Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Arap dünyasında ABD’nin kaybı Çin’in kazancı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale 7 Ekim’den bu yana beş farklı Arap ülkesinde yapılan anketlerin sonuçlarına ve daha önceki yıllarda yapılan anketlerle kıyaslanmasına odaklanıyor. Anket sonuçları ABD’nin İsrail’e desteğinin ABD’nin itibarını ve güvenirliğini sarstığını ve bundan faydalanan ülkenin ise Çin olduğunu ortaya koyuyor. Anketi analiz edenler, Washington’a uyarılar yaparken mevcut durumu tersine çevirmek için bazı politika önerilerinde bulunuyor.  

***

Amerika Arap dünyasını kaybediyor

Ve Çin bundan faydalanıyor

Michael Robbins, Amaney A. Jamal ve Mark Tessler

7 Ekim 2023, sadece İsrail için değil Arap dünyası için de bir dönüm noktasıydı. Hamas’ın korkunç saldırısı tam da bölgede yeni bir düzen oluşuyor gibi görünürken meydana geldi. Üç yıl önce Arap Birliği’nin dört üyesi -Bahreyn, Fas, Sudan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)- İsrail ile diplomatik ilişkilerini normalleştirmek için süreç başlatmıştı. 2023 yazı yaklaşırken, İsrail’i hâlâ tanımayan en önemli Arap ülkesi Suudi Arabistan da bunu yapmaya hazır görünüyordu.

Hamas’ın saldırısı ve ardından İsrail’in Gazze’ye yönelik yıkıcı askeri operasyonu normalleşme yönündeki bu yürüyüşü sekteye uğrattı. Suudi Arabistan, İsrail bir Filistin devletinin kurulmasını kolaylaştıracak net adımlar atana kadar normalleşme anlaşmasına yanaşmayacağını açıkladı. Ürdün, Kasım 2023’te İsrail Büyükelçisini geri çağırdı ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun 2023 sonlarında Fas’a yapmayı planladığı ziyaret gerçekleşmedi. Arap liderler, vatandaşlarının Gazze’deki savaşa karşı seslerini yükseltmelerini ihtiyatla izlediler. Pek çok Arap ülkesinde binlerce kişi İsrail’in savaşını ve yarattığı insani krizi protesto etmek için bir araya geldi. Ürdün ve Fas’taki protestocular da hükümetlerinin, halklarını dinlememesinden duydukları hayal kırıklığını dile getirerek ülkelerinin İsrail ile olan barış anlaşmalarına son verilmesi çağrısında bulundu.

7 Ekim Amerika Birleşik Devletleri için de bir dönüm noktası olabilir. Gazze’deki savaş nedeniyle Arap kamuoyu İsrail’in en sadık müttefiki ABD’ye karşı keskin bir şekilde cephe almış durumda; bu da ABD’nin sadece Gazze’deki krizin çözümüne yardımcı olma çabalarını değil aynı zamanda İran’ı çevreleme ve Çin’in Orta Doğu’da artan etkisine karşı koyma çabalarını da sekteye uğratabilecek bir gelişme. 2006 yılından bu yana yönettiğimiz partizan olmayan araştırma kuruluşu Arab Barometer (Arap Nabzı) 16 Arap ülkesinde yılda iki kez ulusal düzeyde temsili kamuoyu araştırmaları gerçekleştirerek, kamuoyu yoklamalarının çok az olduğu bir bölgede sıradan vatandaşların görüşlerini yansıtıyor. ABD’nin 2003’te Irak’ı işgalinden sonra yapılan diğer anketler, sıradan Arap vatandaşlarının çok azının ABD hakkında olumlu görüşlere sahip olduğunu ortaya koymuştu. Ancak 2022 yılına gelindiğinde, Arap Nabzı’nın anket yaptığı neredeyse tüm ülkelerdeki katılımcıların en az üçte birinin ABD hakkında “çok olumlu” ya da “biraz olumlu” görüşlere sahip olduğunu teyit etmesi, tutumların bir nebze iyileştiğini göstermişti.

