Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Rusya’da “Liberal yurtseverler” ülkeye ne söylüyorlar?

Yayınlanma

Yuriy Granin, Rusya Bilimler Akademisi Felsefe Enstitüsü’nden; ayrıca Medya Sanayisi Akademisi Tarih ve Felsefe Kürsüsü Başkanı, felsefe doktoru. Aşağıdaki yazısı, Svobodnaya Mısl’ın ocak ayı sayısında yayınlandı.

Granin yazısında hiç de Türkiye’de bilinmeyen şeyleri söylemiyor aslında. Ama gene de anlattıkları çarpıcı; zira liberal muhalefetin gerçekte düpedüz yıkıcı bir güç olduğunu, arkasında kaçınılmaz olarak yıkımdan menfaat umanların beklentileri ve desteği bulunduğunu Rusya örneğinde yeterince açıklıkla anlatıyor. Bu yıkım, Rusya’nın muazzam kaynaklarını yağmalamayı amaçlıyor. Böyle bir durumda çağdaşlık mücadelesi anlatısı yeniden formüle edilmeli; çağdaşlık, bağımsızlık ve egemenlikle çelişemez.

Bu çok uzun yazıyı mümkün olduğunca kısaltarak çeviriyorum.

* * *

“Rusya’nın muhteşem geleceği…” “Liberal yurtseverler” ülkeye ne söylüyorlar?

Yuriy Granin

Rusya’dan 2013’te ayrılan, zamanında (Boris Nemtsov ile birlikte) “sistem-dışı muhalefetin” liberal kanadının lideri olarak tanınan Garri Kasparov, Rusya’da ve yurtdışında çoktandır New York’taki “İnsan Haklarını Savunma Vakfı” Uluslararası Konseyi Başkanı sıfatıyla meşhur. Çok daha genç olan Leonid Volkov ise uzun zaman şefi Aleksey Navalnıy’ın gölgesinde kaldı. Bu yetenekli bilişim uzmanı, Navalnıy’ın Yolsuzlukla Mücadele Vakfı’nda (FBK) başrole, “akıllı oy” sitesindeki çalışmalarından sonra yükseldi. … Volkov, 2019 yazında FBK’ya karşı ceza kanununun “para aklamayla” ilgili maddesinden ceza davası açılmasından sonra Rusya’dan ayrıldı; BDT ülkelerinde aranır duruma düştü, şu anda da yurtdışında yaşıyor. Fiilen, Navalnıy’ın FBK’sının yurtdışındaki gayriresmi yöneticisi.

“Sistem-dışı muhalefetin” liberal kanadının büyük kısmı göç etti. Ama bu kanat kendini hiçbir zaman tek bir bütün olarak sunmamıştı; Rusya’nın bugünü ve geleceğiyle ilgili pek çok ilkesel meselede kendi içinde ayrılıyor. Fiilen, (B. Nemtsov’un ölümünden sonra) kalan en önde gelen iki liberal olan Kasparov ve Navalnıy arasında amansız bir mücadele oldu; mücadelenin konusu “en aziz şey”, yani batılı sponsorların mali ve diğer kaynaklarına öncelikli erişimdi. “Sponsorlar” her ikisini de gayet iyi beslemelerine rağmen 2017’ye kadar yabancı pastasının kırıntılarının büyük bölümü “büyük ustaya” düşüyordu. 2018’deki başkanlık seçimlerinden ve 2019-2020’deki yerel seçimlerden sonra durum değişti. Bu sırada Navalnıy ve Volkov youtube kanalı, birkaç telegram kanalı ve “Navalnıy” adlı mobil uygulamalarını oluşturdular, 81 bölgesel karargâh kurdular ve en önemlisi de yaklaşık 200 bin gönüllü toplamayı başardılar. …

Bugün, Volkov açıkça Rusya’da çok sayıda “uyuyan hücresi” olduğunu söylese bile Navalnıy’ın siyasi örgütlenmesi kısmen yıkılmış durumda, siyasi aktivistler de batıya göçtüler. Böyle bir durumda sürgündeki liberal muhalefetin birleşmesi meselesi yeni bir güncellik kazandı. Ortak eylem planı meselesi de tekrar ortaya çıktı; bu program bağlamında gelecekteki (muhaliflerin beklediği, Rusya’nın Ukrayna’da yenilgisinden sonraki) “yeni Rusya”ya dair görüş kilit bir yer tutuyor. FBK’nın inisiyatifiyle 26 Haziran 2022’de Kasparov ve Volkov arasında kamuoyuna açık yapılan tartışma da bununla ilgiliydi. …

Birbirine de muhalif bu iki “demokrat”, moderatör Aleksandr Puşçayev’in dediğine göre “Putin’e karşı birleşebilmek için” toplandılar ve Rusya’da mevcut siyasi sistemin ve Rusya’nın Ukrayna’daki özel askeri harekâtının değerlendirmesinde kayıtsız şartsız karşılıklı mutabık kaldılar. Onlara göre bu, “Putin’in tek adam iktidarının faşist rejimidir”; bu rejim onların hayalinde Kırım ve Donbass’ın geri verileceği “Ukrayna’nın haklı savaştaki zaferinden” sonra yıkılacak. Batının Ukrayna’ya askeri ve ekonomik yardımındaki, keza Rusya’ya karşı uluslararası yaptırımların ölçeğindeki katlanan artış, Kasparov ve Volkov’un düşüncesine göre, bu süreci geri dönülmez kılacak; onların temsil ettiği muhalefetin “enformasyon cephesindeki” zaferinin neticesinde kamuoyunun görüşündeki değişiklik Rusya Federasyonu’nun yaklaşan dezentegrasyonu meşrulaştırıyor. …

Volkov: “Barış görüşmelerine kadar Rusya kamuoyu Putin’den yüzünü çevirecek, Putin iktidarda muazzam problemler yaşamaya başlayacak. İktidar değişikliğinden sonra her şey daha basit hale gelecek. Kırım ve Donbass Ukrayna toprakları olarak geçiş dönemi sürecinde geri verilecek. …”

Kasparov: “Tamamen hemfikirim, Sivastopol da öyle; orada gelecekte Rusya’nın donanma üssü olmamalı, çünkü 24 Şubat her şeyi değiştirdi. Teknik bir geçiş dönemi olmalı, ama Rusya’nın yeni hükümeti Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü muhakkak tanımalı ve bu toprakların geri verilmesini örgütlemeli.

