Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Asıl savaşın 9. yılı

Yayınlanma

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 21 Şubat günü Federal Meclis’te bir konuşma yaptı. Elbette ki Putin’in bu konuşması, Ukrayna savaşının birinci yıl dönümü yaklaşırken başta Batı medyası olmak üzere büyük bir ilgiyle takip edildi.

Batılı analistler Putin’in dünkü konuşmasında agresif bir ton beklemişti ancak öyle olmadı.

Beklenti, temel olarak Putin’in Ukrayna’da ‘vitesi artıracak’ açıklamalar yapması ve operasyona dair yeni bir evrenin başlatılacağını ilan etmesiydi.

Ancak, Putin’in konuşmasında daha çok Rusya içi meselelere yer verildi. “Sovyet ekonomisinin son dönemlerinde nasıl sorunlarla karşı karşıya kaldığını hatırlıyoruz. SSCB, piyasa ekonomisi yaratmaya başladı ve Batı ülkeleri de bunun örneğiydi” diyen Putin, sürecin sonucunda Rus ekonomisinin ‘bir hammadde kaynağıymış gibi Batı’ya bağımlı hale getirildiğini’ açıkladı.

Bütün bunlar elbette, birliğin dağılmasının ardından Sovyet coğrafyasının başına gelenler konusunda ‘malumun ilanı’ oldu. Ancak, bu tekrarı önemli kılan, bunların doğrudan Rusya Devlet Başkanı tarafından ve savaş döneminde ilan edilmesiydi. Aynı konuşmada Putin’in oligarklara yönelik kullandığı “Sıradan Rusların hiçbiri, yurt dışında yatlarını ve saraylarını kaybedenler için üzülmedi” ifadeleri de bu açıdan anlamlı ve tamamlayıcı nitelikte.

Rus liderin konuşmasının savaşa dair olan kısmı ise, yine beklenenin aksine cepheler, seferberlik kararları veya saldırı emri gibi askeri değil, ideolojik bir tona sahipti. Daha klişe bir ifadeyle Putin, ‘büyük resmi’ nasıl gördüğünü açıkladı.

“Batı elitleri prensipsiz bir yalan toplumuna dönüştü” diyen Putin, Ukrayna ile olan savaşın yalnızca Ukrayna değil, ‘Kiev yönetiminin efendileriyle’ yapıldığını açıkça söylerken, Rusya’nın da yalnızca kendi çıkarlarını değil, dünyanın ‘medeni ülkeler ve diğerleri’ olarak bölünmemesi gerektiğini savunduklarını da vurguladı.

Konuşmanın en önemli başlıklarından bir diğeri de kuşkusuz Rusya’nın START anlaşmalarına katılımını dondurma kararıydı. Putin’in bu kararı açıklamadan hemen önce kullandığı şu ifadeler de, bu kararın da tarihsel bir perspektifle alındığını gösteriyor:

“SSCB ve ABD’nin birbirlerini düşman olarak görmedikleri bir düzeydeydi. Hepsi geçmişte kaldı. İlişkilerimiz kötüleşti. Bu ABD sayesinde oldu, zira her şeyin ABD modeline göre olduğu ve sadece bir efendinin bulunduğu dünya düzenini kendileri inşa etmek istedi.”

SSCB’nin dağılmasından bu yana yaşanan lokal ve bölgesel krizler ve 2014’te Maydan darbesiyle başlayan sürecin nihayetinde sıcak çatışmalara evrilmesi, Rusya’nın politik ve ekonomik bir dönüşümün arefesinde olduğunun önemli bir göstergesi.

Rus liderliğinin -yine Batı’nın korkuyla ifade ettiği gibi- bildiğimiz anlamda bir ‘Sovyet modeline’ dönmeyeceği aşikar olsa da, bu dönüşümün sadece Rusya’yı değil, ‘Kolektif Batı’ olarak adlandırılan toplamın (ABD/AB, NATO) dışında yükselen yeni dünyayı kapsayacağı kesin.

Bu dönüşümün adı çoktan kondu: Çok kutupluluk.

Çin’in ‘barış önerisi’ ve Batı’nın temennileri

Putin’in konuşmasının hemen ardından, ÇKP Merkez Komitesi Dışişleri Komisyonu Ofisi Başkanı Wang Yi’nin Rusya ziyareti ise bu yeni dönemin ilk el sıkışması sayılabilir.

Wang ile Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov arasında gerçekleşen görüşmede, beklendiği üzere “Çin ve Rusya çok kutuplu dünya oluşumu doğrultusunda emin adımlarla ilerliyor” mesajı verildi. Wang, Putin’le görüşmesinde ise Çin-Rusya ilişkilerinin ‘uluslararası toplumdan gelen baskıya direndiğini ve istikrarlı biçimde ilerlediğini’ belirtti.

Batı’nın düşünsel çevreleri ve politika yapıcıları, neredeyse yüz yıldır bölgeye ilişkin bütün tezlerini önce Sovyet, sonra ‘Rus tehdidi’ anlatısına bağlamış durumda. Çünkü Rus tehdidi, Kolektif Batı’nın Avrupa’nın konsolidasyonu, NATO’nun varlığı ve medya dizaynı için olmazsa olmazı durumda.

Tam da bu farkındalıkla, Putin, ne geçen sene, ne de 2014 yılında, bundan tam 16 yıl önce Münih’te yaptığı ünlü konuşmasında şunları söylemişti:

“Bence NATO’nun genişlemesinin İttifak’ın kendisinin modernizasyonu veya Avrupa’da güvenliğin sağlanması ile herhangi bir ilişkisi olmadığı açık. Aksine bu karşılıklı güven seviyesini düşüren ciddi bir provokasyonu temsil ediyor. Ve sormaya hakkımız var: Bu genişleme kime karşı amaçlanıyor?”

Putin’in bu sorusunun cevabı açıktı, 16 yıldır yaşanan bütün gelişmeler de bunu doğruladı, ancak Batı kamuoyu -ve hatta Türkiye de dahil olmak üzere- temel algı, NATO’nun genişlemesinin ve Ukrayna’ya yapılan yardımların Rusya’nın Şubat 2022 saldırısından sonra başladığı yönünde.