Ancak 2023’ün sonları ve 2024’ün başlarında beş ülkede gerçekleştirdiğimiz anketler, ABD’nin Arap vatandaşları arasındaki konumunun önemli ölçüde gerilediğini gösteriyor. Tunus’ta kısmen 7 Ekim’den önce kısmen de sonra yapılan bir anket, bu değişimin Gazze’deki olaylara tepki olarak gerçekleştiğini güçlü bir şekilde ortaya koydu. Belki de daha da şaşırtıcı olanı, anketler ABD’nin kaybının Çin’in kazancı olduğunu da açıkça ortaya koyuyor. Son anketlerimizde Arap vatandaşlarının Çin’e yönelik görüşlerinin yumuşadığı ve Arap dünyasında Çin’e yönelik desteğin azalma eğilimine girdiği yarım on yıllık eğilimin tersine döndüğü görülüyor. Ancak Çin’in Filistinlilerin haklarını korumak için ciddi çabalar sarf edip etmediği sorulduğunda, katılımcıların çok azı bu görüşe katıldı. Bu sonuç, Arapların görüşlerinin Çin’in Gazze politikalarına spesifik bir destekten ziyade ABD’ye yönelik derin memnuniyetsizliği yansıttığını gösteriyor.

Önümüzdeki aylarda ve yıllarda ABD liderleri Gazze’deki çatışmayı sona erdirmeye ve İsrail-Filistin çatışmasına kalıcı bir çözüm bulmak için müzakereleri başlatmaya çalışacaklar. ABD ayrıca Kızıldeniz’i İran’ın vekillerinin saldırılarından koruyarak uluslararası ekonomiyi güvence altına almayı ve İran’ın saldırganlığını kontrol altına alan ve Çin’in bölgedeki angajmanını sınırlayan bölgesel bir ittifakı güçlendirmeyi umuyor. Ancak bu hedeflerden herhangi birine ulaşmak için Washington’un Arap devletlerinin ortaklığına ihtiyacı var ki Arap halkları ABD’nin Orta Doğu’daki hedeflerine bu kadar şüpheci yaklaşmaya devam ederse bunu elde etmek daha da zorlaşacak.

ABD’li analistler ve politikacılar sıklıkla, bazen küçümseyerek “Arap sokağı” olarak adlandırdıkları şeyin Amerikan dış politikasını pek ilgilendirmemesi gerektiğini ima ederler. Bu argümana göre Arap liderlerin çoğu otoriter olduğu için kamuoyunu fazla önemsemezler ve bu nedenle ABD’li politika yapıcılar Arap vatandaşlarının kalplerini ve zihinlerini kazanmak yerine güç sahipleriyle anlaşma yapmaya öncelik vermelidir. Ancak genel olarak Arap liderlerin kamuoyu tarafından kısıtlanmadığı düşüncesi bir efsane. Arap Baharı ayaklanmaları dört ülkede hükümetleri devirdi ve 2019’daki yaygın protestolar diğer dört Arap ülkesinde liderlerin değişmesine yol açtı. Otoriterler de yönettikleri halkın görüşlerini dikkate almak zorunda. Artık çok az Arap lider, yönettikleri halklar arasında Amerikan karşıtlığındaki keskin yükseliş göz önüne alındığında, Washington ile açıkça işbirliği yaptığının görünmesini istiyor. Arap vatandaşlarının ABD dış politikasına duyduğu öfkenin ABD için de doğrudan ciddi sonuçları olabilir. Cezayir ve Ürdün’deki kamuoyu anketlerinden elde edilen verilere dayanan önceki araştırmamız, ABD dış politikasına duyulan öfkenin, vatandaşların ABD’ye yönelik terör eylemlerine daha fazla sempati duymasına neden olabileceğini gösterdi.

