Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

ABD-Hindistan ilişkileri ve Rusya faktörü

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Rusya’nın Ukrayna’ya dönük müdahalesinde Batı’nın seferber edemediği müttefikleri ya da kısmi müttefikleri arasında Hindistan en baştaydı. Halihazırda Moskova ile son yıllarda S-400 tedariki ile ivme kaydeden askeri işbirliği bulunan Yeni Delhi, daha sonra G7’nin Rus petrolüne ambargo uygulamasıyla Rus enerji tedarikçilerinden ucuza petrol almaya başladı. Esasında savaş Hindistan’ın işine gelmişti ve geçen yılın yaz aylarında hükümetin, şirketlere petrol alımlarını Rusya’dan yapmaları yönünde talimat verdiği bile iddia edilmişti. Fakat Yeni Delhi, güneydoğu Asya’da Washington yönetimi açısından Çin’e karşı konsolidasyonu sağlamak açısından kritik bir aktör. Stanford Üniversitesi Asya Pasifik Araştırma Merkezi’nde konuk araştırmacı olarak bulunmuş olan, sekiz yıldır da Pentagon’da çalışan ve son iki buçuk yıldır ABD Hint-Pasifik Komutanlığı’nda Güney Asya analisti olarak görev yapan Erin Mello, Hindistan ile “kurulması gereken” ilişkilerin biçimini ele alıyor.


ABD-Hindistan ilişkilerinde devam eden Rusya engeli

Erin Mello — War on the Rocks

13 Şubat 2023

31 Ocak 2023’te ABD ve Hindistan’ın ulusal güvenlik danışmanları ve diğer bakanlar Kritik ve Gelişmekte Olan Teknolojiler Girişiminin açılış toplantısı için Washington’da bir araya geldi. Önceki gün özel sektör ve akademik liderlerle bir araya gelen danışmanlar, ileri teknolojilerde uzmanlaşmanın iki ülke arasında daha geniş bir işbirliğini gerektirdiği mesajını verdiler. Ülkeler, bazıları savunma uygulamalarını da içeren bir dizi teknoloji projesi üzerinde işbirliğine gitme konusunda mutabık kaldı. Söz konusu toplantı, daha birkaç ay öncesine kadar siyasi gerilim sürecini yönetmiş olan iki ortak için gözle görülür bir değişimdi.

ABD ile Hindistan arasındaki ilişkiler, Kritik ve Gelişmekte Olan Teknolojiler Girişimi gibi programlar aracılığıyla ilerleme kaydedebilir ancak Rusya’nın yarattığı engellere maruz kalıyor. İki ülkenin Ukrayna’nın işgaline verdiği farklı reaksiyonlar, Yeni Delhi’nin Rusya ile uzun süredir devam eden savunma ilişkilerine vurgu yaptı ve bu da Washington ile ilişkileri zorluyor.

Hindistan’ın Rusya ile devam eden savunma ilişkisi, Washington açısından yeni zorluklar doğuruyor. ABD, Hintli ortaklarıyla bağlarını derinleştirmek ve özellikle Hint Okyanusu’ndaki savunma gereksinimlerini karşılamalarına yardımcı olarak onları Rusya’dan uzaklaşmaya teşvik etmek için çalışmalı. ABD ile Hindistan arasındaki ilişkilerdeki Rusya engelini aşmak için Washington, Rusya’dan S-400 satın aldığı için Hindistan’a uygulanacak yaptırımlardan vazgeçmeli ve aynı zamanda Çin tehdidine karşı Hindistan’ın denizaltı savunma kapasitesini geliştirmeye odaklanmalı.

Rusya engeli

Hindistan, karar almada hareket özgürlüğünü en üst düzeye çıkarmayı amaçlayan stratejik özerklik ilkesine göre hareket etmeyi sürdürüyor. Ülke, resmi ittifaklar gibi taahhütlerden kaçınıyor ve belirli bir ideolojiden ziyade sorunlara odaklanan ortaklıklar sürdürüyor. Sonuç olarak Hindistan hem ABD hem de Rusya dahil çeşitli ülkelerle ilişkilerini sürdürebiliyor.

Yeni Delhi, Washington’un şaşkınlık yaşamasına rağmen Moskova ile 1970’lere kadar uzanan, hem siyasi hem de savunma bağlarını sürdürdü. Hindistan ile Rusya, 2+2 formatındaki ilk görüşmelerini geçen sene gerçekleştirdi ve bu, Rusya’yı Hindistan’ın 2+2 diyaloğu kurduğu Quad ittifakı dışındaki tek ülke haline getirdi. Ayrıca Hindistan ordusu, donanması ve hava kuvvetlerindeki askeri teçhizatın büyük bir kısmı Rus ya da Sovyet menşeli. Bunlar arasında Hint ordusu tarafından kullanılan T-90 ve T-72 tankları, Hint hava kuvvetleri tarafından kullanılan Su-30’lar ve Hint donanması tarafından işletilen Talwar sınıfı güdümlü füze firkateynleri yer alıyor. Hindistan’ın Rusya’dan silah alımlarındaki azalmaya rağmen ülke, geçen yıl Ukrayna’nın işgalinden bu yana Rusya’dan petrol alımlarını artırdı ve savaşla ilgili açıklamalarında suskun kaldı.

Aynı zamanda Hindistan, Rus S-400 karadan havaya füze sistemi tedariki nedeniyle 2017 tarihli Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası kapsamında ABD yaptırımları tehdidiyle karşı karşıya. Bu yaptırımlar S-400 alımı nedeniyle Türkiye’ye de uygulanmıştı. Hindistan’a S-400 alımlarında muafiyet tanınması tartışılsa da bu henüz gerçekleşmedi.

Washington’un Hindistan’a yaklaşımı geleneksel olarak “stratejik fedakârlık” şeklinde oldu; ABD, Hindistan’ın Çin’in yükselen gücüne karşı doğal bir denge unsuru olduğu varsayımıyla, ikili sorunlara rağmen askeri açıdan güçlü bir Hindistan’ın varlığını destekliyor. Bununla beraber Yeni Delhi’nin Moskova ile savunma ilişkisine dair çift yönlü kaygısını uzun zamandır dile getiriyor. Birincisi Hindistan’ın Rus yapımı sistemleri ile Amerikan sistemleri teknolojik açıdan uyumlu değil ve bu da ortak çalışabilirliği zorlaştırıyor. İkincisi ve ABD için daha büyük bir endişe kaynağı ise S-400 gibi Rus istihbarat toplama platformlarının Amerikan sistemlerinin güvenliğini ihlal etme ve gelişmiş Amerikan teknolojisi hakkında bilgi toplama ihtimali. Washington’un Türkiye’yi ortak F-35 üretim programından çıkarırken başvurduğu gerekçe de buydu. ABD ile Hindistan arasındaki savunma ilişkileri daha ileri teknoloji alımlarına ve işbirliğine doğru ilerlerken, Hindistan’ın Rus teknolojilerine sahip olması ilişkilerin gelişmesinin önünde potansiyel manada belirgin bir engeli.