Son olarak da, Çin’in beklenen barış önerisi için de aşağı yukarı benzer öngörüler yapıldı. Ancak Çin’in barış önerilerinde de, Batı medyasının çizdiği felaket senaryosunun aksine akılcı ve makul çözümler yer aldı:

Batı’nın Rusya’ya uyguladığı yaptırımların sona erdirilmesi, nükleer silah kullanmaktan kaçınılması, siviller için insani yardım koridorları oluşturulması ve tahıl koridorunun açık tutulması gerektiği…

Ancak, Çin istediği kadar ‘ortalamacı’ tavır alsın, Batı medyasında Çin’in tutumuna yönelik hep aynı şeyler söylendi: Rusya’ya askeri ve ekonomik yardımlar…

Bütün bu analizler spesifik ‘tehditleri’ işaret etse de, bunların aynı zamanda Batı’nın ‘temennileri’ olduğunu söylemek mümkün. Her seferinde verilen barış mesajlarının aksine, Batı elitleri gerilimin tırmanmasından korkmuyorlar, aksine, gerilimin tırmanmasını istiyorlar.

Bir diğer deyişle, Batı elitleri ‘Rus ve Çin tehdidine’ muhtaç. Türkiye’de ‘dış mihrak’ olarak bildiğimiz klişe anlatı, ‘Rus mihrak’ olarak Batı hakim sınıflarının temel düşünsel faaliyeti haline geldi.

Bu tehdit anlatısıyla, yaptırımlar ve askeri caydırıcılık yoluyla Rusya ve Çin’in başını çektiği ‘çok kutupluluk’ konseptinin zor gücüyle sekteye uğratılması hedefleniyor.

Avrupa’da ‘Rus dahli’ algısı

Aynı zamanda, Rusya’ya yönelik yaptırımlar bir bumerang misali Avrupa ekonomisini vurdukça, Avrupa halklarının her dönemeçte daha büyük bir örgütlü güce dönüşen sosyo ekonomik kaygıları ‘Rus dahli’ algısıyla istikrarsızlaştırılmaya çalışılıyor. Özellikle bu, Avrupa’nın sıkça başvurduğu bir yöntem. Henüz Ukrayna savaşından çok önce, Fransa’da sokakları dolduran Sarı Yelekler Hareketi’yle ilgili “Hareketi Ruslar yönetiyor” teorilerini hatırlamak bile yeterli.

Öte yandan bu tehdit, başta göçmen krizi ve ekonomik durgunluk gibi krizlerin kasıp kavurduğu bir iklimde ‘sistem dışı’ pozisyon alarak güçlenen aşırı sağın da ‘Rus desteğiyle güçlendiği’ propagandasıyla kullanılıyor. Batı, bizzat kendi politikalarının yol açtığı krizleri bile ‘Rus mihraka’ bağlayarak hedef saptırıyor.

2008 yılındaki küresel ekonomik kriz, 2011 senesinde patlak veren Arap Baharı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan göç hareketleri, 2014 yılında Ukrayna Maydan Darbesi, 31 Aralık 2020 tarihinde gerçekleşen Brexit ve Kovid-19 salgını…

Bütün bunlar Avrupa halkları arasında güvenlik, istikrar ve refah arayışını güçlendirirken, bu talepleri sırtlanacak potansiyel sol odaklar ise Soğuk Savaş döneminden bu yana tasfiye edildi ve içi boşaltıldı. Sağ zaten Avrupa siyasetinde ana akım pozisyonunu yıllardır koruyor ve artırıyor.

Giorgia Meloni liderliğindeki İtalya’da aşırı sağ iktidarda. İsveç’te aşırı sağ Demokratlar Partisi (SD) ülkenin 2. Büyük partisi oldu. Almanya’da AfD ülkenin doğusuna hakim, Avusturya’da Özgürlük Partisi (FPÖ) yüzde 20’lere yükseldi, Hollanda’da aşırı sağ partiler 150 sandalyeli mecliste 22’den 29’a yükseldi, Belçika’da 2004 yılında ırkçılık nedeniyle kapatılan Vlaams Blog partisinin devamı sağ Flaman Vlaams Belang partisi ülkede ikinci parti konumuna yükseldi.

ABD ve Avrupa’da sol adına vitrinde tutulanlar ise bu aşındırmanın bir sonucu olarak artık ‘Otoriter Rusya’ya’ karşı konumlanıyor.

Özetle, Avrupa’nın başa çıkmaya çalıştığı göç dalgası da, ekonomik krizler de, aşırı sağ eğilimler de, temelde Avrupa’nın da parçası olduğu Kolektif Batı’nın dünyayı içine attığı ateşin sonucu. Ancak Batı medyasında en çok ‘Rus mihrakları’ görüyoruz.

‘Basın özgürlüğü’ adına ve dezenformasyon/propaganda suçlamalarıyla Rus ve Çin medyalarının yasaklanması/kısıtlanması da tam olarak bu anlatının daha da kemikleşebilmesi içindi. ‘Özgür Batı’, alternatif sesleri kısmaya devam ediyor.

ABD’nin ABD Küresel Medya Ajansı (USAGM) eliyle Avrupa’da dün Sovyetler’e, bugün Rusya’ya karşı organize ettiği medya operasyonlarını hatırlayalım. Bugün Avrupa’da ve ABD’de ‘Rus tehdidi’ anlatısını güçlendiren ve bu doğrultudaki dezenformasyon faaliyetlerine kaynaklık eden Voice of America (VOA) ve Radio Free Europe/Radio Liberty (RFE/RL) (ki eski adı Bolşevizmden Kurtuluş Radyosu’ydu) gibi yapılar, doğrudan CIA tarafından, Naziler istihdam edilerek kuruldu ve daha sonra Küba ve Çin gibi ülkeleri kapsayacak şekilde genişletildi. Ancak yasaklanan, kısıtlanan, etiketlenen kuruluşlar Rus ve Çin medya kuruluşları oldu.

Özetle, tüm bu yaşananlar Sovyetlerin dağılmasıyla, daha da öncesinde, geride bıraktığımız yüzyılda emperyalizmin Ukrayna’yı SSCB/Rusya’ya karşı bir üs olarak kullanma girişimleriyle doğrudan alakalı.

Devam eden saflaşma

Bu uğurda Ukrayna, Ekim Devrimi döneminde Çar yanlılarının, 2. Dünya Savaşı’nda Nazizmin, Maydan darbesinden sonra aşırı sağ ve neo-Nazizmin ileri karakolu haline getirildi.

Sovyet sonrası Ukrayna da başlayan Batı’ya tam teslimiyet/Rusya’yla dostluk çizgileri arasındaki rekabet ise, 2014 Maydan darbesiyle birlikte Batı’ya tam teslimiyet çizgisini savunanların zaferiyle sonuçlandı.

Tam da bu yüzden, Rusya’nın Ukrayna’da başlattığı askeri operasyonun birinci, asıl savaşın ise 9. yılındayız. 24 Şubat 2022’den bu yana, bölgeye ilişkin unutulan ya da unutturulmak istenen en büyük gerçek, bölgede sıcak çatışmaların 2014’ten bu yana neredeyse ara vermeden devam ediyor oluşuydu. Rusya’nın operasyonu, savaşı yalnızca yeni bir evreye taşıdı. Krizin uluslararası bir boyut alması ise sadece malumun ilanıydı.

