Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

‘ABD’ye tarihi meydan okuma’

Yayınlanma

ABD merkezli yayın kuruluşu Foreign Affairs, İran-Suudi yakınlaşmasının bölgeye olası etkilerine mercek tutan bir analiz yayınladı. Pekin’in arabuluculuğunda iki ülke arasında imzalanan anlaşmanın Tahran’a, Riyad’a ve Pekin’e sağladığı faydalara dikkat çeken analize göre en rahatsız edici boyut Çin’in müdahalesi. Analiz, söz konusu anlaşmanın “Orta Doğu’da yeni bir jeopolitik gerçekliğin temeli olacağı” değerlendirmesinde bulunuyor ve bu dönüşümün “ABD için tarihi bir meydan okuma” olduğu değerlendirmesini yapıyor: “Washington artık Arap müttefiklerinin Çin’le bağlarını koparmasını ve İran’a karşı savaşmak için liderliğinin arkasında birleşmesini talep edemez. Bu yaklaşım tarihte kaldı ve müttefiklerinin mevcut ihtiyaçlarına ayak uyduramıyor.” Analizin son kısmı Orta Doğu’daki ağırlığını yitiren Washington’a bölge ülkelerinin çıkarlarıyla uyumlu politikalar öneriyor ve uyarıyor: “Aksi takdirde, Çin ve Rusya karşısında etkisini kaybetmeye devam edecek.

***

Ortadoğu’da Yeni Bir Düzen mi?
İran ve Suudi Arabistan’ın Yakınlaşması Bölgeyi Dönüştürebilir

6 Mart 2023’te İran ve Suudi Arabistan’dan temsilciler, Çin’in aracılık ettiği müzakereler için Pekin’de bir araya geldi. Dört gün sonra, Riyad ve Tahran ilişkileri normalleştirme kararı aldıklarını açıkladı. Bu dönüm noktası niteliğindeki anlaşma, büyük güçleri yeniden hizalayarak, mevcut Arap-İran anlaşmazlığını karmaşık ilişkiler ağıyla değiştirerek ve bölgeyi Çin’in küresel emellerine göre örerek Orta Doğu’yu dönüştürme potansiyeline sahip. Pekin için anlaşmanın ilanı, Washington ile rekabetinde büyük bir atılımdı.

Bu şekilde olmaması gerekiyordu. Körfez rakipleri arasındaki gerilimi azaltmak, nükleer görüşmeleri ilerletmek ve Yemen’deki çatışmaya son vermek amacıyla İran ve Suudi Arabistan’ı 2021’de müzakerelere başlamaya teşvik eden ABD’ydi. Tahran ve Riyad beş tur doğrudan görüşme yaptı ve ardından gayrı resmi görüşmeler devam etti. Ardından, Temmuz 2022’de Suudi Arabistan’a yaptığı ziyarette ABD Başkanı Joe Biden Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden oluşan Körfez İşbirliği Konseyi’ni, İran’ı kontrol altına almak için İsrail’le birlik olmaya çağırdı. Ancak Suudi hükümeti, Başkan Xi Jinping’i Tahran’la (müzakere için) daha iyi bir arabulucu olduğunu görerek Çin’e döndü. Suudiler, Tahran’ın böyle bir anlaşmayı ihlal ederek Pekin’le ilişkilerini tehlikeye atma riskini almayacağından, Çin’in dahlinin, İran’la anlaşmanın süreceğinin en kesin garantisi olduğuna inanıyorlardı. Xi, Aralık 2022’de Riyad’a yaptığı ziyarette konuyu Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ile görüştü ve ardından Şubat 2023’te İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ile Pekin’de bir araya geldi. Bunu İran ile Suudi Arabistan arasında yoğun tartışmalar izledi ve bu sırada iki taraf baltayı gömme ve ilişkileri normalleştirme konusunda anlaştı. Her iki ülke için de Xi’nin kişisel müdahalesi kritikti. Her ikisinin de Pekin ile uzun süredir devam eden siyasi ve ekonomik bağları var ve bu nedenle Çin Cumhurbaşkanı aralarında güvenilir bir arabulucu olarak hareket edebildi.

Anlaşma tam olarak uygulanırsa, Tahran ve Riyad bir kez daha, yakın bir pozisyona gelecek. Daha 2016’da bir çetenin Tahran’daki Suudi büyükelçiliğini ateşe vermesinin ardından ülkeler arasındaki diplomatik ilişkiler koptu. Şimdi, yeni anlaşmaya göre, her iki taraf da büyükelçilikleri yeniden açacak ve Suudi hükümeti, Tahran’ın iç muhalefetten sorumlu tuttuğu İran International televizyon kanalına verdiği desteği kesecek. Her iki taraf da Yemen’deki Nisan 2022 ateşkesini destekleyecek ve iç savaşı sona erdirmek için resmi bir barış anlaşması üzerinde çalışmaya başlayacak. İran, Husi isyancılara silah tedarik etmeyi bırakacak ve onları Suudi Arabistan’a yönelik füze saldırılarını durdurmaya ikna edecek. Buna ek olarak anlaşma, İran ile Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KİK) ülkeleri arasında ekonomik ve diplomatik ilişkilerin güçlendirilmesi ve İran ile Arap ortaklarının yeni bir bölgesel güvenlik çerçevesi inşa etmek üzere görüşmelere başlaması çağrısında bulunuyor. Dahası Çin, tüm bu adımları denetlemeye devam edecek.