Hindistan’ın mevcut ve acil kaygıları

Hindistan’ın kara kuvvetleri, ülkenin bağımsızlığından bu yana Hindu savunma yetkilileri ve karar alıcılar açısından ordunun askeriyenin diğer unsularından daha yüksek bir önceliğe sahip oldu. Bu durum, hem Fiili Kontrol Hattı olarak bilinen Hindistan kontrolündeki topraklar ile Çin kontrolündeki topraklar arasındaki sınır çizgisi hem de Hindistan ile Pakistan arasındaki Kontrol Hattı üzerindeki bölgesel kaygılardan ileri geliyor. Fakat Çin’in Hint Okyanusu’ndaki artan varlığı, Yeni Delhi’nin deniz kuvvetlerine olan ilgisinin canlanmasına ve algılanan tehditlere karşı koyma kabiliyetine ilişkin endişelere yol açıyor. Hindistan donanmasının stratejisi, tüm Hint Okyanusu’nda deniz kontrolü sağlayabilmesini gerektiriyor ki bu da Hindistan’ın savunma bütçesinde en az payı alan kuvvet olduğu hesaba katıldığında oldukça zor bir hedef.

Çin Halk Kurtuluş Ordusu Donanması, 2009’dan bu yana Aden Körfezindeki korsanlıkla mücadele misyonları gibi Hint Okyanusu’ndaki varlığını artırıyor. Çin denizaltıları da giderek daha fazla varlık gösteriyor. Hatta 2014 yılında bu denizaltılardan biri, Sri Lanka’nın Kolombo limanına yanaşmıştı. Bu yüzden deniz yetki alanı farkındalığı ve anti-denizaltı savaşı Hint donanması için bir öncelik haline geliyor.

Hindistan’ın deniz savunmasını Rusya’nın Ukrayna’yı işgali de zorlaştırdı. Hindistan, Talwar sınıfı firkateynlerinin gaz türbinli motorlarını Ukrayna’dan alıyor, ardından gemiler Rusya’da inşa ediliyor. Fakat savaş bu firkateynlerin teslimatının gecikmesine neden oldu.

Yeni Delhi, Hint Okyanusu’ndaki deniz yetki alanı farkındalığını artırmak için Washington ile olan ilişkisinden istifade etmeye başladı bile. Deniz güvenliği ve bunun gerektirdiği kabiliyetler, yeni imzalanan Kritik ve Gelişmekte Olan Teknoloji Girişimi gibi daha az belirgin olanlar da dahil, ABD-Hindistan stratejik etkileşimlerinin çoğunda bir demirbaş haline geldi. Hindistan, şimdiye dek P-8I ve MH-60R helikopterleri de dahil denizaltı savunma uçakları satın aldı ve Sea Guardian insansız hava araçları kiraladı. Hintli yetkililer ülkenin denizaltı savunma harbi kabiliyetlerini geliştirmek istiyorlar ve sadece yabancı askeri satışlar ya da kiralamalar yoluyla tedarik etmek yerine ideal biçimde ortak geliştirme yoluyla teknoloji transferinin geliştirilmesini istiyorlar.

Rusya, Hindistan ordusunun başlıca silah tedarikçisi olmaya devam ediyor ama Washington ile Yeni Delhi’nin Hint Okyanusu’ndaki önceliklerinin birbirine yakın olması nedeniyle ABD, Hindistan’a acil ihtiyaçlarında yardımcı olma konusunda daha iyi bir pozisyonda. ABD, Çin ile rekabet ederken Hindistan’ın askeri gücünü tahkim etmek artık bir “stratejik fedakârlık” meselesi değil, ABD’nin acil çıkarı.

Yaptırım tehdidinin aşılması

İleriye dönük olarak ABD, Yeni Delhi’nin Moskova ile ilişkileri de dahil tüm anlaşmazlık noktalarında Hindistan’a kamuoyu önünde ültimatom vermekten kaçınmalı. Yetkililer, bunun yerine ikili meseleleri özel olarak görüşmeli Hindistan’ın sadece Yeni Delhi’nin stratejik özerklik ilkesine değil, aynı zamanda Çin ve Pakistan’a karşı bölgesel savunma için S-400 ve diğer Rus sistemlerine olan ihtiyacına dayanarak Rusya ile olan ilişkisini tamamen terk etmesi pek mümkün değil. Benzer fiyatta başvurulabilir çok az alternatif var. Halihazırda Rus silahlarına olan tarihsel bağımlılığından yavaş yavaş uzaklaşmakta olan Hindistan’a yaptırım uygulanması, ülkenin Rusya ile olan ilişkisini değil, ABD ile olan ilişkisini sorgulamasına neden olur. S-400 ve diğer Rus sistemleri konusundaki yaptırımlardan feragat edilmesi, Hindistan için ABD’nin güvenilir bir ortak olduğu fikrini pekiştirecek ve bu da ülkeyi, Rusya ile olan tarihsel ilişkisinden uzaklaşmaya daha fazla teşvik edebilecek.

ABD’nin Hindistan’a dönük yaptırımlardan feragat etmesinin karşılıklı savunma ilişkilerinin gelişmesinin önünü açabileceğini gösteren emsaller mevcut. Analistler, ABD ile Hindistan arasındaki ilişkilerde dönüm noktası olarak Washington’un Hindistan’ın nükleer programına ilişkin endişelerini gideren 2005 tarihli sivil nükleer anlaşmaya işaret ediyor. Fakat 2001 yılında Washington, Hindistan’a yönelik yaptırımları kaldırmasaydı bu anlaşma olmayacaktı. Bu durum, 15 yıl süren müzakerelerin ardından 2002’de imzalanan Genel Askeri Enformasyon Güvenliği Anlaşması, 2005’te imzalanan ABD-Hindistan savunma çerçevesi ve Hindistan’ın ABD’den silah alımlarındaki artış da dahil savunma ilişkilerinin somut bir şekilde gelişmesini sağladı.

Askeri önceliğin netleştirilmesi

Ayrıca ABD, çabalarını Hindistan ile savunma ilişkilerinde Rusya’nın Hindistan için doldurmadığı boşluğu derinleştirmeye yoğunlaştırmalı ve Yeni Delhi’nin Moskova’dan uzaklaşmasını daha fazla teşvik etmeli. ABD, Hindistan’ın Rus yapımı teçhizat envanterinin tamamını ikame edemez. Ancak Yeni Delhi’nin ortaya çıkan ve gelecekteki ihtiyaçlarına dayalı Moskova’nın sağladıklarından farklı kabiliyetler sağlayabilir. Bu yüzden ABD, birlikte çalışabilirlik veya güvenlikle ilgili endişelerden kaçınarak Hindistan açısından lazım bir ortak haline gelmeli.

ABD’nin odak noktası, Hint Okyanusu’na açılan kritik geçiş noktalarında Hindistan donanmasının caydırıcılık kapasitesini oluşturmak olmalı. ABD ile Hindistan, denizde birlikte çalışabilirlik ile tamamlanmış deniz caydırıcılık kapasitesi, Hindistan’a Çin’in deniz iletişim hatları etrafındaki varlığının hem daha doğru hem de daha eksiksiz bir resmini sunacak ve Çin denizaltı araçlarına potansiyel karşılık verme seçenekleri yaratacak. Bu da Çin’in iletişim hatlarını bloke etme imkânı yaratarak Çin’in operasyonlarını daha riskli ve başarısız olma ihtimali daha yüksek duruma getirecek.