Bu yüzyıllık hesaplaşmanın ise Putin’in konuşmasında çizdiği tabloyla paralel ilerlediğini görmek mümkün. Devam eden bu savaşın özneleri, aslında oldukça net bir şekilde göz önünde olan bir saflaşmanın gereğini yapıyor.

Ukrayna lideri Zelenskiy’in dahi, savaşın birinci yıl dönümünde yaptığı motivasyon konuşmasında, ülkesinin direnişinin ‘dünyayı birleştirdiğini’ savunurken bunun kanıtı olarak ‘Himars, Patriot, Abrams, IRIS-T, Challenger, NASAMS, Leopard’ ifadeleriyle yalnızca Batı silahlarını sayması tesadüf değil. Ancak yeni dünya, Batı’dan çok daha büyük.

GÖRÜŞ

Thomas Piketty’nin İdeolojisi

Yayınlanma

2008 krizinden itibaren dünya büyük bir buhranın içinden geçiyor. Yaşanan ekonomik krizler hızla siyasi ve kültürel krizlerin doğmasına neden oldu. Son olarak Ukrayna ile Rusya arasında başlayan savaşın bütün dünyayı etkisi altına almasıyla, yaşamakta olduğumuz bu krizler kristalleşerek elle tutulur hale geldi.

Farklı politik görüşe sahip birçok saygın düşünür, içinde bulunduğumuz durumun, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemle benzerliklerinin altını çiziyor.

Yüz yıl öncesinde olduğu gibi, büyük ekonomik buhran derin eşitsizlikler doğurmaktadır. Parlamentolar yüz yıl önce olduğu gibi işlevsiz, hiçbir toplumsal soruna çözüm üretemeyen köhnemiş kurumlara çoktan dönüştü. Var olan yasalar bizzat yasa korucular tarafından iğdiş edilmekte, olağanüstü hal koşulları olağan haline gelmekte, anayasalar askıya alınmaktadır.

Yarım asırlık neoliberalizm sonrası, sosyal devletin kazanımlarının adım adım kaybedilmesiyle eşitsizlik, Batı kapitalizminin ışıltılı şehirlerinde tüm çıplaklığıyla yeniden görünüyor. İşsizlik vebası yeniden hortlayarak önlenemeyen göçmen kriziyle iç içe geçiyor.

Başta Fransa’da Sarı Yelekliler hareketi olmak üzere, dünyanın birçok şehrinde halk hareketi tsunami dalgası gibi toplumsal kurumları sadece aşındırıp geri çekilmekte, öte yandan çözüme kavuşturulamayan tüm krizlere tepki olarak aşırı sağ hareketler yükselmektedir.

Neoliberal iktisatçılar dahi, kapitalizmin yüz yıl önceki gibi yapısal bir kriz içinde olduğunu, derin eşitsizliklerin kapitalizmin temellerini sarstığını kabul etmektedir.

Yüz yıl önceki tüm benzerliklere rağmen, bugünü geçmişten ayıran en belirgin özellik, yaşanan krizin ekonomik ve sosyal analizi yapılırken kullanılan kavramların değişmesidir.

Yüz yıl önce toplumsal analizin başat kavramları olan ‘burjuvazi’ ve ‘burjuva toplumu’ artık sosyal bilimlerin dilinden sökülüp atılmıştır.

Yüz yıl önce Simmel, Weber, Sombart, Schumpeter gibi farklı görüşlere sahip sosyal bilimciler kapitalizmin eleştirisini, burjuva sınıfı ve burjuva toplumuyla birlikte ele almışlardı. Kapitalizm ve burjuvazi, aynı toplumsal gerçeğin iki yüzüydü.

Bugün ‘sol’ eğilimli, kendini ‘sosyalist’ olarak tanımlayan, kapitalizme ciddi eleştiriler yönelten iktisatçılar bile burjuva kavramını kullanmamaktadır. Peki neden?

Putlaştırılan Orta Sınıf

2008 krizinden beş yıl sonra yayımladığı 21. Yüzyılda Kapital kitabıyla tüm dünyada ses getiren Thomas Piketty bu iktisatçıların başında gelir.

Kapitalizmin tarihindeki eşitsizliklerin seyrini kapsamlı verilerle inceleyen ve çıkardığı politik sonuçlarla Avrupa sol partilerinin ekonomik programını etkileyen Piketty de burjuva kavramına analizlerinde yer vermez.

21. Yüzyılda Kapital eserinde, toplumsal sınıfları tanımlarken neden ‘burjuvazi’ yerine ‘orta sınıfı’ tercih ettiğini bir anlamda belirtir:

“Kullanılan ‘halk sınıfı’ (en alt %50’lik kesim), ‘orta sınıf’ (%50’lik alt kesimle %10’luk üst kesim arasında kalan %40’lık kesim) ve ‘üst sınıf’ (en üst %10’luk kesim) isimlerinin tamamen keyfi ve tartışmaya açık terimler olduğunu belirtelim. Bunları sadece açıklayıcı olması, somut bir fikir vermesi açısından kullanıyoruz, ancak gerçekte analizimiz açısından bu terimlerin pratik bir işlevi yoktur.”[1]

“Keyfi” ve “pratik işlevi yok”! Fransız akademisyenlerin metot konusundaki takıntı düzeyindeki titizliği göz önüne bulundurulunca oldukça çarpıcı bir durum.

Devamında bu kavramsal tercihlerin aslında politik bir tutumu yansıttığını da söyler:

Kamusal tartışma alanında bu tür terminolojik sorunlar asla önemsiz diye geçiştirilemez: Bu konularda tarafların verdikleri kararlar, genellikle şu veya bu grubun gelir ve servet seviyelerinin gerekçelendirilmesine ve meşrulaştırılmasına yönelik örtülü ya da açık tavırları yansıtır.”[2]

İlginç şekilde kavramsal tercihin pratik işlevi yok derken Piketty, bir cümle sonra bu tercihlerin politik tavrı yansıttığını ifade etmektedir.

Kendi çelişkilerinin üzerini hızla örtmek için Piketty, “Amacımız burada dil ve sözlük bekçiliği yapmak değildir. Bu isimlendirmeler konusunda herkes hem haklı hem de haksızdır. Herkes kendi kullandığı terimleri seçmekte haklı, ama başkalarının seçtiklerine burun kıvırmakta haksızdır. ‘Orta sınıf’ (orta %40’ı) tanımımız da tartışmaya açıktır”[3] diyerek eleştirilere set çeker.