“Uluslararası teşkilatlar tarafından yapılan hesaplara göre devasa olacak savaş tazminatlarını da unutmamalıyız. Ben ayrıca, Ukrayna’da gerçekleştirilen canavarlıkların sorumlusu savaş suçlularını da iade etmek zorunda olacağımızı düşünüyorum. Ukrayna ile yeni ilişkilerin kurulması çok zorlu olacak. Almanya’da 1945’te yapılanlara benzer temizliklerden geçmemiz gerekecek; bizim için başka bir yol yok.”

Bu son nokta Volkov ve Kasparov için ilkesel, zira bu “liberal yurtseverler”… programlarını ve tahminlerini, “sistem-dışı muhalefetin” iktidar yürüyüşünün önündeki problemleri net şekilde gören yabancı analiz merkezlerinin talimatları üzerinde kuruyorlar. … Halkın olgunlaşması için Rusya’ya karşı en geniş yaptırımlar getirilmesi şart ki, Kasparov’un ısrarla söylediği gibi, “Bütün Rusyalılar bunların etkisini hissetsinler.”

İlk aşamada bunların etkisini, çağdaş Rusya’nın sosyal hayatında askeri ve kolluk (FSB, İçişleri Bakanlığı vb.), idari (federal, bölgesel, beledi), ekonomik, medya ve bilimsel-eğitsel kurumlarında önemli mevkileri işgal edenler hissetmeli. Bunlar için (sayıca 6 binden çok; bunlar da 33 kategoriye bölünmüş) kişisel yaptırımlar getiriliyor. “Navalnıy ekibinin” bu listesi AB, ABD ve Britanya parlamentolarına verildi bile. …

Bu, her ikisinin izahatına göre, “Putin elitini bölmek” ve eşzamanlı olarak geleceğe, bugünden onların tarafına geçecek olanlarla birlikte bir pencere açmak için yapılmış. “En önemlisi,” diyor Volkov, “bu insanlar Putin’den herhangi bir şekilde koptukları takdirde ve bu suretle Putin’in askeri ve idari makinesini zayıflatıp yaptırımlardan kurtulabilmeliler.” Bunu da “aktif pişmanlık” gösterdiklerinde yapabilecekler. …

İmkânsızı varsayalım: diyelim ki Rusya Ukrayna’da kaybetmiş, ülkede iktidarı da liberaller almışlar. Ne olacak? Hürriyet ve demokratik bir cennet mi gelecek? Hiç alakası yok.

Kasparov emin: ülkenin bir “temizlik” döneminden geçmesi gerekiyor ki “bütün bu yozlaşmış yatay ve dikeylerden” kurtulsun. Bütün yargı mekanizması değiştirilmeli, bütün devlet memurları (öncelikle de FSB, İçişleri Bakanlığı), keza öğretmenler, yüksek okulların öğretim üyeleri bir lustratio prosedüründen geçmeli. (Lustratio, Latince bir kelime: “kurban vererek arınma”.) …

Kasparov, lustratio sürecinin çok zorlu olacağını ifade ederken belirtiyor: “Lustratio ile temizlenenleri ikame edecek pek çok Rusyalı bugün yurtdışında yaşıyor. Bunlar yeni Rusya’nın çekirdeğini teşkil ediyorlar; tıpkı Putin’in inşa etmekte olduğu Kuzey Kore ile karşılaştırıldığında Güney Kore gibi.” …

Volkov: “Bunlar [lustratio’ya tabi olacaklar] herhangi bir makul hesap yapıldığında katiyen çoğunluğu oluşturmuyorlar. Kimi araştırmalara bakılırsa, bizim araştırmalarımız da böyle, Ağzında köpükle seçim sonuçlarını manipüle etmeye, suç oluşturan emirleri yerine getirmeye ve bütün olarak da bütün bunları desteklemeye hazır olanların rejiminin sosyal temelini oluşturan yaklaşık yüzde 8-10. Bunların işini görmek, toplama kamplarına veya idam mangasına göndermek söz konusu değilse bile çok acılı olacak. Bu insanlar ahlaken itibarsızlaşmış ve geleceğin Rusya’sısın inşasında kilit kararlar almalarına engel olmak gerek.”

Kasparov: “Gene aynı fikirdeyim; bunlar çoğunluk değil. Elimde kesin rakamlar yok, ama aileler dahil 10-12 milyon makul görünüyor. İktidar yapısına baktığımızda, bunların milyonlar olduğunu da sanmıyorum, belki birkaç yüz bin. Yeni Rusya’nın temeline konulması gerekenlerle ikame edilmesi gereken işte tam da bu çekirdek.” …

Gerçekten de yetkililerin yıllarca (2017-2021) liberal muhalefetin Rusya’nın siyasi ve enformasyon çevrelerinde yasal çalışmasına göz yummasıyla bunlar belediye, bölge ve federal seçimlerde birkaç yüz bin genç “aktivist” ve “gönüllü” kullanmayı başardılar. Ama onların birçoğunun “liberal” olarak kaldıklarını düşünmek yanlış olur. Navalnıy’ın (keza “sistem-dışı muhalefetin” diğer temsilcilerinin) seçim kampanyalarına katılan orta ve yüksek öğrenim öğrencilerinin çoğu bu yapılarda, Navalnıy’ın aparatına batılı sponsorlarının yatırdığı para için çalıştılar. Dolayısıyla bu çocukları “gönüllü” diye anmak hakikatin yerine arzu edileni geçirmek demek. …

Volkov ile Kasparov’un tartışmasının gösterdiği gibi, “rejime karşı çıkmayan herkesin kolektif sorumluluğu” şeklinde vazettikleri ilke, milyonlarca Rusya vatandaşı için cezai ve siyasi baskılar, hak yoksunluğu ve mesleki yasaklama anlamına gelecek. Rusya devleti için de Rusya Federasyonu’nun yaklaşık 8 milyon nüfuslu dört yeni bölgesinin geri verilmesinden başka Ukrayna’ya ödenecek muazzam tazminatlar. Rusya Federasyonu ise dezentegrasyona uğrayacak ve “yumuşak konfederatif bir yapıya” dönüşecek.