Denizaltı savunma harbi kabiliyetlerinin ortak geliştirilmesi

Denizaltı harbine yönelik kabiliyetli platformlardan oluşan bir envanterin muhafaza edilmesi çok önemli olmakla birlikte tedarikin tek başına Hint donanmasının hedeflerine ulaşmasına yardımcı olması pek mümkün değil. Amerikan teçhizatının maliyeti, Hindistan’ın ekonomik kısıtları karşısında çok yüksek ve ülke, yabancı tedarikler yerine yerli veya yerli savunma geliştirme ve üretimine öncelik veren atmanirbharta ya da kendine güven ilkesi ile daha da kısıtlanıyor. Bu kısıtlamalar, Hindistan donanmasına ayrılan bütçelerin düşük olması nedeniyle daha da ağırlaşıyor ve Yeni Delhi, bunun yerine ABD ile ortak geliştirmeye bu sebeple katılmak istiyor.

2012 yılında Hindistan ve ABD hem Amerikan hem de Hint sistemlerindeki engelleyici bürokrasiyi azaltırken ortak geliştirme ve üretime olanak sağlamayı amaçlayan Savunma Teknolojileri ve Ticaret Girişimini oluşturdu. Fakat son on yılda beklentilerin uyuşmaması nedeniyle bu girişim çok az ilgi gördü. Ancak 2021’in eylül ayında ABD ile Hindistan’ın havadan fırlatılan bir insansız hava aracını birlikte geliştirmek üzere anlaşma imzalaması, doğru yönde atılmış umut verici bir adım.

İleriye dönük olarak ABD ve Hindistan, Yeni Delhi’nin deniz caydırıcılık kapasitesini artırabilecek ortak geliştirme fırsatlarını da araştırmalı. Örneğin iki ülke büyük ya da ekstra büyük insansız denizaltı araçlarını birlikte geliştirebilir. Ne Hindistan ne de ABD bu teknolojiye sahip ama ABD, Boeing ile ABD Donanması için ekstra büyük insansız denizaltı mayın tarama araçları geliştirmek üzere sözleşme yaptı. Bu araçlar aynı zamanda gelişmiş deniz yetki alanı farkındalığı için elektronik istihbarat sensörleri taşıma kapasitesine de sahip. Kuşkusuz bu, başlatılmasından bu yana geçen on yılda sınırlı bir başarı elde eden ticaret girişimi açısından zor bir hedef. Ancak Hindistan ve ABD, bu türden ekstra büyük araçları birlikte geliştiremezlerse tespit ve takip için kullanılan elektromanyetik sensör gibi bir alt sistemi ya da batarya teknolojisi gibi bir güç kaynağını birlikte üretebilir ya da geliştirebilirler. Hindistan ile çalışan Amerikalı yetkililer, ülkenin en son teknoloji ürünü platformlar değil, uygun fiyatlı ekipmanlar aradığını unutmamalı.

Andaman Denizindeki denizaltı savunma harbi tatbikatı

ABD ve Hindistan, kritik bir tıkanma noktası olan Malakka Boğazının açıldığı Andaman Denizinde denizaltı savunma harbi odaklı çift taraflı bir tatbikatla çalışabilirliklerini de geliştirebilirler. Tatbikatın Andaman Denizinde yapılması kritik önem taşıyor, zira başarılı bir denizaltı savunma harbi büyük ölçüde harekât ortamına bağlı. Hint-Pasifik’te başka bir yerde yapılacak bir masa başı tatbikatı, ABD ve Hindistan’ın Çin’in Hint Okyanusu’nda genişlemesini izleme ve caydırma kabiliyetlerini geliştirmeye çok az katkı sağlar.

Hindistan, Singapur ile ikili tatbikatların yanı sıra Singapur, Hindistan, Tayland deniz tatbikatı ve Andaman Denizindeki MILAN gibi üçlü ve çok taraflı tatbikatlara da ev sahipliği yaptı. Fakat ABD henüz bunlara katılmadı. Hindistan da muhtemelen yeni bir ikili tatbikata, ABD’nin mevcut bir tatbikata katılmasından daha sıcak bakar zira ülke, Hint Okyanusu’nda bölge lideri olarak konumunu sürdürme konusunda hassasiyetini koruyor. ABD’nin dahli Hindistan’ın bölgedeki güvenlik tesis edici konumundan uzaklaştırma girişimi olarak algılanabilir.

ABD ile Hindistan arasındaki, anti-denizaltı harbi odaklı denizcilik işbirliğine dayanan bu güçlü savunma ilişkisi, Çin’in Hint Okyanusu’nda genişlemesini sürdürmesi halinde kritik önem taşıyacak. ABD, bunu akılda tutarak Hindistan’ın bölgedeki güvenlik tesis edici rolünü desteklemeli.

DÜNYA BASINI

The National: İsrail dijital dünyanın silahlandırılmasına öncülük ediyor

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in Lübnan’da iletişim cihazları üzerinden geçekleştirdiği saldırıların tarihsel gelişimine ışık tutuyor. Makalenin yazarı, bu saldırıların Hizbullah’ın uzun vadede dijital misillemesini tetikleyebileceği görüşünde.

***

Stuxnet’ten Gospel’e ve çağrı cihazı bombalarına kadar İsrail dijital dünyanın silahlandırılmasına öncülük ediyor

İbrahim Al-Marashi

Lübnan genelinde meydana gelen bir dizi çağrı cihazı patlaması ve ertesi gün telsizlere yönelik ikincil saldırılar çok sayıda Hizbullah mensubunun yanı sıra aralarında çocukların da bulunduğu çok sayıda sivilin ölümüne ve sakat kalmasına neden oldu. Saldırılarda aralarında İran’ın Beyrut Büyükelçisi’nin de bulunduğu binlerce kişi de yaralandı.

Genelde yabancı topraklardaki saldırıların sorumluluğunu üstlenmeyen İsrail bu saldırıları da üstlenmedi ancak Savunma Bakanı Yoav Gallant çarşamba günü yaptığı bir konuşmada Mossad’ın sabotajdaki rolüne dair güçlü işaretler verdi.

Gallant ayrıca neredeyse bir yıldır Gazze’de Hamas’la mücadele eden İsrail’in savaşta yeni bir aşamaya geçtiğini söyledi. “Ağırlık merkezi kuzeye doğru kayıyor, yani güçlerimizi, kaynaklarımızı ve enerjimizi giderek daha fazla kuzeye yönlendiriyoruz” diye ekledi.

Lübnan saldırıları İsrail’in uzak mesafeden vurma yeteneğini gösteriyor; bu da bir tür caydırıcılık sağlarken makul bir inkâr olasılığı yaratıyor ve Washington’un Başbakan Binyamin Netanyahu’ya Hizbullah’a saldırmaması yönünde baskı yaptığı bir dönemde ABD’nin tepkisinden kaçınma imkânı sunuyor. Bununla birlikte, Lübnanlı grubun da dijital dünyayı silahlandırma yeteneği var, bu da şiddet yanlısı devlet dışı aktörlerin düşmanlarına misilleme yapma ve dijital savaşı yapay zekâ alanına taşıma olasılığını artırıyor.

Son birkaç gündeki saldırılara yönelik belirsiz imalar bir yana, tarihsel örnekler, iletişimin silahlandırılmasının İsrail devletinin bir çalışma yöntemi olduğunu gösteriyor.

