamada, İsrail Yeş Atid (Gelecek Var) Partisi milletvekilinin son dönemde Tayvan’la ilgili yanlış söylem ve eylemlerine ilişkin görüş bildirdi. Sözcü, Gelecek Var Partisi’nin bir milletvekilinin Çin’in Tayvan bölgesini ziyaret ederek sözde “başkan yardımcısı” ve “dışişleri bakanı” ile görüştüğünü, İsrail’e döndükten sonra sosyal medya platformlarında ilgili Tayvanlı kişilerle etkileşime girerek onları övdüğünü, İsrail medyasında bu ziyarete dair gözlemlerini uzun uzun anlattığını ve açıkça Tayvan’ı bir “ülke” olarak tanımladığını belirtti. Bu tür söylem ve eylemler “tek Çin ilkesini ciddi şekilde ihlal etmiş, Çin-İsrail ilişkilerinin siyasi temelini ciddi şekilde zedelemiş, Çin-İsrail dostane ve pragmatik iş birliği ortamını ciddi şekilde zehirlemiştir. Çin’in İsrail Büyükelçiliği buna kararlılıkla karşı çıkmakta ve şiddetle kınamakta, İsrail tarafına sert bir diplomatik girişimde bulunmuş, hatalı uygulamaların derhal düzeltilmesini ve olumsuz etkinin ortadan kaldırılmasını talep etmiştir.”

Bilgilere göre, bu yılın nisan ayı sonunda, İsrail muhalefet partisi Gelecek Var Partisi milletvekili Boaz Toporovsky, bir parlamento heyetine başkanlık ederek Tayvan’ı ziyaret etmiştir. Mayıs sonunda, birkaç diğer partiden oluşan daha üst düzey bir heyet de Tayvan’a ziyaret gerçekleştirmiştir. Tayvan yönetiminin lideri ve yardımcısı, bu iki İsrail parlamento heyetiyle art arda görüşmüştür. Toporovsky, İsrail doğumlu, Doğu Avrupa kökenli Yahudi göçmenlerin soyundandır. Muhtemelen “Tayvan-İsrail Dostluk Parlamento Grubu” başkanı sıfatıyla, 2024 yılında zaten Tayvan’ı ziyaret etmişti. Yakın zamanda Tayvan’dan dönüşü sonrası, Toporovsky sosyal medyada Tayvanlı ilgili kişilerle etkileşim kurmaya devam etmiş, Tayvan bağımsızlık yanlısı güçlere destek vermiş, Çin-İsrail ilişkilerine engel oluşturmuş ve bu durum “Israel Today” ve “The Jerusalem Post” gibi medya organlarının dikkatini çekmiştir.

Çin’in İsrail Büyükelçiliği, Tayvan’la ilgili meselelerde nadiren açıklama yapar; Toporovsky’nin hatalı söylem ve eylemlerini “üç ciddi ihlal” olarak tanımlaması, Çin-İsrail diplomatik ilişkilerinin kurulduğu 33 yıl içinde oldukça enderdir. Bu durum, onun “tek Çin” ilkesinin kırmızı çizgisini aştığını ve Çin-İsrail ilişkilerinde sürtüşme ve gürültüye yol açtığını açıkça göstermektedir. Gözlemciler ayrıca, Çin Dışişleri Bakanlığı’nın kısa süre önce göreve başlayan İsrail’in Çin Büyükelçisini bu konuyla ilgili görüşmeye çağırmadığını, bunun da bazı İsrailli milletvekillerin hatalı söylem ve eylemlerinin İsrail’in resmi tutumunu yansıtmadığını gösterdiğini belirtmiştir. Bu nedenle, Çin’in İsrail Büyükelçiliği’nin kınama ve uyarıda bulunması daha uygun ve yerindedir.

Aslında, Toporovsky’nin bu girişimi Çin-İsrail dostane ilişkilerinin genel yönünü, ana akımını ve olağan halini yansıtmamaktadır, bu yüzden çok da büyütülmemelidir. Ancak diplomaside küçük mesele yoktur; tek Çin ilkesi ise Çin’in temel çıkarlarını ilgilendiren önemli bir konudur. Tüm dünyanın uzun süredir ertelenen Altıncı Orta Doğu Savaşı’na odaklandığı bir dönemde, Çin-İsrail dostane ve pragmatik ilişkilerindeki bu tür uyumsuzluk ve farklı sesler hafife alınmamalıdır: Bu durum hem İsrail’in karmaşık iç siyasi yelpazesini yansıtır hem de bu savaşın yayılma etkisini gözler önüne serer — yani İsrail, uluslararası baskı ve kamuoyu tecritine karşı zor bir durumda dış sempati ve desteğe susamıştır; bazı politikacılar susam için karpuzdan vazgeçecek kadar ileri gitmektedir. Kısacası, Çin-İsrail ilişkilerinde Tayvan’la ilgili ortaya çıkan bu kriz, büyütülmemesi gereken bir “çaydanlıkta fırtına”dır, ancak gidişata bırakılırsa, Çin-İsrail ilişkilerine zarar verecek yeni bir değişkene dönüşecektir.

Öncelikle, İsrail kurulduğundan beri, hangi parti iktidarda olursa olsun ve siyasi duruşu sol ya da sağ olsun, İsrailli liderler her zaman ileri görüşlü ve stratejik bir anlayışla “tek Çin” duruşunu sürdürmüşlerdir. Uzun Soğuk Savaş döneminde, Çin’in diplomasisi tamamen Arap dünyasından yana olmasına rağmen, “uluslararası yetim” durumundaki İsrail, Tayvan yönetimiyle sıkı ilişkilere sahip olsa bile, hiçbir zaman onlarla diplomatik ilişki kurmamıştır. 33 yıl önce Çin-İsrail diplomatik ilişkileri kurulduğunda, iki tarafın geçmişe dair hiçbir yükü yoktu; özellikle, başka ülkelerin yaşadığı “önce Tayvan’la diplomatik ilişkileri kes, sonra Çin’le kur” gibi zorlu müzakereler ve acı seçim süreçleri söz konusu değildi.