2022 güzünde Vilnius’ta yapılan “Hür Rusya Kongresi”nde bu açıkça söylenmişti. Kongre, Rusça konuşan liberal muhalefetin temsil yeteneği yüksek bir kesimini toplamıştı. Rusyalı ünlü iktisatçı V. İnozemtsev, eski maliye bakan yardımcısı S. Aleksaşenko, kötü şöhretli M. Hodorkovskiy ile L. Nevzlinıy ve tabii ki Kasparov şeref vermişlerdi. Bu sonuncusu Polonya’nın Belsat TV’sine bir mülakat vermiş ve orada, “Rusya imparatorluğuna” rejimin liberalizasyonunun değil ancak Ukrayna’nın zaferinin (bundan kuşkusu yok) son vereceğini beyan etmiş, böylece imparatorluğun yerine “yumuşak konfederal bir yapının” geleceğini söylemişti: “Marcus Porcius Cato’nun dediği gibi, Kartaca yok edilmeli! Rusya imparatorluğu meşum tarihine son vermeli.”

Ama siyasi tarihini meşum bir şekilde sona erdirecek birileri varsa bunların kendi ülkesinin yenilgisini vazedenler, ülkesine notunu “çağdaşlaşma” skalasında verenler, “despotik Moskova’ya” çöküş kaderi biçenler olduğundan emin olabiliriz. Gerçekte bunların hiçbiri doğru değildir. Rusya’nın tarihi, defalarca belirttiğim gibi, Rusya’nın batının siyasi yaşam biçimlerini ve teknolojik başarılarını sonu gelmezcesine almakta olduğu şeklindeki hipotezlerle yorumlamanın yanlış olduğu bir uygarlık ülkesinin tarihidir.

Rusya tarihini kültürel hayat ve teknolojik başarıların dışarıdan alındığı görüşüyle yorumlamak, ülkenin etrafını saran, muhtelif uygarlık aidiyetlerine sahip devletlerden oluşan dünyayla gerçek karşılıklı ilişkisini sosyolojik olarak basitleştirmektir. Pratikte bu ilişki, yerli siyasi ve sosyokültürel geleneklerin yabancı yaşam biçimleri örnekleriyle karşılıklı etkileşimindeki karmaşık süreci göstermektedir. Bu süreç gerçekleşirken her iki taraf da epey derinden değişmektedir. Bu yüzden çarlık, Sovyet ve günümüz Rusya’sının tarihi, kültürel ve sosyopolitik bir bağımlılığa kesinlikle indirgenemez. Dahası Rusya, “çağdaşlık gemisinden” dışarı atılamaz.

Çağdaşlık hiçbir zaman tek ve homojen olmaz. Batılı anlamda pek çok “modernizasyonumuzun” başarısızlıkları ve kusurları, emperyal siyasi biçimin kusurlu oluşuyla değil, daha ziyade, batılı analistlerin, aslında bu biçimle ilgili (beceriksizliğin veya tartışmalı sosyolojik kavramları ideolojik dayatmalarının sonucu olan) tasavvurlarının kusurlu oluşuyla açıklanabilir. Bu sonuncular, eleştirel tefekkür alanından sapan “Aklın putları” tarafından, daha bilimsel incelemeden önce, peşinen kabul edilir.

Bu putlardan biri, “kendinde” siyasi biçimlerin ve sosyal kurumların etkililiğine olan geniş şekilde yaygın inanç, bilhassa da, mesela, ülkede ne kadar çok “demokrasi” ve “liberalizm” olursa o kadar büyük iktisadi büyüme olacağı kanısıdır. Oysa tarih tam tersi olduğuna birçok defa tanıklık etmiştir. Hindistan’ın, Çin’in, Singapur’un, hatta Rusya Federasyonu’nun tecrübeleri, iktisadi başarıların kalın çizgilerle determinantının siyasi hayatın biçimleri olmadığını gösterir, kaldı ki bu biçimler, herkes için yegâne (bütün insanlığı kapsayan ve homojen) bir geleceğin tek kapısını açan evrensel “anahtarlar” da değildir.

Anahtarlar potansiyel olarak muhtelif niteliklerde, ama son yıllarda dünyadaki dinamikler hiç de iyimserlik vermiyor. ABD, Ukrayna’yı savunma bahanesiyle Rusya’ya karşı tam kapsamlı bir hibrit savaş başlattı. Bunu “uygarlıklar çatışması” paradigmasıyla yorumlamak mümkün; ama bu, en çok göçmen çevrelerde aktif olan rusofobideki kütlesel tırmanışı ancak kısmen açıklıyor. Gerçekten de, “ötekiler” olduğumuz için, Rusya’nın (Bulgakov’un kahramanını alıntılayarak söylersek) Avrupa “şapkasına” sığmamasından ötürü sevmiyorlar. Bu şapka, “evrensel” standartlar uyduran Avrupalıların ve Amerikalıların pragmatizmle buruşmuş şapkası. Ama en çok, gezegenin bütün kaynaklarının aslan payının bizim “geri kalmış” ülkemize düşmüş olmasından rahatsızlar. Bu, son yıllarda daha da açık hale geldi.

