DÜNYA BASINI
‘ABD’ye tarihi meydan okuma’
Yayınlanma

ABD merkezli yayın kuruluşu Foreign Affairs, İran-Suudi yakınlaşmasının bölgeye olası etkilerine mercek tutan bir analiz yayınladı. Pekin’in arabuluculuğunda iki ülke arasında imzalanan anlaşmanın Tahran’a, Riyad’a ve Pekin’e sağladığı faydalara dikkat çeken analize göre en rahatsız edici boyut Çin’in müdahalesi. Analiz, söz konusu anlaşmanın “Orta Doğu’da yeni bir jeopolitik gerçekliğin temeli olacağı” değerlendirmesinde bulunuyor ve bu dönüşümün “ABD için tarihi bir meydan okuma” olduğu değerlendirmesini yapıyor: “Washington artık Arap müttefiklerinin Çin’le bağlarını koparmasını ve İran’a karşı savaşmak için liderliğinin arkasında birleşmesini talep edemez. Bu yaklaşım tarihte kaldı ve müttefiklerinin mevcut ihtiyaçlarına ayak uyduramıyor.” Analizin son kısmı Orta Doğu’daki ağırlığını yitiren Washington’a bölge ülkelerinin çıkarlarıyla uyumlu politikalar öneriyor ve uyarıyor: “Aksi takdirde, Çin ve Rusya karşısında etkisini kaybetmeye devam edecek.”
***
Ortadoğu’da Yeni Bir Düzen mi?
İran ve Suudi Arabistan’ın Yakınlaşması Bölgeyi Dönüştürebilir
6 Mart 2023’te İran ve Suudi Arabistan’dan temsilciler, Çin’in aracılık ettiği müzakereler için Pekin’de bir araya geldi. Dört gün sonra, Riyad ve Tahran ilişkileri normalleştirme kararı aldıklarını açıkladı. Bu dönüm noktası niteliğindeki anlaşma, büyük güçleri yeniden hizalayarak, mevcut Arap-İran anlaşmazlığını karmaşık ilişkiler ağıyla değiştirerek ve bölgeyi Çin’in küresel emellerine göre örerek Orta Doğu’yu dönüştürme potansiyeline sahip. Pekin için anlaşmanın ilanı, Washington ile rekabetinde büyük bir atılımdı.
Bu şekilde olmaması gerekiyordu. Körfez rakipleri arasındaki gerilimi azaltmak, nükleer görüşmeleri ilerletmek ve Yemen’deki çatışmaya son vermek amacıyla İran ve Suudi Arabistan’ı 2021’de müzakerelere başlamaya teşvik eden ABD’ydi. Tahran ve Riyad beş tur doğrudan görüşme yaptı ve ardından gayrı resmi görüşmeler devam etti. Ardından, Temmuz 2022’de Suudi Arabistan’a yaptığı ziyarette ABD Başkanı Joe Biden Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden oluşan Körfez İşbirliği Konseyi’ni, İran’ı kontrol altına almak için İsrail’le birlik olmaya çağırdı. Ancak Suudi hükümeti, Başkan Xi Jinping’i Tahran’la (müzakere için) daha iyi bir arabulucu olduğunu görerek Çin’e döndü. Suudiler, Tahran’ın böyle bir anlaşmayı ihlal ederek Pekin’le ilişkilerini tehlikeye atma riskini almayacağından, Çin’in dahlinin, İran’la anlaşmanın süreceğinin en kesin garantisi olduğuna inanıyorlardı. Xi, Aralık 2022’de Riyad’a yaptığı ziyarette konuyu Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ile görüştü ve ardından Şubat 2023’te İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ile Pekin’de bir araya geldi. Bunu İran ile Suudi Arabistan arasında yoğun tartışmalar izledi ve bu sırada iki taraf baltayı gömme ve ilişkileri normalleştirme konusunda anlaştı. Her iki ülke için de Xi’nin kişisel müdahalesi kritikti. Her ikisinin de Pekin ile uzun süredir devam eden siyasi ve ekonomik bağları var ve bu nedenle Çin Cumhurbaşkanı aralarında güvenilir bir arabulucu olarak hareket edebildi.
Anlaşma tam olarak uygulanırsa, Tahran ve Riyad bir kez daha, yakın bir pozisyona gelecek. Daha 2016’da bir çetenin Tahran’daki Suudi büyükelçiliğini ateşe vermesinin ardından ülkeler arasındaki diplomatik ilişkiler koptu. Şimdi, yeni anlaşmaya göre, her iki taraf da büyükelçilikleri yeniden açacak ve Suudi hükümeti, Tahran’ın iç muhalefetten sorumlu tuttuğu İran International televizyon kanalına verdiği desteği kesecek. Her iki taraf da Yemen’deki Nisan 2022 ateşkesini destekleyecek ve iç savaşı sona erdirmek için resmi bir barış anlaşması üzerinde çalışmaya başlayacak. İran, Husi isyancılara silah tedarik etmeyi bırakacak ve onları Suudi Arabistan’a yönelik füze saldırılarını durdurmaya ikna edecek. Buna ek olarak anlaşma, İran ile Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KİK) ülkeleri arasında ekonomik ve diplomatik ilişkilerin güçlendirilmesi ve İran ile Arap ortaklarının yeni bir bölgesel güvenlik çerçevesi inşa etmek üzere görüşmelere başlaması çağrısında bulunuyor. Dahası Çin, tüm bu adımları denetlemeye devam edecek.
İran-Suudi anlaşması, bölgenin en önemli rekabetlerinden birini sona erdirme ve ekonomik ilişkileri Körfez geneline genişletme potansiyeline sahip. Artık İran, ABD’nin kendisini kontrol altına alma gibi zor işi yapmasını umduğu, Araplar ve İsraillilerden oluşan ittifakla tek başına yüzleşmeyecek. Bunun yerine, anlaşma İran’ı Arap komşularına yakınlaştırma ve bölgedeki ilişkilerini kademeli olarak istikrara kavuşturma potansiyeline sahip. Bu vaadin altını çizen Suudi Maliye Bakanı Muhammed el Cedan, her şey planlandığı gibi giderse Suudi Arabistan’ın İran ekonomisine yatırım yapmaya hazır olduğu taahhüdünde bulundu. Reisi, her iki tarafın da ilişkileri güçlendirme niyetinin bir başka işareti olarak, tarihi henüz belli olmasa da Riyad’ı ziyaret davetini çoktan kabul etti. Böylesine hızlı gelişen bir ilişkinin, bölge için sonuçları derin olabilir.