Bunun nedeni, İsrail’in geçmişten bugüne tüm liderlerinin, tüm Çin halkının gerçek meşru temsilcisinin kim olduğunu çok iyi bilmesidir. İsrail halkı da tarih boyunca Çin halkının Yahudilere gösterdiği hoşgörü ve cömertliği takdir etmektedir. Aynı zamanda, Çin uzun süre Orta Doğu meselesinde İsrail’e baskı uygulasa da, Arap cephesinin “İsrail’i yok etme” yönündeki radikal düşüncelerine karşı çıkmış, İsrail hükümetinin saldırgan yayılmacı politikalarıyla İsrail halkını birbirinden ayırmayı savunmuş ve İsrail’in meşru güvenlik endişelerine saygı göstermiştir.

İkinci olarak, İsrail çok partili ve göçmenlerden oluşan bir ülkedir, uzun süredir ABD ve Batı değerlerinden etkilenmektedir. Farklı partilerin dış politikaya dair tutumları farklıdır, hatta sıklıkla çatışır; hükümet ile parlamento arasındaki çatışmalar, iktidar ile muhalefet arasındaki kıyasıya mücadeleler normaldir. Küçük partilerin büyük partileri ya da iktidar koalisyonlarını rehin alması, İsrail demokrasisinin belirgin bir özelliğidir. Bu nedenle, Çin-İsrail ilişkilerinin sorunsuz olduğu dönemlerde bile, Çin’in iç işlerine karışılması ya da kırmızı çizgilerine temas edilmesi gibi tuhaf durumların yaşanması kaçınılmazdır. Örneğin, 1999 yılında, Çin Ulusal Halk Kongresi Daimi Komitesi Başkanı’nın ziyareti öncesinde, İsrail Meclis Başkanı Avraham Burg, Çin’in uyarı ve diplomatik girişimlerine rağmen Dalai Lama ile görüşmüştür. Tamamen özgürleştirilmiş olan İsrail medyasında da Çin’e yönelik eleştirel sesler hiçbir zaman eksik olmamıştır, ancak bu tür sesler İsrail kamuoyunun ana akımı ya da baskın görüşü değildir.

Üçüncü olarak, İsrail, Batı bloğu içinde ABD’nin iki partili hükümet baskısına gerçekten direnen ve Çin dostu politikasının istikrarını sürdüren tek ülkedir. Yazar bu konuda daha önce özel bir analiz yazısı kaleme almıştır: İsrail, ABD’nin Çin’in “Kuşak ve Yol” girişimine yönelik büyük engellemelerine rağmen, Çin ile bu girişimi aktif, esnek ve pragmatik şekilde birlikte inşa etmeye devam etmiştir. Buna, Çin’le birlikte sivil-askeri amaçlı Hayfa Limanı projesini hiçbir zaman terk etmemesi de dahildir. 2022 yılında Çin, İsrail’in ikinci büyük ticaret ortağı ve en büyük ithalat kaynağı olmuştur. Geçtiğimiz bir buçuk yılda Çinli ve İsrailli diplomatlar çok taraflı ortamlarda zaman zaman sert tartışmalara girmiş olsa da, iki taraf da azami ölçüde itidal göstermiş ve bu karşı karşıya gelişleri tesadüfi ve kontrol edilebilir seviyede tutmuş, kapsamlı işbirliği ve stratejik karşılıklı güveni etkilememiştir.

Dördüncü olarak, Çin-İsrail ilişkileri gerçekten de “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın etkisi altındadır. Her iki tarafın kamuoyunda karşılıklı sempati bariz şekilde azalmış ve ilişkiler, diplomatik bağların kurulduğu dönemden bu yana en düşük seviyeye inmiştir. Nesnel olarak bakıldığında, İsrail “11 Eylül” benzeri bir ulusal aşağılanma ve felaket yaşamış, “yedi cephede çatışma” durumuna düşmüş ve hâlâ “savaş durumu” sona ermemiştir. Dolayısıyla tüm ülke ve toplum, eşi görülmemiş bir kriz halindedir. Siyasetçilerden halka kadar herkesin duyguları son derece gergin, kırılgan ve hassastır; dışa dönük tepkilerin abartılı ya da biçim bozukluğuna uğraması kaçınılmazdır. Bu, Çin ile ilgili konularda da sınırları aşan söylemlere yol açmaktadır. Buna “olağandışı olaylarda mutlaka bir neden vardır” denir.

Çin, uluslararası hukuku ilke edinmiş, Orta Doğu anlaşmazlığının doğrularını ve yanlışlarını esas almış, tarihsel doğruluğun ve adaletin yanında durmuş ve büyük bir güç olarak sorumluluğu ve yükümlülüğü gereği, İsrail hükümetinin savaş yanlısı ve insanlık dışı eylemlerini eleştirmeye devam etmiştir. Bu da İsrail toplumuna, iki ülke ilişkilerinin normalleşmesinden bu yana görülmemiş düzeyde baskı oluşturmuştur. Ayrıca, Çin’in geleneksel medyası ve internet kamuoyu da uluslararası adalet ve mazluma duyulan sempati temelinde, İsrail aleyhine bir kamuoyu ortamı yaratmıştır. Bu atmosfer, İsrail toplumunda Çin karşıtı duyguların artmasına neden olmuş ve bazı siyasetçilerin Tayvan konusunu istismar etmesi için uygun bir zemin hazırlamıştır. Son iki yılda İsrail partileri ve siyasetçileri ile Tayvan arasında bariz şekilde sıklaşan ilişkiler, bir tür zor zamanda dayanışma anlamı da taşımaktadır.

Beşinci olarak, Netanyahu hükümeti Orta Doğu meselesinde giderek sertleşip sağa kaymış olsa da, Çin’e karşı dostane temel duruş ve politik çizgiyi korumuştur. Netanyahu şahsen, Çin’in yoğun kamuoyu ve diplomatik baskısına rağmen kamuoyuna yönelik olumsuz bir açıklamada bulunmamış, diğer sağcı ve aşırı sağcı kabine üyeleri de Çin’e açık saldırılarda bulunmamıştır. Bu nedenle, bazı İsrailli milletvekillerin ya da yetkililerin Çin karşıtı ya da Tayvan yanlısı söz ve eylemleri, İsrail hükümetine mal edilemez ve İsrail’in devlet politikası veya ulusal eylemi olarak görülemez.