Orta sınıf kavramı tartışmaya açıktır ancak bu kavramı kullandığı için kimse Piketty’i eleştiremez. Herkesin dilediği kavramı kullanabileceği ve kimsenin kimseyi eleştiremeyeceği ‘demokratik bilim’ kültürü!

‘Utangaç sosyalist’ Piketty, evrenselliği reddeden postmodern bilim anlayışını savunarak bir yerde, neoliberal cenahtan gelebilecek eleştirilere karşı kendini savunmak istemektedir. Neoliberallerin de sosyalistlerin de haklı olduğu bir kapitalizm tartışması!

Gizlenen Burjuvazi

2019 yılında yayımladığı Kapital ve İdeoloji eserinde Piketty bir önceki çalışmasını tarihsel olarak derinleştirip başka ülkeleri de kapsayacak şekilde genişletir. Metodunu ve kavramsal tercihlerini ise devam ettirir. Bu kitabında da burjuvazi kavramına yer vermez.

Çarpıcı olan, Piketty’in her iki kitabında da geçen ‘burjuvazi’ sözcüğünü, sadece geçmişteki toplumsal tarihi anlatırken kullanmasıdır ki bunlar da çoğunlukla 18. ve 19. yüzyıldaki Avrupa romanlarına yaptığı atıflarda yer almaktadır.

Piketty’in tarihsel anlatısında burjuvazi, günümüze yaklaştıkça ismi silinir, duyulmaz olur. Tıpkı aristokrasi, soyluluk gibi geçmişte kalmış, tarihe karışmış bugün var olmayan bir toplumsal sınıfı ifade eder.

Burjuvazi yerine ikame olarak ‘mülk sahipleri’ (les sociétés de propriétaires) kavramını kullanır fakat, bu kavramda da mülk sahibinin kimliği belirsizdir. Mülk sahibinin soylu mu, aristokrat mı yoksa burjuva mı olduğunun altı çizilmez. Mülkiyetin farklı biçimlerinin toplumsal ilişkileri doğrudan belirlediği gerçeğini görmezden gelir.

21. Yüzyılda Kapital eserinde, orta sınıf kavramının ağırlığı hissedilirken ‘mülk sahipleri’ kavramına da kitabın sonlarına doğru yer verilmektedir. Kapital ve İdeoloji’de ise ‘mülk sahipleri’ kavramına daha fazla ağırlık verilir.

Diğer yandan Kapital ve İdeoloji eseri, önceki kitabına göre politik tavrını çok daha fazla ortaya koyar. Piketty, kitabının hemen başında “Her toplum eşitsizlikleri meşrulaştırmak zorundadır. Buna gerekçeler bulmak gerekir, yoksa bütün politik ve sosyal yapı çökme tehdidiyle karşı karşıya kalır” [4] diyerek kapitalizmde var olan eşitsizliklerin devam edebilmesinde ideolojinin öneminin altını çizer. Klasik politik ekonomi geleneğindeki gibi ideolojiyi ciddiye alır.

Piketty “her eşitsizlikçi rejimin, her eşitsizlik ideolojisinin bir hudut teorisine ve bir mülkiyet teorisine dayandığını söyleyebiliriz”[5] der ancak bu ideolojinin ne olduğunu tanımlamaktan geri durur. Hangi sınıfın ideolojisi ve mülkiyet teorisi olduğu sorusu cevapsız kalır. İdeolojiyi “mülkiyetçi ve liyakatçi büyük anlatı”[6] gibi muğlak biçimde tanımlayıp karikatüre dönüştürmektedir.

Piketty bin sayfaya yakın uzunluktaki kitabında, bugünkü mülkiyet ve gelir eşitsizliğini ‘burjuva’ ideolojisiyle, burjuva mülkiyet teorisiyle meşrulaştırdığı gibi en basit gerçeği dile getirmekten imtina eder.

Şüphesiz Piketty, kapitalizmi bir üretim biçimi ve ilişkileri olarak incelemez. Bundan dolayı, sürekli eşitsizlikler üreten kapitalist sistemin yapısal işleyişi yerine sadece bölüşüm ve paylaşım sorununa dikkat çeker. Piketty’e göre, sorun sistemin kendisi değildir, zenginliğin bölüşümünü daha adil kılacak kurumsal ve yasal düzenleme eksiklikleridir.

Piketty bu bölüşümün “… politik- ideolojik güç ilişkilerinden hareketle meydana geldiğini”[7] söylerken yine kimler arasında, hangi sınıflar arasında bölüşüm kavgası verildiğini söylemez. Ne burjuvazinin ne isçi sınıfının adı zikredilir.

Öyleyse Piketty, burjuvazi yerine orta sınıf; burjuva toplumu yerine sivil toplum kavramlarını kullanarak neyi meşrulaştırmaktadır?

Reinhart Kosselleck Kavramların Tarihi kitabında, kavramların “ bilinçli olarak bir silah gibi konuşlandırıldığını” söyler. Piketty de orta sınıf kavramını kullanarak, bugünkü büyük krizin sorumlusu olarak eleştiri silahının burjuvaziye yönelmesini engeller. Bütün eşitsizliklere neden olan, toplumsal zenginliğin büyük kısmını elinde tutan bir burjuva sınıfı yokmuş gibi, krizin faili gizlenir.

Bernand Groethuysen, 1927 tarihinde yayımladığı Origines de l’esprit bourgeois en France (Fransa’da Burjuva Ruhunun Kökleri) kitabında çarpıcı bir öngörüde bulunur: “Burjuvazinin neden kendi ismiyle çağrılmaktan hoşlanmadığını anlamakta güçlük çekiyorum. Krallara kral denir, rahiplere rahip ve şövalyelere şövalye denir. Fakat burjuvazi, takma isminin kullanılmasını istiyor”[8]

Yüz yıl önceki ekonomik ve siyasi krizlere neden olan, insanlığı yıkıma götüren savaşı başlatan burjuvazi, işte bu orta sınıf takma adını kullanarak, suçlarından sıyrılmayı amaçlamıştı. Burjuvazi tüm bu yaşananlardan sorumlu tutulamazdı, çünkü kendisi her şeyden habersiz toplumun ortasında durmaktaydı..

Piketty gibi sol eğilimli düşünürler sayesinde, burjuvazi kendisini gizlemeyi başardı. Burjuvazinin gizlenmesiyle kapitalizmin eleştirileri hedefi ıskalamaya, soyut kalmaya mahkum hale geldi.