Tahran Doğuya Bakıyor
Hem Tahran hem de Riyad, bölgesel ilişkileri yeniden tesis etmek için Çin üzerinden çalışmanın fayda sağlayacaklarına inanıyor. Her iki ülke için de Pekin ile çalışmak yeni bir gelişme. 2015’te İran’ın önceliği ABD ve Avrupa ile ilişkilerini geliştirmekti. Komşularıyla müzakereleri ikincil olarak gördü. Sonuç, yaptırımların hafifletilmesi karşılığında İran’ın nükleer programını kısıtlayan, Birleşik Devletler ve BM Güvenlik Konseyi’nin diğer daimi üyeleri artı Almanya ile imzalanan nükleer anlaşma yani Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) oldu. ABD Başkanı Donald Trump’ın 2018’de ülkesini KOEP’ten çekmesinden sonra Suudi Arabistan ve KİK, 2019’da İran’ın Suudi petrol tesislerine düzenlediği saldırıyla daha da hızlanarak İsrail’e yaklaştı. İran da odağını değiştirerek komşularıyla ilişkilerin iyileştirilmesine ve bölgesel ticarete vurgu yapmaya başladı. Bu amaçla Tahran, 2022’de Kuveyt ve BAE ile tam diplomatik ilişkilerini yeniden kurdu. Ancak Pekin’in Suudilerle anlaşması, İran’ın beklediği en büyük ödül ki yakında Bahreyn ve Mısır’a genişletilebilecek Arap dünyasına gerçek bir açılım.
Tahran, Çin’in Orta Doğu’da artan rolünü memnuniyetle karşılıyor çünkü bu, bölgedeki ABD etkisini zayıflatıyor ve İran ekonomisini felç eden ABD öncülüğündeki yaptırım rejimini baltalıyor. Bu amaçla KİK ülkeleriyle daha iyi ilişkiler; İsrail, Suudi Arabistan ve BAE arasında daha yakın istihbarat ve askeri koordinasyon başlatan (ve daha sonra Fas ve Sudan’a genişleyen) ve böylece İran ile İsrail arasındaki gölge savaşını Körfez’e kadar uzatan Trump yönetiminin aracılık ettiği İbrahim Anlaşmalarının yarattığı tehdidi azaltacaktır. Tahran, KİK ile İsrail arasındaki ikili bağları kabul etmeye razı olsa da, kendisine karşı ABD destekli bir Arap-İsrail askeri ittifakına müsamaha gösteremez. Böyle bir ittifak, Biden yönetimiyle başarısız nükleer müzakerelerin, iç siyasi protestoların, İsrail’in Azerbaycan ve Irak’ta artan varlığının ve İsrail’in yeni sağcı hükümetinin İran’ın nükleer programını durdurmak için savaşı düşünme konusunda artan isteğinden sonra Tahran’ı daha da tehdit edecektir.
Riyad’ın Dengeleme Eylemi
Suudi Arabistan için Pekin önderliğindeki anlaşma daha cüretkar bir stratejik değişim oluşturuyor. Riyad ile Washington arasındaki ilişkiler tarihi bir düşüş yaşıyor. Suudi Arabistan’ın ABD’nin bölgedeki politikasından duyduğu memnuniyet, 2003 Irak işgalinden bu yana azalıyor. Riyad, Irak hükümetinin dağıtılmasından memnun değildi, nükleer anlaşmadan rahatsızdı, ABD’nin Suriye ve Yemen’de İran’a karşı Suudi Arabistan’ın çıkarlarını destekleme konusundaki isteksizliğine kızmıştı ve 2019’da İran petrol tesislerine saldırdığında ülkesini savunamamasından endişe duyuyordu. Riyad, bir zamanlar güçlü müttefiki olan ABD’nin başka önceliklere odaklandığına inanıyor ve İran’la tıkanan nükleer müzakerelerin ardından Washington’ın bölgenin güvenliği için net bir planı olduğunu düşünmüyor. Suudi liderler Washington’daki mevcut liderlikten de memnun değiller. Başkan Biden, 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesinin ardından adaylığı sırasında Suudi rejimine “parya” muamelesi yapma vaadinde bulunduktan sonra ilişkileri onarmakta yavaş kaldı.
Daha büyük ve saldırgan komşularının gelişmiş askeri yeteneklerinden yoksun olan Suudi Arabistan, her zaman kendi savunmasına takıntılı oldu. Tahran’la gerilimi azaltmak bu endişeleri yok etmeyecek ancak Riyad’a, güvenliğini güçlendirmesi ve stratejik seçeneklerini çeşitlendirmesi için daha fazla zaman kazandırıyor. Güvenlik arzusu, Suudi Arabistan’ın son on yılda İsrail ile ilişki kurmasına neden oldu ve aynı arzu şimdi Çin’le ilişki geliştirmeye motive ediyor. Suudi Arabistan’ın stratejisi, güvenliğini garanti altına almayı amaçlıyor. Suudi rejimi; Çin, İsrail ve ABD de dahil geniş bir ortaklar ağı kurarak ve İran, Suriye ve Türkiye gibi düşmanlarla ilişkilerini geliştirerek uzun vadeli istikrarını güçlendirmeyi umuyor.
