DÜNYA BASINI
Terry Eagleton yazdı: Grevciler kimi kandırıyor?
Yayınlanma
Yazar
Emre Köse
Çevirmenin notu: Britanya, Fransa ve Almanya gibi Avrupa’nın müreffeh ülkelerinde yoğun grevler var. İlk adım, enflasyonun geçen yıl çift haneye ulaştığı Britanya’da atıldı ve çoğu sağlıkçılardan oluşan kamu emekçilerinin büyük kısmı greve çıktı. Şimdi Britanya genelinde öğretmenler, sağlıkçılar, demiryolu ve otobüs görevlileri ve üniversite çalışanları aynı anda grevde; BBC’ye göre iş bırakanların sayısı yaklaşık 500 bin. Haliyle bundan günlük hayatın akışı da etkilendi. Oxford akademisyeni ve New Statesman, Red Pepper ve The Guardian gibi gazetelerin yanı sıra New Left Review dergisinde yazan Terry Eagleton, eleştirel bir dile grevleri yorumluyor. Eagleton, bildik ironik üslubuyla Britanya tarihinde işçi sınıfına, grevlere ve ‘toplumsal kargaşa’ya yönelik tepkileri ele alıyor, aslında tarihte ‘kargaşa’ yaratanın işçilerden çok mülk sahibi sınıflar olduğuna dikkat çekiyor: işçiler, kendilerini korumak için daha çok ‘devlete’ ihtiyaç duyarken, ‘anarşi’yi, dizginsiz piyasayı savunanlar Davos elitleridir. Britanya’yı bir süredir sarsan grevlerde medyadan sınıf aristokrasisine kadar tüm unsurlar ‘halkın grevlerden rahatsızlığı’nı dillerine dolarken, Eagleton ‘halk’ın gerçek tanımını hatırlatıyor.
Grevciler kimi kandırıyor?
Terry Eagleton — UnHerd
14 Mart 2023
Grev dalgası istikrarlı bir şekilde devam ediyor. Fizyoterapistler bile işleri olan ülkeyi ayağa kaldırma görevlerini yerine getirmek yerine diz çöktürmekle tehdit ediyor. Sırada vaazlarını terk edecek, cüppelerini yırtacak ve büyükannenizi gömmeyi reddedecek olan papazlar var. Elbette ki tüm bunların büyük bir rahatsızlık barındırdığını belirtmek gerek. Mesela dondurucu soğukta elinizde bir pankartla saatlerce ayakta durmanız ve bunu yaparken kaybedeceğiniz ücreti hesap etmeniz gerekebilir. Ancak insanlar yine de bunu yapıyor, zira toplu taşımaya paranız yetmediği için yürümek zorunda kalmak ya da çocuklarınıza iyi bir kahvaltı hazırlamak için ikinci bir işe girmek daha zahmetli.
Medyanın halk olarak tanımladığı kesimde ise daha az rahatsızlık söz konusu ama bu genelde uzun süreli olmaz. Pek çok çok temizlikçi ve reyon görevlisi yıllarca yoksul kalmanın vereceği sıkıntıya katlanmak durumunda kalırken bazı borsacılar sadece iki ya da üç günlük tren seferi iptallerine öfkeleniyor. Göründüğü kadarıyla halk, hemşirelerden, postacılardan, demiryolu işçilerinden, küçük avukatlardan ve benzerlerinden oldukça farklı, efsanevi bir varlık. Bu insanlar toplumsal karmaşaya neden olurlar ve bu nedenle halkın mensubu olamazlar. Halklar da bu tür aksaklıkların failleri değil, nesneleri olurlar. Bir CEO halktan ama bir ambulans şoförü değil.
Grevler, bunları başlatanları zarara uğratan iki ucu keskin bıçaklardır. Bir yönetici bir çalışanı işten çıkardığında ya da disiplin cezası verdiğinde sadece çalışan zarar görür, oysa grev yapan işçiler halihazırda kıt olan kaynaklarını artırmaya çalışmak için azaltmak zorunda kalabilirler. Grevler de tamamen olumsuz stratejiler ve sendikalar da büyük ölçüde defansif organlar. Ellerinde yabalarla derebeyinin kalesine yürüyen köylülerden çok uzaktayız. Patronların çalışanları üzerinde güç kullanmasının bir dizi işe yarar yöntemi mevcut: Onları kovmak, ücretlerini kesmek, çay molalarını yasaklamak, daha uzun çalışma saatleri dayatmak, işlerini hızlandırmak vs. Buna karşılık sendikaların tek alternatifi emeklerini geri çekmek ki bu da pek devrimci bir eylem sayılmaz. Sivil itaatsizlik uygulayanlar gibi yapabilecekleri tek şey duruş sergilemek ve “yeter” diye haykırmak, o zaman da ülkeyi fidye için rehin alan yıkıcılar ve holiganlar olarak lanse edileceklerinin farkında olurlar.