İran-Suudi anlaşması, bölgenin en önemli rekabetlerinden birini sona erdirme ve ekonomik ilişkileri Körfez geneline genişletme potansiyeline sahip. Artık İran, ABD’nin kendisini kontrol altına alma gibi zor işi yapmasını umduğu, Araplar ve İsraillilerden oluşan ittifakla tek başına yüzleşmeyecek. Bunun yerine, anlaşma İran’ı Arap komşularına yakınlaştırma ve bölgedeki ilişkilerini kademeli olarak istikrara kavuşturma potansiyeline sahip. Bu vaadin altını çizen Suudi Maliye Bakanı Muhammed el Cedan, her şey planlandığı gibi giderse Suudi Arabistan’ın İran ekonomisine yatırım yapmaya hazır olduğu taahhüdünde bulundu. Reisi, her iki tarafın da ilişkileri güçlendirme niyetinin bir başka işareti olarak, tarihi henüz belli olmasa da Riyad’ı ziyaret davetini çoktan kabul etti. Böylesine hızlı gelişen bir ilişkinin, bölge için sonuçları derin olabilir.

Tahran Doğuya Bakıyor

Hem Tahran hem de Riyad, bölgesel ilişkileri yeniden tesis etmek için Çin üzerinden çalışmanın fayda sağlayacaklarına inanıyor. Her iki ülke için de Pekin ile çalışmak yeni bir gelişme. 2015’te İran’ın önceliği ABD ve Avrupa ile ilişkilerini geliştirmekti. Komşularıyla müzakereleri ikincil olarak gördü. Sonuç, yaptırımların hafifletilmesi karşılığında İran’ın nükleer programını kısıtlayan, Birleşik Devletler ve BM Güvenlik Konseyi’nin diğer daimi üyeleri artı Almanya ile imzalanan nükleer anlaşma yani Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) oldu. ABD Başkanı Donald Trump’ın 2018’de ülkesini KOEP’ten çekmesinden sonra Suudi Arabistan ve KİK, 2019’da İran’ın Suudi petrol tesislerine düzenlediği saldırıyla daha da hızlanarak İsrail’e yaklaştı. İran da odağını değiştirerek komşularıyla ilişkilerin iyileştirilmesine ve bölgesel ticarete vurgu yapmaya başladı. Bu amaçla Tahran, 2022’de Kuveyt ve BAE ile tam diplomatik ilişkilerini yeniden kurdu. Ancak Pekin’in Suudilerle anlaşması, İran’ın beklediği en büyük ödül ki yakında Bahreyn ve Mısır’a genişletilebilecek Arap dünyasına gerçek bir açılım.

Tahran, Çin’in Orta Doğu’da artan rolünü memnuniyetle karşılıyor çünkü bu, bölgedeki ABD etkisini zayıflatıyor ve İran ekonomisini felç eden ABD öncülüğündeki yaptırım rejimini baltalıyor. Bu amaçla KİK ülkeleriyle daha iyi ilişkiler; İsrail, Suudi Arabistan ve BAE arasında daha yakın istihbarat ve askeri koordinasyon başlatan (ve daha sonra Fas ve Sudan’a genişleyen) ve böylece İran ile İsrail arasındaki gölge savaşını Körfez’e kadar uzatan Trump yönetiminin aracılık ettiği İbrahim Anlaşmalarının yarattığı tehdidi azaltacaktır. Tahran, KİK ile İsrail arasındaki ikili bağları kabul etmeye razı olsa da, kendisine karşı ABD destekli bir Arap-İsrail askeri ittifakına müsamaha gösteremez. Böyle bir ittifak, Biden yönetimiyle başarısız nükleer müzakerelerin, iç siyasi protestoların, İsrail’in Azerbaycan ve Irak’ta artan varlığının ve İsrail’in yeni sağcı hükümetinin İran’ın nükleer programını durdurmak için savaşı düşünme konusunda artan isteğinden sonra Tahran’ı daha da tehdit edecektir.

Riyad’ın Dengeleme Eylemi

Suudi Arabistan için Pekin önderliğindeki anlaşma daha cüretkar bir stratejik değişim oluşturuyor. Riyad ile Washington arasındaki ilişkiler tarihi bir düşüş yaşıyor. Suudi Arabistan’ın ABD’nin bölgedeki politikasından duyduğu memnuniyet, 2003 Irak işgalinden bu yana azalıyor. Riyad, Irak hükümetinin dağıtılmasından memnun değildi, nükleer anlaşmadan rahatsızdı, ABD’nin Suriye ve Yemen’de İran’a karşı Suudi Arabistan’ın çıkarlarını destekleme konusundaki isteksizliğine kızmıştı ve 2019’da İran petrol tesislerine saldırdığında ülkesini savunamamasından endişe duyuyordu. Riyad, bir zamanlar güçlü müttefiki olan ABD’nin başka önceliklere odaklandığına inanıyor ve İran’la tıkanan nükleer müzakerelerin ardından Washington’ın bölgenin güvenliği için net bir planı olduğunu düşünmüyor. Suudi liderler Washington’daki mevcut liderlikten de memnun değiller. Başkan Biden, 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesinin ardından adaylığı sırasında Suudi rejimine “parya” muamelesi yapma vaadinde bulunduktan sonra ilişkileri onarmakta yavaş kaldı.