Suudi Arabistan, 2030 yılına kadar gelişmiş bir endüstriyel ekonominin yanı sıra kültür ve turizm merkezi olma gibi iddialı bir hedef belirledi. Bunu başarmak için ABD’nin askeri desteği, İsrail güvenliği ve teknolojisi, Avrupa ve Çin ile ticaret ve iç istikrar gerekecek. Suudi stratejisi, yönetmek için net bir planı olmasa da Washington’un İran’ı tecrit etmeyi destekleyen ve savaşı dışlamayan bölgesel güvenlik anlayışıyla çelişiyor. ABD, bölgeden uzaklaştığını açıkça ortaya koyarken aynı zamanda Orta Doğulu ortaklarına olan taahhütlerinde hiçbir şeyin değişmediğinde ısrarcı olamayacağını kabul etmekte de zorlanıyor. Aslında Riyad, ABD politikasının Suudi çıkarlarına hizmet etmemesi durumunda Suudilerin ittifaka bağlı olmayacağını gösteriyor.
Washington ayrıca, Suudi Arabistan’ın kendisini ABD’nin bir güvenlik görevlisi olarak değil, dünya siyasetinde bağımsız rol oynayabilecek bölgesel bir güç olarak gördüğünü anlamakta da geri kaldı. Riyad, bir Suudi yetkilinin dediği gibi eski “düşük petrol fiyatları karşılığında ABD güvenliği” paradigmasının öldüğüne inanıyor. Suudi Arabistan’ın stratejik özerklik vizyonu, yalnızca ABD’nin Orta Doğu’ya ilgisinin azalmasına bir tepki değil, krallığın hırslarının da bir ifadesidir. Riyad, ABD’nin yanı sıra Rusya ve Çin ile yakın ve bağımsız ilişkiler kurmak istiyor. Ayrıca, Mısır, İran, İsrail ve Türkiye’yi kendi güvenliğini sağlamak ve bölgesel nüfuzu için dengeleyerek bölgede kendisini çok önemli bir rol biçiyor. Bu gıpta ile bakılan konumu korumak için Suudi Arabistan, tüm komşularıyla ilişkilerini geliştirmesi gerekiyor. 2022’de Riyad, Türkiye ile ilişkilerini yeniden kurdu; şimdi de aynısını İran’la yapıyor. Bundan sonra sıra İsrail’e gelecek. İran’la ilişkiler, Suudilere müttefikleri nezdinde çok ihtiyaç duydukları siyasi örtüyü sağlayacak, yani bu da İsrail ile bir anlaşmanın başka bir Müslüman ülkeye karşı askeri bir eksen yerine, ikili bir anlaşma olarak sunulabileceği anlamına geliyor. Pekin anlaşması hem Riyad’ın Ortadoğu’daki statüsüne ilişkin görüşünü teyit ediyor hem de stratejik özerkliğini gösteriyor.
İpek Yolu’nun Güvenliği
İran-Suudi yakınlaşmasının belki de en rahatsız edici boyutu Çin’in müdahalesidir. Pekin daha önce Orta Doğu’daki karışıklıktan kaçınmaya özen göstermişti. Ancak orada filizlenen ekonomik çıkarları, diplomatik bir rol üstlenmesini de gerektirdi. Bölge, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi için önemli; Çin hükümetinin örneğin Suudi enerji sektörüne yaptığı yatırımların Husi füzeleri tarafından tehdit edilmemesini sağlaması gerekiyordu. Dahası Çin, İran’daki ekonomik ağırlığını istikrarlı bir şekilde artırıyor ve Moskova’nın, Rus ticaretinin Süveyş Kanalı’nı kullanmadan küresel pazarlara ulaşmasını sağlayacak İran üzerinden bir geçiş koridoru geliştirme planını desteklemekle ilgileniyor. Bu koridorun geliştirilmesi, Çin’in, ABD ve müttefiklerinin inşa etmekte olduğu müthiş donanma karşısında Malakka Boğazı’nı aşmasına da olanak sağlayacak. Pekin, bu stratejik önceliklerini hayata geçirmek amacıyla şimdi Orta Doğu’da nüfuz sahibi olmak için Washington’a meydan okumaya hazırlanıyor.
Çin, İran ve Suudi Arabistan’ın daha kapsamlı stratejik çıkarlarının yakınlaşması gösteriyor ki Pekin’in İran ve Suudi Arabistan ile atılımı muhtemelen Orta Doğu’da yeni bir jeopolitik gerçekliğin temeli olacak. Bu dönüşüm, ABD için tarihi bir meydan okuma. Washington artık Arap müttefiklerinin Çin’le bağlarını koparmasını ve İran’a karşı savaşmak için liderliğinin arkasında birleşmesini talep edemez. Bu yaklaşım tarihte kaldı ve müttefiklerinin mevcut ihtiyaçlarına ayak uyduramıyor. Bir Suudi yetkilinin belirttiği gibi, “ABD, çıkarlarımız pahasına müttefik olamayacağımızı anlamıyor.” Suudiler, İran’la savaşın veya Çin’le karşı karşıya gelmenin kendi çıkarlarına hizmet etmediğini görüyor.
Pekin’de yaşananlar, İran’ın nükleer ve bölgesel politikalarının yarattığı tehdidi hiçbir şekilde azaltmıyor. Bununla birlikte, kısa vadede Washington, Ortadoğu’daki gerilimlerin düşürülmesini memnuniyetle karşılamalı çünkü bu ABD’nin bölgeye yönelik kararlı bir taahhüt iddiası olmaksızın diğer küresel önceliklere odaklanmasını sağlıyor. ABD ayrıca Suudi Arabistan ve KİK’i bölgede savaş riskini azaltacak, deniz güvenliğini sağlayacak ve uzun süredir devam eden bölgesel çatışmaları sona erdirmek için işbirliği yapacak daha geniş bölgesel güvenlik mimarisini keşfetmeye teşvik etmeli. Washington ayrıca bölgenin artık kendi çıkarlarını nasıl gördüğüyle uyumlu politikalar formüle etmeli. Aksi takdirde, Çin ve Rusya karşısında etkisini kaybetmeye devam edecek ve bölgeyle uyumsuzluğa sürüklenecektir. ABD’nin bölgesel stratejisini yeniden değerlendirmesi, Riyad’ın liderliğini Pekin’in kapısına getiren baskı ve fırsatları anlamakla başlamalı.