Davranışları sadece ilkesiz değil, aynı zamanda yurtseverlikten uzak. Onlarınki bizzat topluma karşı bir saldırı ve pankart taşırken toplumun devamlılığının sağlanması da zor bir mesele. Tezgahınızdan uzaklaşmak zorbalık ve şantajcılıktır. Hazine’ye saldırmak ya da tüccar bankerleri kaçırmak yerine sadece kolunuzu bağlayıp oturarak, olsa olsa kârlarını tehlikeye atmış olduğunuz varlıklı seçkinler için birer nefret objesi haline gelirsiniz. Charles Dickens, 19. yüzyılın ortalarında sanayi grevini yakından gözlemlemek için Preston’a gitmiş ve greve katılan işçilerin makullüğü ve nezaketinden hayranlıkla bahsetmişti. Daha sonra Viktorya dönemi Britanya’sında sendikacılığın en dehşetli karikatürlerinden birini içeren Zor Zamanlar adlı bir roman yazmıştı.
Kimse emeğini esirgeme hakkına itiraz etmiyor; ancak etkili olmaya başladığında insanlar Telegraph’a mektup yağdırıyor. Grevcilerin davalarını daha etkili kılmak için yaptıkları hamleler —mesela farklı mücadeleleri ilişkilendirmek ya da belirli önemli anlarda greve gitmek— maratonda başka bir koşucuyu geçmenin kötü bir davranış olması gibi, haksız bir avantaj elde etmek olarak kabul ediliyor. Buna karşın Margaret Thatcher’ın yaptığı gibi madenci grevine hazırlık için kömür stoklamak basit bir sağduyu. Elbette ideal olanı hiçbir etkisi olmayan bir greve gitmek; tıpkı hiç ağlamayan bir bebeğe ya da hem lezzetli hem de zayıflatan bir çikolataya sahip olmak gibi.
Aynı anda hem teoride bu kadar saygı gören ama pratikte de bu kadar nefret edilen çok az vatandaşlık hakkı var. Bir televizyon muhabirinin sorduğu ilk soru “Anlaşmazlığın sebebi ne?” değil, “Bunu nasıl durdurabiliriz?” oluyor. Grevlerin, tıpkı tuz ya da sigara gibi kötü olduklarına dair yerleşik bir kanı var; bu kanı, grevlerden zaman zaman ısıtıcıyı tekrar açacak kadar fayda sağlayabilecek kişiler tarafından paylaşılmıyor. Grevleri yasaklayamazsınız zira bunu faşist toplumlar yapar ama hazmedemezsiniz de. Elli yıl evvel sendikaları çok güçlü olmakla suçlamak alışılmış bir şeydi, fakat birbirini izleyen hükümetler sendikaları yasal olarak el ve ayaklarından bağladıkça, onları taciz etmek için kullanacakları bu bahaneden kendilerini mahrum bıraktılar. Zaten bu hiçbir zaman makul bir argüman olmadı, sendikaların kas gücü sermayenin gücüyle kıyaslanamaz bile.
İngiliz işçi sınıfı hareketinin tarihi bir yıkım ve vandalizm tarihi değil. 19. yüzyıldaki en büyük toplumsal protesto hareketi olan Çartistler, parlamenter sistemde bir dizi makul reform yapılması için yasalar çerçevesinde çalıştılar; bu reformların neredeyse tamamı, o dönemde kibirli bir şekilde reddedilmiş olmasına rağmen bugün yürürlükte. Birkaç on yıl sonra Süfrajetler, hapishanede dövülmelerine, coplanmalarına ve zorla beslenmelerine rağmen militanlıkta işçi hareketini geride bıraktılar. 1926’daki genel grev sadece dokuz gün sürdü. Peterloo katliamından 1898 liman işçileri grevine(*) kadar İngiliz devletinin böyle bir suskunluğu olmadı. Bundan ziyade zaman zaman patlak veren devlet şiddeti ile beraber sonuncusu günümüze kadar ulaşan yasakçılık, polis ve asker şiddeti, hapis, nakil ve baskıcı yasalardan oluşan kirli bir tarih var.