Kapitalizmin eleştirilerinin, başka ekonomik ve toplumsal sistemleri gündeme getirebilmesi, yeni politik seçeneklerin açığa çıkabilmesi, daha adil ve eşitlikçi tasavvurları hayal edilebilmesi için, bu eleştirilerin silahının burjuvaziye yönelmesi gerekmektedir.

[1] Thomas Piketty, Yirmi Birinci Yüzyilda Kapital, sy 266

[2] Piketty, sy 266

[3] Piketty, sy 267

[4] Kapital ve ideoloji, sy 1

[5] Kapital ve ideoloji, sy 4

[6] Kapital ve ideoloji sy 1

[7] Kapital ve ideoloji sy 6

[8] bkz. Franco Moretti, Burjuva, sy 16

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Filistin’in geleceği – 3

Yayınlanma

Yazar

Her savunma savaşı uzatmalı savaş değildir; ama saldırı savaşı kesin bir sonuç almayı hedeflerken savunma savaşı hasmı bunu geciktirmeye çalıştığı için uzatmalı savaşa meyleder. Savunma savaşı tabiatı gereği savaşın negatif biçimidir. “… direniş hasmın tasarısından vazgeçmek zorunda kalacağı kadar miktarda kuvvetlerini yok etme faaliyetidir. … bu suretle saf direniş ilkesini ihtiva eden bu negatif görev aynı zamanda uzatmalı mücadelede hasım üzerinde üstünlük kazanmanın yani onu yıpratmanın tabii vasıtasıdır.” (Clausewitz s. 66.) Bu, savunma savaşının üstünlüğüdür; veya savaşın negatif biçiminin pozitif biçimi üzerinde üstünlüğüdür. Ancak savunma savaşı en mükemmel durumda bile mutlak bir üstünlük kazandırmaz. Maddi ve manevi bütün güç halktan doğar; uzatmalı savaş, en çok da uzatmalı savunma savaşı maddi gücü tüketir, manevi gücü yıpratır.

Savaş için gerekli maddi gücü pek çok imkânsızlığa rağmen dış destekle elde etmeyi başaran Filistin açısından uzatmalı savaşın ve en genelde onyıllara yayılan mücadelenin başlıca tehlikesi savaş yorgunluğudur. Filistin’in üçüncü savaşındaki yenilginin, yani Oslo bozgununun ardından uzun süreli göreli sessizlik döneminin altında bu yatar; Filistin halkı bitmeyen savaşların ardından olana ve olma ihtimaline razı gelmiştir. Bir önceki dönemin (birinci intifada) öfke patlaması, bozgunun ardından hızla ortaya çıkan savaş yorgunluğuna engel olmamış, tam tersine yorgunluğu katlamıştır. “… barışın imzalanması ile, için için yanmaya devam edebilecek pek çok kıvılcım her defasında söner, her iki tarafın da gerilimi zayıflar, çünkü barışa meyilli bütün akımlar (ve bunlar her millette ve her zaman epey çoktur) direniş hattından kesin olarak uzaklaşırlar.” (Clausewitz s. 68.) Aynı şey daha kadim bir formülasyonla da ifade edilebilir: “Savaş zaferi sever ve süregitmeyi sevmez.” (Sun Tzu 2:14.)

Böylece bir kez daha iç siyasete, sosyal dokuya, yani sınıf kompozisyonuna dönüyoruz. Çünkü: “Savaş sadece siyasetin devamı değildir, siyasetin özeti, siyaset öğrenimidir.” (Lenin c. 39 s. 406.)

Filistin’in geleceği – 2

Özellikle savunmadaki taraf için iç siyaset savaşın gidişatında çok daha tayin edici olabilir. İçerideki bütün sınıf karşıtlıkları, çatışmaları, gerilimleri bu gidişatta doğrudan hissedilir. Savunmadaki tarafın içerideki durumdan daha fazla etkilenmesinin nedeni şudur: savunma askeri açıdan daha güçlü bir yol olmasına rağmen siyasi açıdan daha zayıf bir ortam yaratır, çünkü savunmanın biçimini düşmanın saldırısı tayin eder; savunmadaki tarafın iradesi şimdi tamamen düşmanın iradesine bağlıdır. Bununla birlikte savunma içerideki sınıf mücadelesine karşı daha kırılgan olsa bile bu mücadeleyi gizleme potansiyeli de taşır. Özellikle milli savaşlarda böyle olur. Dolayısıyla bu dezavantajı bertaraf etmek ve bu avantajdan yararlanmak için savunmadaki tarafın siyasi iradesi saldıran tarafa göre daha güçlü olmak zorundadır.

Savaşan taraflar arasındaki saldırı-savunma dengesi değiştikçe bu ortam da değişir; bir önceki aşamada savunmada olan tarafın içerideki sınıf mücadelesinde bütün avantaj ve dezavantajları şimdi savunmada bulunan tarafa geçer. Milli mücadelelerde paradoksal bir şekilde savunmadaki tarafın bütün sınıf ve tabakalarının kenetlenme potansiyeli artar; ama bu sınıf ve tabakalar arasındaki sınıfsal ayrımlar da aynı şekilde keskinleşir. Uzatmalı bir savaşta siyasi irade onları göğüsleyecek kadar muhkem değilse bu ayrımlar savunmadaki taraf için yıkıcı olur.

Diğer yandan savunma savaşı uzadıkça ayrımlar keskinleşir, siyasi irade hâkimiyetini kaybetmeye başlar. Savaş yorgunluğundaki tırmanışı yukarıda görmüştük, buna paralel olarak ihanet de yaygınlaşır. İhanet can korkusuyla düşmana sığınan eski savaşçıların tekil örneklerinden ibaret değildir; esasen bir sınıf tavrıdır. Savunmadaki tarafta hain sayısının saldıran tarafa göre çok daha fazla olmasının nedeni budur. İhanete daha açık olan sınıfların başında savaş uzadıkça maddi menfaatlerini kaybedecek olanlar gelir. “Bu iki kuvvet [emperyalizm ve hâkim burjuvazi] birbirini öldürecek, güçsüz bırakacak, kalabalığın eline koz verecek şekilde savaşmazlar.” [Şeriati s. 15] Ama sadece bu da değil; toplumun gözeneklerinde yaşayan lümpen proletarya da ihanet potansiyeli taşır. Bu gözenekler genişledikçe, yani lümpen proletarya büyüdükçe serseri unsurlar direnişe daha sık sızar.

Lümpen proletarya bütün savunma savaşlarında özel bir önem taşır.

Lümpen proletaryanın uzatmalı savunma savaşlarındaki etkisi ihanet potansiyelinin katlanmasından ibaret değildir; bu etki, ikinci bölümde de vurguladığım gibi, askercil psikolojinin siyasetin önüne geçmesiyle de karşımıza çıkar.