İnsanlık, yönetilemez bir “kıtlıklar dünyası” dönemine girdi; bu dünyanın sınırları başlamış bulunuyor. Birçok insan bu problemi görüyor. Ama pek azı bunun jeopolitik veçhelerini kavrıyor. Mesele şu: batıyla son derece keskin bir karşı karşıya geliş ve topraklarımızda yoğunlaşmış kaynaklar uğruna (ama sadece bu da değil) onunla kaçınılmaz bir mücadele şartlarında ülkenin modernizasyonu problemi, ülkenin kendi kültürel-tarihi özgüllükleriyle bağımsız egemen bir devlet olarak korunması problemi haline geliyor.

Bu şartlarda Rusya’nın “çağdaşlık dışında kalmışlığının” kaynağı olarak onun “uygarlık matrisinin” parçalanması, ülkemizin, güya aydınlık geleceğe bir pencere açacak yenilgisi çağrıları, kategorik olarak kabul edilemez.

DÜNYA BASINI

Bir Filistinlinin gözünden Gazze’nin tünelleri ve rehineler

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız Amerika’da yaşayan Filistin asıllı bir foto muhabirinin kaleme aldığı makale, Gazze’deki tüneller ve rehinelere odaklanıyor. Gazze’de doğup büyüyen gazeteci Eman Muhammed, tünellerin sıradan bir Filistinli için ne anlama geldiğini kendi deneyimleri üzerinden açıklamaya çalışıyor:

‘Tüneller’ ve ‘rehineler’ Gazze’de ne anlama geliyor?

Eman Muhammed

İsrail’in yasakladığı temel ihtiyaçların tünellerle sağlandığı ve haksız yere hapsettiği Filistinlilerin rehine olduğu Gazze’de büyüdüm.

Hayatımın çoğunu devasa jiletli bir tel örgüyle çevrili Manhattan’dan daha büyük olmayan bir toprak şeridinde geçirdim. Çoğu zaman, açık hava hapishanesinde yaşadığımızı fark eden tek insanlar biz Gazze sakinleriymişiz gibi hissediyordum.

Gazze’deki yaşamı belgelemek ve dünyanın geri kalanının Gazze’nin kötü durumunu ve dirençli insanlarını anlamasını sağlamak için foto muhabiri olarak kariyer yapmaya başladım. Görece sakin zamanlarda ilham verici ve moral verici hikâyelere odaklandım. Şiddet ve ölüm zamanlarında ise, sonrasını yani bombalar düşmeyi bıraktıktan ve dünya ilgisini yine kaybettikten sonra kalan acı ve yaraları belgelemeye çalıştım.

Artık Gazze’de değilim ama yine de bu küçük, çitlerle çevrili şeritten gelen bir Filistinli olarak son birkaç haftadır suçlayıcı mesaj yağmurundan kurtulamadım. Gelen kutum Hamas hakkında sorular soran mesajlarla dolup taştı. Bu mesajların amacı Hamas’ı ya da 7 Ekim’i neden yaptıklarını anlamak değil. Aksine, benden eylemleri için cevap vermemi istiyorlar.

Altı hafta içinde 50 iş arkadaşımı kaybetmiş olmam ya da komşularımın ve ailelerinin İsrail’in yönlendirdiği güneye kaçtıktan sonra bir İsrail hava saldırısında öldürülmüş olmaları önemli değil.

Her gün Gazze’de kalan ailemin hayatından endişe etmem ve onları her aramaya çalıştığımda cevap alamayınca küçük bir panik atak geçirmem de önemli değil.

İlk soru her zaman Hamas’ı kınayıp kınamadığım oluyor. Sanki sempati kazanmak için seçmelere katılmam isteniyormuş gibi hissediyorum.

Her gün medyada çıkan haberlerde ya da “terör örgütünü” kınayan konuşmalarda “tüneller” ve “rehineler” kelimelerinin geçtiğini duyuyorum.

Ancak bu kelimelerin benim için çok farklı bir çağrışımı var.

Benim ve Gazze’deki Filistinliler için tüneller vazgeçilmez bir altyapı haline geldi. 2007 yılında Gazze’ye yıkıcı bir kuşatma uygulayan İsrail, işgalci bir güç olarak Refah’taki Mısır sınır kapısı da dahil sınır kapılarından nelerin geçebileceğini kontrol etmeye başladı.

Geçen 16 yıl boyunca İsrail makamları, halka yönelik toplu cezalandırmanın bir başka biçimi olarak keyfi bir şekilde bazı malların Gazze Şeridi’ne girişini yasaklamaya karar verdi. Örneğin 2009’da Gazze’ye hiçbir makarnanın giremeyeceğine karar verdiler. Evet, makarna.

Bunun üzerine Filistinliler tüneller kazarak makarna ve İsrail’in rastgele yasaklayacağı diğer temel maddeleri kaçırmaya çalıştı.

Gıda, ilaç ve yakıt, “Metro” olarak bilinen ve muhtemelen Washington DC’nin metro sisteminden daha fazla durağı olan ve biraz daha güvenli olduğunu zannettiğim yerden akmaya başladı.

2011’de ilk kızım doğduğunda, 0-3 ay arası için kolik bebek mamasına ihtiyacım vardı ve bu mama yerel mağazalarda bulunmuyordu. “Metro” sayesinde birkaç kutu bulabildiğim için çok rahatlamıştım.

Tüneller hayatımızın o kadar değişmez bir parçası haline gelmişti ki bazen tünellerden Kentucky Fried Chicken sipariş etmekle ilgili şakalar yapardık, çünkü bu Gazze’de sahip olmadığımız bir “lüks”tü.

Ancak ablukanın bizi mahrum bıraktığı ve tünellerin sağlayamadığı şeyler de vardı.