Yine de sendikacılığın esasen arkaik —grev mazisinden kalan utanç verici kalıntı, modernleşmenin önünde bir fren, sınıf savaşının eski kötü günlerine bir geri dönüş— olduğu hissi devam ediyor (daha yüksek ücretler talep etmek sınıf savaşı, reddetmek ise böyle bir şey değil). Buradaki fikir, sendika patronlarının tüm palavralarına rağmen özünde muhafazakâr yaratıklar oldukları. Fakat bir doz muhafazakârlık tam da ihtiyacımız olan şey. Alman filozof Walter Benjamin devrimin kontrolden çıkan bir tren değil, imdat freninin çekilmesi olduğunu söylemişti. Burada Benjamin, kontrolden çıkan ve hayatı fazlaca mahvetmeden önce dizginlenmesi gereken şeyin küresel kapitalizm olduğunu kastetmişti. Viktorya dönemi Britanya’sında işçi sınıfı militanları sıklıkla anarşistlikle suçlanırdı, ancak hakikat bunun tam tersi.
Çağrıda bulundukları şey çocukları, yoksulları ve tekstil işçilerini korumak için devletin daha az değil, daha fazla müdahalesiydi. Gerçek anarşistler, her yıl Davos’ta toplananlar da dahil hiç kimsenin yönetimde olmadığı piyasa odaklı bir topluluk (Davos’un aynı zamanda Thomas Mann’ın herkesin ölüm döşeğinde olduğu bir sanatoryumda geçen Büyülü Dağ romanının mekânı olması da uygun). İklim değişikliği söz konusu olduğunda korumacı olanlar Sol, vandal olanlar ise Evrenin Efendileri. Kapitalizm, eğer yanına kâr kalacaksa ve bunu yapmak kendisi için kârlı olacaksa, toplum karşıtı davranışlarda bulunabilir. Bunu boş bir slogan olarak gören herkes, gezegenin devam eden yıkımından bahsetmek yerine devlete ait gıda bankalarına bir bakmalı. Hâlâ kontrolden çıkan trenin frenine basmış değiliz.
Toplumsa kargaşanın başlı başına kötü bir şey olduğuna dair tuhaf bir inanç var. Miss World yarışmasını düzenleyenler, birkaç yıl önce yarışmayı gürültülü bir şekilde kesintiye uğratan feministler hakkında bu görüşü benimsemişlerdi, her ne kadar protestoları gösterinin tek ilgi çeken kısmı olsa da. 1989’da Tiananmen Meydanı’nda bir tankın önünde duran ve kendisini bir anda küresel bir ikona dönüştüren genç adam, tıpkı bugün İran’daki genç kadınlar gibi, politik açıdan yıkıcı bir davranış sergiliyordu. Manchester’da öğrenciyken kollarına sarı yıldızlar dikilmiş Yahudi kadın ve erkeklerin Oswald Mosley ve Britanya Faşistler Birliği’nin kentin çoğunlukla siyahların yaşadığı bir bölgesinde yaptığı yürüyüşü engellemek için yola yattıklarını görmüştüm. Toplumsal kargaşa yalnızca tolere edilebilir değil, aynı zamanda zaruri.
Bununla beraber Shakespeare’in Budala figüründe olduğu gibi ehlileştirilebilir. Budalalar ve soytarılar, kraliyet büyüklerine kabul edilemez gerçekleri söylemek için vardır, fakat bunları daha tatlı hale getirmek için bilmece paradoksla sararlar. Onların rolü, etraflarındaki herkesin nasıl rol yaptığını göstermektir. Aradaki fark, Budala rol yaptığını bilirken diğerlerinin bilmemesidir. Ancak başkalarıyla alay etmek ve onları azarlamak resmi görevinizin bir parçasıysa bu daha tolere edilebilir hale gelir. On İkinci Gece’de Olivia, “Yol verilmiş bir Budala’dan zarar gelmez,” der. Denildiği gibi, siz sadece işinizi yapıyorsunuz. Toplumsal sistem sarsılır ama isyana sürüklenmez. İsyanın bu kurumsallaşmış biçimi İngiliz siyasetinde parlamentodaki İşçi Partisi ya da daha genel olarak Majestelerinin Uslu Muhalefeti şeklinde yaşamaya devam ediyor.
Sendikalar sömürüye karşı bir savunmadan daha fazlası. İşçi hareketi geleneksel olarak kendisini rekabetten ziyade işbirliğine, bireysellikten ziyade dayanışmaya dayalı, şu anda sahip olduklarımıza alternatif bir yaşam biçimi sunuyor olarak görür. Eğer meşguliyeti şimdiyleyse aynı zamanda farklı türden bir geleceğin habercisidir. Grevleri nasıl durduracağız? Kaynakların grevleri gereksiz kılacak türden yeniden dağıtılmasıyla. Aksi takdirde kişisel servet ve kamusal sefaletin aynı eski antitezini sürdürmeye devam edeceğiz.