Altıncı olarak, bu fırtına ne İsrail iç siyasetinin Çin’e karşı iyi polis-kötü polis oyunu oynayarak baskı kurma çabasıdır ne de Gelecek Var Partisi’nin kolektif olarak Çin karşıtı tutuma geçtiğini gösterir. İsrail siyasetini bilen herkes, bu partinin yalnızca 12 yıllık bir geçmişe sahip orta yolcu bir parti olduğunu ve Netanyahu’nun lideri olduğu Likud grubunun ezeli rakibi olduğunu bilir. 2021’de bu parti, Birleşik Sağ İttifakı dahil yedi partiyle birleşerek “sekiz partili iktidar koalisyonunu” kurmuş ve Netanyahu’nun 12 yıllık iktidarını devirmiştir. 2022’de bu koalisyon dağılmış, ardından Gelecek Var Partisi mecliste gensoru vererek yeni seçim sürecini başlatmıştır. Bu yıl haziran ayında muhalefet partisi olarak Netanyahu’nun koalisyonunu devirmeye yönelik yeni bir önerge daha sunmuştur.

2022 Nisan ayı başında, Gelecek Var Partisi lideri, o dönemin dışişleri bakanı ve başbakan adayı Yair Lapid, Çin Devlet Konseyi Üyesi ve Dışişleri Bakanı Wang Yi ile yaptığı telefon görüşmesinde, “İsrail ile Çin birbirini anlıyor ve takdir ediyor. İsrail, Çin’i bir dost olarak görüyor ve diplomatik ilişkilerin kurulduğu günden bu yana tek Çin politikasını benimsemiştir. Bu tutum hiç değişmemiştir ve Çin’le ilişkilerin önemli bir temelidir…” demiştir. Bugün, Lapid’in partisine mensup bir milletvekilinin Tayvan konusunu istismar etmesi, acaba Lapid ve partisi üyelerini kontrol edemiyor mu? Yoksa tutumlarını değiştirip Çin’i mi terk ettiler? Ya da Çin’in Orta Doğu politikasına yönelik bilinçli bir memnuniyetsizlik mi ifade etmekteler? Yazar, Gelecek Var Partisi’nin tamamının ve özellikle lideri Lapid’in Çin’e karşı tutum ve politikasını değiştirdiğini kötü niyetle varsaymak istememekte; aksine, bu durumun yalnızca “Tayvan-İsrail Dostluk Grubu” başkanının dikkat çekmek için yaptığı bireysel bir hamle olduğunu düşünmektedir.

Belki de tüm bu nedenlerle Çin, nispeten düşük profilli, ölçülü ve sakin bir tutum benimsemiş; Gelecek Var Partisi’ndeki birkaç kötü niyetli kişinin temposunu bozmasına izin vermemiş ve Çin-İsrail stratejik güveni, dostluğu ve pragmatik işbirliğinin genel seyrini korumaya çalışmıştır.

Belirtilmesi ve dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta ise şudur: Toporovsky Tayvan konusunu gündeme taşırken, kötü niyetli bazı medya organları da Çin’in İran’a gelişmiş savaş uçakları ve hava savunma sistemleri ihraç ettiği yönünde haberler yaymıştır. Bu durum yalnızca yeni ateşkes sağlamış İsrail ile İran arasında gerilim ve düşmanlığı körüklemekle kalmayıp, aynı zamanda Çin-İsrail stratejik güvenini zedelemeye, İsrail’in Çin’e yönelik kamuoyunu olumsuzlaştırmaya ve ikili ilişkileri ve işbirliğini sabote etmeye hizmet etmiştir. Bu gerçekten kötü niyetli bir yaklaşımdır; Orta Doğu’nun istikrara kavuşmasını, Çin’in Orta Doğu diplomasisinin sağlam adımlarla ilerlemesini istememektedirler.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Görüş

Ermenistan’da siyasi kriz sürüyor: Kiliseden sonra Taşnaksutyun hedefte

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Ermenistan’da Başbakan Nikol Paşinyan yönetiminin Ermenistan Apostolik Kilisesi’nden (AAK) Bagrat Galstanyan ve destekçilerine yönelik operasyonları ile başlayan gerilim devam ediyor. 

Son olarak, güvenlik güçleri, ‘terör saldırısı hazırlığında’ oldukları gerekçesiyle 7 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltına alınanlardan biri hakkında, Ermenistan Ceza Kanunu’nun 43. maddesinin 1. kısmı ile 308. maddesi uyarınca (terör saldırısı hazırlığı) cezai işlem başlatıldı. Bu madde, 10 yıla kadar hapis cezasını öngörüyor.

Gözaltına alınan kişilerin evlerinde yapılan aramalarda, elektrikli uzaktan kumandalı bir patlayıcı düzenek, bu düzeneğe ait bileşenler, bir el bombası, el bombası tapası, barut, telsiz iletişim araçları ve ‘soruşturma açısından önem arz eden başka çeşitli nesne ve maddeler’ bulunduğu açıklandı. 

Ancak gözaltılar kadar, aramalarda bulunanlar da tartışma konusu oldu. 

Aramalar, yalnızca terör saldırısı hazırlığına ilişkin değil, aynı zamanda ‘ateşli silahların, bunların ana parçalarının, mühimmatın ve diğer maddelerin, cihazların ve nesnelerin yasa dışı dolaşımıyla ilgili’ maddeler kapsamında da yürütüldü.

Gözaltı işlemleri ve aramalar konusunda yapılan itirazlarda, güvenlik güçleri tarafından el konulan tüm silahların yasaya uygun şekilde kayıtlı olduğu, hatta, aramalara ilişkin yayınlanan fotoğraflarda görülen objelerin silah değil, airsoft oyunu için kullanılan ekipmanlar olduğu ve söz konusu el bombasının oyun amaçlı plastik boncuklarla dolu olduğu iddia edildi.

Soruşturma Komitesi ise, iddialar üzerine yayınladığı yeni açıklamada, aramalar sırasında ele geçirilen F-1 tipi el bombası ile iki elektrikli fünye/detonatörün gerçek ve savaş amaçlı mühimmat olduğunu açıkladı.

Ermenistan resmi makamları, aynı AAK’ye yönelik operasyonlarında olduğu gibi, bu operasyonda da ‘terör saldırısı planını’ öne çıkardı. Ancak bu sefer hedef, Ermenistan’ın en eski siyasi güçlerinden, Ermeni Devrimci Federasyonu (ARF), yani Taşnaksutyun.