Daha büyük ve saldırgan komşularının gelişmiş askeri yeteneklerinden yoksun olan Suudi Arabistan, her zaman kendi savunmasına takıntılı oldu. Tahran’la gerilimi azaltmak bu endişeleri yok etmeyecek ancak Riyad’a, güvenliğini güçlendirmesi ve stratejik seçeneklerini çeşitlendirmesi için daha fazla zaman kazandırıyor. Güvenlik arzusu, Suudi Arabistan’ın son on yılda İsrail ile ilişki kurmasına neden oldu ve aynı arzu şimdi Çin’le ilişki geliştirmeye motive ediyor. Suudi Arabistan’ın stratejisi, güvenliğini garanti altına almayı amaçlıyor. Suudi rejimi; Çin, İsrail ve ABD de dahil geniş bir ortaklar ağı kurarak ve İran, Suriye ve Türkiye gibi düşmanlarla ilişkilerini geliştirerek uzun vadeli istikrarını güçlendirmeyi umuyor.

Suudi Arabistan, 2030 yılına kadar gelişmiş bir endüstriyel ekonominin yanı sıra kültür ve turizm merkezi olma gibi iddialı bir hedef belirledi. Bunu başarmak için ABD’nin askeri desteği, İsrail güvenliği ve teknolojisi, Avrupa ve Çin ile ticaret ve iç istikrar gerekecek. Suudi stratejisi, yönetmek için net bir planı olmasa da Washington’un İran’ı tecrit etmeyi destekleyen ve savaşı dışlamayan bölgesel güvenlik anlayışıyla çelişiyor. ABD, bölgeden uzaklaştığını açıkça ortaya koyarken aynı zamanda Orta Doğulu ortaklarına olan taahhütlerinde hiçbir şeyin değişmediğinde ısrarcı olamayacağını kabul etmekte de zorlanıyor. Aslında Riyad, ABD politikasının Suudi çıkarlarına hizmet etmemesi durumunda Suudilerin ittifaka bağlı olmayacağını gösteriyor.

Washington ayrıca, Suudi Arabistan’ın kendisini ABD’nin bir güvenlik görevlisi olarak değil, dünya siyasetinde bağımsız rol oynayabilecek bölgesel bir güç olarak gördüğünü anlamakta da geri kaldı. Riyad, bir Suudi yetkilinin dediği gibi eski “düşük petrol fiyatları karşılığında ABD güvenliği” paradigmasının öldüğüne inanıyor. Suudi Arabistan’ın stratejik özerklik vizyonu, yalnızca ABD’nin Orta Doğu’ya ilgisinin azalmasına bir tepki değil, krallığın hırslarının da bir ifadesidir. Riyad, ABD’nin yanı sıra Rusya ve Çin ile yakın ve bağımsız ilişkiler kurmak istiyor. Ayrıca, Mısır, İran, İsrail ve Türkiye’yi kendi güvenliğini sağlamak ve bölgesel nüfuzu için dengeleyerek bölgede kendisini çok önemli bir rol biçiyor. Bu gıpta ile bakılan konumu korumak için Suudi Arabistan, tüm komşularıyla ilişkilerini geliştirmesi gerekiyor. 2022’de Riyad, Türkiye ile ilişkilerini yeniden kurdu; şimdi de aynısını İran’la yapıyor. Bundan sonra sıra İsrail’e gelecek. İran’la ilişkiler, Suudilere müttefikleri nezdinde çok ihtiyaç duydukları siyasi örtüyü sağlayacak, yani bu da İsrail ile bir anlaşmanın başka bir Müslüman ülkeye karşı askeri bir eksen yerine, ikili bir anlaşma olarak sunulabileceği anlamına geliyor. Pekin anlaşması hem Riyad’ın Ortadoğu’daki statüsüne ilişkin görüşünü teyit ediyor hem de stratejik özerkliğini gösteriyor.

İpek Yolu’nun Güvenliği

İran-Suudi yakınlaşmasının belki de en rahatsız edici boyutu Çin’in müdahalesidir. Pekin daha önce Orta Doğu’daki karışıklıktan kaçınmaya özen göstermişti. Ancak orada filizlenen ekonomik çıkarları, diplomatik bir rol üstlenmesini de gerektirdi. Bölge, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi için önemli; Çin hükümetinin örneğin Suudi enerji sektörüne yaptığı yatırımların Husi füzeleri tarafından tehdit edilmemesini sağlaması gerekiyordu. Dahası Çin, İran’daki ekonomik ağırlığını istikrarlı bir şekilde artırıyor ve Moskova’nın, Rus ticaretinin Süveyş Kanalı’nı kullanmadan küresel pazarlara ulaşmasını sağlayacak İran üzerinden bir geçiş koridoru geliştirme planını desteklemekle ilgileniyor. Bu koridorun geliştirilmesi, Çin’in, ABD ve müttefiklerinin inşa etmekte olduğu müthiş donanma karşısında Malakka Boğazı’nı aşmasına da olanak sağlayacak. Pekin, bu stratejik önceliklerini hayata geçirmek amacıyla şimdi Orta Doğu’da nüfuz sahibi olmak için Washington’a meydan okumaya hazırlanıyor.

Çin, İran ve Suudi Arabistan’ın daha kapsamlı stratejik çıkarlarının yakınlaşması gösteriyor ki Pekin’in İran ve Suudi Arabistan ile atılımı muhtemelen Orta Doğu’da yeni bir jeopolitik gerçekliğin temeli olacak. Bu dönüşüm, ABD için tarihi bir meydan okuma. Washington artık Arap müttefiklerinin Çin’le bağlarını koparmasını ve İran’a karşı savaşmak için liderliğinin arkasında birleşmesini talep edemez. Bu yaklaşım tarihte kaldı ve müttefiklerinin mevcut ihtiyaçlarına ayak uyduramıyor. Bir Suudi yetkilinin belirttiği gibi, “ABD, çıkarlarımız pahasına müttefik olamayacağımızı anlamıyor.” Suudiler, İran’la savaşın veya Çin’le karşı karşıya gelmenin kendi çıkarlarına hizmet etmediğini görüyor.