(*) Peterloo katliamı: 16 ağustos 1819 günü, parlamenter reform talebiyle Manchester’da bir araya gelen işçilere süvariler saldırmış ve 15 kişiyi öldürmüştü; 1889 Londra liman işçileri grevi (Terry Eagleton tarihleri karıştırıyor olmalı), Friedrich Engels’in de büyük bir coşkuyla karşıladığı, İngiliz emek hareketinde bir dönüm noktası olarak kabul edilen, yaklaşık 100 bin işçinin zaferle sonuçlanan eylemi.
İlginizi Çekebilir
-
Telegraph: İngiliz ordusu Starmer’ın Ukrayna planına ‘siyasi tiyatro’ diyor
-
Britanya, tarifelerden kaçınmak için ABD’ye teknoloji işbirliği öneriyor
-
Macron müttefiklerini Ukrayna’da güvenlik garantileri üzerinde çalışmaya çağırdı
-
Merz: NATO korumasının sona ermesine hazırlıklı olmalıyız
-
Britanya ve Norveç, Arktik savunma anlaşması görüşmelerine başladı
-
Britanya’dan Zelenskiy’e destek: Savaş zamanı seçimleri ertelemesi “son derece makul”

İsrail’in en yüksek mahkemesi Netanyahu’yu durdurabilir mi?
Bibi’nin iki üst düzey yetkiliyi görevden alma hamlesinin ardından büyük hesaplaşma kapıda.
David E. Rosenberg / FP
Önümüzdeki haftalarda, İsrail demokrasisinin geleceğiyle ilgili büyük bir mücadele yaşanacak. Demokratik normları ve hukukun üstünlüğünü temsil eden tarafın bu mücadeleyi kazanacağının hiçbir garantisi yok.
Bir tarafta, devletin diğer organları zayıflatma ve sadık isimleri öne çıkarma hedefiyle geçen hafta iki kilit İsrailli yetkiliyi görevden almaya çalışan Başbakan Binyamin Netanyahu var. Diğer tarafta ise Yüksek Mahkeme yer alıyor. Teorik olarak Netanyahu’nun gündeminin bazı bölümlerini engelleme gücüne sahip olan mahkeme, pratikte ise kararlarını tanımamaya kararlı ve yetkilerini aşındırmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıya.
Bu anayasal bir çıkmaza dönüşürse, Netanyahu’nun iktidara dönüşünden bu yana İsrail’i sarsan sokak protestoları yeniden alevlenebilir. Ülkeye dair genellikle temkinli açıklamalarda bulunan bazı etkili İsrailliler bile olası bir iç savaş konusunda uyarıyor.
Bu krizi tetikleyen olaylar, hükümetin son günlerde peş peşe aldığı iki karar oldu: İç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ın görevden alınması ve Başsavcı Gali Baharav-Miara’nın görevden alınma sürecinin başlatılması. Netanyahu, Bar’a olan güvenini kaybettiğini ve onu görev için “fazla yumuşak” bulduğunu belirterek kararı savundu. Adalet Bakanı Yariv Levin ise uzun süredir görevden almak istediği Baharav-Miara’yı “uygunsuz davranış” ve hükümetle “önemli ve uzun süredir devam eden görüş ayrılıkları” nedeniyle hedef aldı.
Hem Şin-Bet Direktörü hem de Başsavcı, hükümet tarafından atanan isimler olsa da onları görevden almak basit ve kolay bir prosedür değil.
Normal koşullarda, Şin-Bet Direktörü’nün görevden alınması idari hukuk çerçevesinde ele alınır; kararın gerekçelendirilmesi ve “makul” bulunması gerekir. Başsavcı ise ancak bir danışma komitesi kararıyla görevden alınabilir.
Ancak şu anda koşullar normal değil. Yasal düzenlemeler, hükümetin hem hukuki hem de ahlaki kurallara bağlı kalacağı varsayımıyla hazırlanmıştı. Netanyahu’nun geçmişteki hükümetleri de dahil önceki hükümetler de bu yetkililerle anlaşmazlıklar yaşanmıştı, fakat hiçbir zaman görevden alma yoluna gidilmemişti.
Ancak Netanyahu, tıpkı ABD Başkanı Donald Trump gibi, gücüne sınır koyan bu mekanizmalardan rahatsızlık duyuyor ve siyasi rakiplerini hedef almaktan geri durmuyor. Ve yine Trump gibi Netanyahu da liderlerinin iktidar hırsını kendi toplumlarını yeniden şekillendirmek için kullanan ideologların yardım ve desteğini alıyor.