Ancak bazı Arap Nabzı bulguları, Arapların ABD’nin Orta Doğu’daki rolüne ilişkin artan şüpheciliğinin geri döndürülemez olmadığını da ortaya koyuyor. ABD’nin farklı muamelede bulunduğu ülkelerdeki halklar arasındaki görüş farklılıkları, ABD’nin politikalarını değiştirerek Arap dünyasındaki algılanış biçimini değiştirebileceğini gösteriyor. Anket sonuçları ayrıca, Gazze’de ateşkesin sağlanması için daha fazla çaba gösterilmesi, ABD’nin bölgeye ve bölgenin geri kalanına yönelik insani yardımlarının artırılması ve uzun vadede iki devletli bir çözüm için çalışılması gibi Arapların ABD’ye yönelik algılarını iyileştirecek belirli yaklaşım değişikliklerine de işaret ediyor. Nihayetinde, Orta Doğu’daki Arap vatandaşlarının güvenini kazanmak için ABD, İsraillilerin acılarına gösterdiği özeni Filistinlilerin acılarına da göstermeli.

Anket karşılaştırmaları

Her bir Arap Barometer anketi 1.200’den fazla katılımcıyla gerçekleştiriliyor ve katılımcıların ikamet ettikleri yerde yüz yüze yapılıyor. Bu anketlerde katılımcılara ekonomik ve dini konular, hükümetleriyle ilgili görüşleri, siyasi katılım, kadın hakları, çevre ve uluslararası ilişkiler de dahil çok çeşitli konulardaki görüşleri soruluyor. Arap Nabzı 7 Ekim’den bu yana beş farklı Arap ülkesinde anketleri tamamladı: Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Moritanya ve Fas.

Arap Nabzı’nın bu ülkelerdeki bir önceki anketi 2021 ve 2022 yılları arasında yapıldığından, Gazze’deki savaş dışındaki faktörler o zaman ile şimdi arasında kamuoyundaki değişikliklere katkıda bulunmuş olabilir. Ancak bir başka anket çok değerli bir karşılaştırma ölçütü sunarak, görüşlerdeki bazı önemli değişimlerin muhtemelen çok daha yakın bir zamanda meydana geldiği sonucuna varmamızı sağladı. 13 Eylül ve 4 Kasım 2023 tarihleri arasında Tunus’ta 2.406 görüşmeyi içeren planlı bir anket gerçekleştirdik. Bu görüşmelerin yaklaşık yarısı 7 Ekim’den önce, yaklaşık yarısı ise daha sonra yapıldı. Tunusluların görüşlerinin 7 Ekim’den sonra nasıl değiştiğini anlamak için Hamas’ın saldırısından önceki üç hafta boyunca ortalama yanıtları hesapladık ve ardından takip eden haftalarda günlük değişiklikleri izledik- ABD’ye olumlu bakan katılımcıların yüzdesinde hızlı ve keskin bir düşüş bulduk. 2021-22’de ve 7 Ekim’den sonra anket yaptığımız diğer ülkelerin çoğunda da sonuçlar benzer bir seyir izledi: biri hariç hepsinde ABD’ye yönelik görüşler belirgin bir şekilde azaldı.

Hamas’ın saldırısının dehşetine rağmen, Arap Nabzı katılımcılarının çok azı bunun bir “terör eylemi” olarak adlandırılması gerektiği konusunda hemfikirdi. Buna karşılık, büyük çoğunluk, İsrail’in Gazze’deki harekatının terörizm olarak sınıflandırılması gerektiğini düşünüyor. Ankete 7 Ekim’den sonra katılan Arap vatandaşları çoğunlukla Gazze’deki durumu vahim olarak değerlendiriyor. “Savaş”, “düşmanlık”, “katliam” ve “soykırım” da dahil yedi kelimeden hangisinin Gazze’de devam eden olayları en iyi tanımladığı sorulduğunda, katılımcıların biri hariç tüm ülkelerde en yaygın olarak seçtiği terim “soykırım” oldu. Sadece Fas’ta katılımcıların yüzde 24 gibi önemli bir kısmı bu olayları “savaş” olarak nitelendirirken, Faslıların yaklaşık aynı oranı “katliam” olarak nitelendirdi. Diğer tüm ülkelerde katılımcıların yüzde 15’inden daha azı, Gazze’de yaşananları tanımlamak için “savaş” ifadesini seçti.