İçilebilir suyun düzgün bir şekilde sağlanması bunlardan biriydi. Su karneye bağlandığı için istediğimiz zaman duş alamıyorduk. Sonuç olarak, su kesildiğinde deniz suyu kullanmak zorunda kalmamak için küveti dolu tutmaya çalışırdık.

Elektrik de sık sık mahrum kaldığımız bir başka lükstü. Günde ortalama sadece 4-6 saat elektriğe erişimimiz vardı.

Hareket özgürlüğü, tünellerin yardımcı olamayacağı bir başka “ayrıcalıktı”. Hamas var olmadan çok önce bile Gazze’ye gidip gelmek çoğu insan için mümkün değildi.

Ben 17 yaşındayken annemin Mısır’daki ailesini ziyaret etmeyi planlamıştık. Ayrılmamıza izin verilmeden önce Refah sınır kapısında üç gün bekledik. Taksi şoförümüz kapıdan geçerken İsrail askerleri aniden ateş açtı. Şoför dehşet içinde arkasını döndü ve durmaları için bağırdı.

Sonradan öğrendik ki öğle yemeği molasıymış ve geçmemize izin verilmesi gerektiği halde rahatsız edilmek istememişler. Böylece yaz planlarımız bir anda iptal oldu.

“Rehineler” benim zihnimde farklı bir anlamla çınlayan bir başka kelime.

Birçok kişi ateşkes düşünülmeden önce tüm İsrailli rehinelerin serbest bırakılmasını talep ediyor. Gerçekten de buna yürekten katılıyorum: Tüm sivil rehineler koşulsuz olarak ülkelerine geri gönderilmeli. Ancak buna Filistinli rehineler de dahil edilmeli.

Şu anda İsrail hapishanelerinde herhangi bir suçlama olmaksızın süresiz olarak “idari gözaltında” tutulan 2 binden fazla Filistinli var. Bunların çoğu çocuk, bazıları 12 yaşından küçük.

Gerçekten suçlananlar, mahkûmiyet oranının genellikle yüzde 95’i aştığı bir askeri mahkeme tarafından yargılanıyor; bu da mahkumların muhtemelen yasal sürece temel erişimden veya haklarındaki “gizli kanıtları” inceleme olanağından bile yoksun olduklarını gösteriyor.

İsrail, dünyada çocukları düzenli olarak askeri mahkemede yargılayan tek ülke. En yaygın suç? Taş atmak. Bu “mahkumlar”, onları aniden ve acımasızca ailelerinden koparan işgalci bir ordu tarafından esir tutulan çocuklar.

Ne yazık ki kimse onların isimlerini ve yüzlerini New York ya da Londra’daki posterlerde görmüyor. İnsanlar herhangi bir suçlama olmaksızın hapsedildiklerinde ve yargı sürecine erişimleri olmadığında, işte tam olarak bu durumdalar: rehineler.

Gazze’de foto muhabiri oldum çünkü oradaki yaşamın gerçekliğini, çoğunluğun görmediği gerçekliği belgelemenin önemli olduğuna inandım.

Ve artık orada yaşamıyor olsam da Filistinlilerin 7 Ekim’de tel örgüleri aşmasından çok daha önce bizim gerçekliğimizin ne olduğunu size anlatmaya çalışmazsam, bırakın bir Filistinli olmayı, bir gazeteci olarak bile görevimi yerine getirmemiş olurum.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İran’ın Gazze savaşına doğrudan dahil olmamasının 7 nedeni

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İran’ın Hamas’ın yanında İsrail’e karşı neden savaşa doğrudan dahil olmadığının nedenlerine odaklanıyor. Yazar, İran’ın gerekçelerini madde madde açıkladıktan sonra analizini, “Tahran boş durmaktansa, çatışmayı tam ölçekli bir bölgesel savaşa dönüştürmeden, Hizbullah ve Irak ve Suriye’deki Şii vekilleri aracılığıyla hem İsrail hem de ABD üzerinde baskı uygulamaya devam edecek” diye bitiriyor:

İran’ın Hamas İçin Savaşmamasının 7 Nedeni

Tahran’ın Gazze’deki savaşı tırmandırma konusundaki düşüncelerine yakından bir bakış.

Arash Reisinezhad

Başlangıcından bu yana Gazze’deki savaşın İran ile İsrail arasında doğrudan bir çatışmanın habercisi olabileceği düşünülüyor. Hizbullah savaşta yeni bir cephe açma tehdidini sürdürürken İranlı şahinler de ülkelerinin doğrudan müdahalesini memnuniyetle karşılıyor. Geçen ay İran’ın eski Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, şahin yetkililer tarafından İran’ın dini liderine yazılan ve onu Hamas adına İsrail’le çatışmaya girmeye ikna etmeye çalışan bir mektuptan bahsetti.

Ancak geniş çaplı bölgesel bir savaş olasılığı düşük. İranlı şahinler tarafından yinelenen sloganlara rağmen, İran’ın stratejik düşüncesinin gerçekliği daha ihtiyatlı. Tahran’ın Hamas adına İsrail ile bir savaş başlatmaktan kaçınmasının en az yedi nedeni var.

Birincisi, İran İslam Cumhuriyeti 1980’lerde Irak’la savaş sırasında yaptığı gibi toplumu yeni bir savaş için bir araya getiremez. Irak ordusuna direnen ve Bağdat’ı İran topraklarından çekilmeye zorlayan, diğer faktörlerin yanı sıra insan dalgalarının durmaksızın harekete geçirilmesiydi. Ancak onlarca yıl sonra toplumun siyasi sisteme verdiği destek önemli ölçüde azaldı. Geçen yılki protestoların ardından, kısmen ABD öncülüğündeki yaptırımların neden olduğu ekonomik krizle birlikte, gençler ve kentli orta sınıf arasındaki hoşnutsuzluk arttı.