Hedefteki parti: Taşnaksutyun

Ermenistan güvenlik güçleri, 9 Temmuz sabahından itibaren, başkent Erivan’da muhalefetteki Taşnaksutyun partisine yönelik operasyonlara başladı. 

Partinin Erivan Şehir Komitesi üyesi Arsen Martoyan ile “Ermenistan” parlamento grubunun milletvekili Gegham Manukyan’ın oğlu Taron Manukyan gözaltına alındı.

Eş zamanlı olarak, Manukyan’ın yaşadığı evde, partinin Yüksek Organı İdari Birimi Başkanı Vahan Matinyan’ın evinde ve Egvard büyükşehir belediyesine bağlı meclis üyesi, aynı zamanda ARF Gençlik Birliği Merkez Konseyi Başkanı Gevorg Muradyan’ın evinde de aramalar yapıldı.

Gözaltına alınan muhaliflerin avukatları, müvekkilleriyle görüşmelerine izin verilmediğini ifade etti.

Parti Yüksek Organı temsilcisi İşhan Sagatelyan ise, baskınları Paşinyan’ın Türkiye ziyaretiyle eş zamanlı olarak nitelendirerek, ‘siyasi baskının yeni aşaması’ olarak değerlendirdi. 

ARF üyesi ve muhalefetteki ‘Ermenistan’ ittifakının milletvekili Lilit Galstyan da, baskınları “siyasi partiler yasasının açık bir ihlali” ve “Taşnaksutyun’un faaliyetlerini engellemeye yönelik kasıtlı bir saldırı” olarak değerlendirdi.

İnsan hakları savunucularından ‘24 Nisan 1915’ benzetmesi

Ermenistan’da resmi aramalar ve muhaliflere yönelik operasyonlarda olay yerlerinde bulunarak hukuki gözetim ve kamuoyu takibi yapan  ‘Beş İnsan Hakları Savunucusu’ inisiyatifi ise, güvenlik güçlerinin eylemlerini bir tür terör eylemi olarak nitelendirdi ve bunları, Osmanlı İmparatorluğu’nda 24 Nisan 1915’te Ermeni aydınlarının tutuklanmasına benzetti.

Ermenistan’da düzenlenen bu operasyonlar, dosyalara göre değişen detaylara sahip olsa da, ‘terör eylemi’, ‘darbe planı’ gibi ana başlıklar altında toplanıyor. 

Bu ayın başında, Milletvekili Artur Sargsyan, meclis konuşmasında Paşinyan’ı Ermenistan’ı ‘her şeyin önceden hazırlandığı bir diktatörlük kalesi’ haline getirmekle suçladı. Paşinyan’ın görevden alınmasını talep eden Sargsyan’ın vekilliği düşürüldü, dokunulmazlığı kaldırıldı ve kendisi dahil 15 kişiye karşı ‘darbe ve terör’ iddiaları yöneltildi.

Sargsyan’dan kısa süre sonra, Ermenistan ittifakın önde gelen isimlerinden Seyran Ohanyan ve Artsvik Minasyan, yolsuzlukla bağlantılı suçlamalarla resmen itham edildi. Üçüncü isim olan milletvekili Artur Sargsyan hakkında ise darbe girişimine katılmak suçlamasıyla dava açılması için parlamentodan izin alındı. Hepsinin dokunulmazlıkları düşürüldü, yargılanmaları bekleniyor.

‘Paşinyan’dan Aliyev’e soykırım taahhüdü’ iddiası

Taşnaksutyun ile Paşinyan arasındaki gerilimi artıran bir diğer mesele, Paşinyan’ın Fransa’daki Ermeni toplumu ile yaptığı görüşmede ‘Taşnaksutyun ideolojisine’ yönelik yaptığı açıklamalar oldu. 

“Üçüncü Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Ermenistan’da aslında yalnızca bir ideoloji vardı – Taşnaksutyun’un ideolojisi” diyen ve yeni bir ideolojik dönüşümü savunan Paşinyan’a en sert tepki yine Sagatelyan’dan gelmişti. Sagatelyan, Paşinyan’ın ‘yeni tavizler için zemin hazırladığını’ ve Azerbaycan lideri İlham Aliyev’e Ermeni Soykırımı ile Dağlık Karabağ meselesini gündemde tutan siyasi çevrelerin faaliyetlerini kısıtlamayı taahhüt ettiğini iddia etti. 

Sagatelyan ayrıca, Paşinyan’la ilgili şunları söyledi:

“Tarihten ders çıkarılması gerektiğini söylüyor ama eğer gerçekten ders çıkarılsaydı, onun gibi ulusal değerlere aykırı figürler iktidarda olmazdı, Karabağ işgal edilmezdi ve düşman askerleri Ermenistan topraklarında bulunmazdı. Egemenlikten bahsedecek en son kişi Paşinyan’dır. Son 6 yılda ülkeyi tümüyle dışa bağımlı hale getirdi.”

Farklı argümanlar, benzer tartışmalar

Ermenistan’daki siyasi hareketlilik, farklı argümanlarla devam etse de yöntem bakımından ülkemizdeki tartışmalara çok benziyor. Türkiye’nin bütün siyasi bileşenlerinin, ideolojik olarak ‘Kemalizmi’ ve onunla eşleştirilen ‘vesayet rejiminin’ kalıntılarını içerdiğini iddia eden liberal ve muhafazakar çevrelerin argümanları, ülkenin ‘yeni rota’ arayışında ‘eskiye’ dair hesaplaşılan köklü kurumlar, hareketler… 

Ermenistan’da ise her şey 2018’deki Kadife Devrim’le değişti. Batı yanlısı reformcu bir imajla iktidara gelen Nikol Paşinyan, başlangıçta otoriterliğe ve yolsuzluğa karşı bir alternatif olarak öne çıksa da, geçen yıllar onu bambaşka bir rotaya sürükledi. Bugün geldiği noktada, karşısında yalnızca bir muhalefet bloğu değil; milliyetçilerden kiliseye, Rusya’ya yakın çevrelerden Karabağcı diasporaya kadar uzanan geniş bir ‘tarihle hesaplaşma cephesi’ bulunuyor.

‘Vatan için Tavuş’ 

Ermenistan’ın ‘eski’ ve ‘yeni’ arasındaki hesaplaşmasında, bardağı taşıran son damla ise ülkenin kuzeydoğusundaki Tavuş bölgesinde yaşananlar oldu. 