1972 yılında Münih Olimpiyatlarında 11 İsrailli sporcunun öldürülmesine misilleme olarak Mossad ajanları Filistinli yetkili Mahmud Hamşari’nin Paris’teki evinde telefonuna yerleştirdikleri bir patlayıcıyı infilak ettirmişlerdi. O telefon analog bir cihazdı, ancak dijital devrim İsrail için uzun mesafeli suikastları daha kolay hale getirdi. Başka bir telefon 1996 yılında silah haline getirildi; bu sefer İsrail’in iç güvenlik servisi Şin Bet, Hamas’ın bombacısı Yahya Ayyaş’ın Motorola Alpha cep telefonunu hedef aldı. Bir Filistinli işbirlikçisiyle çalışan Şin Bet, cihaza 50 gram patlayıcı yerleştirerek, Ayyaş telefonu kulağına götürdüğünde onu öldürmeyi başardı.

Son dönemde Lübnan’da yaşanan ölümler, postmodernizmin bir örneğidir; dijital kültürün, bilgiyi kolayca düzenleme olanağı sunan bir dönemin ürünü. Bilim ve teknoloji, mesafeleri neredeyse yok eden bir şekilde bilgiyi değiştirme ve kodlar üzerinden kolayca manipüle etme imkânı sağlıyor.

Countdown to Zero Day: Stuxnet and the Launch of the World’s First Digital Weapon kitabı, İsrail’in 2010 yılında Stuxnet olarak bilinen kötü amaçlı bir dijital kod ile İran’ın Natanz nükleer tesisinin bazı bölümlerini yok etme yeteneğine atıfta bulunuyor. Bir USB sürücüsüne gizlice yerleştirilen bu kod, nükleer santrifüjlerin kendilerini imha edecek kadar hızlanmasına neden oldu.

Buna karşılık, 1981’de İsrail F-15 ve F-16 uçakları, Irak’ın Osirak nükleer tesisini yok etmek için uzun mesafeler kat etmek, havada yakıt ikmali yapmak ve bombalar atmak zorundaydı; bazıları hedefi bile ıskaladı. İsrailli pilotlar vurulma veya kaza yapma riski taşıyordu ki bu, Bağdat dışındaki hedeflerine giderken telefon tellerine takılmaktan kıl payı kurtulduklarında bu risk neredeyse gerçekleşiyordu.

Stuxnet, İran’ın nükleer tesisini hedef alırken hiçbir İsrailli ajanı riske sokmadı. Bu kod, geleneksel bir bombanın aksine kolayca düzenlenebilir, bir USB sürücüsüne yüklenebilir, uzun mesafeler kat edebilir, hedefine ulaşabilir ve İsrail’in sorumluluğunu inkâr etmesine olanak sağlayabilirdi.

Binlerce haberleşme cihazına müdahale etmenin teknolojik zorluğuna rağmen, İsrail son iki gün içinde Lübnan’ın dört bir yanındaki, hatta komşu Suriye’deki hedefleri nispeten kolaylıkla vurabildi, zira bireyleri hedef almak için hiçbir ajanının orada bulunması gerekmiyordu. Bu, uzaktan kumandayla gerçekleştirilen bir suikasttı.

Caydırıcılık oluşturmak, bir düşmana zarar verebilme yeteneğini göstererek ve sinyaller vererek sağlanır. Can kaybı nispeten düşük olmasına rağmen, İsrail, Lübnan’ın egemenliğini ihlal etmek zorunda kalmadan, Hizbullah’a üyelerinin ülkelerinde hiçbir yerde güvende olmadığı mesajını verdi.

Ne yazık ki bu saldırıların bir başka etkisi daha oldu: sivillerin ontolojik güvenliğini bozdu. Bu, gündelik yaşamın düzeninden ve sürekliliğinden, hatta sıradanlığından kaynaklanan zihinsel durumu ifade eder. Elektrik kesintileri nedeniyle ülkede tıbbi çalışanlar bile çağrı cihazları kullanıyor ve her vatandaş cep telefonunun silah haline getirilip getirilmediğini merak ediyor.

Ancak caydırıcılık ölçülemez. İsrail, Hizbullah’ı caydırmak yerine, grubun misilleme yaparak itibarını koruma baskısı altında kalmasına yol açabilir. İsrail’in 1970’lerde bölgeye getirdiği ve temmuz ayında İsrail’i uzun mesafeli bir insansız hava aracıyla doğrudan vuran Husiler de dahil düşmanları arasında yaygınlaşmasına neden olan insansız hava aracı teknolojisinden ders alması gerekirdi.

Ortadoğu’da insansız hava araçlarını ilk kez 1973 yılında İsrail kullanmış ve bölgede bu konuda tekel olmuştu. Ancak Beyrut Amerikan Üniversitesi profesörü Rami Khouri’nin bir keresinde insansız hava araçları konusunda dünyanın en önde gelen uzmanı Peter W Singer’a söylediği gibi “İHA’lara verilecek yanıt kendi İHA’larınızı elde etmektir. Onlar sadece savaş araçlarıdır. Her araç bir karşı tepki doğurur.” Nitekim, 2024’e gelindiğinde Hizbullah, İHA’larının İsrail’in egemenliğini ihlal ettiğini ve Hayfa kentine ulaştığını gösteren videolar yayımladı.

Yapay zekâ destekli İHA’ların kullanılıp kullanılmadığı belirsiz olsa da İsrail’in Gazze’deki askeri harekâtı için Gospel adlı bir yapay zeka programını hedef belirlemek amacıyla kullandığı biliniyor.

Dijital alanın silah haline getirilmesiyle birlikte Hizbullah misilleme yapma ihtiyacı hissedecektir. Ancak bu misillemenin İsrail’in önleyebileceği kaba bir roket ya da füze saldırısı olması pek olası değil. Grup, kendi dijital zaferini kazanmak için uzun vadeli bir strateji izleyebilir ve belki de bu hedefe ulaşmak için yapay zekayı silahlandırma yoluna başvurabilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Baldwin’in 45 yıl öncesinden seslenen mektubu: İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: 20. yüzyılda, ABD’deki siyah hakları için kafasıyla ve vücuduyla mücadele edenleri saymaya kalksak, James Baldwin bunlar arasında nadide bir yerde duracaktır. O medeni haklar hareketi, siyahların ötesinde, dünyadaki tüm ezilenlerle de kendilerini aynı yerde görmüş ve “canavarın ağzında”, ABD’de mücadele etmenin bilinciyle kendilerini aynı davanın bir parçası olarak hissetmişlerdi. Öyle ki, İkinci Dünya Savaşı bitiminde, ezilen bir siyah, ataları kölelik zulmünü, plantasyonları görmüş bir siyah, “bir zenci”, demişti, “kendini Yahudi ile özdeşleştirir.” Aynı Baldwin’in, 1961’de İsrail’e gidince, Arapların Yahudiler tarafından “kontrol edildiğini” ve “mülksüzleştirildiğini” görerek İsrail devletine karşı tutum almaya başlaması da bu nedenle şaşırtıcı değildir. Baldwin, İsrail devletinin şahsında, acılı Yahudi halkının kurtuluşunu değil, batılı sömürgecilerin koçbaşını görüyordu. Dolayısıyla ezilen siyahların kendini özdeşleştirdiği “kimlik”, tersine dönüyordu: Baldwin, Amerika’da Yahudiyi, beyaz adam olarak teşhis ediyor ve yeni siyasetini buna göre düzenliyordu. İsrail, Avrupa’nın “suçlu Hıristiyan vicdanı” ile Filistinlilere çektirdiği acının adıydı. Aşağıdaki mektup da, dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’ın, BM Büyükelçisi Andrew Young’ı Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) temsilcisiyle görüştüğü için kovmasına yönelik öfkesinin bir ürünüdür. Mektup, yayınlandığı andan itibaren büyük tartışma yaratmıştı. Malum antisemitizm suçlamalarına Baldwin’in ironiyle verdiği cevap ise, “siyahların antibeyaz oldukları için antisemitik de oldukları” yönündeydi. The Nation, tam 45 yıl sonra, Baldwin’in mektubunu yeniden yayınladı.