Baharav-Miara, Yüksek Mahkeme’yi ve yargı organının diğer kurumlarını zayıflatacak “yargı reformu” projesi dahil hükümetin anayasaya aykırı olduğunu düşündüğü eylemlerini ısrarla reddettiği için bir engel olarak görülüyor.
Bar ise normalde hükümetin hedefi olmayacak bir güvenlik bürokratıydı. Ancak Şin-Bet’in görevleri arasında İsrail demokrasisini korumak ve ulusal güvenliğe yönelik tehditleri araştırmak da bulunuyor. Bu görevler onu hükümetle karşı karşıya getirdi.
İsrail’de “devlete sızma” tartışması: “Dün vatan haini ilan ettiniz yarın idam edersiniz”
Netanyahu hükümetinin demokratik normlara karşı açtığı savaş, Baharav-Miara ve Bar’ı görevden alma girişiminden çok önce başlamıştı. İlk adım, 2022 sonunda hükümetin kurulmasının hemen ardından Levin’in yargıyı siyasetin kontrolüne almayı hedefleyen kapsamlı “yargı reformu” planını açıklamasıyla atıldı. Bu reform girişimi, geniş çaplı sokak protestoları, Yüksek Mahkeme’nin iptal kararları ve 2023 Ekim’inde yaşanan Hamas saldırısıyla birlikte rafa kalktı.
Ancak hükümetin yargı reformunu yeniden gündeme getirmeyi beklediği açıktı. Levin uzun süredir yargıyı “yozlaşmış ve solcu” olmakla suçluyor. Hükümetin aşırı sağcı ve dindar ortakları ise Yüksek Mahkeme’yi, İsrail’i daha dindar ve muhafazakâr bir topluma dönüştürme çabalarının önündeki en büyük engel olarak görüyor.
Netanyahu bu görüşleri paylaşmasa da yargı reformu sayesinde hakkında devam eden yolsuzluk davalarından sıyrılma ihtimali vardı. Protestolar, davalar ve savaşın baskısıyla, zamanla o da aşırı sağın bürokratları düşman olarak gören önermesini yavaş yavaş kabul etmeye başladı. Netanyahu eskiden “derin devletin” kendisini yıkmaya çalıştığına dair iddiaları sosyal medyadaki destekçilerine bırakırdı şimdi artık bu ifadeleri bizzat kendisi de kullanıyor.
Netanyahu, Trump’ın izinde: Yargıya ‘derin devlet’ suçlaması
Yargı reformunu yeniden başlatmak için uygun zaman geçen sonbaharda geldi. Hamas, Hizbullah ve İran’a karşı savaşlarda İsrail üstün görünse de savaş atmosferi sokak protestolarını bastırmak için yeterince yoğun bir ortam sağladı. Ayrıca Trump’ın yeniden iktidara gelişiyle birlikte, Beyaz Saray artık demokratik olmayan adımlara ses çıkarmayacaktı.
Ancak bu kez hükümet, yeni protestolara yol açma olasılığı daha düşük olan kademeli bir yaklaşımı tercih etti. Bu ay başında, Meclis yargıçları disiplin altına alan kurulun kontrolünü koalisyon milletvekillerine devreden bir yasayı onayladı. Yargıç atamalarını siyasallaştıracak bir başka yasa tasarısı da şu an Meclis’te. Son adımlar ise Şin-Bet Direktörü ve Başsavcının görevden alınması oldu.
Bu siyasi mücadele, Yüksek Mahkeme’de görülecek görevden alma davalarının arka planını oluşturacak. Ancak davaların içeriği, teknik olarak “çıkar çatışması” olup olmadığı sorusu etrafında şekillenecek.
Bar yönetimindeki Şin-Bet, Netanyahu’nun ofisinden sızdırıldığı iddia edilen gizli belgeler ile Katar’dan Netanyahu’ya yakın kişilere yapılan ödemeleri araştırıyordu. Ayrıca polis teşkilatına aşırı sağcı örgütlerin sızmasını da araştırdığı ortaya çıktı. Muhalifler, Netanyahu’nun Bar’ı görevden almasının yasal açıdan gerekçelendirilebilir görünse de asıl amacının bu soruşturmaları durduracak bir ismi atamak olduğunu savunuyor. Bu nedenle yargı müdahale etmeli.