İlginizi Çekebilir
-
Katar’ın lobicisi damat
-
İran’ın Gazze savaşına doğrudan dahil olmamasının 7 nedeni
-
Çin, ABD savaş gemisinin Güney Çin Denizi’ne ‘yasadışı’ olarak girdiğini söyledi
-
Çin-Kuzey Kore kamyon trafiği yeniden açılıyor
-
FT: AB’nin Ukrayna’ya 50 milyar avroluk yardımı bütçe anlaşmazlıkları nedeniyle tehlikeye girdi
-
Kiev Belediye Başkanı Kliçko: Zelenskiy ülkeyi otoriterliğe sürüklüyor
DÜNYA BASINI
Bir Filistinlinin gözünden Gazze’nin tünelleri ve rehineler
Yayınlanma
14 saat önce04/12/2023
Yazar
Harici.com.tr
Aşağıda çevirisini okuyacağınız Amerika’da yaşayan Filistin asıllı bir foto muhabirinin kaleme aldığı makale, Gazze’deki tüneller ve rehinelere odaklanıyor. Gazze’de doğup büyüyen gazeteci Eman Muhammed, tünellerin sıradan bir Filistinli için ne anlama geldiğini kendi deneyimleri üzerinden açıklamaya çalışıyor:
‘Tüneller’ ve ‘rehineler’ Gazze’de ne anlama geliyor?
Eman Muhammed
İsrail’in yasakladığı temel ihtiyaçların tünellerle sağlandığı ve haksız yere hapsettiği Filistinlilerin rehine olduğu Gazze’de büyüdüm.
Hayatımın çoğunu devasa jiletli bir tel örgüyle çevrili Manhattan’dan daha büyük olmayan bir toprak şeridinde geçirdim. Çoğu zaman, açık hava hapishanesinde yaşadığımızı fark eden tek insanlar biz Gazze sakinleriymişiz gibi hissediyordum.
Gazze’deki yaşamı belgelemek ve dünyanın geri kalanının Gazze’nin kötü durumunu ve dirençli insanlarını anlamasını sağlamak için foto muhabiri olarak kariyer yapmaya başladım. Görece sakin zamanlarda ilham verici ve moral verici hikâyelere odaklandım. Şiddet ve ölüm zamanlarında ise, sonrasını yani bombalar düşmeyi bıraktıktan ve dünya ilgisini yine kaybettikten sonra kalan acı ve yaraları belgelemeye çalıştım.
Artık Gazze’de değilim ama yine de bu küçük, çitlerle çevrili şeritten gelen bir Filistinli olarak son birkaç haftadır suçlayıcı mesaj yağmurundan kurtulamadım. Gelen kutum Hamas hakkında sorular soran mesajlarla dolup taştı. Bu mesajların amacı Hamas’ı ya da 7 Ekim’i neden yaptıklarını anlamak değil. Aksine, benden eylemleri için cevap vermemi istiyorlar.
Altı hafta içinde 50 iş arkadaşımı kaybetmiş olmam ya da komşularımın ve ailelerinin İsrail’in yönlendirdiği güneye kaçtıktan sonra bir İsrail hava saldırısında öldürülmüş olmaları önemli değil.
Her gün Gazze’de kalan ailemin hayatından endişe etmem ve onları her aramaya çalıştığımda cevap alamayınca küçük bir panik atak geçirmem de önemli değil.
İlk soru her zaman Hamas’ı kınayıp kınamadığım oluyor. Sanki sempati kazanmak için seçmelere katılmam isteniyormuş gibi hissediyorum.
Her gün medyada çıkan haberlerde ya da “terör örgütünü” kınayan konuşmalarda “tüneller” ve “rehineler” kelimelerinin geçtiğini duyuyorum.
Ancak bu kelimelerin benim için çok farklı bir çağrışımı var.
Benim ve Gazze’deki Filistinliler için tüneller vazgeçilmez bir altyapı haline geldi. 2007 yılında Gazze’ye yıkıcı bir kuşatma uygulayan İsrail, işgalci bir güç olarak Refah’taki Mısır sınır kapısı da dahil sınır kapılarından nelerin geçebileceğini kontrol etmeye başladı.
Geçen 16 yıl boyunca İsrail makamları, halka yönelik toplu cezalandırmanın bir başka biçimi olarak keyfi bir şekilde bazı malların Gazze Şeridi’ne girişini yasaklamaya karar verdi. Örneğin 2009’da Gazze’ye hiçbir makarnanın giremeyeceğine karar verdiler. Evet, makarna.
Bunun üzerine Filistinliler tüneller kazarak makarna ve İsrail’in rastgele yasaklayacağı diğer temel maddeleri kaçırmaya çalıştı.
Gıda, ilaç ve yakıt, “Metro” olarak bilinen ve muhtemelen Washington DC’nin metro sisteminden daha fazla durağı olan ve biraz daha güvenli olduğunu zannettiğim yerden akmaya başladı.
2011’de ilk kızım doğduğunda, 0-3 ay arası için kolik bebek mamasına ihtiyacım vardı ve bu mama yerel mağazalarda bulunmuyordu. “Metro” sayesinde birkaç kutu bulabildiğim için çok rahatlamıştım.
Tüneller hayatımızın o kadar değişmez bir parçası haline gelmişti ki bazen tünellerden Kentucky Fried Chicken sipariş etmekle ilgili şakalar yapardık, çünkü bu Gazze’de sahip olmadığımız bir “lüks”tü.
Ancak ablukanın bizi mahrum bıraktığı ve tünellerin sağlayamadığı şeyler de vardı.
İçilebilir suyun düzgün bir şekilde sağlanması bunlardan biriydi. Su karneye bağlandığı için istediğimiz zaman duş alamıyorduk. Sonuç olarak, su kesildiğinde deniz suyu kullanmak zorunda kalmamak için küveti dolu tutmaya çalışırdık.
Elektrik de sık sık mahrum kaldığımız bir başka lükstü. Günde ortalama sadece 4-6 saat elektriğe erişimimiz vardı.
Hareket özgürlüğü, tünellerin yardımcı olamayacağı bir başka “ayrıcalıktı”. Hamas var olmadan çok önce bile Gazze’ye gidip gelmek çoğu insan için mümkün değildi.