İkinci olarak, İran hükümetindeki ılımlı grup, İran’ın savaşa doğrudan müdahalesine karşı uyarılarda bulunuyor. Gerçekten de Gazze’deki savaş Tahran’daki siyasi ayrılıkları derinleştirdi. İranlı şahinlerin tehdit değerlendirmesinde Hamas’ın yok edilmesi otomatik olarak Hizbullah’ın çöküşü ve nihayetinde İran’a yönelik askeri bir saldırı ile ilişkilendiriliyor. Bu nedenle İran’ın Şii vekillerinin Irak ve Suriye’deki Amerikan üslerini hedef almasını destekliyorlar. Bu görüş, İran’ın ABD ile olası bir savaşa girmesinin yıkıcı sonuçları konusunda sürekli uyarılarda bulunan Zarif başta olmak üzere ılımlı yetkililerin görüşleriyle tam bir tezat oluşturuyor. Zarif’e göre İran Gazze konusunda daha radikal bir tutum takınırsa ABD ile ölümcül bir çatışmayı tetikleyebilir ve bu da İsrail’in hoşuna gider. İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi hükümeti tarafından kenara itilmesine rağmen Zarif, İslam Cumhuriyeti’nin siyasi elitleri ve hatta toplumu üzerinde hâlâ etkili bir isim.

Üçüncüsü, İsrail’in Hamas’ın 7 Ekim saldırısını caydırmadaki başarısızlığı Tahran’ın İsrail’e yönelik stratejik hesaplarını değiştirmiyor. Demir Kubbe füze savunma sistemi gibi yüksek teknolojili savunma sistemlerine güvenen İsrail’e karşı Hamas, önemli bir askeri ve istihbarat darbesi indirerek İsrail’in caydırıcılık politikasını yerle bir etti. Ancak bu durum İran’ın İsrail’e bakış açısını ya da bölgedeki güç dinamiklerini değiştirmedi. Hamas operasyonu İsrail’in uzun süredir devam eden inandırıcı caydırıcılık stratejisini sarsmış olsa da İran’a füze gücünü kullanarak İsrail’e meydan okuma fırsatı vermedi. Tersine İran, İsrail’in caydırıcılığı yeniden tesis etmenin olağanüstü askeri veya siyasi riskler almaya değecek varoluşsal bir öncelik olduğunu düşündüğüne inanıyor olabilir.

Dördüncü olarak, genel kanının aksine ne Hamas ne de Hizbullah İran’ın vekili; onları İran’ın devlet dışı müttefikleri olarak düşünmek daha doğru olacaktır. Tahran ile Hamas arasında yukarıdan aşağıya bir ilişki yok. Hamas eylemlerini İran’la uyumlu hale getirse bile yaklaşımları farklılaşabilir, tıpkı Suriye iç savaşında Hamas’ın Sünni Esad karşıtı isyancıları desteklediği dönemde olduğu gibi. Amerikan ve İsrail istihbaratı İran’ın üst düzey yetkililerinin Hamas operasyonundan haberdar olmadığını öne sürdü. Kasım ayı ortasında Reuters, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in Hamas lideri İsmail Haniye’ye İsrail’e yönelik saldırı konusunda İran hükümetinin uyarılmadığı için Filistinli grup adına savaşa girmeyeceğini söylediğini iddia etti.

Beşinci olarak, İran’ın Moskova ve Pekin’deki stratejik ortakları Hamas’a tam desteklerini açıklamadılar. İran, “Doğu’ya Bakış” politikası kapsamında Çin ve Rusya ile yakınlaşmaya çalışıyor ve bu ülkelerle ilişkilerini bozmak istemeyecektir. Aslında Tahran, iki yıl önce Kabil’in Taliban tarafından ele geçirilmesinde Çin-Rusya’nın bekle-gör yaklaşımını gözlemledikten sonra benimsediği politikanın bir benzerini Gazze’de izliyor. İran’ın amacı büyük uluslararası krizlerde izole edilmekten kaçınmak.

Altıncı olarak, İran’daki etkili karar alıcılar arasında Basra Körfezi’ndeki Arap şeyhliklerinin İran ve İsrail arasında büyük çaplı bir savaşı memnuniyetle karşılayacağına dair derin bir inanç var. İran, Arap ülkelerinin daha geniş çaplı bir savaş sonucunda İsrail ile bağlarını koparacağını umabilir ancak bu pek olası değil. Arap kamuoyu, ülkelerinin dış politikaları üzerinde çok etkili değil. Ve Arap liderler uzun zamandır Hamas’ı İsrail’in tamamen ortadan kaldırdığını görmekten mutlu olacakları yıkıcı bir İran vekili olarak algılıyorlar.

İran’ın savaşa girme konusundaki görünürdeki isteksizliğini etkileyen son ve en önemli faktör ise Hamaney’in bölgesel çatışmalara yönelik özel bakış açısı. Batı’daki ana akım görüşün aksine, İran’ın dini lideri bölgesel çatışmalara ideolojik değil realist bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Irak’la yaşanan yıkıcı savaş sırasında İslam Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olarak görev yapmış olan Dini Lider, savaşın, özellikle de ABD ile yaşanan savaşın sonuçlarının son derece farkında. Bu farkındalık, Devrim Muhafızları Kudüs Gücü’nün eski lideri General Kasım Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesinin ardından İran’ın nispeten ölçülü bir tepki vermesine yol açtı. Bu tür bir davranış, bölgesel krizleri ele alma konusundaki genel stratejisiyle uyumlu. Yirmi yıldan daha uzun bir süre önce, Afganistan’ın kuzeyindeki İranlı diplomatlar ilk Taliban emirliği tarafından öldürüldüğünde ve İran’da kamuoyu büyük bir müdahaleye meylettiğinde, Hamaney ve dönemin Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Başkanı Hasan Ruhani gerilimin tırmanmasını önlemeye yardımcı oldular.