Aynı durum başsavcı Baharav-Miara için de geçerli. Kendisi, Netanyahu’nun yolsuzluk, rüşvet ve güveni kötüye kullanma suçlamalarıyla yargılandığı davanın başsavcısı. Şu sıralar Netanyahu haftada iki kez Tel Aviv’deki mahkemede ifade veriyor. En azından teoride, sadık bir kişinin bu pozisyonda olması İsrail liderinin mahkumiyetten kaçmasını kolaylaştırabilir.
Yüksek Mahkeme, şimdiden Bar’ın görevden alınmasını durduran geçici bir tedbir kararı aldı ve konuyla ilgili temyiz başvurularını 8 Nisan’da dinleyecek. Mahkeme dört farklı karar verebilir: Temyiz başvurularını tamamen reddedebilir, hükümete kararını yasal çerçeveye uygun şekilde yeniden düzenlemesini emredebilir, Bar’ın birkaç ay içinde istifa etmesini öngören bir uzlaşma önerebilir ya da görevden alma kararını tamamen iptal edebilir. Sonuncusu olursa, büyük bir çatışma başlayacak demektir.
Yüksek Mahkeme Baharav-Miara’nın görevden alınmasına müdahale etmese bile süreç normalde aylar sürecek. Önce hükümetin oluşturduğu bir komitenin karar vermesi gerekiyor. Ancak hükümet, bu süreci hızlandırmak istiyor. Levin, Baharav-Miara’ya istifa etmesi yönünde baskı yapıyor ve son iki yıldır ona yönelik yıpratma kampanyasını sürdürüyor.
Yüksek Mahkeme harekete geçecek mi? Mahkeme Başkanı Isaac Amit kararlı bir isim ve Bar davasına bakan üç kişilik heyet hükümet aleyhine karar verme ihtimali yüksek olan daha liberal yargıçlardan oluşuyor. Öte yandan, Netanyahu, Levin ve hükümet üyeleri uzun süredir mahkemeyi itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Onlara göre mahkeme tarafsız olmadığı gibi hükümeti yargılama hakkına da sahip değil. Levin, Amit’in ocak ayında mahkeme başkanı olarak atanmasına karşı çıktı ve o zamandan beri onu boykot ediyor.
Normal şartlarda, Yüksek Mahkeme’nin kararı, ne kadar tatsız olsa da hükümet için bağlayıcı. Ancak bu kez hükümet kararları tanımama sinyalleri veriyor. Geçici tedbir kararının ardından bazı bakanlar, nihai kararın da tanınmayabileceğini açıkladı. Mahkemeyi ya geri adım atmaya zorlayacaklar ya da müdahil olmaktan caydıracaklar.
Bu durumda, hükümet ile yargı arasındaki güç dengesi İsrail halkı tarafından belirlenecek. Eğer anketler doğruysa, halk “derin devlet” argümanına inanmıyor. Yüksek Mahkeme’ye hükümetten daha fazla güveniyor. Geçen hafta sonu ülke genelinde 100 binden fazla kişi Bar’ın görevden alınmasına karşı protesto gösterileri düzenledi.
Ancak bu protestoların etkili olması için çok daha büyük ve uzun süreli olması gerekiyor. Bu da garanti değil. Gazze’deki savaşın yeniden alevlenmesi, aşırı sağcı Itamar Ben-Gvir’in hükümete dönüşü ve protestolara karşı sert polis müdahaleleri, 2023’teki gibi kitlesel protestoların tekrarını zorlaştırabilir. Aylar süren savaşlar ve krizlerin ardından, halk artık yorgun olabilir. Netanyahu’nun umudu da tam olarak bu.
DÜNYA BASINI
Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri
Yayınlanma
3 gün önce24/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Batı medyası ve siyasetinden ardı ardına değerlendirmeler geliyor.
Medyadaki değerlendirmeler, büyük oranda “jeopolitik dönüşümlerin” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a açtığı fırsat pencereleri ile ilgili.
Örneğin Politico’da ‘Erdoğan demokratik muhalefeti bastırmak için jeopolitik bir fırsat yakaladı’ başlıklı haberde, “Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yıllarını demokrasiyi aşındırmak, muhalefeti bastırmak ve ülkenin ordu ve kamu hizmetlerini tasfiye etmekle geçirdi. Şimdi de Türkiye Cumhuriyeti’nin laik kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasını gömmek için bu jeopolitik anı seçmiş gibi görünüyor,” deniyor.
Analizde, Donald Trump’ın özel temsilcisi Steve Witkoff’un Tucker Carlson’a verdiği mülakatta söylediklerine referans veriliyor. Witkoff, geçen hafta Carlson’a verdiği beyanda, iki lider arasında kısa süre önce gerçekleşen telefon görüşmesini “harika” ve “dönüm noktası niteliğinde” olarak nitelendirmişti.