Ben 17 yaşındayken annemin Mısır’daki ailesini ziyaret etmeyi planlamıştık. Ayrılmamıza izin verilmeden önce Refah sınır kapısında üç gün bekledik. Taksi şoförümüz kapıdan geçerken İsrail askerleri aniden ateş açtı. Şoför dehşet içinde arkasını döndü ve durmaları için bağırdı.
Sonradan öğrendik ki öğle yemeği molasıymış ve geçmemize izin verilmesi gerektiği halde rahatsız edilmek istememişler. Böylece yaz planlarımız bir anda iptal oldu.
“Rehineler” benim zihnimde farklı bir anlamla çınlayan bir başka kelime.
Birçok kişi ateşkes düşünülmeden önce tüm İsrailli rehinelerin serbest bırakılmasını talep ediyor. Gerçekten de buna yürekten katılıyorum: Tüm sivil rehineler koşulsuz olarak ülkelerine geri gönderilmeli. Ancak buna Filistinli rehineler de dahil edilmeli.
Şu anda İsrail hapishanelerinde herhangi bir suçlama olmaksızın süresiz olarak “idari gözaltında” tutulan 2 binden fazla Filistinli var. Bunların çoğu çocuk, bazıları 12 yaşından küçük.
Gerçekten suçlananlar, mahkûmiyet oranının genellikle yüzde 95’i aştığı bir askeri mahkeme tarafından yargılanıyor; bu da mahkumların muhtemelen yasal sürece temel erişimden veya haklarındaki “gizli kanıtları” inceleme olanağından bile yoksun olduklarını gösteriyor.
İsrail, dünyada çocukları düzenli olarak askeri mahkemede yargılayan tek ülke. En yaygın suç? Taş atmak. Bu “mahkumlar”, onları aniden ve acımasızca ailelerinden koparan işgalci bir ordu tarafından esir tutulan çocuklar.
Ne yazık ki kimse onların isimlerini ve yüzlerini New York ya da Londra’daki posterlerde görmüyor. İnsanlar herhangi bir suçlama olmaksızın hapsedildiklerinde ve yargı sürecine erişimleri olmadığında, işte tam olarak bu durumdalar: rehineler.
Gazze’de foto muhabiri oldum çünkü oradaki yaşamın gerçekliğini, çoğunluğun görmediği gerçekliği belgelemenin önemli olduğuna inandım.
Ve artık orada yaşamıyor olsam da Filistinlilerin 7 Ekim’de tel örgüleri aşmasından çok daha önce bizim gerçekliğimizin ne olduğunu size anlatmaya çalışmazsam, bırakın bir Filistinli olmayı, bir gazeteci olarak bile görevimi yerine getirmemiş olurum.
DÜNYA BASINI
İran’ın Gazze savaşına doğrudan dahil olmamasının 7 nedeni
Yayınlanma
14 saat önce04/12/2023
Yazar
Harici.com.tr
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İran’ın Hamas’ın yanında İsrail’e karşı neden savaşa doğrudan dahil olmadığının nedenlerine odaklanıyor. Yazar, İran’ın gerekçelerini madde madde açıkladıktan sonra analizini, “Tahran boş durmaktansa, çatışmayı tam ölçekli bir bölgesel savaşa dönüştürmeden, Hizbullah ve Irak ve Suriye’deki Şii vekilleri aracılığıyla hem İsrail hem de ABD üzerinde baskı uygulamaya devam edecek” diye bitiriyor:
İran’ın Hamas İçin Savaşmamasının 7 Nedeni
Tahran’ın Gazze’deki savaşı tırmandırma konusundaki düşüncelerine yakından bir bakış.
Arash Reisinezhad
Başlangıcından bu yana Gazze’deki savaşın İran ile İsrail arasında doğrudan bir çatışmanın habercisi olabileceği düşünülüyor. Hizbullah savaşta yeni bir cephe açma tehdidini sürdürürken İranlı şahinler de ülkelerinin doğrudan müdahalesini memnuniyetle karşılıyor. Geçen ay İran’ın eski Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, şahin yetkililer tarafından İran’ın dini liderine yazılan ve onu Hamas adına İsrail’le çatışmaya girmeye ikna etmeye çalışan bir mektuptan bahsetti.
Ancak geniş çaplı bölgesel bir savaş olasılığı düşük. İranlı şahinler tarafından yinelenen sloganlara rağmen, İran’ın stratejik düşüncesinin gerçekliği daha ihtiyatlı. Tahran’ın Hamas adına İsrail ile bir savaş başlatmaktan kaçınmasının en az yedi nedeni var.
Birincisi, İran İslam Cumhuriyeti 1980’lerde Irak’la savaş sırasında yaptığı gibi toplumu yeni bir savaş için bir araya getiremez. Irak ordusuna direnen ve Bağdat’ı İran topraklarından çekilmeye zorlayan, diğer faktörlerin yanı sıra insan dalgalarının durmaksızın harekete geçirilmesiydi. Ancak onlarca yıl sonra toplumun siyasi sisteme verdiği destek önemli ölçüde azaldı. Geçen yılki protestoların ardından, kısmen ABD öncülüğündeki yaptırımların neden olduğu ekonomik krizle birlikte, gençler ve kentli orta sınıf arasındaki hoşnutsuzluk arttı.
İkinci olarak, İran hükümetindeki ılımlı grup, İran’ın savaşa doğrudan müdahalesine karşı uyarılarda bulunuyor. Gerçekten de Gazze’deki savaş Tahran’daki siyasi ayrılıkları derinleştirdi. İranlı şahinlerin tehdit değerlendirmesinde Hamas’ın yok edilmesi otomatik olarak Hizbullah’ın çöküşü ve nihayetinde İran’a yönelik askeri bir saldırı ile ilişkilendiriliyor. Bu nedenle İran’ın Şii vekillerinin Irak ve Suriye’deki Amerikan üslerini hedef almasını destekliyorlar. Bu görüş, İran’ın ABD ile olası bir savaşa girmesinin yıkıcı sonuçları konusunda sürekli uyarılarda bulunan Zarif başta olmak üzere ılımlı yetkililerin görüşleriyle tam bir tezat oluşturuyor. Zarif’e göre İran Gazze konusunda daha radikal bir tutum takınırsa ABD ile ölümcül bir çatışmayı tetikleyebilir ve bu da İsrail’in hoşuna gider. İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi hükümeti tarafından kenara itilmesine rağmen Zarif, İslam Cumhuriyeti’nin siyasi elitleri ve hatta toplumu üzerinde hâlâ etkili bir isim.