Pekin’de yaşananlar, İran’ın nükleer ve bölgesel politikalarının yarattığı tehdidi hiçbir şekilde azaltmıyor. Bununla birlikte, kısa vadede Washington, Ortadoğu’daki gerilimlerin düşürülmesini memnuniyetle karşılamalı çünkü bu ABD’nin bölgeye yönelik kararlı bir taahhüt iddiası olmaksızın diğer küresel önceliklere odaklanmasını sağlıyor. ABD ayrıca Suudi Arabistan ve KİK’i bölgede savaş riskini azaltacak, deniz güvenliğini sağlayacak ve uzun süredir devam eden bölgesel çatışmaları sona erdirmek için işbirliği yapacak daha geniş bölgesel güvenlik mimarisini keşfetmeye teşvik etmeli. Washington ayrıca bölgenin artık kendi çıkarlarını nasıl gördüğüyle uyumlu politikalar formüle etmeli. Aksi takdirde, Çin ve Rusya karşısında etkisini kaybetmeye devam edecek ve bölgeyle uyumsuzluğa sürüklenecektir. ABD’nin bölgesel stratejisini yeniden değerlendirmesi, Riyad’ın liderliğini Pekin’in kapısına getiren baskı ve fırsatları anlamakla başlamalı.

DÜNYA BASINI

FP: Büyük hesaplaşma kapıda

Yayınlanma

Yazar

İsrail’in en yüksek mahkemesi Netanyahu’yu durdurabilir mi?

Bibi’nin iki üst düzey yetkiliyi görevden alma hamlesinin ardından büyük hesaplaşma kapıda.

David E. Rosenberg / FP

Önümüzdeki haftalarda, İsrail demokrasisinin geleceğiyle ilgili büyük bir mücadele yaşanacak. Demokratik normları ve hukukun üstünlüğünü temsil eden tarafın bu mücadeleyi kazanacağının hiçbir garantisi yok.

Bir tarafta, devletin diğer organları zayıflatma ve sadık isimleri öne çıkarma hedefiyle geçen hafta iki kilit İsrailli yetkiliyi görevden almaya çalışan Başbakan Binyamin Netanyahu var. Diğer tarafta ise Yüksek Mahkeme yer alıyor. Teorik olarak Netanyahu’nun gündeminin bazı bölümlerini engelleme gücüne sahip olan mahkeme, pratikte ise kararlarını tanımamaya kararlı ve yetkilerini aşındırmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıya.

İsrail’de hükümet-yargı kavgası yeniden alevlendi

Bu anayasal bir çıkmaza dönüşürse, Netanyahu’nun iktidara dönüşünden bu yana İsrail’i sarsan sokak protestoları yeniden alevlenebilir. Ülkeye dair genellikle temkinli açıklamalarda bulunan bazı etkili İsrailliler bile olası bir iç savaş konusunda uyarıyor.

Bu krizi tetikleyen olaylar, hükümetin son günlerde peş peşe aldığı iki karar oldu: İç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ın görevden alınması ve Başsavcı Gali Baharav-Miara’nın görevden alınma sürecinin başlatılması. Netanyahu, Bar’a olan güvenini kaybettiğini ve onu görev için “fazla yumuşak” bulduğunu belirterek kararı savundu. Adalet Bakanı Yariv Levin ise uzun süredir görevden almak istediği Baharav-Miara’yı “uygunsuz davranış” ve hükümetle “önemli ve uzun süredir devam eden görüş ayrılıkları” nedeniyle hedef aldı.

Hem Şin-Bet Direktörü hem de Başsavcı, hükümet tarafından atanan isimler olsa da onları görevden almak basit ve kolay bir prosedür değil.

Normal koşullarda, Şin-Bet Direktörü’nün görevden alınması idari hukuk çerçevesinde ele alınır; kararın gerekçelendirilmesi ve “makul” bulunması gerekir. Başsavcı ise ancak bir danışma komitesi kararıyla görevden alınabilir.

Netanyahu hükümeti, Başsavcı’nın azil sürecini başlattı

Ancak şu anda koşullar normal değil. Yasal düzenlemeler, hükümetin hem hukuki hem de ahlaki kurallara bağlı kalacağı varsayımıyla hazırlanmıştı. Netanyahu’nun geçmişteki hükümetleri de dahil önceki hükümetler de bu yetkililerle anlaşmazlıklar yaşanmıştı, fakat hiçbir zaman görevden alma yoluna gidilmemişti.

Ancak Netanyahu, tıpkı ABD Başkanı Donald Trump gibi, gücüne sınır koyan bu mekanizmalardan rahatsızlık duyuyor ve siyasi rakiplerini hedef almaktan geri durmuyor. Ve yine Trump gibi Netanyahu da liderlerinin iktidar hırsını kendi toplumlarını yeniden şekillendirmek için kullanan ideologların yardım ve desteğini alıyor.

Baharav-Miara, Yüksek Mahkeme’yi ve yargı organının diğer kurumlarını zayıflatacak “yargı reformu” projesi dahil hükümetin anayasaya aykırı olduğunu düşündüğü eylemlerini ısrarla reddettiği için bir engel olarak görülüyor.

Bar ise normalde hükümetin hedefi olmayacak bir güvenlik bürokratıydı. Ancak Şin-Bet’in görevleri arasında İsrail demokrasisini korumak ve ulusal güvenliğe yönelik tehditleri araştırmak da bulunuyor. Bu görevler onu hükümetle karşı karşıya getirdi.