Azerbaycan sınırına yakın bu stratejik bölge, Paşinyan yönetiminin sınır belirleme süreci çerçevesinde dört köyü Azerbaycan’a devretme girişimiyle tartışmaların merkezine oturdu.

Paşinyan’ın operasyon başlattığı kilise ve Başpiskopos Bagrat Galstanyan, ‘Vatan için Tavuş’ hareketini kurdu. İsmi kısa sürede ‘Kutsal Hareket’e dönüşen bu siyasi hareket, kitlesel halk muhalefetine dönüştü, Erivan’a yürüdü. 

Ve yine aynı şekilde, Paşinyan yönetiminin operasyon düzenlediği Taşnaksutyun da, bu muhalif hareketin en aktif parçalarından biri oldu. 

AAK, Ermenistan’ın resmi ve en büyük kilisesi, aynı zamanda dünyanın en eski kiliselerinden biri. Taşnaksutyun ise, Ermenistan’ın en köklü partilerinden, sağcı bir siyasi parti. Paşinyan bu iki büyük güce de savaş açmış durumda. Olayların merkezinde ise, Karabağ’ın ‘kaybı’ yatıyor. 

Paşinyan’ın Karabağ’ın kaybında gördüğü fırsat

2020’de Azerbaycan karşısında yaşanan hezimetle birlikte Dağlık Karabağ üzerindeki fiilî Ermeni kontrolü sona erdi. Bu kayıp, halkın büyük bir kesimi için bir travmayken, Paşinyan yönetimi için ise, geçmişle bağları koparmak adına bir fırsat yarattı.

Zira Karabağ, ülkedeki Batı yanlısı siyasi güçler tarafından uzun süredir bir ‘tarihsel dava’ değil, Erivan’ın Rusya’ya bağımlılığını sürdüren bir ‘tarihsel yük’ olarak tanımlanıyor. Paşinyan yönetiminin iç ve dış politikadaki temel yönelimini bu tanımlama belirliyor. 

Paşinyan’ın bu doğrultuda öne çıkardığı söylem ise ‘gerçek Ermenistan’. Paşinyan’a göre Ermenistan, geçmişin efsanelerinden, ‘tarihsel Ermenistan’ hayalinden, Karabağ gibi yüklerinden kurtulmalı. Bu ‘gerekliliğin’ siyaset alanındaki en büyük sonucu ise, Rusya’dan uzaklaşmak. Operasyonlar düzenlenen siyasi çevrelere sıkça ‘Rus yanlısı’ denmesinin bir sebebi de bu. Paşinyan, bu operasyonlar eliyle, neredeyse bütün diğer eski Sovyet ülkesinde tekrarlanan ‘Rus parmağı’ söylemini yaygınlaştırmaya çalışıyor. Paşinyan’ın ülkenin Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (KGAÖ) üyeliğinin dondurulduğunu açıklaması, ülkenin Rusya lideri Vladimir Putin için yakalama kararı çıkaran Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) üyeliğini onaylaması gibi adımlar da bu rotanın doğal sonucu.

Kritik seçimler seneye

Bütün bu gelişmelerin gölgesinde, 7 Haziran 2026’da yapılması beklenen parlamento seçimleri büyük önem taşıyor. Paşinyan ve partisi bugün devlet gücünü elinde tutsa da, kamuoyu desteği yüzde 15’leri geçmiyor. Öte yandan muhalefet, geniş ve çeşitli olsa da hala birleşik bir yapı sunamıyor.

Bu koşullarda, Paşinyan’ın önderlik ettiği operasyonlar yalnızca muhalefeti bastırmak için değil, aynı zamanda kendisini ‘yeni Ermenistan’ın kurucusu’ olarak konumlandırmak için de yapılıyor.

Kaynaklar:

https://apnews.com/article/armenia-opposition-crackdown-nikol-pashinyan-coup-2f848b41ab562c5893d0af5557233974

https://www.reuters.com/world/armenia-charges-top-opposition-politician-readies-indictments-against-two-others-2025-07-08/ 

https://am.sputniknews.ru/20250211/pashinyan-gotovit-pochvu-dlya-obosnovaniya-novykh-ustupok-sagatelyan-ob-obvineniyakh-v-adres-arfd-85680557.html 

https://eadaily.com/ru/news/2024/06/14/v-ofisah-stareyshey-armyanskoy-partii-idut-obyski-chlen-arfd 

https://am.sputniknews.ru/20250620/sagatelyan-nezakonnye-zaderzhaniya-prokhodyat-v-regionalnykh-ofisakh-arf-dashnaktsutyun—-90420552.html 

https://www.indyturk.com/node/760889/haber/ermenistanda-din-ve-devlet-işleri-birbirine-girdi-paşinyan-kilise-savaşı-ne-anlama 

Okumaya Devam Et

Görüş

Hint kültüründe Sari, çeşitlilikte birliğin bir yansıması

Avatar photo

Yayınlanma

İlk Sari’mi yıllar yıllar önce tanıdığım bir Hint profesörden hediye olarak almıştım. Paketi ilk açtığımda yalnızca katlanmış büyükçe bir kumaş yığını ile karşılaştım. Ha bir de bir kutu içinde Sari’nin takımı olarak bir sürü bilezik.

Bilezikler tamamdı ama bu büyük kumaş parçasını bir elbise olarak düşünmek ve giymek ilk etapta bana çok karmaşık gözükmüştü. Açıkçası heyecan ile açtığım Sari çantasını hayal kırıklığı ile geri kapatmış ve hatta hediye sahibine sitem dahi etmiştim; bunun hazır dikilmiş olanı yok mu, muhakkak vardır, neden hazır olanı veya dikilmiş olanı tercih etmedin hediye olarak diye…

Ancak sonra işi bir nebze olsun çözdüm. İlk Sari’mi hazırlayıp giymek beni öyle derin bir araştırmaya sürüklemişti ki aslında yalnızca bir giysi olarak gözüken Sari’nin ardında çok derin bir kültür yatıyor.

Eğer “Sari nasıl giyilir?” sorusunu Google’a sorarsanız, yüzlerce farklı tarif ile karşılaşırsınız. Çoğu zaman insanlar Sari giymenin tek bir yolu olduğunu düşünür ve buna aslında “Nivi” stili denir: Bilindik ön pileli tarz; kıvrımlı, bele sarılı, pallu -yani giysinin süslü ucu- sol omzun üzerine atılmış.