Ayrıca, Arap Nabzı anketleri Arap vatandaşlarının Batılı aktörlerin Gazzelileri savunduğuna inanmadığını ortaya koydu. Anketimizde “Aşağıdaki taraflardan hangisinin Filistinlilerin haklarını savunmaya kararlı olduğuna inanıyorsunuz?” sorusu soruldu ve katılımcıların on ülke ile Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler’den oluşan bir listeden uygun olanları seçmelerine izin verildi. Hiçbir ülkedeki katılımcıların yüzde 17’sinden fazlası Birleşmiş Milletler’in Filistinlilerin haklarını savunduğu görüşüne katılmadı. Avrupa Birliği’nin durumu daha kötüydü ancak Amerika Birleşik Devletleri en düşük notu aldı: Kuveyt’te katılımcıların yüzde sekizi, Fas ve Lübnan’da yüzde altısı, Moritanya’da yüzde beşi ve Ürdün’de yüzde ikisi Birleşmiş Milletler’in Filistinlileri savunduğunu kabul etti. Amerika Birleşik Devletleri’nin sonuçları İsrail’i koruma konusunda diğer Batılı ve küresel aktörlerden daha da farklılaşmıştı. Amerika Birleşik Devletleri’nin İsrail’in haklarını koruyup korumadığı sorulduğunda, beş ülkedeki katılımcıların yüzde 60’ından fazlası bunu yaptığı yönünde görüş bildirdi. Bu oranlar, Avrupa Birliği ya da Birleşmiş Milletler’in İsrail’i koruduğunu düşünenlerin oranının çok üzerinde.

Arap dünyasında İsrail’in Gazze’deki askerî harekâtına ve ABD’nin bu harekata yaklaşımına ilişkin bu algıların ABD’nin genel itibarı üzerinde önemli sonuçları olduğu görülüyor. Arap Nabzı’nın 2021’de ABD’nin tercih edilirliğini sorduğu on ülkenin dokuzunda, tüm katılımcıların en az üçte biri ABD’ye olumlu baktıklarını söyledi. Ancak Aralık 2023 ve Mart 2024 tarihleri arasında anket yapılan beş ülkeden dördünde ABD’ye olumlu bakanların oranı üçte birden azdı. Ürdün’de ABD’ye olumlu bakan katılımcıların oranı 2022’de yüzde 51 iken 2023-24 kışında yapılan ankette yüzde 28’e düştü. Moritanya’da ABD’ye olumlu bakan katılımcıların oranı 2021-22 kışında yapılan ankette yüzde 50’den 2023-24 kışında yapılan ankette yüzde 31’e, Lübnan’da ise 2021-22 kışında yüzde 42’den 2024 başında yüzde 27’ye düştü. Benzer şekilde, ABD Başkanı Joe Biden’ın dış politikalarının “iyi” veya “çok iyi” olduğunu düşünen katılımcıların oranı aynı dönemde Lübnan’da 12 puan, Ürdün’de ise dokuz puan düştü.

Tunus’taki anketimizin zamanlaması, İsrail’in Gazze’deki askeri harekatının bu genel düşüşe neden olduğunu kuvvetle düşündürüyor. Tunusluların yüzde 40’ı 7 Ekim’den önceki üç hafta içinde ABD’ye olumlu baktıklarını belirttiler. İsrail’in Gazze’deki askeri operasyonlarının başlamasının üzerinden henüz üç hafta geçmemişken 27 Ekim’de Tunusluların sadece yüzde 10’u aynı görüşteydi.

Arapların ABD ve Biden hakkındaki görüşleri 7 Ekim’den sonra kötüleşmiş olsa da ABD’nin Orta Doğu ile ilişkilerinin farklı yönlerine ilişkin görüşler eşit oranda kötüleşmedi. Katılımcılarımız, ABD’nin ülkelerine yaptığı dış yardımların eğitim girişimlerini güçlendirdiğine veya sivil toplumu güçlendirdiğine 7 Ekim’den önce olduğu kadar katılıyor. Aslında, 2023-24 kış anketimizde Ürdün, Moritanya ve Fas’taki katılımcıların ABD dış yardımının sivil toplumu güçlendirdiğine katılma oranı 2021 ve 2022’ye göre biraz daha yüksekti. Bu bulgular, ABD dış politikasının diğer unsurlarının değil, ABD hükümetinin İsrail’e yönelik politikası ve Gazze’deki savaşla ilgili anlaşmazlığın ABD’nin bölgesel itibarındaki düşüşe neden olduğunu gösteriyor.