İsrail’de “devlete sızma” tartışması: “Dün vatan haini ilan ettiniz yarın idam edersiniz”

Netanyahu hükümetinin demokratik normlara karşı açtığı savaş, Baharav-Miara ve Bar’ı görevden alma girişiminden çok önce başlamıştı. İlk adım, 2022 sonunda hükümetin kurulmasının hemen ardından Levin’in yargıyı siyasetin kontrolüne almayı hedefleyen kapsamlı “yargı reformu” planını açıklamasıyla atıldı. Bu reform girişimi, geniş çaplı sokak protestoları, Yüksek Mahkeme’nin iptal kararları ve 2023 Ekim’inde yaşanan Hamas saldırısıyla birlikte rafa kalktı.

Ancak hükümetin yargı reformunu yeniden gündeme getirmeyi beklediği açıktı. Levin uzun süredir yargıyı “yozlaşmış ve solcu” olmakla suçluyor. Hükümetin aşırı sağcı ve dindar ortakları ise Yüksek Mahkeme’yi, İsrail’i daha dindar ve muhafazakâr bir topluma dönüştürme çabalarının önündeki en büyük engel olarak görüyor.

Netanyahu bu görüşleri paylaşmasa da yargı reformu sayesinde hakkında devam eden yolsuzluk davalarından sıyrılma ihtimali vardı. Protestolar, davalar ve savaşın baskısıyla, zamanla o da aşırı sağın bürokratları düşman olarak gören önermesini yavaş yavaş kabul etmeye başladı. Netanyahu eskiden “derin devletin” kendisini yıkmaya çalıştığına dair iddiaları sosyal medyadaki destekçilerine bırakırdı şimdi artık bu ifadeleri bizzat kendisi de kullanıyor.

Netanyahu, Trump’ın izinde: Yargıya ‘derin devlet’ suçlaması

Yargı reformunu yeniden başlatmak için uygun zaman geçen sonbaharda geldi. Hamas, Hizbullah ve İran’a karşı savaşlarda İsrail üstün görünse de savaş atmosferi sokak protestolarını bastırmak için yeterince yoğun bir ortam sağladı. Ayrıca Trump’ın yeniden iktidara gelişiyle birlikte, Beyaz Saray artık demokratik olmayan adımlara ses çıkarmayacaktı.

Ancak bu kez hükümet, yeni protestolara yol açma olasılığı daha düşük olan kademeli bir yaklaşımı tercih etti. Bu ay başında, Meclis yargıçları disiplin altına alan kurulun kontrolünü koalisyon milletvekillerine devreden bir yasayı onayladı. Yargıç atamalarını siyasallaştıracak bir başka yasa tasarısı da şu an Meclis’te. Son adımlar ise Şin-Bet Direktörü ve Başsavcının görevden alınması oldu.

Bu siyasi mücadele, Yüksek Mahkeme’de görülecek görevden alma davalarının arka planını oluşturacak. Ancak davaların içeriği, teknik olarak “çıkar çatışması” olup olmadığı sorusu etrafında şekillenecek.

Bar yönetimindeki Şin-Bet, Netanyahu’nun ofisinden sızdırıldığı iddia edilen gizli belgeler ile Katar’dan Netanyahu’ya yakın kişilere yapılan ödemeleri araştırıyordu. Ayrıca polis teşkilatına aşırı sağcı örgütlerin sızmasını da araştırdığı ortaya çıktı. Muhalifler, Netanyahu’nun Bar’ı görevden almasının yasal açıdan gerekçelendirilebilir görünse de asıl amacının bu soruşturmaları durduracak bir ismi atamak olduğunu savunuyor. Bu nedenle yargı müdahale etmeli.

Netanyahu’nun sözcüsünün maaşını Katar ödemiş

Aynı durum başsavcı Baharav-Miara için de geçerli. Kendisi, Netanyahu’nun yolsuzluk, rüşvet ve güveni kötüye kullanma suçlamalarıyla yargılandığı davanın başsavcısı. Şu sıralar Netanyahu haftada iki kez Tel Aviv’deki mahkemede ifade veriyor. En azından teoride, sadık bir kişinin bu pozisyonda olması İsrail liderinin mahkumiyetten kaçmasını kolaylaştırabilir.

Yüksek Mahkeme, şimdiden Bar’ın görevden alınmasını durduran geçici bir tedbir kararı aldı ve konuyla ilgili temyiz başvurularını 8 Nisan’da dinleyecek. Mahkeme dört farklı karar verebilir: Temyiz başvurularını tamamen reddedebilir, hükümete kararını yasal çerçeveye uygun şekilde yeniden düzenlemesini emredebilir, Bar’ın birkaç ay içinde istifa etmesini öngören bir uzlaşma önerebilir ya da görevden alma kararını tamamen iptal edebilir. Sonuncusu olursa, büyük bir çatışma başlayacak demektir.

Yüksek Mahkeme Baharav-Miara’nın görevden alınmasına müdahale etmese bile süreç normalde aylar sürecek. Önce hükümetin oluşturduğu bir komitenin karar vermesi gerekiyor. Ancak hükümet, bu süreci hızlandırmak istiyor. Levin, Baharav-Miara’ya istifa etmesi yönünde baskı yapıyor ve son iki yıldır ona yönelik yıpratma kampanyasını sürdürüyor.