Üçüncüsü, İsrail’in Hamas’ın 7 Ekim saldırısını caydırmadaki başarısızlığı Tahran’ın İsrail’e yönelik stratejik hesaplarını değiştirmiyor. Demir Kubbe füze savunma sistemi gibi yüksek teknolojili savunma sistemlerine güvenen İsrail’e karşı Hamas, önemli bir askeri ve istihbarat darbesi indirerek İsrail’in caydırıcılık politikasını yerle bir etti. Ancak bu durum İran’ın İsrail’e bakış açısını ya da bölgedeki güç dinamiklerini değiştirmedi. Hamas operasyonu İsrail’in uzun süredir devam eden inandırıcı caydırıcılık stratejisini sarsmış olsa da İran’a füze gücünü kullanarak İsrail’e meydan okuma fırsatı vermedi. Tersine İran, İsrail’in caydırıcılığı yeniden tesis etmenin olağanüstü askeri veya siyasi riskler almaya değecek varoluşsal bir öncelik olduğunu düşündüğüne inanıyor olabilir.
Dördüncü olarak, genel kanının aksine ne Hamas ne de Hizbullah İran’ın vekili; onları İran’ın devlet dışı müttefikleri olarak düşünmek daha doğru olacaktır. Tahran ile Hamas arasında yukarıdan aşağıya bir ilişki yok. Hamas eylemlerini İran’la uyumlu hale getirse bile yaklaşımları farklılaşabilir, tıpkı Suriye iç savaşında Hamas’ın Sünni Esad karşıtı isyancıları desteklediği dönemde olduğu gibi. Amerikan ve İsrail istihbaratı İran’ın üst düzey yetkililerinin Hamas operasyonundan haberdar olmadığını öne sürdü. Kasım ayı ortasında Reuters, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in Hamas lideri İsmail Haniye’ye İsrail’e yönelik saldırı konusunda İran hükümetinin uyarılmadığı için Filistinli grup adına savaşa girmeyeceğini söylediğini iddia etti.
Beşinci olarak, İran’ın Moskova ve Pekin’deki stratejik ortakları Hamas’a tam desteklerini açıklamadılar. İran, “Doğu’ya Bakış” politikası kapsamında Çin ve Rusya ile yakınlaşmaya çalışıyor ve bu ülkelerle ilişkilerini bozmak istemeyecektir. Aslında Tahran, iki yıl önce Kabil’in Taliban tarafından ele geçirilmesinde Çin-Rusya’nın bekle-gör yaklaşımını gözlemledikten sonra benimsediği politikanın bir benzerini Gazze’de izliyor. İran’ın amacı büyük uluslararası krizlerde izole edilmekten kaçınmak.
Altıncı olarak, İran’daki etkili karar alıcılar arasında Basra Körfezi’ndeki Arap şeyhliklerinin İran ve İsrail arasında büyük çaplı bir savaşı memnuniyetle karşılayacağına dair derin bir inanç var. İran, Arap ülkelerinin daha geniş çaplı bir savaş sonucunda İsrail ile bağlarını koparacağını umabilir ancak bu pek olası değil. Arap kamuoyu, ülkelerinin dış politikaları üzerinde çok etkili değil. Ve Arap liderler uzun zamandır Hamas’ı İsrail’in tamamen ortadan kaldırdığını görmekten mutlu olacakları yıkıcı bir İran vekili olarak algılıyorlar.
İran’ın savaşa girme konusundaki görünürdeki isteksizliğini etkileyen son ve en önemli faktör ise Hamaney’in bölgesel çatışmalara yönelik özel bakış açısı. Batı’daki ana akım görüşün aksine, İran’ın dini lideri bölgesel çatışmalara ideolojik değil realist bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Irak’la yaşanan yıkıcı savaş sırasında İslam Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olarak görev yapmış olan Dini Lider, savaşın, özellikle de ABD ile yaşanan savaşın sonuçlarının son derece farkında. Bu farkındalık, Devrim Muhafızları Kudüs Gücü’nün eski lideri General Kasım Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesinin ardından İran’ın nispeten ölçülü bir tepki vermesine yol açtı. Bu tür bir davranış, bölgesel krizleri ele alma konusundaki genel stratejisiyle uyumlu. Yirmi yıldan daha uzun bir süre önce, Afganistan’ın kuzeyindeki İranlı diplomatlar ilk Taliban emirliği tarafından öldürüldüğünde ve İran’da kamuoyu büyük bir müdahaleye meylettiğinde, Hamaney ve dönemin Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Başkanı Hasan Ruhani gerilimin tırmanmasını önlemeye yardımcı oldular.
Birbiriyle bağlantılı bu yedi neden, İslam Cumhuriyeti’nin Hamas adına savaşa müdahil olma konusundaki isteksizliğini açıklıyor. Ancak Gazze’deki savaş, İran’ın nükleer programını hızlandırabilir. İran’da, ağırlıklı olarak şahin kampta yer alan güçlü sesler, ülkenin Hamas’ın yok edilmesini önleyecek en önemli aracının nükleer yeteneklerini tam olarak geliştirme kararına bağlı olduğunu savunuyor. İran’ın elindeki kozun nükleer silah geliştirme tehdidinde yattığına ve bu sayede müttefiklerine hayati bir destek sunabileceğine inanıyorlar- tıpkı geçmişte Suriye’deki Esad hükümetine verdiği desteğe benzer şekilde. Bu mantık, İsrailli aşırı milliyetçi Miras Bakanı Amichai Eliyahu’nun Gazze Şeridi’ne “herkesi öldürmek için bir tür atom bombası” atılmasını “bir seçenek” olarak savunmasıyla büyük bir ivme kazandı.