Uzatmalı savaş veren toplumlarda lümpen proletarya gitgide artan bir sosyal ağırlık kazanır. Kaçınılmazdır bu, çünkü sürekli savunma durumu bunun imkânları olduğunda bile devletin (yani belli bir hukuk düzeninin) işleyişini engeller; sosyal adaletsizlik ve sefalet derinleşir, meşru ilişki biçimleri daralacağından gayrimeşru ilişkiler ağı genişler, toplumun gözeneklerinde yaşayan insanların sayısı muazzam bir artış gösterir. Bu genel durum toplumun diğer kesimleri üzerinde de yıkıcı bir moral etkide bulunur.

Lümpen proletarya gözeneklerde yaşadığı için diğer sınıflar gibi sınıf bağları geliştiremez, belli bir sosyal kimlik oluşturamaz. İşçi sınıfı azami seviyede atomize edildiğinde bile sınıfsal kimliğini az çok korumayı başarır veya doğru bir önderlik bu bağların yeniden kurulmasını sağlayabilir, oysa lümpen proletarya bireylerden oluşur. Bu, güç dengesinin savunmadaki taraf için son derece zayıf olduğu uzatmalı savunma savaşlarında zaten yaygın olan şiddet fetişizmini derinleştirir.

Siyasi önderliğin zayıf olduğu mücadelelerde askercil psikolojiyle şiddet fetişizmi sarmala dönüşür. Böylece siyaset tayin edici rolünü tamamen kaybeder, şiddet yüceltilir; zira (bu fetişizmin en mükemmel ideologu olarak Fanon’un sözleriyle): “… şiddet kusursuz bir meditasyon olarak görülebilir. Sömürgeleştirilmiş insan şiddette ve şiddet aracılığıyla özgürleşir. Bu praksis militanı aydınlatır, çünkü ona araçları ve amacı gösterir.” (Fanon s. 89) Bu sözler sadece şiddetin şiddeti doğurduğu tespiti değildir; bu aynı zamanda şiddetin özgürleşme aracı olarak gösterilmesidir: “Şiddet bireysel düzeyde temizleyici bir güçtür. Sömürge insanını aşağılık kompleksinden, umutsuzluk ve pasiflikten kurtarır, ona cesaretini ve özgüvenini yeniden kazandırır.” (Fanon s. 98) Savaşın kutsanmasına çok sık rastlanır, edebiyatta da bulunur böyle örnekler. Mesela olanca bireyciliğiyle Dostoyevski ortak bir şiddet eyleminde, savaşta bireysel, ilahi kurtuluş vazediyordu: “Her ne olursa olsun tek bir kurtuluş yoktur dünyada; bazen savaştadır bu.” (Dostoyevski s. 116.) Ama insanın bireysel kurtuluşu için bireysel şiddetin kutsanması tamamen farklı bir anlayıştır.

Böylece örgütlenen tekil şiddet eylemlerinin hedefinin ne olduğu önemini giderek kaybeder; “sömürgeciye” karşı her tür şiddet eylemi meşru kabul edilir. Ancak sömürgeci, bir sömürge sisteminin yürütücülerinden (şirketlerden, kolluk gücünden, vb.) ibaret değildir. Onlar doğrudan faillerdir, ama sömürgeci halk da doğrudan yahut dolaylı rızasıyla sömürgeci şiddetin failidir. Dolayısıyla “sömürge insanının” şiddeti onu da hedefler.

Bu şiddet fetişizmi teorisinde “sömürge insanı” bütün sömürge halkı değildir; bu, şiddeti örgütleyen bireydir. Onun örgütlediği tekil şiddet de sadece sömürgenin kurtuluş hedefine erişmek için zaruri bir vasıta değildir; aynı zamanda şiddeti uygulayanın bireysel kurtuluş vasıtasıdır.

Fanon’un şiddet fetişizmi dindışı bir kaynaktan akar; çokça tanık olduğumuz sünni islamcı şiddet fetişizmi ise nitelik olarak bundan çok farklı olmamakla kalmaz, ama çok daha yıkıcı olabilir; çünkü şiddeti örgütleyen, gerçekleştiren islamcı, bu şiddet eyleminin sonunda zarar görenlerin, yani “sömürgeci halkın” (kâfirlerin, dinsizlerin, haçlıların, vb.) zaten suçlu olduğu ön-kabulünden başka şuna da inanır: şiddet eyleminin kime ne zarar vereceğinin pek önemi yoktur; eğer kâfirse zaten cennete, müminse de zaten cehenneme gidecek.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

ABD’deki Çin takıntısı ve Xi’nin Amerika şovu

Yayınlanma

Yazar

Biden yönetimi; 21. yüzyıldaki büyük güç mücadelesinde ‘Ukrayna projesinin’ başarısızlığıyla yüzleşirken, iyi niyetli uzmanların ABD’nin ‘çok kutuplu dünyada geri vitese takmak zorunda kalacağı’ analizlerini zorlamaya devam ediyor. ABD; en büyük hegemonik güç olarak Rusya Federasyonunu alt edememişken, askeri, siyasi ve ekonomik üstünlüğünü yitirme halinin adeta takıntılı ana teması Çin Halk Cumhuriyeti.

Örneğin, artık Batılı analistlerin de Rusya’ya açılan savaşın yitirilmekte olduğunu teslim ettikleri bir aşamada, 20 Kasım’da Kiev’e giden ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, hızını alamadı. ‘Rusya’nın Ukrayna’da başarılı olması halinde Çin’in Hint-Pasifik’teki topraklarını genişletmek için askeri güç kullanma konusunda cesaretleneceğini’ iddia etti.

Başkan Joe Biden da, 18 Ekim’de İsrail dönüşünde ‘Gazze temalı’ Ulusa Sesleniş konuşmasında mevzuyu ‘ana temaya’ bağlamıştı. ABD Kongresi’ni İsrail ve Ukrayna’ya askeri yardım için ‘kesenin ağzını açmaya’ ikna etmek için “Avrupa’nın ötesinde, müttefiklerimizin ve belki de en önemlisi rakiplerimizin ve hasımlarımızın bizi izlediğini biliyoruz” demişti. Bakanları yaz boyu kendisine Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’le görüşme ayarlamaya uğraşmışken o, ‘Çatışma ve kaos riski dünyanın Ortadoğu gibi diğer bölgelerine ve asıl önemlisi Hint Pasifik’e yayılabilir’ diyordu. Başka harcamalarla birlikte 106 milyar dolar lazımdı. Nitekim Kongre’nden Kiev için 61.4, İsrail için 14.3 milyar doların yanı sıra, Tayvan için de 2 milyar dolar askeri yardım ile yine Çin’e karşı Hint-Pasifik nüfuzuna harcanacak 4 milyar dolar daha talep etti.