İkincil fayda

Gazze’ye sınırlı maddi ve retorik destek sunmasına rağmen Çin, ABD’nin Arap halkları arasındaki itibar kaybından en çok faydalanan ülke oldu. Arap Barometer 2021-22 anketlerinde Arapların Çin’e olan desteğinin azaldığını görülüyordu. Ancak son aylarda bu eğilim tersine döndü. Arap Nabzı’nın 7 Ekim’den sonra anket yaptığı tüm ülkelerde, katılımcıların en az yarısı Çin hakkında olumlu görüşlere sahip olduklarını söyledi. ABD’nin kilit müttefikleri olan Ürdün ve Fas’ta Çin’e yönelik olumlu görüşler en az 15 puanlık bir artış gösterdi.

Bölgelerinin güvenliği için ABD politikalarının mı yoksa Çin politikalarının mı daha iyi olduğu sorulduğunda, 7 Ekim’den sonra anket yaptığımız beş ülkeden üçünde katılımcılar Çin’in yaklaşımını tercih ettiklerini söyledi. Aslında Çin’in bölgedeki fiili varlığı asgari düzeyde ve angajmanı daha çok Kuşak ve Yol Girişimi aracılığıyla ekonomik anlaşmalara odaklanıyor. Orta Doğu’daki Arap halkları Çin’in Gazze’deki olaylarda sınırlı bir rol oynadığını anlamış görünüyor: Lübnanlı katılımcıların sadece yüzde 14’ü, Faslıların yüzde 13’ü, Kuveytlilerin yüzde 9’u, Ürdünlülerin yüzde 7’si ve Moritanyalıların yüzde 3’ü Çin’in Filistinlilerin haklarını savunmaya kararlı olduğu konusunda hemfikir.

O halde, katılımcıların Çin’e yönelik giderek artan olumlu görüşlerinin ABD ve Batı politikalarından duydukları memnuniyetsizliği yansıtıyor olması muhtemel. Daha spesifik politika soruları sorulduğunda, katılımcılarımız daha kararsız cevaplar verdi. Çin politikalarının “özgürlükleri ve hakları koruma” konusunda daha iyi olduğunu mu, Amerikan politikalarının daha iyi olduğunu mu, Çin ve Amerikan politikalarının eşit derecede iyi olduğunu mu yoksa Çin ve Amerikan politikalarının eşit derecede kötü olduğunu mu düşündükleri sorulduğunda Kuveytliler, Moritanyalılar ve Faslıların çoğunluğu ABD politikalarının Çin politikalarından daha iyi olduğunu söyledi. Ancak İsrail’e sınırı olan iki ülkedeki katılımcılar bunun tam tersini düşünüyor: 7 Ekim’den sonra Ürdün ve Lübnan’da yapılan Arap Nabzı anketlerinde, Çin’in politikalarının hak ve özgürlükleri koruma konusunda ABD’den daha iyi olduğunu düşünenlerin sayısı oldukça fazla.

Çin’in yurtiçi ve yurtdışında hak ve özgürlükleri koruma konusundaki sicili kötü, ancak Lübnan ve Ürdün halkları artık ABD’nin sicilinin daha da kötü olduğunu düşünüyor. Bu bulgu Arap Nabzı verilerindeki daha büyük bir eğilimi yansıtıyor: coğrafya önemli. Gazze’deki çatışmaya en yakın yerlerde yaşayan ve ülkeleri tarihsel olarak çok sayıda Filistinli mülteciye ev sahipliği yapan insanlar, ABD’nin belirli Orta Doğu politikalarına en düşük güveni ifade ediyorlar.