Ancak gerçek şu ki bölgeye, kumaşa, giysinin uzunluğuna ve genişliğine ve giyenin o gün ne yapıyor olabileceğine bağlı olarak bir Sari’yi giymenin yüzlerce farklı yolu var. Sari giyimi stillerinin çoğu bölgeye özgü ve tıpkı Hindistan’daki yemek ve dil gibi Sari giyim şekli bağlam, coğrafya ve işlevin bir sonucu.

Sariler genellikle 6 ile 9 yard (kabaca 4,5 ile 8,5 metre) uzunluğunda tek parça kesilmemiş ve dikişsiz dikdörtgen kumaşlardır, tek beden herkese uyar ama giyen için zorluk vücuda dolamakta yatıyor. Ve “Sari” (genellikle “Saree” olarak yazılır) sözcüğü Sanskrit “kumaş şeridi” anlamına gelir.

Ancak binlerce yıldır ipek, pamuk veya keten ile kendilerini saran Hint kadınlar ve birkaç erkek için bu kumaş parçaları basit giysilerden daha fazlasıdır. Bunlar ulusal gururun sembolleri, geleneksel ve son teknoloji tasarım ve zanaatkarlığın elçileri ve Hindistan’ın tüm devlet ve Birlik bölgelerini tanımlayan sayısız farklılığın bir yansıması.

Sarilerin ilk sözü MÖ 3000’e tarihlenen bir Hindu ilahiler kitabı olan Rig Veda’da geçiyor; bu giysiler 1. yüzyıldan 6. yüzyıla kadar Hint heykellerinde de görülür. “Sihirli dikişsiz giysi” olarak nitelenen Sari başlangıçta Hindistan’ın kavurucu sıcak iklimine ve hem Hindu hem de Müslüman toplulukların mütevazı giyim geleneklerine ideal olarak yer edinmiş.

Sariler ayrıca Pakistan, Bangladeş, Nepal ve Sri Lanka gibi diğer Güney Asya ülkelerinde kadınlar için geleneksel.

Hindistan aynı zamanda büyük el sanatları kültürlerinden biri anlamına geliyor. Boyama, baskı ve ipek dokumacılığında adeta bir güç merkezi ve bunların hepsi tahmini 30 bölgesel Sari çeşidinden en az birinde temsil ediliyor.

Ganga Nehri kıyısındaki Varanasi şehrinde dokumacılar, genellikle parlak kırmızı renkte metalik “zari” ipliği ile süslenmiş ve gelinler tarafından çok beğenilen “Banarasi” ipeklerini yapmak için eski usul ahşap tezgahların başına geçer.

Tropikal Kerala’da ağırlıklı olarak beyaz “Sett Mundu” Sarileri, 19. yüzyıl sanayileşmesinin günümüzde alt kıtada görülen renkli anilin boyaları ve parlak renkleri getirmesinden önce popüler olan stilleri yansıtır.

Batı Bengal’de “Baluchari” Sarileri, bölgenin antik pişmiş toprak tapınaklarının duvarlarındaki tasarımlara dayanan süslemeleri ile öne çıkar -büyük Hint destanları Ramayana ve Mahabharata’daki mitolojik hikayelere dayanan tasarımlara sahip; sanat, tarih ve moda kaynaşmasının bir kanıtı.

Kıyı Goa’da “Koli” Sarileri, balıkçı kadınlara hareket özgürlüğü sağlamak için Sari’yi pantolona dönüştürüyor.

Karnataka’da “Gobbe Seere” Sarileri, tarımsal çalışma sırasında Sari’yi sabit tutmak için kalın bir kemere sahip.

Tamil Nadu’da “Kanjeevaram” Sarileri, kuşaklar boyu dayanmasını sağlayan özel bir dokuma tekniği ile üretiliyor; genellikle kenar ve pallu tasarımlarının Sari’nin gövdesinden farklı olması ile zıt parlak renklere sahip ve altın rengi örgülere ve çiçekler, tavus kuşları ve filler gibi cesur, renkli motiflere sahip.

Bihar’da “Tussar” Sarileri çok yumuşaktır ve zengin dokusu ve doğal koyu altın rengi nedeni ile değerli iken

Orissa’dan gelen “Sambalpuri” Sarileri, “ikkat” olarak bilinen karmaşık dokumalarında yansıtılan batik sanatı ile ünlü; iplikler önce batik tekniği ile boyanır ve ardından kumaşa dokunur.

Sari’yi giymek adeta bir sanat ve Sari, kültürel bir sembol; geleneklere bağlı kalırken zamanla gelişen yaşayan bir miras, Hindistan’ın zengin mirasının kalıcı ruhu. “Sari’nin giyilme şekli Hindistan hikayelerinin canlı bir sözlüğü” deniyor. En yaygın Sari giyme teknikleri arasında her yerde bulunan Nivi tarzı ile uzun bir dikdörtgen kumaşı akıllıca diz boyu pantolona dönüştüren kırsal Dharampur tarzı.

Çoğu Sari artık bir choli (kısa üst) ve ince yarım etek ile kombinleniyor; ikincisi genellikle tüm bu sarma veya dolama işlemini sabitlemeye yardımcı olur. Bazı Sari kıvrımlarının dikiş veya iğneler ile tutturulması gerekir, bazıları ise vücut için kumaş origamisi gibi daha serbest formdadır.

Ayrıca Sari’nin parlak renkleri kısmen gelenek tarafından yönetilir: Renkler ruh hallerini temsil eder. Sarı, yeşil ve kırmızı, doğurganlığı temsil eden uğurlu renklerdir. Tutkuyu da çağrıştıran kırmızı, ülkenin bazı bölgelerinde gelin rengidir ve hamilelik ile ilişkili ritüellerin bir parçasıdır. Soluk krem rengi yazın rahatlatıcıdır ve aynı zamanda gelin saflığını sembolize eder. Evli bir Hindu kadını tamamen beyaz bir Sari giymez, çünkü bu yalnızca dullar içindir: “Kocası olmayan bir yaşam, renksiz bir yaşamdır”. Tek başına siyahın talihsizlik getirdiği düşünülür ve başka bir renk ile karıştırılması gerekir. Mavi, musonun susuzluğu gideren, hayat veren gücünü ve güzel çocuk-Tanrı Krishna’nın vizyonlarını çağrıştırır.