Yüksek Mahkeme harekete geçecek mi? Mahkeme Başkanı Isaac Amit kararlı bir isim ve Bar davasına bakan üç kişilik heyet hükümet aleyhine karar verme ihtimali yüksek olan daha liberal yargıçlardan oluşuyor. Öte yandan, Netanyahu, Levin ve hükümet üyeleri uzun süredir mahkemeyi itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Onlara göre mahkeme tarafsız olmadığı gibi hükümeti yargılama hakkına da sahip değil. Levin, Amit’in ocak ayında mahkeme başkanı olarak atanmasına karşı çıktı ve o zamandan beri onu boykot ediyor.

Normal şartlarda, Yüksek Mahkeme’nin kararı, ne kadar tatsız olsa da hükümet için bağlayıcı. Ancak bu kez hükümet kararları tanımama sinyalleri veriyor. Geçici tedbir kararının ardından bazı bakanlar, nihai kararın da tanınmayabileceğini açıkladı. Mahkemeyi ya geri adım atmaya zorlayacaklar ya da müdahil olmaktan caydıracaklar.

On binlerce İsrailli Netanyahu hükümetine karşı yürüyor

Bu durumda, hükümet ile yargı arasındaki güç dengesi İsrail halkı tarafından belirlenecek. Eğer anketler doğruysa, halk “derin devlet” argümanına inanmıyor. Yüksek Mahkeme’ye hükümetten daha fazla güveniyor. Geçen hafta sonu ülke genelinde 100 binden fazla kişi Bar’ın görevden alınmasına karşı protesto gösterileri düzenledi.

Ancak bu protestoların etkili olması için çok daha büyük ve uzun süreli olması gerekiyor. Bu da garanti değil. Gazze’deki savaşın yeniden alevlenmesi, aşırı sağcı Itamar Ben-Gvir’in hükümete dönüşü ve protestolara karşı sert polis müdahaleleri, 2023’teki gibi kitlesel protestoların tekrarını zorlaştırabilir. Aylar süren savaşlar ve krizlerin ardından, halk artık yorgun olabilir. Netanyahu’nun umudu da tam olarak bu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Batı medyası ve siyasetinden ardı ardına değerlendirmeler geliyor.

Medyadaki değerlendirmeler, büyük oranda “jeopolitik dönüşümlerin” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a açtığı fırsat pencereleri ile ilgili.

Örneğin Politico’da ‘Erdoğan demokratik muhalefeti bastırmak için jeopolitik bir fırsat yakaladı’ başlıklı haberde, “Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yıllarını demokrasiyi aşındırmak, muhalefeti bastırmak ve ülkenin ordu ve kamu hizmetlerini tasfiye etmekle geçirdi. Şimdi de Türkiye Cumhuriyeti’nin laik kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasını gömmek için bu jeopolitik anı seçmiş gibi görünüyor,” deniyor.

Analizde, Donald Trump’ın özel temsilcisi Steve Witkoff’un Tucker Carlson’a verdiği mülakatta söylediklerine referans veriliyor. Witkoff, geçen hafta Carlson’a verdiği beyanda, iki lider arasında kısa süre önce gerçekleşen telefon görüşmesini “harika” ve “dönüm noktası niteliğinde” olarak nitelendirmişti.

Bloomberg: Erdoğan, NATO’nun Türkiye’ye olan ihtiyacı nedeniyle tutuklamaya ses çıkmayacağına güveniyor

Bloomberg’de yer alan ‘Erdoğan dünyanın Türkiye’deki kargaşayı görmezden geleceğine güveniyor’ başlıklı değerlendirmede ise, İmamoğlu’nun hapse atılmasının ardından Erdoğan’ın, “NATO müttefiklerinin Türkiye’ye, demokrasi kavgasından daha fazla ihtiyaç duyduklarına güvendiğini” öne sürüyor.

Analizde, “Türkiye Cumhurbaşkanı ve NATO’nun en büyük ikinci ordusunun komutanı, dünyanın kendisine, ülkenin demokrasisi için verilen mücadeleye katılma ihtiyacından daha fazla ihtiyaç duyduğuna güveniyor. ABD ve Avrupa güvenlik sorunlarıyla meşgulken, Erdoğan kendisini Ukrayna’dan Orta Doğu ve Afrika’daki çatışma bölgelerine kadar kilit bir güç simsarı olarak konumlandırdı,” deniyor.

Bloomberg, Avrupa başkentlerinden gelen birkaç itiraz dışında, İmamoğlu’nun tutuklamasının ardından uluslararası tepkinin yokluğunun dikkat çekici olduğuna işaret ediyor.

Yazıda, “Erdoğan muhtemelen Türkiye’nin artan stratejik öneminin demokratik eksikliklerinden daha ağır bastığını hesapladı. Yatırımcılar Türk varlıklarını terk ederken ve yabancı parayı ülkeye geri getirme yolunda son dönemde kaydedilen ilerlemeyi geri alma riskini taşırken bile, bu şimdiye kadar siyasi olarak karşılığını veren bir bahis,” ifadeleri kullanıldı.

Ekonomi yayını, özellikle Ukrayna’daki savaşın Avrupa’yı, Türkiye’ye giderek daha fazla bağımlı hale getirdiğini ileri sürüyor.

Economist: Geriye otokrasiye yakın bir yönetim kaldı

Ünlü ekonomi dergisi Economist ise İmamoğlu’nun tutuklanmasını ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan rakibini hapse attı ve Türkiye’nin demokrasisini tehlikeye attı’ başlığıyla verdi.