Muhalefet şerhi

Anketlerimiz, Arapların ABD’ye olan desteğindeki düşüşün kaçınılmaz olmadığını ve Arap halklarının ABD’nin bölge için kilit öneme sahip konulara yönelik politikasındaki farklılıklara duyarlı bir şekilde tepki verdiğini gösteriyor. Bu gösterge en güçlü şekilde, bölgede ABD politikalarına yönelik artan şüphecilik eğilime ters düşen tek ülke olan Fas’taki sonuçlarda ortaya çıkıyor. 2022 yılında Faslıların yüzde 69’u ABD’ye olumlu bakıyordu ve bu oran Arap dünyasındaki en yüksek destekti. Zaten güçlü olan bu destek aslında arttı: Arap Nabzı’nın 2023-24 kış anketi, Faslıların yüzde 74’ünün artık ABD’ye olumlu baktığını ortaya koyuyor. Fas ayrıca yüzde 13 puanlık bir farkla ABD’nin Orta Doğu güvenlik politikalarını Çin’inkilere tercih eden tek ülke oldu.

ABD’nin Fas’ı bölgesel bir anlaşmazlıkta desteklemede oynadığı rol, Fas’ın görüşünün aykırı olmasının neredeyse tek nedeni. Fas hükümeti, Cezayir tarafından desteklenen bir hareketin bağımsız bir devlet kurmak istediği Batı Sahra’nın büyük bir bölümünü on yıllardır yönetiyor. 2020 yılına kadar hiçbir BM üyesi ülke, Fas’ın egemenliğini tanımadı. O yıl ABD, Fas’ın İsrail ile diplomatik ilişkilerini resmileştirmesi karşılığında Fas’ın Batı Sahra üzerindeki hak iddiasını tanıdı. Özellikle 2023’ün ikinci yarısında Biden yönetimi bu politikayı güçlü bir şekilde teyit etti. Fas’ta yaptığımız kamuoyu araştırması, üst düzey bir ABD diplomatı olan Joshua Harris’in bu politikanın altını çizmek üzere Cezayir ve Rabat’a yaptığı ve kamuoyunda geniş yankı uyandıran ziyaretle aynı zamana denk geldi.

Görünen o ki, Batı Sahra politikası ABD’yi diğer Arap ülkelerinde yaşadığı destek düşüşünden büyük ölçüde muaf tuttu. Fas’ın Batı Sahra üzerindeki egemenliğini tanıma konusunda ABD’yi takip etmeyen diğer Batılı ülkeler, Fas halkının desteğini koruyamadı. 2022 ile 2023-24 kışı arasında, Birleşik Krallık’a olumlu baktığını söyleyen Faslıların oranı yüzde 68’den yüzde 30’a düşerek, anket yaptığımız diğer ülkelere kıyasla daha büyük bir düşüş gösterdi. Faslıların Fransa’ya yönelik görüşleri de on puanlık bir düşüş yaşadı.

Anket yaptığımız her ülkede katılımcılar, Filistinlilerin haklarının korunması konusunda en kararlı olanların küresel aktörler değil, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki devletler olduğuna inandıklarını belirttiler. Ancak bu görüş, ABD’nin tarafsızlığının benimsendiği ya da Orta Doğu’dan çıktığını görme arzusuna dönüşmüyor. ABD’nin Gazze’ye yönelik politikalarına duydukları öfkeye rağmen, Arap halkları ABD’nin İsrail-Filistin krizinin çözümüne dahil olmasını istediklerini açıkça ortaya koydular.