Yeniden Doğmuşlara Açık Mektup

James Baldwin
The Nation
29 Eylül 1979

Bu makale ilk olarak The Nation dergisinin 29 Eylül 1979 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Andrew Young’la tanışmadan önce Martin Luther King Jr. ile tanışmıştım. Andy ile tanışmamızın Martin sayesinde olduğunu biliyorum. Andy bana göre Martin’in “sağ kolu” idi, kendisini öyle tanımladığı için değil. O oradaydı, kesinlikle oradaydı. Neler olduğunu gördü. Bildiklerini bilme ve gördüklerini görme sorumluluğunu kendi üzerine aldı. Andy’nin kendisini tanımlamaya çalıştığını sadece bir kez duydum: o da benimle ilgili bir şeyi bir başkasına açıklamaya çalışırken. Böylece, bir akşam, Hıristiyan ibadetinin onun için ne anlama geldiğini öğrendim. Bunu biraz açıklayayım.

Metin Matta İncilinden, 25:40: En basit kardeşlerimden biri için yaptıklarınızı, benim için yapmış oldunuz.

Batı dünyasına iletmem gereken haberler olduğu için yorucu ve sıkıcı olmaktan uzak bir konumdayım – örneğin: siyah, köle ile eşanlamlı değildir. Size tavsiyem, bu çarpıcı, hantal ve istenmeyen mesaja karşı kendinizi savunmaya kalkışmayın. Bunu tekrar duyacaksınız: gerçekten de Batı dünyasının bundan sonra duyacağı tek mesaj bu olacaktır.

Bunu biraz sert bir üslupla ifade ediyorum çünkü gerekli ve çünkü şimdi bir kölenin torunu, yeniden doğmuş bir Hıristiyan’ın soyundan gelen biri olarak konuşuyorum. Countee Cullen’ın dediği gibi, benim ihtidam pahalıya mal oldu / Ben İsa Mesih’e aitim. Ayrıca Müjde’nin eski bir hizmetkârı ve dolayısıyla yeniden doğanlardan biri olarak konuşuyorum. Bana açları doyurmam, çıplakları giydirmem ve hapistekileri ziyaret etmem emredilmişti. Gençliğimden ve babamın evinden çok uzaktayım ama bu talimatları unutmadım ve asla unutmamam için ruhumla dua ediyorum. Bugün kendilerini “yeniden doğmuş” olarak adlandıran insanlar, dünyanın en zengin, en seçkin özel kulübünün, Celileli adamın girmeyi umamayacağı ya da istemeyeceği bir kulübün üyeleri haline gelmişlerdir.

En basit kardeşlerimden biri için yaptıklarınızı, benim için yapmış oldunuz. Bu zor bir söz. Bununla yaşamak zor. Birbirimize karşı sorumluluğumuzun acımasız bir tanımı. İnsanın ahlaki seçimini yaptığı o sert ışık. Batı dünyasının ahlaki seçim diye bir şeyin var olduğunu unutmuş olması, benim tarihim, bedenim ve ruhum için bir ibret vesikasıdır. Dünyanın en ünlü yeniden doğmuş Hıristiyan’ının Bay Andrew Young’ı içine atmayı başardığı çıkmaz da öyle.

Batı dünyasının “enerji” krizi olarak adlandırdığı şeyin, piyasaları artık kontrol edemediğinizde, sömürgelerinize zincirlendiğinizde (tam tersi yerine), köleleriniz tükendiğinde (ve hâlâ sahip olduğunuzu düşündüklerinize güvenemediğinizde) neler yaşandığını, titizlikle düşündüğünüzde Deniz Piyadelerini ya da Kraliyet Donanmasını herhangi bir yere gönderemeyeceğinizi ya da küresel bir savaşı göze alamayacağınızı, müttefikiniz olmadığını, sadece iş ortaklarınız ya da “uydularınız” olduğunu ve herhangi bir yerde, herhangi birine verdiğiniz her sözü tutmadığınızı beceriksizce gizlediği bariz gerçekler olduğunun üzerinde fazla durmayalım. Neden bahsettiğimi biliyorum: büyükbabam vaat edilen “kırk dönümlük araziyi ve bir katırı” asla alamadı, o soykırımdan kurtulan Kızılderililer ya rezervasyonlarda ya da sokaklarda ölüyorlar ve Birleşik Devletler ile Kızılderililer arasında yapılan tek bir antlaşmaya bile uyulmadı. Bu büyük bir rekor.

Yahudiler ve Filistinliler verilen sözlerin tutulmadığını bilirler. Balfour Deklarasyonundan bu yana (I. Dünya Savaşı sırasında) Filistin beş İngiliz mandası altındaydı ve İngiltere hangi atın önde göründüğüne bağlı olarak toprakları Araplara ya da Yahudilere vaat etti. Siyonistler –Yahudi olarak bilinen insanlardan farklı olarak– birinin deyimiyle “mevcut siyasi mekanizmayı”, yani sömürgeciliği, örneğin İngiliz İmparatorluğunu kullanarak İngilizlere, bölgenin kendilerine verilmesi halinde İngiliz İmparatorluğunun sonsuza kadar güvende olacağı sözünü verdiler.

Fakat kimse Yahudileri umursamıyordu ve Yahudi olmayan Siyonistlerin sıklıkla antisemitik olduğunu gözlemlemek ilginçtir. Siyah köleleri Liberya’ya (Firestone Kauçuk Fabrikası için hâlâ köle olarak çalıştıkları yere) göndermekten sorumlu olan beyaz Amerikalılar bunu onları özgür bırakmak için yapmadılar. Onları adam yerine koymuyor ve onlardan kurtulmak istiyorlardı. Lincoln’ün niyeti köleleri “özgürleştirmek” değil, kölelerine “kaçmaları” için bir neden vererek Konfederasyon Hükümetinin “istikrarını bozmaktı.” Özgürlük Bildirisi, tam olarak, henüz bir Birlik olarak teminat altına alınamayan bir ülkenin Başkanının yetkisi altında olmayan köleleri serbest bıraktı.

Örneğin Franco’nun İspanya’sı ile İspanyol Engizisyonu; Hıristiyan kilisesinin ya da daha açık bir ifadeyle Katolik Kilisesi’nin Avrupa tarihindeki rolü ile Yahudilerin kaderi; Yahudilerin Hıristiyan dünyasındaki rolü ile Amerika’nın keşfi arasındaki bağlantıyı kimsenin kuramaması beni her zaman hayrete düşürmüştür. Çünkü Amerika’nın keşfi, Engizisyon ve Yahudilerin İspanya’dan kovulmasıyla aynı döneme denk gelmiştir. Hiçkimse Venedik Taciri ile Tefeci(*) arasındaki bağı görmüyor mu? Bu iki eserde de, sanki zaman hiç geçmemiş gibi, Yahudi, Hıristiyan’ın çıkar amaçlı pis işlerini yapıyor olarak tasvir edilir. Gördüğüm ilk beyaz adam kirayı tahsil etmek için gelen Yahudi yöneticiydi ve binanın sahibi olmadığı için kirayı o tahsil ediyordu. Aslında, yetişkin ve ünlü bir adam olana kadar, içinde uzun süre temizlik yaptığımız ve acı çektiğimiz binaların sahiplerinden hiçbirini görmedim. Hiçbiri Yahudi değildi.