Bunların hiçbiri İran’ın Gazze’deki stratejik varlığı olan Hamas’ı terk etmeye istekli olduğu anlamına gelmiyor. Tahran boş durmaktansa, çatışmayı tam ölçekli bir bölgesel savaşa dönüştürmeden, Hizbullah ve Irak ve Suriye’deki Şii vekilleri aracılığıyla hem İsrail hem de ABD üzerinde baskı uygulamaya devam edecektir.
DÜNYA BASINI
‘Almanya’da AfD İslamı ve Erdoğancıları keşfediyor’
Yayınlanma
19 saat önce04/12/2023
Yazar
Harici.com.tr
Çevirmenin notu: İslam eleştirmeni Ali Utlu’nun Almanya için Alternatif’e (AfD) katılma talebi henüz parti tarafından kabul edilmedi ve bu isteğin kabul edilip edilmeyeceği merak konusu. Till-Reimer Stoldt’un Welt am Sonntag‘da kaleme aldığı yazıda AfD’nin son zamanlarda İslam’a karşı ılımlaşan stratejisi ve hatta AfD’nin bazı kesimleri tarafından Türklerin ve Müslümanların oylarını almak için yaptıkları anlatılıyor. Stoldt, Ali Utlu’nun normalde AfD’yle birçok ortak noktası varken partinin Utlu’yu kabul etmeme ihtimalinin nedenlerini açıklıyor.
Çeviri: Gülçin Akkoç
AfD’nin giderek İslamlaşması
AfD’nin bir kısmı, seçmen olarak Müslümanları ve Erdoğancıları keşfetti. Ve şimdi eleştirel parti üyelerinin şikayet ettiği gibi, Alman milliyetçisi ‘İslam kucaklayıcılarına’ dönüşüyorlar. Ve İslam eleştirmeni Ali Utlu’yu kabul etmede tereddüt yaşıyorlar. AfD’nin İslamlaşması ilerliyor. Kuşkusuz, bu kulağa abartılı geliyor ama kesin olan bir şey var: Partinin bir kısmı Türk ve Müslüman kökenli muhafazakâr seçmenleri cezbetme eğilimlerini giderek daha fazla gösteriyorlar. Bunu yaparken de uzun zamandır kutsal kabul edilen pozisyonları veya en azından kutsal kabul edilen tonları terk ediyorlar ve bu, Almanya’nın bugüne kadarki İslam’ı en çok eleştiren partisi için biraz şaşırtıcı.
Bu durum AfD’ye üye olmak isteyen tanınmış bir blog yazarı hakkındaki tartışmalarla örnekleniyor: Köln’den eşcinsel İslam eleştirmeni Ali Utlu. AfD’nin bu istekten memnun olacağı düşünülebilir. Ne de olsa Utlu, partinin uzun süredir devam eden ‘geleneksel İslam’ın yayılmasının liberal toplumumuzun kazanımlarını tehlikeye attığı’ yönündeki söylemlerine mükemmel şekilde uyuyor, ister hukukun üstünlüğü, ister kadınlar için eşit haklar isterse de eşcinsel olma özgürlüğü konusunda olsun.
Mücadeleci İslam eleştirmenlerine yer yok mu?
AfD kendisini her zaman Batı’nın özgürlüğüne yönelik İslami tehdide karşı bir kale olarak gösterdiğinden, Utlu bu açıdan gerçek bir destekleyici güç olacaktır: Türk kökenli Alman, İslam’a tövbe etti. Utlu, Müslüman çevrelerin maçoluğuna ve homofobisine karşı düzenli olarak uyarılarda bulunuyor, Erdoğancı cami organizasyonu DİTİB’in yasaklanması konusunda çağrılarda bulunuyor. Ayrıca eşcinsel olduğunu ama kuir olmadığını vurguluyor. Bu da demek oluyor ki hissedilen cinsiyetler ve akışkan cinsiyet kimlikleri hakkında fazla düşünmüyor. Bu da onu partiyle aynı çizgiye getiriyor, çünkü AfD başkanı Alice Weidel gibi AfD’li eşcinseller de eşcinsel olduklarını ama kuir olmadıklarını vurgulamaktan hoşlanıyorlar.
Ancak Kuzey Ren-Vestfalya (NRW) eyaletindeki AfD’nin tepkisi şaşırtıcı derecede ölçülüydü. Eyalet meclis grubu ‘militan özgürlük savaşçısını’ (takipçileri bazen Utlu’ya böyle hitap ediyor) önümüzdeki hafta için davet etti. Parlamento grubu ve eyalet başkanı Martin Vincentz ise WELT‘e verdiği demeçte değişimi merak ettiğini ve Utlu’nun çok ilginç bir internet kişiliği olduğunu söyledi. Bu sıcak bir karşılama değildi, sevinç gösterisi hiç değildi. Buna ne sebep oldu?
Alman milliyetçisi ‘İslam Kucaklayıcıları’
Bunun sebebi üstte bahsedilen ve biraz abartılı olarak AfD’nin İslamlaşması olarak adlandırılabilecek süreçtir. AfD’nin daha radikal kesimleri (en başta doğu Almanya) son zamanlarda Müslümanlara ve Türklere gösterişli şekilde yakınlaşmaktadır. Ve bu eğilim o kadar etkili ki, daha ılımlı olan Kuzey Ren-Vestfalya eyaletindeki (NRW) AfD üyeleri bile onları dikkate almak zorunda kalıyor. ‘İslam kucaklayıcıları’ olarak adlandırılan grubun parti içinde ne kadar güçlü olduğunu tahmin etmek zor. Partiden ayrılan eski NRW eyalet başkanı Marcus Pretzell, ülke çapındaki üyelerin yaklaşık %60’ının bu gruba mensup olduğunu tahmin ederken öte yandan NRW parlamento grubu ‘kucaklayıcıların’ ülke çapında yalnızca bir azınlık olduğunu iddia ediyor.