“Türkiye geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşıyor,” iddiasında bulunan dergi, her şeye rağmen Türkiye’deki seçimlerin ‘çoğunlukla serbest’ kaldığını, ama İmamoğlu’nun tutuklanması ile birlikte “geriye çıplak otokrasiye yakın bir yönetim kaldığını” öne sürdü.

Tutuklamaların Türkiye’nin on yılı aşkın bir süredir gördüğü en büyük protestolara yol açtığına işaret eden Economist, protestolardaki gözaltıları ve polis şiddetini de sayfalarına taşıdı.

Euractiv: Erdoğan jeopolitik değişimi değerlendirerek zamanını iyi seçti

Euractiv’de yer alan değerlendirmede de, “İç siyasi çalkantılara rağmen, Ankara’nın AB ile daha yakın ilişkiler kurması ve bloğun savunma fonlarına erişim kazanması için daha iyi bir zamanlama olamazdı,” deniyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘zamanını iyi seçtiğini’ savunan Euractiv, ‘içeride demokratik muhalefeti bastırmak ve dışarıda jeopolitik puan toplamak için jeopolitik değişimi değerlendirdiğini’ yazıyor.

Bir süredir AB-Türkiye ilişkilerinin gergin seyrettiğini hatırlatan Euractiv, ABD’nin Kıta’dan çekilme işaretleri vermesi ve Rusya ile ilişkileri düzeltmek istemesi birlikte büyük bir silahlanma hamlesi başlatan Avrupa’da Türkiye’ye bakışın değişmeye başladığına işaret ediyor.

Bazı AB diplomatlarına göre ABD Başkanı Donald Trump’ın dönüşü ve jeopolitik değişimler Kıta’da Ankara ile daha yakın ilişkilere bakış açısını değiştirdi.

‘Brüksel’de Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu söyleniyor’

Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin, Avrupa’daki güvenlik zirvelerine giderek daha fazla katılmaya başladığını ve üst düzey yetkililerin de bu konuya ilgi duyduklarını açıkça ifade ettiğini vurgulayan Euractiv, “Brüksel’deki iktidar koridorlarında tekrarlanan bir söylem, Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu ve uzun vadeli güvenlik çıkarlarının birkaç kişinin kısa vadeli çıkarlarının önüne geçmesi gerektiği yönünde,” diye yazıyor.

Ankara’nın, Avrupa’nın savunma planları için kendisine ihtiyaç olduğunu çok iyi anladığını savunan yayın, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin de Erdoğan ile daha yakın işbirliği için AB nezdinde lobi yaptığını aktarıyor.

Yazıda şunlar söyleniyor:

“Türkiye’nin stratejik coğrafi konumu, Karadeniz’den Akdeniz’e ulaşımı sağlayan önemli bir nakliye ve ticaret yolu olan ve savaşın ilk günlerinde Rus savaş gemilerine kapatmakta tereddüt etmediği İstanbul Boğazı’nın kontrolünde kilit rol oynuyor. Gelecekte Avrupa savaş gemilerinin Karadeniz’e erişimine ihtiyaç duyulması halinde, anahtar Ankara’nın elinde olacak. Yerli Kırım Tatarlarının Osmanlı İmparatorluğu ile bir dizi tarihi bağı olan Kırım Yarımadası’nda kalıcı bir Rus varlığı Ankara’nın çıkarına olmayabilir.”

Euractiv’e konuşan AB yetkililerine göre Türk askeri teçhizatı, blok dışından temin edilebilecek en ucuz seçenekler arasında yer alıyor ve Ukrayna ve Azerbaycan da dahil olmak üzere savaş bölgelerinde sahada test edildi.

‘AB, Türk askerine Ukrayna’da güveniyor’

Yine habere göre, Gelecekte Ukrayna’da yapılacak bir barış anlaşmasında Avrupalı barış gücü askerlerinin ateşkesi sağlaması halinde Türkiye’nin askeri gücü de işe yarayabilir.

AB savunma fonlarına erişim konusunda, giderek artan sayıda AB diplomatı, Avrupa’nın ‘gerçekleri görmesi’ ve ABD’ye bağımlılığının yerini alacak ortak tabanını genişletmesinin sadece bir zaman meselesi olduğuna inanıyor.

Bir AB diplomatı, AB’nin “bir noktada, hızlı bir şekilde yeniden silahlanma konusunda ciddiysek bu ülkelere ve endüstrilerine ihtiyacımız olduğu konusunda pragmatik bir durum değerlendirmesine varması gerektiğini” söyledi. Euractiv’e göre bu görüşler Brüksel’de giderek daha fazla yankı buluyor.

Bir AB yetkilisi, Fransa’nın savunma konusundaki ‘Avrupalı Satın Al’ rağmen, savunma konusunda Türkiye gibi tüm bu ülkelere yaklaştıklarını söyledi.

Avrupa’nın yeni silahlanma fonuna AB dışından katılım için, üçüncü ülkelerin AB ile savunma anlaşması imzalaması gerekiyor. Öte yandan böyle bir savunma anlaşması için ‘nitelikli çoğunluk’ yeterli olduğundan, Kıbrıs ve Yunanistan’ın itirazlarına rağmen Brüksel ile Ankara arasında böyle bir anlaşmanın imzalanmasının önünde engel yok.

Bu hafta başında masaya yatırılan ve üye devletler tarafından şartları daha da sıkılaştırmak ya da gevşetmek üzere değiştirilebilecek olan taslak metne göre, ikinci anlaşma doğrudan üçüncü ülke ile Avrupa Komisyonu arasında imzalanacak.

Bazı AB diplomatlarına göre, Türkiye’de dengeler değişirse, Polonya’nın AB dönem başkanlığı daha hızlı bir anlaşma için oybirliği arayışından vazgeçebilir.