Ve aptal değildim: örneğin bakkal ve eczacı Yahudiydi ve bana ve bize karşı çok çok iyiydiler. Polisler beyazdı. Şehir beyazdı. Tehdit beyazdı ve Tanrı da beyazdı. Hayatımda bir an bile “İsa’yı Yahudiler öldürdü” gibi aşağılık ve korkakça bir suçlama yankılanmadı. Bir katili gördüğümde tanırdım ve beni öldürmeye çalışan insanlar Yahudi değildi.

Fakat İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı; Batının çıkarlarının kurtuluşu için kuruldu. Artık netleşen şey budur (benim için her zaman net olduğunu söylemeliyim). Filistinliler otuz yılı aşkın bir süredir İngiliz sömürgeciliğinin “böl ve yönet” politikasının ve Avrupa’nın suçlu Hıristiyan vicdanının bedelini ödüyorlar.

Nihayet: Avrupa’nın olanca kibriyle Orta Doğu (Avrupa ne anlar ki? Hindistan’a bir geçit bulmakta bu kadar başarısız olduktan sonra) olarak adlandırdığı yerde Filistinlilerle muhatap olmadan barışı kurmak katiyen –tekrar: katiyen– umut edilemez. İran Şahı’nın çöküşü sadece dindar Carter’ın “insan hakları” konusundaki endişelerinin derinliğini ortaya çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’e kimin petrol ve İsrail’in kime silah sağladığını da ortaya çıkardı. Hecelemek gerekirse, bu beyaz Güney Afrika idi.

Pekâlâ. Yahudi, Amerika’da beyaz bir adamdır. Öyle olmak zorunda, çünkü ben siyah bir adamım ve onun varsaydığı gibi, onu Amerika’ya sürükleyen kadere karşı tek korumasıyım. Ama hâlâ Hıristiyanların kirli işlerini yapıyor ve siyahlar bunu biliyor.

Arkadaşım Bay Andrew Young, muazzam bir sevgi ve cesaretle ve sessiz, kusursuz, tarif edilemez bir asaletle, bir soykırımı önlemeye çalıştı ve ben onu korkakların ihanetine uğramış bir kahraman olarak ilan ediyorum.


(*) Tefeci (The Pawnbroker) Sidney Lumet’in 1964 yapımı filmi. Filmde Rod Steiger, Doğu Harlem’de küçük bir rehinci dükkânı işleten, Holokost’tan sağ kurtulan bir Alman-Yahudi’yi canlandırır ve çaresiz müşterilerle olan günlük etkileşimleri ile gitgide kararan bir kişi haline gelir. (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Wolfgang Streeck: Kapitalizm evcilleştirilmelidir

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz mülakat, kapitalizm üzerine araştırmalarıyla bilinen sosyolog Wolfgang Streeck ile Die Zeit’te yapılmış ve Thomas Fazi tarafından İngilizceye çevirmişti (her nedense, Fazi bu mülakatı yayınladığı sayfayı yayından kaldırmış). Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) “entelektüel beyni” olarak da görülen Streeck, eşitlikçi dünya görüşünü bir tür refah devleti savunusu (veya nostaljisi?) ile birleştiriyor ve demokratik bir yenilenme için ulus-devlet ölçeğine dönmeyi (veya o ölçeği yeniden kazanmayı) vaaz ediyor. Streeck’in BSW’den asgari beklentisi, kapitalizmin altın çağında, kapitalizmi de evcilleştiren dayanışma mekanizmalarının ortadan kalkmasının ardından, yeni dayanışma mekanizmalarını başka bir düzlemde yeniden kurmasından ibaret görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


“Kapitalizm evcilleştirilmelidir”

Wolfgang Streeck’in Die Zeit için Lars Weisbrod’a verdiği röportajın İngilizce çevirisi. [Orijinal röportaj]

Wolfgang Streeck, Köln’deki Max Planck Toplum Araştırmaları Enstitüsü’nün emeritus direktörü olan Alman sosyolog ve politik iktisatçıdır. Streeck’in çalışmaları kapitalizm ve demokrasi arasındaki gerilimlere, özellikle de iktisadi sistemlerin toplumsal ve siyasi yapıları nasıl etkilediğine odaklanmaktadır. Önemli kitapları arasında  neoliberal politikaların uzun vadeli sonuçlarını incelediği Buying Time: The Delayed Crisis of Democratic Capitalism [Zaman Kazanmak: Demokratik Kapitalizmin Ertelenmiş Krizi] yer almaktadır. Streeck, gelişmiş ekonomilerde kapitalizmin geleceğine ilişkin tartışmalara yaptığı katkılarla tanınmaktadır.

Zeit: Şu anda ne düşünüyorsunuz, Bay Streeck?

Wolfgang Streeck: On yıllardır politik iktisat üzerine çalışan benim gibi biri, bugün, toplumlara bakış açımızın uzun zamandır sınırlı olduğunu, çünkü genellikle ulusal toplumlarla uğraştığımız gerçeğini göz ardı ettiğimizi fark etmekten kendini alamıyor. Örneğin demokratik kapitalizmin tarihi, ancak tek tek ulusal toplumlar ile küresel toplum arasındaki bağlantıları incelediğimizde anlaşılabilir.

Zeit: Sahra Wagenknecht’in siyaseti üzerinde önemli bir entelektüel etkiye sahip olduğunuz düşünülüyor. Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) Saksonya ve Thüringen’deki başarısından memnun musunuz?

Streeck: Tanrım, nadiren memnun oluyorum ama büyük bir sempati ile bakıyorum. Alman siyasi sisteminin krizi yadsınamaz ve bu sadece Almanya’ya özgü bir olgu olmayıp tüm Batılı kapitalist toplumlarda gözlemlenebilir: merkezin çöküşü, sosyal demokrasinin gerilemesi ve daha önce yerleşik parti yelpazesinde yeri olmayan çıkar ve değerleri temsil eden yeni partilerin ortaya çıkışı. Bu genellikle bir çürüme süreci olarak tanımlanır, en azından eski partilerin perspektifinden bakıldığında bu şekilde görülebilir. Fakat demokrasiyi vatandaşların farklı deneyimlerine yer veren, bu deneyimleri ifade etmelerine ve siyasete taşımalarına olanak tanıyan bir kurum olarak anlıyorsanız, bunu bir demokratik yenilenme süreci olarak da tanımlayabilirsiniz. Bu yeni partilerin birçoğu gerçekten de hiç sempatik değil: örneğin Trump ve Hollanda, İtalya, Fransa’daki benzerleri. Fakat demokrasiyi başarısız siyasi elitleri oylama fırsatı olarak anlıyorsanız, o zaman yine de şunu kabul edebilirsiniz: evet, demokrasi seçmenlerin iradesinin bu tür bir şekilde ifade edilmesi için vardır.

Zeit: Fakat bu sağcı popülist partiler antidemokratik hedefleri takip ediyor.