Bloomberg: Erdoğan, NATO’nun Türkiye’ye olan ihtiyacı nedeniyle tutuklamaya ses çıkmayacağına güveniyor
Bloomberg’de yer alan ‘Erdoğan dünyanın Türkiye’deki kargaşayı görmezden geleceğine güveniyor’ başlıklı değerlendirmede ise, İmamoğlu’nun hapse atılmasının ardından Erdoğan’ın, “NATO müttefiklerinin Türkiye’ye, demokrasi kavgasından daha fazla ihtiyaç duyduklarına güvendiğini” öne sürüyor.
Analizde, “Türkiye Cumhurbaşkanı ve NATO’nun en büyük ikinci ordusunun komutanı, dünyanın kendisine, ülkenin demokrasisi için verilen mücadeleye katılma ihtiyacından daha fazla ihtiyaç duyduğuna güveniyor. ABD ve Avrupa güvenlik sorunlarıyla meşgulken, Erdoğan kendisini Ukrayna’dan Orta Doğu ve Afrika’daki çatışma bölgelerine kadar kilit bir güç simsarı olarak konumlandırdı,” deniyor.
Bloomberg, Avrupa başkentlerinden gelen birkaç itiraz dışında, İmamoğlu’nun tutuklamasının ardından uluslararası tepkinin yokluğunun dikkat çekici olduğuna işaret ediyor.
Yazıda, “Erdoğan muhtemelen Türkiye’nin artan stratejik öneminin demokratik eksikliklerinden daha ağır bastığını hesapladı. Yatırımcılar Türk varlıklarını terk ederken ve yabancı parayı ülkeye geri getirme yolunda son dönemde kaydedilen ilerlemeyi geri alma riskini taşırken bile, bu şimdiye kadar siyasi olarak karşılığını veren bir bahis,” ifadeleri kullanıldı.
Ekonomi yayını, özellikle Ukrayna’daki savaşın Avrupa’yı, Türkiye’ye giderek daha fazla bağımlı hale getirdiğini ileri sürüyor.
Economist: Geriye otokrasiye yakın bir yönetim kaldı
Ünlü ekonomi dergisi Economist ise İmamoğlu’nun tutuklanmasını ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan rakibini hapse attı ve Türkiye’nin demokrasisini tehlikeye attı’ başlığıyla verdi.
“Türkiye geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşıyor,” iddiasında bulunan dergi, her şeye rağmen Türkiye’deki seçimlerin ‘çoğunlukla serbest’ kaldığını, ama İmamoğlu’nun tutuklanması ile birlikte “geriye çıplak otokrasiye yakın bir yönetim kaldığını” öne sürdü.
Tutuklamaların Türkiye’nin on yılı aşkın bir süredir gördüğü en büyük protestolara yol açtığına işaret eden Economist, protestolardaki gözaltıları ve polis şiddetini de sayfalarına taşıdı.
Euractiv: Erdoğan jeopolitik değişimi değerlendirerek zamanını iyi seçti
Euractiv’de yer alan değerlendirmede de, “İç siyasi çalkantılara rağmen, Ankara’nın AB ile daha yakın ilişkiler kurması ve bloğun savunma fonlarına erişim kazanması için daha iyi bir zamanlama olamazdı,” deniyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘zamanını iyi seçtiğini’ savunan Euractiv, ‘içeride demokratik muhalefeti bastırmak ve dışarıda jeopolitik puan toplamak için jeopolitik değişimi değerlendirdiğini’ yazıyor.
Bir süredir AB-Türkiye ilişkilerinin gergin seyrettiğini hatırlatan Euractiv, ABD’nin Kıta’dan çekilme işaretleri vermesi ve Rusya ile ilişkileri düzeltmek istemesi birlikte büyük bir silahlanma hamlesi başlatan Avrupa’da Türkiye’ye bakışın değişmeye başladığına işaret ediyor.
Bazı AB diplomatlarına göre ABD Başkanı Donald Trump’ın dönüşü ve jeopolitik değişimler Kıta’da Ankara ile daha yakın ilişkilere bakış açısını değiştirdi.
‘Brüksel’de Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu söyleniyor’
Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin, Avrupa’daki güvenlik zirvelerine giderek daha fazla katılmaya başladığını ve üst düzey yetkililerin de bu konuya ilgi duyduklarını açıkça ifade ettiğini vurgulayan Euractiv, “Brüksel’deki iktidar koridorlarında tekrarlanan bir söylem, Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu ve uzun vadeli güvenlik çıkarlarının birkaç kişinin kısa vadeli çıkarlarının önüne geçmesi gerektiği yönünde,” diye yazıyor.