Her Sari, etrafındaki toplum ve insanlar hakkında bir öyküye sahip. Bazı kültürlerdeki diğer geleneksel giysilerin aksine, Sari tek bir ulustan veya inanç kümesinden gelen insanlara özgü değil. Ancak küreselleşme ve giderek daha ucuz mallar için söz konusu olan rekabet son zamanlarda makinede dokunan Sarileri veya geleneksel giysilerin kötü kopyalarını yaygın hale getirdi. Artık bazı bölgelerde Sarileri yaşlı kadınlarda görme olasılığınız daha yüksek. Genç kadınlar ve şehir sakinleri çoğunlukla Batılı giysileri veya Salwar (tunik ve pantolon takımı) tercih ederken Sari seçimi ancak bir düğün veya başka bir parti için oluyor.

Bu, şu soruyu akla getirebilir: Sariler, Japonya’nın Kimono’suna ve Çin’in Cheongsam’ına katılıp özel günler ve bayramlar için egzotik bir kıyafet mi olacak?

Benim yanıtım muhtemelen hayır olur: Canlı renkleri, karmaşık tasarımları ve akıcı zarafeti ile Hint Sarisi yalnızca bir giysiden daha fazlası; tarih, gelenek ve kültürel önem ile örülmüş adeta zamansız bir goblen…

Bu arada bir Sari, bir sokak satıcısından 30 dolardan az bir fiyata veya ince ipeği ve gösterişli işlemeleri ile bilinen Banarasi güzelliği için 15 bin dolara kadar yüksek bir fiyata satın alınabiliyor.

Sari hatta politik bir destek olarak dahi kullanılabiliyor. Hindistan’da özellikle 2014’ten bu yana esmeye başlayan Hindu milliyetçi politik havadan moda ve Hintlerin moda üzerine düşünceleri de nasibini aldı. Hint moda endüstrisi geleneksel kıyafetleri tanıtmak ve Batılı stilleri arka planda tutmak için yönlendiriliyor.

Bugün Modi’nin renkli kurtaları (yarım kollu yakasız tunik gömlek) adeta popüler moda ifadesi.

Bu pek tabii yalnızca Modi’ye özgü bir durum değil. Örneğin, Mahatma Gandhi’nin Dhoti’si veya Jawaharlal Nehru’nun ceketi ya da Indira ve Sonia Gandhi’nin geleneksel Khadi’den (elle eğirilmiş ve dokunmuş pamuklu kumaş) yapılmış Sarileri… Hindistan liderleri geleneksel kıyafetleri her zaman politik olarak kullanmışlar.

Başbakan Modi ilk göreve gelmesinden yalnızca birkaç ay sonra yerel üretimi teşvik etme girişimi Make in India kampanyası ile başlattığı modayı Hintleştirme veya Hint modasında Hintliği yeniden canlandırma çabaları ile geleneksel giysileri bir öncelik haline getirmişti ki ülkedeki birçok kişi onu memnun etmek istediği için moda endüstrisi de onu takip etmeye başlamıştı. Sık sık devlet destekli moda şovları ve sergiler düzenleniyor ve hepsi büyük çoğunlukla geleneksel Hint giyim tarzlarını tanıtmayı amaçlıyor. Örneğin, 2015’te Banarasi Tekstil Canlanma Hareketi’nin de tanıtıldığı ve ülkenin önde gelen moda tasarımcılarının eserlerini bir araya getiren Mumbai’deki bir moda fuarı, Tekstil Bakanlığı ile işbirliği içinde düzenlenmiş ve Banarasi Sari’yi tanıtmayı amaçlamıştı.

Banarasi Sari, eskiden Benares veya Banaras olarak adlandırılan ve tesadüfen Modi’nin siyasi seçim bölgesi olan kuzey Hindistan şehri Varanasi’de dokunuyor. Ayrıca Varanasi, burayı Yüce Tanrı Lord Shiva’nın ebedi evi olarak gören Hindular için en kutsal şehirlerden biri. Modi zamanında Banarasi Sari geleneğini canlandırmayı ve seçmen kitlesinin önemli bir yüzdesini oluşturan dokumacılarına yardım etmeyi vaat etmiş olsa da çoğunluğu Müslüman olan ve aile mesleğini sürdüren dokumacılar büyük ölçüde yoksulluk içinde. Aksine, popüler modayı Hintleştirme projesi veya Banarasi Sari’yi canlandırma çağrısı, lüks Sari talebini artırarak dokumacıları istihdam eden şehirdeki tüccarlara fayda sağladı.

Hindistan’da üretilen tüm Sarilerin muhtemelen yüzde 90’ı Müslüman erkekler, kadınlar ve çocuklar tarafından yapılıyor. Varanasi’de yaşayan Müslümanların yüzde 70’inden fazlası geçimini Sari dokuyarak sağlayan ve bunu kuşaklardır yapan Ensar kastına ait. Efsaneye göre Ensar dokumacıları İran’dan gelmiş ve yalnızca dokuma geleneğini değil, aynı zamanda dikiş uygulamasını da beraberlerinde getirmişler. Popüler bir efsaneye göre Hintler, Müslümanlar gelene kadar dikişli giysiler giymemişler. Hindular tarafından dini nedenlerden dolayı dikişsiz kumaşların tercih edildiği düşünülürse, bunun biraz doğruluk payı olabilir. Ki Bugün dahi bu giyim ayrımı lungiler (saronglar, bele sarılan bir tür erkek eteği) aleminde mevcut; Müslüman erkekler dikişli lungileri tercih ederken Hindu erkekler dikişsiz lungileri tercih ediyor. İnanışa göre, dikilmemiş tek parça kumaş, dikişli kumaşın onu kirli hale getirdiğine dair eski Hindu inancından dolayı ortaya çıkmış; tek parça halinde olan kumaş, bel çevresi dahil olmak üzere vücudu saracak şekilde tasarlanmış ve sarma sonucu kalan uzun ucu genellikle omuza atılarak giyme işleminde final yapılmış olur.