UKRAYNA, İSRAİL, TAYVAN…

Ukrayna, İsrail ve Tayvan dünyanın farklı bölgelerinde ideolojik ve tarihsel bağlamda alakasız meseleler. Amerikalılar için, hayatlarına olumlu etkisi tartışmalı kavgaların faturaları. Elitleri için öyle değil. Yine de Biden’ın işleri yolunda gitmiyor. Normalde Amerikan militarist maceralarını kolaylaştıran Kongre’deki iki partili birlik halinin ifadesi olan ‘savaş partisi’, iç siyasi çıkar kavgaları eşliğinde tekliyor. 2024 başkanlık yarışı da kızışırken ‘ana temayı’ mevkidaşlarına Senato’daki Demokrat çoğunluğun Başkanı Chuck Schumer bir mektupla anımsattı:

“Tamamlamamız gereken en önemli görevlerden biri, hem bizim hem de Ukrayna, İsrail ve Hint-Pasifik bölgesindeki dost ve ortaklarımızın, düşmanlarımız ve rakiplerimizle yüzleşmek ve onları caydırmak için gerekli askeri kabiliyetlere sahip olmasını sağlayacak bir finansman tasarısını ele almak ve geçirmektir.”

Bu inatçı savaşçı irade, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 6 yıl sonra ilk kez Amerikan topraklarını ziyaretini engellemedi. Bu durum ABD ile diplomasiden sonuç alınamayacağını deneyimlemiş Çin liderinin yine de gitmiş olmasını daha ilginç kılıyor.

Xi, 14-16 Kasım’da Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi vesilesiyle San Francisco kentine gitti. Biden ile bir yıl önce Bali’deki G-20 zirvesinden sonra ikinci kez görüştü. 2012’de iktidara geldikten sonra ABD’yi 6 kez ziyaret etmişti. Sadece bir kere, Obama döneminde 2015’te devlet ziyareti gerçekleştirdi. En son 2017’de Florida Mar-e-Lago’da Trump’la buluşmuştu. Sonrasında pandemi ve gümrük savaşları ABD-Çin ilişkilerini belirledi. Pekin Trump’tan kurtulmaktan memnun da kalmıştı ama Biden ile fark etmeyeceği 2021 baharında anlaşılmıştı.

TAYVAN ÜZERİNDEN ISITILAN GERİLİM

ABD’nin Demokrat Başkanı, dış politikada hasımlarına diplomasi adabının dışına çıkarak ‘katil’, ‘diktatör’ gibi yakıştırmalar yapmaktan sakınmayan isimlerden. 2021’de işe Rusya lideri Putin’le başlamıştı. Xi ile sürdürdü.

Malum ‘insan hakları’ ve ‘demokrasi’ ABD dış politikasının araçları. Nüfus ve refah artışı içindeki Uygurlar üzerinden ‘soykırım’ iddiaları ve siyasal İslamcı ajanda çok uluslu Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı öteden beri gözde tema. Buna Hong Kong’u iade edileli beri ‘İngilizleşmek arzusundaki Çinli’ yaratmaya soyunmuş müttefik Britanya ile oluşturulan dosya eklenebilir. Fakat Trump’ın gümrük duvarları ile başlattığı ticaret savaşını teknoloji temelinde Tayvan’la pekiştirmek Biden’a düştü. Çok daha tehlikeli biçimde. ‘Tek Çin’ ilkesi ve ‘Üç ortak bildirinin’ altını inceden inceye oyarak.

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın, Mart 2021’de Alaska’da Çinli mevkidaşlarıyla ilk buluşmasında genel edasına yansıyan üstünlükçülüğü, Çin dış politika ekibine toslamıştı. Wang Yi, beklenmedik sertlikte sınır çekmişti. 2021 Ağustos’unda dönemin ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi, ‘korsan Tayvan ziyareti’ ile meydan okudu. Biden ‘engelleyememişti’. Çinliler burunlarının dibindeki Tayvan adasını askeri ablukaya alarak yanıt verirken, ABD ile askeri diyaloğu kestiler.

Biden’ın ‘Tek Çin’ ilkesinin altını oyarken öne çıkardığı Tayvan dosyası ‘çifte kullanımlı’. Bir yanı Güney Çin Denizi’ndeki hakimiyet ve Çin’i çevreleme, diğer yanı hassas çip teknolojisi. Dünyanın fabrikası Çin’in teknolojiden men edilmesi arzusu Biden’ın Tayvan’ın en büyük şirketine Amerikan topraklarını açarak yürüttüğü teşvik stratejisiyle birleşmişti.

BALİ, SAN FRANCISCO VE TEKRARLAYAN İKİ SUNUM

Ne ki ABD’nin NATO üzerinden Rusya’ya karşı askeri, siyasi ve tecrit politikaları teklerken ‘büyük güç mücadelesinin’ zorlayıcılığı ve ABD’nin kapitalizminin, kendine has ‘üretim modeliyle’ Çin ile ekonomik bağları Biden yönetimini gemledi. Biden ile Xi, 2022 Kasım’ında Bali’deki G-20 zirvesi vesilesiyle görüştü. Gerilimin kısmen yatıştığını düşünenler, resmi devlet sunumlarındaki (readout) büyük farklılığa bakmadılar.

Çin tarafının sunumunda, Xi’nin ‘çok ciddiye aldığı’ belirtilen ‘Biden’ın vurguladığı 5 Hayır’, yani taahhüt yer aldı; ‘ABD yeni Soğuk Savaş arayışında değil, Çin’e karşı ittifaklarını canlandırmaya çalışmamakta, Çin’in siyasi sistemini değiştirme peşinde değil, Tayvan’ın bağımsızlığını desteklememekte, Çin’i çevrelemek ve çatışmak peşinde değil’. (http://ws.china-embassy.gov.cn/eng/xwdt/202211/t20221116_10975995.htm )

ABD tarafının sunumunda hiçbiri yoktu. Bildik ‘rekabetin çatışmaya dönüşmemesi, iletişim hatlarını açık tutmak’ gereği yer alırken, ‘Tek Çin’ atfı ‘statükonun tek taraflı değiştirilmemesi’ vurgusuyla ve Çin’in ‘saldırgan tavırlarına yönelik itiraz’ eşliğinde yazıldı. ‘Sincan, Tibet, Hong Kong ve insan hakları endişelerinin’ altının çizildi. (https://www.whitehouse.gov/briefing-room/statements-releases/2022/11/14/readout-of-president-joe-bidens-meeting-with-president-xi-jinping-of-the-peoples-republic-of-china/ )

İklim gibi konularda diyalog başlıkları açılan Bali zirvesinin ardından şubatta Antony Blinken Pekin’de beklenirken, Amerikan semalarında sürüklenen meteoroloji balonu üzerinden ‘casus Çin balonu’ krizi çıkarıldı. Biden’ın talimatıyla malum balonun ötesinde Amerikan üniversitelerinin birkaç yüz dolarlık deneyleri bile hedef oldu. Amerikan halkı gökte ‘Çinli aradı’! Pentagon ancak haziranda kısa bir açıklama ile casus balon filan olmadığını teslim ettiğinde, haber değeri biçen pek çıkmadı.