Birbiriyle bağlantılı bu yedi neden, İslam Cumhuriyeti’nin Hamas adına savaşa müdahil olma konusundaki isteksizliğini açıklıyor. Ancak Gazze’deki savaş, İran’ın nükleer programını hızlandırabilir. İran’da, ağırlıklı olarak şahin kampta yer alan güçlü sesler, ülkenin Hamas’ın yok edilmesini önleyecek en önemli aracının nükleer yeteneklerini tam olarak geliştirme kararına bağlı olduğunu savunuyor. İran’ın elindeki kozun nükleer silah geliştirme tehdidinde yattığına ve bu sayede müttefiklerine hayati bir destek sunabileceğine inanıyorlar- tıpkı geçmişte Suriye’deki Esad hükümetine verdiği desteğe benzer şekilde. Bu mantık, İsrailli aşırı milliyetçi Miras Bakanı Amichai Eliyahu’nun Gazze Şeridi’ne “herkesi öldürmek için bir tür atom bombası” atılmasını “bir seçenek” olarak savunmasıyla büyük bir ivme kazandı.

Bunların hiçbiri İran’ın Gazze’deki stratejik varlığı olan Hamas’ı terk etmeye istekli olduğu anlamına gelmiyor. Tahran boş durmaktansa, çatışmayı tam ölçekli bir bölgesel savaşa dönüştürmeden, Hizbullah ve Irak ve Suriye’deki Şii vekilleri aracılığıyla hem İsrail hem de ABD üzerinde baskı uygulamaya devam edecektir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

‘Almanya’da AfD İslamı ve Erdoğancıları keşfediyor’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: İslam eleştirmeni Ali Utlu’nun Almanya için Alternatif’e (AfD) katılma talebi henüz parti tarafından kabul edilmedi ve bu isteğin kabul edilip edilmeyeceği merak konusu. Till-Reimer Stoldt’un Welt am Sonntag‘da kaleme aldığı yazıda AfD’nin son zamanlarda İslam’a karşı ılımlaşan stratejisi ve hatta AfD’nin bazı kesimleri tarafından Türklerin ve Müslümanların oylarını almak için yaptıkları anlatılıyor. Stoldt, Ali Utlu’nun normalde AfD’yle birçok ortak noktası varken partinin Utlu’yu kabul etmeme ihtimalinin nedenlerini açıklıyor.

Çeviri: Gülçin Akkoç


AfD’nin giderek İslamlaşması

AfD’nin bir kısmı, seçmen olarak Müslümanları ve Erdoğancıları keşfetti. Ve şimdi eleştirel parti üyelerinin şikayet ettiği gibi, Alman milliyetçisi ‘İslam kucaklayıcılarına’ dönüşüyorlar. Ve İslam eleştirmeni Ali Utlu’yu kabul etmede tereddüt yaşıyorlar. AfD’nin İslamlaşması ilerliyor. Kuşkusuz, bu kulağa abartılı geliyor ama kesin olan bir şey var: Partinin bir kısmı Türk ve Müslüman kökenli muhafazakâr seçmenleri cezbetme eğilimlerini giderek daha fazla gösteriyorlar. Bunu yaparken de uzun zamandır kutsal kabul edilen pozisyonları veya en azından kutsal kabul edilen tonları terk ediyorlar ve bu, Almanya’nın bugüne kadarki İslam’ı en çok eleştiren partisi için biraz şaşırtıcı.

Bu durum AfD’ye üye olmak isteyen tanınmış bir blog yazarı hakkındaki tartışmalarla örnekleniyor: Köln’den eşcinsel İslam eleştirmeni Ali Utlu. AfD’nin bu istekten memnun olacağı düşünülebilir. Ne de olsa Utlu, partinin uzun süredir devam eden ‘geleneksel İslam’ın yayılmasının liberal toplumumuzun kazanımlarını tehlikeye attığı’ yönündeki söylemlerine mükemmel şekilde uyuyor, ister hukukun üstünlüğü, ister kadınlar için eşit haklar isterse de eşcinsel olma özgürlüğü konusunda olsun.

Mücadeleci İslam eleştirmenlerine yer yok mu?

AfD kendisini her zaman Batı’nın özgürlüğüne yönelik İslami tehdide karşı bir kale olarak gösterdiğinden, Utlu bu açıdan gerçek bir destekleyici güç olacaktır: Türk kökenli Alman, İslam’a tövbe etti. Utlu, Müslüman çevrelerin maçoluğuna ve homofobisine karşı düzenli olarak uyarılarda bulunuyor, Erdoğancı cami organizasyonu DİTİB’in yasaklanması konusunda çağrılarda bulunuyor. Ayrıca eşcinsel olduğunu ama kuir olmadığını vurguluyor. Bu da demek oluyor ki hissedilen cinsiyetler ve akışkan cinsiyet kimlikleri hakkında fazla düşünmüyor. Bu da onu partiyle aynı çizgiye getiriyor, çünkü AfD başkanı Alice Weidel gibi AfD’li eşcinseller de eşcinsel olduklarını ama kuir olmadıklarını vurgulamaktan hoşlanıyorlar.

Ancak Kuzey Ren-Vestfalya (NRW) eyaletindeki AfD’nin tepkisi şaşırtıcı derecede ölçülüydü. Eyalet meclis grubu ‘militan özgürlük savaşçısını’ (takipçileri bazen Utlu’ya böyle hitap ediyor) önümüzdeki hafta için davet etti. Parlamento grubu ve eyalet başkanı Martin Vincentz ise WELT‘e verdiği demeçte değişimi merak ettiğini ve Utlu’nun çok ilginç bir internet kişiliği olduğunu söyledi. Bu sıcak bir karşılama değildi, sevinç gösterisi hiç değildi. Buna ne sebep oldu?