Bir Arap Nabzı anket sorusunda katılımcılara Biden yönetiminin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki gündeminin hangi konu olması gerektiği soruldu ve yedi seçenek sunuldu: ekonomik kalkınma, eğitim, insan hakları, altyapı, istikrar, terörle mücadele ve Filistin sorunu. Bu sorunun 7 Ekim’den sonra yapılan anketlerde sorulduğu dört ülkenin üçünde, katılımcıların çoğunluğu Biden’ın Filistin meselesine, ülkelerinin karşı karşıya olduğu diğer temel meselelerden bile daha fazla öncelik vermesi gerektiği konusunda hemfikir. Aslında, Biden yönetiminin bölgedeki en önemli önceliğinin Filistin meselesi olması gerektiğini söyleyen Arap vatandaşlarının oranı son iki yılda dramatik bir şekilde arttı: Ürdün’de 21 puan, Moritanya ve Fas’ta 18 puan ve Lübnan’da 17 puan. Tunus’tan elde ettiğimiz veriler bu yükselişin İsrail’in Gazze’deki askeri harekatının başlamasından hemen sonra gerçekleştiğini gösteriyor.

Gazze’deki savaş Arapların İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik desteğini zaten düşük olan seviyesinden daha da aşağıya çekti. Ancak bu durum Arap dünyasının İsrailliler ve Filistinliler arasında barışçıl bir çözüme karşı olduğu anlamına gelmiyor. Tunus’ta yaptığımız araştırma, başlangıçta Gazze’de patlak veren savaşın iki devletli çözüme verilen desteğin azalmasına yol açabileceğini düşündürmüştü. Aslında, Aralık 2023 ve Mart 2024 tarihleri arasında Ürdün, Moritanya ve Fas’ta yapılan anketlerde, katılımcıların daha büyük bir yüzdesi tek devletli çözüm, konfederasyon veya açık uçlu bir “diğer” yaklaşım yerine iki devletli bir çözümü desteklediklerini belirtti.

Düzeltme

Ortadoğu’da 7 Ekim olaylarından önce yeni bir bölgesel düzen oluşuyor gibi görünüyordu. Bazı Arap hükümetleri İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye çalışırken -yaklaşık 30 yıldır ilk kez böyle bir anlaşma yapıldı- bölgedeki temel bölünmenin İsrail ve Arap devletleri arasında değil, Tahran ve İslam Cumhuriyeti’nin yurtdışındaki saldırganlığını kontrol altına almaya çalışan ülkeler arasında olabileceği görülüyordu. İran’ı çevrelemek için İsrail ve kilit Arap devletlerini içeren yeni bir koalisyon, İran’ın bölgedeki etkisini sınırlamak için son derece faydalı olurdu.

ABD’nin böyle bir koalisyonun oluşumuna aracılık etmesi hâlâ mümkün olabilir: Ürdün’ün İran’ın 13 Nisan’daki insansız hava aracı ve füze saldırısını püskürtmede İsrail’e yardım etmesi ve Suudi Arabistan ve BAE’nin bu saldırı öncesinde ABD’ye istihbarat sağlama kararları, kilit Arap liderlerin hâlâ bölgesel bir yeniden yapılanmanın kendi çıkarlarına olduğuna inandıklarını gösteriyor. 7 Ekim’den sonra yaptığımız anketler, Arap halkları arasında İran’a yönelik desteğin düşük kaldığını ortaya koydu. Lübnanlıların yüzde 36’sı, Ürdünlülerin yüzde 25’i ve Kuveytlilerin sadece yüzde 15’i İran’a olumlu baktığını ifade etti.

Ancak ABD’ye yönelik bölgesel destekteki düşüş devam ettiği sürece yeniden yapılanmaya yönelik çabalar zorlanacaktır. İsrail ile Mısır ve Ürdün arasında yapılanlar gibi soğuk barış anlaşmaları her zaman kopma riski taşıyor. ABD’nin normalleşme anlaşmaları için aracı olarak yeri doldurulamaz. Mısır-İsrail ve İsrail-Ürdün barış anlaşmaları büyük ölçüde ABD’nin her iki Arap ülkesine yaptığı muazzam yardımlar sayesinde yürürlükte kaldı. Son yarım on yıldaki normalleşme anlaşmaları, Fas’ın Batı Sahra üzerindeki egemenliğini tanımak, Sudan’ı, terörü destekleyen ülkeler listesinden çıkarmak ve BAE’ye F-35 savaş uçakları satmak gibi ABD’nin Arap ülkelerinin endişelerini giderme vaatlerine dayanıyordu.