ABD ordusu artık, Tayvan’a yeni askeri yardım paketleri açılıp Hint-Pasifik ittifakları pekiştirilirken, Çin ordusuyla konuşamamaktan şikayetçiydi. Dönemin savunma bakanını yaptırım listesindeyse, ne olmuş! Yine de diplomasi çarkı döndü, Blinken nihayet geçen haziranda Pekin’de ağırlandı. Onu, Amerikan tahvillerinin derdindeki Hazine Bakanı Jannet Yellen ve diğer yetkililer izledi. Temmuz sonunda ABD dış politikasının önde gelen ismi Henry Kissinger Xi tarafından ‘el üstünde’ ağırlandı. Tabii bu arada Elon Musk’tan Tim Cook’a iş alemini ve ekim sonunda Pekin’e giden California valisi Gavin Newsom’ı anlamak lazım. Nihayet Vang Yi ekim sonunda Washington’a gitti. Yine de Çin liderinin APEC zirvesine katılımı ve Biden ile görüşmesi netleşmemişti.

Xİ KÜRESEL TOPLUMA HİTAP ETTİ

Ama gitti. 14-16 Kasım’da San Francisco’daki APEC zirvesine katıldı ve 15 Kasım’da Biden’la ikinci kez görüştü. 4 saatlik heyetler arası görüşmenin özü ‘2. Bali’. Çin sunumunda Biden’ın Bali’deki taahhütleri yine teyit ettiği yer alırken, Amerikan sunumunda yoktu. Besbelli ki Biden sarf ettiyse bile ABD kamuoyuna mal olmasını istemiyordu.

Üstüne bir de gaf geldi. Haziranda bakanı Blinken’ın Pekin temaslarından bir gün sonra Xi için ‘diktatör’ demiş olan Biden, San Francisco’daki görüşmenin ardından bir soru üzerine ‘diktatör’ söylemini tekrarladı. Blinken’in bezgin ifadesi kameralara yakalanırken, “Bizimkinden tamamen farklı olan komünist bir ülkeyi yöneten bir adam olması anlamında o bir diktatör” diye kıvırmaya çalıştı. Ama ‘rekabetin çatışmaya yol açmaması için sorumlu yönetilmesi’ vurgusu yapıldı. Yapay zeka ve fentanil dahil çeşitli konularda çalışma gruplarının görüşmesi gibi detaylar dışında tek somut gelişme ordular arasında iletişimin başlaması oldu.

Çin lideri ise daha ziyade Amerikalılara ve küresel topluma hitap etti. Biden’a atfettiği ‘5 Hayır’da ısrarcı olurken, ABD ve Çin’in taşıdıkları sorumluluğu anımsatıp insanlık ve gezegenin geleceğine karar verecekleri iki yol çizdi: ‘Dayanışma ve işbirliği içinde küresel güvenliği ve refahı teşvik etmek’ yahut ‘düşmanlığı ve cepheleşmeyi kışkırtarak dünyayı kargaşa ve bölünmeye sürüklemek’.

Xi, Çin’in ABD’nin yerine geçmeyi hedeflemediği, eski sömürgeciliği yahut yağma yolunu izleyerek hegemonya arayışında olmadığını tekrarladı; “Dünya, ABD ve Çin’e yetecek kadar büyük. Bir ülkenin başarısı diğeri için fırsattır” dedi. ABD tarafının ‘Çin’in Amerikan teknolojilerini ABD ulusal güvenliğine zarar verecek şekilde kullanması’ şikayetinin karşısına Çin’in teknolojik gelişimini engelleme hedefli ihracat kontrollerini koydu.

TEKNO-SAVAŞTA DARBE

Biden’ın ‘Tayvan temasıyla bağladığı’, Çin’i gelişmiş çip teknolojisinden men eden ihracat kontrollerinin eylül başındaki çöküşünü anmakta fayda var. Amerikalılar, yaz sonunda Çin’in ‘ekonomik çöküşü’ temasını hararetle konuşurken, Batı kapitalizminin rekabet safsatasının sopasını önceden yemiş Huawei, eylül başında 7 nanometrelik çiplerin yer aldığı akıllı telefonla ‘nanik’ yapmıştı. O gün bugündür pek az anılan Çin’in yerli çip üreticisi Semiconductor Manufacturing International Corp (SMIC) Amerikalılara dert oldu. Üretimin yanı sıra bilim, teknoloji, mühendislik üssüne dönen Çin’i engellemek kolay değil. Amerikan finansal medyasının Tayvan’dan ana karaya gidip çalışanların sayısındaki artıştan şikayet etmesi, daha da manidar.

Biden yönetiminin; tam aksini yapmak üzere diplomasi yürütüp yeni çevreleme ve çatışma falları açarken, Çin’i takıntı haline getirmemesi zor. Xi, bu kez koreografisini Amerikalılara hazırlattığı San Francisco’da Çin’in gücünün şovunu yaptı. Wall Street Journal, herhangi bir güvence de alamadıklarını belirttiği Amerikan iş dünyasının yöneticilerinin Xi’yi ayakta alkışlamalarını satır aralarından sızan bir ‘homurtu’ eşliğinde yazdı. Xi ise ABD’den gelecek yeni saldırı hamlelerine hazırlıkları ihmal etmeyeceği memleketine döndü.

Geriye Amerikalıların sosyal medyada Xi’yle fotoğrafının üzerine Hazine Bakanı Jennet Yellen’e atfen yazdıkları ‘Affedersiniz, bizden biraz tahvil almak ister misiniz? Şu anda iki savaşı finanse ediyoruz ve likiditeye ihtiyacımız var. Ucuzlayacaklarından endişe etmeyin, ordumuzun yardımıyla her şeyi ileri-geri çeviririz’ esprisi kaldı. Bir de komünist liderin ziyareti vesilesiyle sokaklardan temizlendiği söylenen evsizlerin geri dönüşüne hayıflanan San Franciscoluların şikayetleri…

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English