Alman milliyetçisi ‘İslam Kucaklayıcıları’

Bunun sebebi üstte bahsedilen ve biraz abartılı olarak AfD’nin İslamlaşması olarak adlandırılabilecek süreçtir. AfD’nin daha radikal kesimleri (en başta doğu Almanya) son zamanlarda Müslümanlara ve Türklere gösterişli şekilde yakınlaşmaktadır. Ve bu eğilim o kadar etkili ki, daha ılımlı olan Kuzey Ren-Vestfalya eyaletindeki (NRW) AfD üyeleri bile onları dikkate almak zorunda kalıyor. ‘İslam kucaklayıcıları’ olarak adlandırılan grubun parti içinde ne kadar güçlü olduğunu tahmin etmek zor. Partiden ayrılan eski NRW eyalet başkanı Marcus Pretzell, ülke çapındaki üyelerin yaklaşık %60’ının bu gruba mensup olduğunu tahmin ederken öte yandan NRW parlamento grubu ‘kucaklayıcıların’ ülke çapında yalnızca bir azınlık olduğunu iddia ediyor.

Ancak AfD’nin Avrupa seçimlerindeki baş adayı ve Björn Höcke’nin yardımcısı Maximilian Krah’ın sürekli olarak ‘Türklerin AfD’ye oy vermesi gerektiğini’ söylemesi dikkat çekiyor. Krah aynı zamanda Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da övüyor: “Erdoğan düşman değil, sicili etkileyici.” Ve İslam’ı eleştirip İslamcılar tarafından zulmedilen yazar Salman Rüşdi’nin kısa süre önce Alman Kitap Yayımcıları Birliği tarafından Barış Ödülü ile onurlandırılmasına karşı çıkıyor. ‘Sol-liberal sosyetenin, İslam dünyasını aşağılamak istediğini’ iddia ediyor.

‘Diğer Ali’ler’ hoş karşılanıyor

Saksonya-Anhalt eyaleti parlamento grubunun başkan yardımcısı Hans-Thomas Tillschneider, İslamcı bir YouTube programına bile konuk oldu. Tillschneider, AfD’nin önceki yıllardaki İslam’a yönelik eleştirilerini reddetti, bazı Müslümanların AfD’ye yakınlık duyduğunu vurguladı ve ‘Alman İslamı’nın mümkün olduğunu ilan etti.

AfD gençlik örgütünün başkan yardımcısı Nils Hartwig ve eski lideri Marvin Neumann gibi ruhen aynı fikirde olanlar, bu İslam dostu rotayı doğrudan Utlu’dan yola çıkarak yorumluyorlar. Hartwig X’te, ‘AfD’nin kuir bir Türk’ün evi olmadığını’ yazdı. Neumann ise ‘AfD’ye zaten oy veren Ali’ler olduğunu ve onların Utlu’nun her gün karşı çıktığı insanlar olduğunu’ ifade etti. Görünüşe göre bunun arkasında, İslam’ı ve Erdoğan’ı eleştiren ve Batılı değerler için mücadele eden bir eşcinselin Türk milliyetçisi ve geleneksel Müslüman seçmenleri korkutabileceği endişesi yatıyor. Şimdiye kadar İslam’ı bu kadar eleştiren bir partiden böyle bir kaygıyı kim beklerdi?

Batı aşıklarından direniş

Ancak NRW ya da Hamburg gibi eyaletlerde AfD içinde Enxhi Seli-Zacharias gibi Batılı özgürlük aşığı gelenekçiler de var. NRW Eyalet Parlamentosu’nun Arnavut kökenli grup başkanvekili, Krah ile açıkça ters düşerek ‘Rüşdi’nin onlarca yıldır İslamcılar tarafından zulüm ve saldırıya uğradığını ve ifade özgürlüğü için verdiği mücadeleden dolayı onurlandırılmayı hak ettiğini’ vurgulamış, hatta “AfD İslam’ı eleştirmeyi bırakırsa ben de istifa ederim,” tehdidinde bulunmuştu. Ancak Seli-Zacharias yalnız değil, NRW eyalet başkanı Vincentz tarafından destekleniyor ve o da federal başkan Alice Weidel tarafından destekleniyor. Müslüman seçmenlerle nasıl başa çıkılacağı konusunda parti içinde tartışmalar hala sürüyor.

Sonuç olarak tam bir rota değişikliği söz konusu değildir. Bunu başka bir olgu daha kanıtlamaktadır: Partinin özellikle daha radikal kesimleri, Almanya’daki Müslümanların sayısını önemli ölçüde azaltma planlarına sadık kalmaya devam ediyor ve bu genellikle ‘milyonlarca yeniden göç’ olarak adlandırılıyor. Bu geniş çapta belgelenen hedeften vazgeçtiklerini gösteren şimdiye kadar hiçbir şey yok.

Almanya’da ‘Bozkurtlar ve Erdoğan destekçileriyle’ omuz omuza olmak mı?

İslam eleştirmeni, AfD destekçisi, Alman-Yezidi ve blog yazarı Ronai Chaker’in korktuğu gibi pratikte gerçekten ‘Erdoğan destekçileri ve Bozkurtlarla güçlerini birleştirmeye çalıştıkları’ da henüz kanıtlanmadı. Bu, AfD’nin İslam ve Türkiye yanlısı duruşunun şimdilik daha çok seçimlerde birkaç oy daha kazanmak için bir sahne olarak sınıflandırılması gerektiği anlamına geliyor.

Ancak akılda kalıcı ‘Batı ve geleneksel İslam’ ikileminin terk edilmesi, var olan seçmenin oylarına mal olabilir. AfD’nin önemli bir kısmının söylemini Müslüman-Türk azınlık seçmenlere bu kadar güçlü bir şekilde uyarlaması gerçek AfD terminolojisinde, en azından partinin halkla ilişkilerinde kademeli bir İslamlaşma olarak tanımlanabilir.

Ali Utlu’nun üyelik başvurusu reddedilirse, pek çok kişi Erdoğan’ın beşinci kolunun etkili olup olmadığını sorgulayacak. Höcke’ler, Krah’lar ve Hartwig’ler bunu gerçekten istiyor mu?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English