Yine Euractiv’e göre, Türkiye’nin Rusya’ya karşı Batı’yla aynı safta yer almak arasında ince bir ipte yürümesi ikinci derecede önemli bir mesele gibi görünüyor.

Scholz’un İmamoğlu tepkisine rağmen Berlin, Ankara ile yakın savunma işbirliği istiyor

Dolayısıyla, özellikle Almanya’dan gelen bazı tepkilere rağmen, İmamoğlu’nun tutuklanmasına yönelik Kıta’dan gelecek tepkilerin genellikle “görmezden gelmek” olacağına vurgu yapılıyor.

Dahası, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un sert eleştirilerine rağmen, Alman yetkililer Berlin’in daha yakın bir savunma işbirliğinin önünde durmayacağını vurgulamakta gecikmedi. Fransız Elysee yetkilileri ise kamuoyu önünde yorum yapmaktan kaçındı.

Üst düzey AB yetkilileri Türk yetkilileri demokratik standartlara uymaya çağırırken, “temel haklara saygı ve hukukun üstünlüğünün AB’ye katılım süreci için elzem” olduğunu belirttiler fakat AB liderlerinin çoğunluğu sessiz kaldı.

Bazı AB diplomatları, stratejik gereklilikler lehine konuyu görmezden gelebileceğine inanıyor. Fakat diğer alanlarda AB-Türkiye ilişkilerinin yakınlaşması konusunda yaşanan siyasi tıkanıklık farklı görünüyor.

Görüşmeler hakkında bilgi sahibi olan kişiler, Ankara’nın yıllardır iki temel talebi olan AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin modernizasyonu ve vize serbestisinin, ‘reform eksikliği’ nedeniyle ilerleme ihtimalinin çok düşük olduğunu söylüyor. 

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında yankı buldu

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında geniş yankı buldu. Pek çok Batılı yayın kuruluşu, tutuklamanın Türkiye’deki ‘demokrasi ilkeleri üzerindeki endişeleri artırdığını’ ve siyasi motivasyon taşıdığını ileri sürdü. Batı basını, Türkiye genelinde İmamoğlu’na destek gösterilerini ve uluslararası kuruluşların tepkisini de haberleştirdi.

Batı basını, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına geniş yer ayırarak, Türkiye’nin “demokratik ilkelerine dair endişeleri ve tutuklamanın potansiyel siyasi nedenlerini” ele aldı

The Times (Birleşik Krallık): Gazetenin bir köşe yazısında, İmamoğlu’nun tutuklanması ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1999’daki hapis cezası alması arasında paralellikler kuruldu. Yazıda, Erdoğan’ın önde gelen siyasi rakibi İmamoğlu’na karşı mevcut eylemlerinin, Erdoğan’ın daha önceki demokratik vaatlerinden uzaklaşmayı yansıttığı öne sürüldü.

The Guardian (Birleşik Krallık): The Guardian, İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Türkiye genelinde yayılan geniş çaplı protestoları haberleştirdi. Gösterilerin “demokrasi, hukuk devleti ve eşit haklar için daha geniş bir harekete dönüştüğünü” yazdı. Makale, Birleşmiş Milletler (BM) ve ABD gibi kuruluşlardan gelen cılız tepkilerle uluslararası yanıtın sınırlı kaldığına da dikkat çekti.

Associated Press (ABD): Associated Press, İmamoğlu’nun yolsuzluk suçlamalarıyla tutuklanmasına yol açan hukuki süreci ele aldı. Tutuklamanın yaklaşan seçimler öncesinde gerçekleştiği zamanlamasına ve Türkiye’nin siyasi ortamı üzerindeki potansiyel etkisine dikkat çekti. Haber, muhalefet figürlerinden ve uluslararası kuruluşlardan gelen tutuklamanın siyasi çıkarımlarını eleştiren yorumlara da yer verdi.

Euronews (Avrupa): Euronews, İstanbul ve diğer şehirlerdeki kitlesel protestoları detaylı bir şekilde aktardı. Protestocuların gösteri yasaklarına ve yol kapatmalara karşı gelmesini vurguladı. Haber, “protestocular arasında tutuklamanın Erdoğan’ın ana rakibini saf dışı bırakmak için siyasi amaçlı olduğu” algısının yaygın olduğunu belirtti.

El País (İspanya): El País, İmamoğlu’nun geçici tutukluluğuna yol açan yargı sürecini haberleştirdi. Muhalefetin tutuklamayı 2028 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bir rakibi ortadan kaldırma amaçlı siyasi bir girişim olarak gördüğünü kaydetti.

Die Welt (Almanya): Die Welt, mahkemenin İmamoğlu’nu tutuklama kararını ve ardından başlayan kitlesel protestoları haberleştirdi. İmamoğlu’nun asılsız ve iftira niteliğinde olduğunu ifade ederek reddettiği teröre destek iddialarına da değindi.

Diğer yandan Avrupa Komisyonu: Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, İmamoğlu’nun tutuklanmasından derin endişe duyduğunu ifade etti.

Von der Leyen, Ankara’ya özellikle seçilmiş yetkililerin hakları olmak üzere “demokratik değerleri koruma yükümlülüğünü” hatırlattı.

İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) ise kararı “adaletin trajedisi” ve demokratik sürece yönelik bir saldırı olarak kınadı.

Kuruluş, tutuklamanın “İstanbul seçmenlerinin seçtikleri temsilciden mahrum bırakılarak haklarının ihlal edildiğini” savundu.

Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English