7 Ekim sonrası bağlamda, Arap vatandaşlarının desteğini kaybetmek sadece Arap liderlerin desteğini riske atmak değil, aynı zamanda ABD’nin kilit Arap müttefiklerinin iç istikrarını da tehlikeye atmak anlamına geliyor. Filistinlilerin çektiği acılara duyulan öfke şimdiden sokaklara taşmış durumda. Ürdün’deki protestolar, Ürdün ve İsrail arasında su ve enerji konusunda BAE ve ABD destekli bir anlaşma olan Refah Projesi’ni şimdiden rayından çıkardı. İran’ın saldırısına karşı İsrail ve ABD ile işbirliği yaptıktan sonra Arap rejimleri, vatandaşlarının öfkesini daha da alevlendirmekten korktukları için rolleri konusunda sessiz kaldılar. ABD’nin, Arap hükümetlerinin İran’ın etkisine karşı İsrail’le birlikte çalışmamaları yönünde hissettikleri genel baskıyı hafifletmeye çalışması gerekiyor.

Bölge bir dönüm noktasında ve ABD teorik olarak Gazze’de ateşkesin sağlanmasına ve İsrailliler ile Filistinlilerin barışa doğru ilerlemesine yardımcı olmak için gerekli baskıyı yapmak için iyi bir konumda. Ancak ABD, bölgesel güvenilirliğini yeniden tesis etmek için iki devletli çözüme yönelik somut ve pragmatik adımlar atmalı, Gazze’de savaş sonrası etkin yönetimin nasıl olacağını ve İsrailliler ile Filistinlilerin barış yolunda ilerleme kaydedilmesini sağlamak için neler yapmaları gerektiğini belirlemeli. Hem İsrailli hem de Filistinli liderleri sorumlu tutmanın zamanı çoktan geldi. Amerika Birleşik Devletleri sadece barış görüşmelerini desteklemekle kalmamalı, aynı zamanda Batı Şeria’daki İsrail yerleşimlerinin genişletilmesine son verilmesi konusunda da ısrarcı olmalı.

Araplar çok uzun zamandır ABD’nin kendi çıkarlarını ve müttefik Arap liderlerin çıkarlarını sıradan vatandaşların çıkarlarının önünde tutmaya çalıştığını düşünüyor -hatta Arap vatandaşları demokratikleşme ve yolsuzlukla mücadele çabalarına daha fazla destek ararken bile. Buna ek olarak, bir başka İran-İsrail çatışması Nisan 2024’teki kadar performatif olmayabilir. Yıkıcı olabilir. ABD, İran’ı kontrol altına almak için Arap halklarının güvenini kazanmaya çalışmalı; bunu sadece gizli yollarla değil, açık, cesur ve etkili politikalarla yapmalı.

Mevcut durum ABD’ye hem tehlikeler hem de fırsatlar sunuyor. Arap ülkelerinin çoğunda Fas’ın Batı Sahra meselesinin doğrudan bir karşılığı yok. Ancak Fas örneği, Arap vatandaşlarının ABD’nin kendi çıkarlarını savunduğunu hissettiklerinde, ABD’yi daha olumlu değerlendirdiklerini açıkça ortaya koyuyor ABD’ye yönelik Arap desteğinin azalmasına yönelik tehlikeler Gazze’nin ötesine geçiyor. ABD’nin İsrail’in savaşına verdiği destekte önemli bir değişim olmazsa ve uzun vadede Araplar arasında artan Arap Amerikan karşıtlığını engellemek için ABD politikasında akıllıca değişiklikler yapılmazsa, Çin de dahil diğer aktörler ABD’yi Orta Doğu’daki liderlik rolünden uzaklaştırmaya devam edecekler.

Dünya Basını

ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Yayınlanma

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.


ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?

Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.

12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.

Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.

UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.

İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.

Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.

Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.

Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.

UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.

UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.

Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.

İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.

Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.

İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.

UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.

Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.

İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.

2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.

CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.

Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.

2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.

El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.

ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.

Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.

Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.

Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.

UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.

2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.

Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.

Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”

Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.

Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.


Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir

Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.

Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.

Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.

Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.

Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.

Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.

Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English