Streeck: Evet, eğer demokrasiyi birbirimize iyi davranmak, Habermasçı bir söylem kültürünü sürdürmek ya da başkalarının sahip olmadığı bazı değerlere sahip çıkmak olarak tanımlıyorsanız, bu tanıma göre bu yeni partiler kesinlikle demokrat değildir. Fakat seçimlerle ilgili yorumlarda yeterince tartışılmayan bir konu, bu iki federal eyalette seçime katılımın yaklaşık yüzde on puan artmış olmasıdır. Bu sansasyonel bir durum, zira seçimlere katılım sürekli olarak düşmekteydi. İnsanların bu seçimleri yeniden ciddiye almaya başlaması, bir demokrasi destekçisi olarak benim kötü olarak görmediğim bir şey. Özellikle de Wagenknecht’in partisi daha önce oy kullanmayan seçmenleri harekete geçirdi. Ayrıca tüm bu merkezci mobilizasyon çabalarının –çoğunluğu yüz binlerle ifade edilen duyarlı insanların sokaklara döküldüğü bu gösterilerin– AfD’nin sonuçları üzerinde gözle görülür bir etkisi olmadığı da ortaya çıktı. Bu da benim merkezci endoktrinasyon olarak adlandırdığım şeye karşı nüfusun bazı kesimlerinde ilginç bir direnç olduğunu gösteriyor. Merkezci siyasetin bariz sorunlarını bir cephe yaratarak örtbas etmeye çalışan bir endoktrinasyon: “Biz, demokratlar, otoriterliğe karşıyız!” Bu arada, kendinden menkul demokratik güçler altyapının çürümesinden, eğitim sisteminin sefaletinden, okullardan, kreş eksikliğinden, demiryollarından, 1960’lar ve 1970’lerden kalma fiziksel ve kurumsal altyapının çöküşünden sorumludur; buna bir de göçmen politikasını ekleyin. Merkez, bu sorunlar karşısında durmakta ve bu konuda nasıl hiçbir şey yapılamadığına hayret etmektedir. Ve sonra bu harekete geçememe durumu, sözde popülistler tarafından verilen sözde basit cevapların aksine, karmaşık sorunlara karmaşık bir yanıt olarak ilan ediliyor.

Zeit: BSW ile kişisel bir ilişkiniz var mı?

Streeck: Ben bir sempatizanım, ama aynı zamanda 78 yaşındayım ve çok sabırsız olduğum için artık parti toplantılarına katılamıyorum. Aktif bir üye değilim. Fakat son yıllarda yazdıklarımın çoğunun parti çevrelerinde kabul gördüğünü görüyorum ve bence bu iyi bir şey. Yeniden siyasi sorumluluk alabileceğimiz bir yere ihtiyacımız var ve bu yer de ancak demokratik ulus-devlet olabilir. Dahası, Almanya’da sorulması gereken önemli sorular şu anda sadece marjlardan gelebilir; CDU, SPD veya [FDP’li Christian] Lindner’den  gelemez. Fakat Wagenknecht gibi kendi metinlerini yazarak kendini diğerlerinden ayıran bir siyasetçi bunu yapabilir.

Zeit: Az önce birçok siyasi sorunu sıraladınız ve ardından göç konusunu eklediniz. Ama Solingen’deki saldırıdan bu yana asıl mesele bu değil mi?

Streeck: Sorun sadece insanların festivallerde bıçaklanmak istememesi değildir. Toplumlar kendilerini, yeni gelenlerin de benimsemesini bekledikleri önceki anlayış ve anlaşmalarla tanımlarlar. Ve burada, Avrupa toplumları artık büyük ölçekli göçle nasıl başa çıkacakları konusunda hiçbir fikre sahip değil. İnsanları nasıl entegre edersiniz, gettoların oluşmasını nasıl engellersiniz? Bizler “Habermasçı insanlar” değiliz; ortak bir anayasanın dayanıksız temeli üzerinde sosyalleşmiyoruz, fakat tabiri caizse, belirgin görünümleri güveni teşvik eden gelenek ve görenekler var. Ayrıca, göç koşulları altında ortaya çıkan yabancılaşma etkisinin siyasi olarak yönetilebilir olması gerekir; bunun için bir şeyler bulmalısınız. İnsanları ırkçı olmamaları konusunda uyarmakla yetinemezsiniz. Bu ülkedeki göçmenlerin büyük çoğunluğunun toplumun merkezine girmeyi başarmasını sağlamak zorundasınız. Çünkü bunu başaramayanlar, bu topluma karşı siyasi açıdan verimsiz ve tehlikeli hınçlar biriktiriyor.

Zeit: Siz ve Wagenknecht kendinizi kapitalizm eleştirmeni olarak görmeye devam ediyorsunuz. O halde bu tür kültüralist kategorilere başvurmak tuhaf değil mi? Rekabetçi bir toplumun zorunlu olarak ürettiği kaybedenlerin şehrin bazı bölgelerinde varlıklarını sürdürmelerine yol açan iktisadi nedenler vardır. Bunun kültürel farklılıklarla hiçbir ilgisi yoktur.

Streeck: “Kapitalizm eleştirmeni” terimine katılmıyorum. Ben bir kapitalizm teorisyeniyim. Kapitalizm eleştirisinin sosyolojik, tarihsel ve siyaset bilimi geleneğini, kapitalizmin sürekli değişen biçimiyle neyle ilgili olduğunu anlamak istediğim anlamında ciddiye alıyorum. Mesele sadece belirli insanların rekabetçi bir ortamda kaybetmeleri değil, bu konuda bir şeyler yapabilecek kaynakların ortaya çıktığı bir yaşam bağlamında var olup olmadıklarıdır. Sosyalleşme ve eğer böyle adlandırmak isterseniz, sömürü kolayca birbirinden ayrılamaz. Kapitalizmde siyaset aynı zamanda onun yaratıcı yıkıcı gücünü kontrol altına alma girişimidir ve bunun ön koşullarından biri dayanışmadır. Fakat dayanışma koşulları artık karşılanmıyorsa, o zaman kapitalizm evcilleştirilemez. Ve evcilleştirilmelidir, aksi takdirde cinayet ve adam öldürme hüküm sürecektir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilen dayanışma kaynaklarının çoğu –güçlü sendikalar veya kitlesel siyasi partiler gibi– neoliberal yıllarda temelden zayıfladı. Kitlesel siyasi partiler üye kaybediyor, reklam profesyonellerinden –ya da ısıtma uzmanlarından (Almanya’nın tartışmalı ısıtma yasasınabir gönderme)– oluşan bir çekirdeğe doğru küçülüyor. Geriye kalan yerel dayanışma toplulukları göçmenleri entegre etmeyi başarmalı ve ardından birlikte mücadele etmelidir. Bugün federal düzeyde bile sözde göçmen kökenli insanlardan çok güçlü bir şekilde etkilenen IG Metall gibi iyi örnekler her zaman vardır. Fakat tüm bunların öğrenilmesi ve inşa edilmesi gerekiyor ve hiçbir şekilde bir gecede gerçekleşemez.

Zeit: Bunun için neden Sahra Wagenknecht İttifakı’na ihtiyacınız var? CDU’da da benzer şekilde göçe şüpheyle yaklaşan pozisyonlar bulabilirsiniz.