Kadınların vücuduna sararak giydiği Sari, daha önceleri ne parçalar halinde giyilir ne de altına herhangi bir giysi giyilirmiş. Ancak, inanışa göre, İngilizlerin gelişi (MS 1858) ile Hintlerin Sari’yi giyme biçimi değişmiş ve dikişli bluz ile kombinezonun Sari ile birleşimi söz konusu olmuş.

Sarilerin tarihi, dokumacıların giysiyi yaratmak ve daha da güzelleştirmek için çivit mavisi, lak, kırmızı kök boya ve zerdeçal gibi boyalar kullandığı İndus Vadisi Uygarlığı’na kadar uzanıyor. 16. ve 19. yüzyıllarda, gösterişli giysilere olan sevgileri ile bilinen Babürlüler, zardozi ve kamdani gibi ayrıntılı nakışların yanı sıra diğer görkemli tasarımlar ile süsleyerek Sari’nin görünümünü iyileştirdiler. Sari daha sonra Babür döneminde hem saraydaki kraliyet ailesi hem de halk tarafından yaygın olarak giyilen düzenli ve günlük bir giysi haline geldi.

Sariler hakkında daha az bilinen bir gerçek ise eski zamanlarda hem erkekler hem de kadınlar tarafından giyildiği ve günümüzün aksine cinsiyetsiz giysiler olarak kabul edildiği. Ancak zamanla Sariler, kadınsı ve yumuşak görünümleri nedeni ile kadın giyimi olarak daha fazla popülerlik kazanmaya başladı ve bir kadın giyimi haline geldi.

Ve Viktorya döneminde Britanya Raj’ının Sariler için bluz ve kombinezon gibi ek parçaları tanıttığı söylenir ki o dönemde kol ve omuzları sergilemek veya ince kumaşlı bir Sari’nin neden olduğu transparan görüntü uygunsuz olarak kabul ediliyor ve İngilizler Sari’nin tek parça biçiminin son derece ahlak dışı olduğunu düşünüyordu.

Geçmişte, Sari ne kadar ince ve şeffaf ise o kadar değerliydi.

İngilizler bu Sari stilini onaylamadılar: Onlar için şeffaflık çok tahrik edici ve dolayısıyla ahlaksızdı.

Öte yandan, eski dönemlerde Sari giyme biçiminin sınıflara ve mesleklere göre de değiştiği; yüksek sınıflardan kadınların, biri üst vücut, diğeri alt vücut için olmak üzere iki giysi giydiği ve bazılarının üst vücudu örtmek için korse, göğüs bandı veya şal taktığı da biliniyor (Bu arada tanrı, koca, kayınvalide veya yabancıların huzurunda evli kadının sıklıkla başını örtmesi gerekir) ve ayrı olarak giyildiğinde alt giysinin ya tam bir etek olarak sarıldığı ve belden bir kuşak ile tutulduğu ya da arkadan pileler ile sarıldığı görülürken alt sınıftan kadınlar ve fahişelerin göğüslerinin çıplak olduğu görülüyor.

Ancak Müslüman yönetimi altında (MS 1200-1850), Kuzey Hindistanlı Hindu kadınlar bol pantolonlar ve uzun bir üst (bugün salwar kameez olarak bilinir) ile Pers kostümlerine daha yakın giysiler giymeyi öğrendiler. Bu yabancı kostüme, baş örtüsü olarak hizmet etmek üzere Sari türevi bir eşarp, dupatta eklendi.

Belki de Hindistan’daki İngiliz Yönetimi sırasında Sari üzerindeki en önemli tarihi etki, İngilizlerin asimile olmama politikasıydı. İmparatorluk bürokrasisinin üyesi olan Hint erkekler Batı kıyafetleri giymeyi hak ettiler. Ancak Batı toplumunda hareket etme fırsatı olmadığı için kadınların yabancı kıyafetlere karşı bir zevk geliştirmesi olasılığı çok düşüktü. Bu nedenle gelenek etkisini korudu ve bugün dahi dış etkilere karşın Sari birincil bir güç olmaya devam ediyor.

Sari’nin kullanılmaya devam edilmesinin ardındaki bir diğer önemli neden ise yakın zamanda yerleşmiş olan milliyetçi kültür veya kültürel milliyetçilik idealidir. Hindistan’ın İngiltere’den bağımsızlık mücadelesi sırasında Mahatma Gandhi, özellikle sömürgeciye ekonomik acı çektirmek için bir sivil itaatsizlik kampanyası yürüttü. Sari’nin tarihi ile bütünleşik bir endüstri olan tekstil, bu bağımsızlık mücadelesinin önemli bir sembolü haline geldi. 19. yüzyıldan bu yana İngilizler, ucuz Hint pamuğunu İngiltere’ye ihraç etme, onu kumaşa dönüştürme ve Hindistan’da muazzam karlar ile yeniden satma uygulamasını benimsemişlerdi. Gandhi, İngiliz kumaşını boykot ederek ve “HomeSpun” hareketini başlatarak bu uygulama ile mücadele etti. Ve yerli kumaş ve giysilere bağlı vatanseverlik sembolizmi nispeten devam etti.

Yani geleneksel kıyafetler giyen bir kadın veya erkek, Batı kıyafetlerini benimseyen birinden daha “Hint”…

Sari, 5 bin yılı aşkın süredir Hindistan tarihinin bir parçası. Ülke genelindeki her bölgenin Sariler ve bunların giyilmesi ile ilgili kendine özgü bir tarzı ve gelenekleri olsa da Hint kadınlar bir bütün olarak Sarileri ulusal kimliklerinin önemli bir parçası olarak görür; hatta kuşaktan kuşağa nostalji, gurur ve onur kaynağı olarak aktarıyor. Bu bağlamda, Sari aynı zamanda Hindistan’ın çeşitlilikteki birliğini sembolize eder. Tamil Nadu gibi devletler Kanjivaram Sarileri üretirken Banarasi Sarileri Uttar Pradesh’ten çıkar ve her biri kumaş ve tasarım açısından benzersiz. Bu bölgesel farklılıklar kültürel çeşitliliği temsil ederken Sari’nin kendisi ortak geleneksel giysi olarak birlik duygusu yaratır. Bu uyarlanabilirlik ise Hindistan’ın zanaatkarlık ve bölgesel ifadedeki çeşitliliğini vurgularken paylaşılan kimliği korur ve hem birliği hem de çeşitliliği tek bir giyside somutlaştırır…

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English