Ancak AfD’nin Avrupa seçimlerindeki baş adayı ve Björn Höcke’nin yardımcısı Maximilian Krah’ın sürekli olarak ‘Türklerin AfD’ye oy vermesi gerektiğini’ söylemesi dikkat çekiyor. Krah aynı zamanda Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da övüyor: “Erdoğan düşman değil, sicili etkileyici.” Ve İslam’ı eleştirip İslamcılar tarafından zulmedilen yazar Salman Rüşdi’nin kısa süre önce Alman Kitap Yayımcıları Birliği tarafından Barış Ödülü ile onurlandırılmasına karşı çıkıyor. ‘Sol-liberal sosyetenin, İslam dünyasını aşağılamak istediğini’ iddia ediyor.
‘Diğer Ali’ler’ hoş karşılanıyor
Saksonya-Anhalt eyaleti parlamento grubunun başkan yardımcısı Hans-Thomas Tillschneider, İslamcı bir YouTube programına bile konuk oldu. Tillschneider, AfD’nin önceki yıllardaki İslam’a yönelik eleştirilerini reddetti, bazı Müslümanların AfD’ye yakınlık duyduğunu vurguladı ve ‘Alman İslamı’nın mümkün olduğunu ilan etti.
AfD gençlik örgütünün başkan yardımcısı Nils Hartwig ve eski lideri Marvin Neumann gibi ruhen aynı fikirde olanlar, bu İslam dostu rotayı doğrudan Utlu’dan yola çıkarak yorumluyorlar. Hartwig X’te, ‘AfD’nin kuir bir Türk’ün evi olmadığını’ yazdı. Neumann ise ‘AfD’ye zaten oy veren Ali’ler olduğunu ve onların Utlu’nun her gün karşı çıktığı insanlar olduğunu’ ifade etti. Görünüşe göre bunun arkasında, İslam’ı ve Erdoğan’ı eleştiren ve Batılı değerler için mücadele eden bir eşcinselin Türk milliyetçisi ve geleneksel Müslüman seçmenleri korkutabileceği endişesi yatıyor. Şimdiye kadar İslam’ı bu kadar eleştiren bir partiden böyle bir kaygıyı kim beklerdi?
Batı aşıklarından direniş
Ancak NRW ya da Hamburg gibi eyaletlerde AfD içinde Enxhi Seli-Zacharias gibi Batılı özgürlük aşığı gelenekçiler de var. NRW Eyalet Parlamentosu’nun Arnavut kökenli grup başkanvekili, Krah ile açıkça ters düşerek ‘Rüşdi’nin onlarca yıldır İslamcılar tarafından zulüm ve saldırıya uğradığını ve ifade özgürlüğü için verdiği mücadeleden dolayı onurlandırılmayı hak ettiğini’ vurgulamış, hatta “AfD İslam’ı eleştirmeyi bırakırsa ben de istifa ederim,” tehdidinde bulunmuştu. Ancak Seli-Zacharias yalnız değil, NRW eyalet başkanı Vincentz tarafından destekleniyor ve o da federal başkan Alice Weidel tarafından destekleniyor. Müslüman seçmenlerle nasıl başa çıkılacağı konusunda parti içinde tartışmalar hala sürüyor.
Sonuç olarak tam bir rota değişikliği söz konusu değildir. Bunu başka bir olgu daha kanıtlamaktadır: Partinin özellikle daha radikal kesimleri, Almanya’daki Müslümanların sayısını önemli ölçüde azaltma planlarına sadık kalmaya devam ediyor ve bu genellikle ‘milyonlarca yeniden göç’ olarak adlandırılıyor. Bu geniş çapta belgelenen hedeften vazgeçtiklerini gösteren şimdiye kadar hiçbir şey yok.
Almanya’da ‘Bozkurtlar ve Erdoğan destekçileriyle’ omuz omuza olmak mı?
İslam eleştirmeni, AfD destekçisi, Alman-Yezidi ve blog yazarı Ronai Chaker’in korktuğu gibi pratikte gerçekten ‘Erdoğan destekçileri ve Bozkurtlarla güçlerini birleştirmeye çalıştıkları’ da henüz kanıtlanmadı. Bu, AfD’nin İslam ve Türkiye yanlısı duruşunun şimdilik daha çok seçimlerde birkaç oy daha kazanmak için bir sahne olarak sınıflandırılması gerektiği anlamına geliyor.
Ancak akılda kalıcı ‘Batı ve geleneksel İslam’ ikileminin terk edilmesi, var olan seçmenin oylarına mal olabilir. AfD’nin önemli bir kısmının söylemini Müslüman-Türk azınlık seçmenlere bu kadar güçlü bir şekilde uyarlaması gerçek AfD terminolojisinde, en azından partinin halkla ilişkilerinde kademeli bir İslamlaşma olarak tanımlanabilir.
Ali Utlu’nun üyelik başvurusu reddedilirse, pek çok kişi Erdoğan’ın beşinci kolunun etkili olup olmadığını sorgulayacak. Höcke’ler, Krah’lar ve Hartwig’ler bunu gerçekten istiyor mu?

Katar’ın lobicisi damat

Alman hükümeti bütçe açığının nasıl kapatılacağı konusunda anlaşamıyor

FT: Sosyal medya platformu X, KOBİ’lerin ilgisini çekmeyi amaçlıyor

Hindistan’da Modi’nin partisi üç eyalette zafer kazandı: Ulusal seçimlere nasıl yansıyacak?

Bir Filistinlinin gözünden Gazze’nin tünelleri ve rehineler
Çok Okunanlar
-
AMERİKA5 gün önce
Kısa Kissinger portresi: Akıllı, gerçekçi, gaddar
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Batı aklının ‘büyülü kurbanı’ Ukrayna
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Filistin’in geleceği – 1
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Filistin’in geleceği – 2
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Foreign Affairs Ukrayna konusunda ne diyor, neden diyor?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
John Mearsheimer yazdı: Yeni bir savaş, yeni bir yenilgi
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ekonomi ve hükümet: Arjantin’in yeni devlet başkanı Javier Milei ne öneriyor?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Napoléon Efsanesi