Streeck: Çünkü doğru sorular sorulmalı ve çünkü sorulara boş cevaplar verilmemesini sağlamalısınız. Parlamento ne için vardır? Kürsünün arkasında hükümetin hayatını zorlaştıracak kadar bilgili insanların olması içindir. AfD bunu yapamaz; sadece kızgınlıklara hitap eder. Başka bir örnek vermek gerekirse, göç politikasının yanı sıra: dış politikamız hakkında gerçek bir tartışma nerede yapılıyor? BSW dışında doğru soruları kim soruyor? Şansölye bir basın toplantısında 2026’dan itibaren Almanya’da nükleer kapasiteli orta menzilli Amerikan füzelerinin konuşlandırılacağından bahsediyor. Arkasından hiçbir tartışma gelmiyor. Aslında bu, Avrupa’nın güvenlik mimarisinde benzersiz bir değişiklik. Bunu istiyor muyuz? BSW parlamentoda bu tür soruları gündeme getirmeyi başarabilir ve böylece bu sorulardan artık kaçınılamaz. Amaç, eski merkezin üstünü örtmeye, piyasaya bırakmaya veya Brüksel’e kaydırmaya çalıştığı gerçek sorunları ele almak için ulusal siyasi arenayı geri kazanmaktır. Belki de yeniden canlanan demokratik bir kamusal alanda duyarlı bir devleti yeniden tesis etmeyi başaracaktır. Her şey burada başlar; demokrasinin dayandığı kaynak budur. “Otoriterlere karşı demokratlar” gösterileriyle gerçek soruların üstünü örterek bu kaynağın kasıtlı olarak etkisizleştirilmesi, kasıtlı olarak altını oymaktadır. O zaman resmi sözde söylem şu hale gelir: “Wagenknecht milliyetçidir!” Evet, başka ne olabilir ki, ulus-devletlerimiz var ve nihayetinde bu, bir toplum olarak çıkarlarımızı formüle etmek ve savunmak için potansiyel olarak etkili tek aracımız.

Zeit: Liberalizm ve kapitalizm de sağ tarafından özenle teorize ediliyor ve eleştiriliyor. Sizin pozisyonunuzu muhafazakâr ya da gerici bir pozisyondan ayıran nedir?

Streeck: En önemli hocam New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Amitai Etzioni adında bir adamdı. Sosyologların sosyoloğuydu. İlginç bir hayatı vardı. Köln’de doğmuş, İsrail’de bir kibbutzda büyümüş, Martin Buber’in öğrencisi olmuş ve doktorasını Berkeley, Kaliforniya’da yapmıştı. Etzioni daha sonra komüniteryanizmin mucidi olarak kabul edildi. Bu teori, Etzioni’nin toplumlar arasındaki yaşam deneyimini ve belirli topluluklarla olan bağlantısını bir araya getirmiştir. Örneğin kibbutz onu hiç terk etmedi. Deneyimleri, insanların bir topluluğa entegre olamazlarsa ve kendilerini diğer gruplardan ayıran bir ortaklık duygusu geliştiremezlerse yaşayamayacakları yönündeydi. Fakat aynı zamanda insanlar, herkesin eşit derecede insan olduğu bir bağlama uyum sağlamaya da muhtaçtır. Bu, Habermasçı evrenselcilerde ortaya çıkan ve insan topluluklarının aslında ahlaki açıdan meşru tek bir insan topluluğu olan bir bütün olarak insanlık olana kadar daha da yukarılara çekildiği aşırı seyreltmeye bir alternatiftir. Etzioni’nin komüniteryanizmi böyle bir kavramın sosyolojik olmadığını ve bu nedenle de başarısız olmaya mahkum olduğunu anlamıştır. Günümüz koşullarında sorun bana, gerçekte sadece depolitizasyon ve teknokrasi anlamına gelen bir evrenselciliğin nasıl daha da ilerletileceği değil, gerçek “çeşitliliğin” kendi evinde olduğu taban denilen şeye nasıl biraz daha inileceği gibi görünüyor. İnsanlar içinde yaşadıkları somut topluluklarda kendilerini nasıl güçlendirebilirler?

Zeit: Eğer durum buysa, neden AfD’yi ve Björn Höcke’yi desteklemiyorsunuz?

Streeck: Aman Tanrım. Höcke ve takipçilerinin tek bir tutarlı düşüncesini bile bilmiyorum. Hepsi alaycı sembolik provokasyonlardan ibaret. Ama bir şekilde muhafazakâr olsaydı bile, onunla hiçbir işim olmazdı. Sağ muhafazakârlar doğal bir hiyerarşiye, daha iyi olanların daha az iyi olanlara ne yapmaları gerektiğini söylemek için orada olduğu bir dünyaya inanırlar. Fakat ben din değiştirmemiş bir eşitlikçiyim: tüm insanlar eşit değerdedir. Dahası, sağcı muhafazakârlar bu dünyada barış olamayacağına inanırlar: Schmittçi varoluşsal düşmanlar vardır ve ancak onların yaşamasına izin vermezsek yaşayabiliriz. Bu sonuncusu, Amerikan neoconlarının ve dışişleri bakanımız da dahil olmak üzere Avrupalı NATO muhafazakârlarının ana teması haline gelmiştir.

Zeit: Annalena Baerbock’u Höcke ile mi kıyaslıyorsunuz?

Streeck: Eğer bu savaşın ancak Putin’i Lahey’e teslim ettiğimizde sona erebileceğini söylüyorsanız, bu nihai zafer anlamına gelir: Alman tankları Moskova’da. Ben de bunu tekrar düşünmemiz gerektiğini söylüyorum.

Zeit: Bu retoriğe eleştirel bir gözle bakabilirsiniz, fakat aslında bu evrenselci değerler adına bir taleptir – Schmittçi düşman düşüncesi adına değil. Tam tersi: tikelci, cemaatçi konumunuz aslında kendinizden farklı bir düşmanın varlığına dayanıyor.

Streeck: Of, hadi ama. Dünyada başkalarının da olduğu gerçeği, başa çıkmamız gereken bir gerçektir. Onları sevmek zorunda değilsiniz ama onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek zorundasınız. Etzioni’ye geri dönecek olursak: dünya topluluklardan oluşur ve siyasetin görevi, şans ve beceri ile bunları mümkün olduğunca iyi bir şekilde topluluklar topluluğu olarak organize etmektir; bu arada, bu oldukça orijinal olmayan bir şekilde Birleşmiş Milletler Şartı’nda yazılmıştır. Bir kez daha, herhangi bir sağcı gruba katılmamın neden imkansız olduğunu anlıyorum: aşağı yukarı hepsi, doğal olarak ait oldukları bir azınlığın çoğunluğa ne yapması gerektiğini söyleme hakkına sahip olduğu varsayılan elitist bir dünya görüşüne bağlılar. Ben bunu destekleyemem; ben son derece eşitlikçiyim. Benim için her insanın yaşam deneyimi eşit derecede değerlidir, işte bu nedenle bir demokraside, Nobel Ödülü sahibi olsun ya da olmasın, herkesin lise notlarına göre ağırlıklandırılmamış tam olarak bir oyu ve yalnızca bir oyu vardır. Buna karşı çıkan biri benim arkadaşım olamaz. BSW ile ilgili olarak: siyasi hareketleri kültürel olarak özgürlükçü veya muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici veya liberal olmak üzere iki boyutta kategorize edebilirsiniz. Bu dört çeyrek oluşturur ve bunlardan üçü doludur. Dördüncü çeyrek, kültürel olarak muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici, şimdiye kadar işgal edilmemiştir. BSW’nin kalıcı olarak yerleşebileceği ve benim de kendimi rahat hissettiğim yer burasıdır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English