Ankara’nın, Avrupa’nın savunma planları için kendisine ihtiyaç olduğunu çok iyi anladığını savunan yayın, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin de Erdoğan ile daha yakın işbirliği için AB nezdinde lobi yaptığını aktarıyor.
Yazıda şunlar söyleniyor:
“Türkiye’nin stratejik coğrafi konumu, Karadeniz’den Akdeniz’e ulaşımı sağlayan önemli bir nakliye ve ticaret yolu olan ve savaşın ilk günlerinde Rus savaş gemilerine kapatmakta tereddüt etmediği İstanbul Boğazı’nın kontrolünde kilit rol oynuyor. Gelecekte Avrupa savaş gemilerinin Karadeniz’e erişimine ihtiyaç duyulması halinde, anahtar Ankara’nın elinde olacak. Yerli Kırım Tatarlarının Osmanlı İmparatorluğu ile bir dizi tarihi bağı olan Kırım Yarımadası’nda kalıcı bir Rus varlığı Ankara’nın çıkarına olmayabilir.”
Euractiv’e konuşan AB yetkililerine göre Türk askeri teçhizatı, blok dışından temin edilebilecek en ucuz seçenekler arasında yer alıyor ve Ukrayna ve Azerbaycan da dahil olmak üzere savaş bölgelerinde sahada test edildi.
‘AB, Türk askerine Ukrayna’da güveniyor’
Yine habere göre, Gelecekte Ukrayna’da yapılacak bir barış anlaşmasında Avrupalı barış gücü askerlerinin ateşkesi sağlaması halinde Türkiye’nin askeri gücü de işe yarayabilir.
AB savunma fonlarına erişim konusunda, giderek artan sayıda AB diplomatı, Avrupa’nın ‘gerçekleri görmesi’ ve ABD’ye bağımlılığının yerini alacak ortak tabanını genişletmesinin sadece bir zaman meselesi olduğuna inanıyor.
Bir AB diplomatı, AB’nin “bir noktada, hızlı bir şekilde yeniden silahlanma konusunda ciddiysek bu ülkelere ve endüstrilerine ihtiyacımız olduğu konusunda pragmatik bir durum değerlendirmesine varması gerektiğini” söyledi. Euractiv’e göre bu görüşler Brüksel’de giderek daha fazla yankı buluyor.
Bir AB yetkilisi, Fransa’nın savunma konusundaki ‘Avrupalı Satın Al’ rağmen, savunma konusunda Türkiye gibi tüm bu ülkelere yaklaştıklarını söyledi.
Avrupa’nın yeni silahlanma fonuna AB dışından katılım için, üçüncü ülkelerin AB ile savunma anlaşması imzalaması gerekiyor. Öte yandan böyle bir savunma anlaşması için ‘nitelikli çoğunluk’ yeterli olduğundan, Kıbrıs ve Yunanistan’ın itirazlarına rağmen Brüksel ile Ankara arasında böyle bir anlaşmanın imzalanmasının önünde engel yok.
Bu hafta başında masaya yatırılan ve üye devletler tarafından şartları daha da sıkılaştırmak ya da gevşetmek üzere değiştirilebilecek olan taslak metne göre, ikinci anlaşma doğrudan üçüncü ülke ile Avrupa Komisyonu arasında imzalanacak.
Bazı AB diplomatlarına göre, Türkiye’de dengeler değişirse, Polonya’nın AB dönem başkanlığı daha hızlı bir anlaşma için oybirliği arayışından vazgeçebilir.
Yine Euractiv’e göre, Türkiye’nin Rusya’ya karşı Batı’yla aynı safta yer almak arasında ince bir ipte yürümesi ikinci derecede önemli bir mesele gibi görünüyor.
Scholz’un İmamoğlu tepkisine rağmen Berlin, Ankara ile yakın savunma işbirliği istiyor
Dolayısıyla, özellikle Almanya’dan gelen bazı tepkilere rağmen, İmamoğlu’nun tutuklanmasına yönelik Kıta’dan gelecek tepkilerin genellikle “görmezden gelmek” olacağına vurgu yapılıyor.
Dahası, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un sert eleştirilerine rağmen, Alman yetkililer Berlin’in daha yakın bir savunma işbirliğinin önünde durmayacağını vurgulamakta gecikmedi. Fransız Elysee yetkilileri ise kamuoyu önünde yorum yapmaktan kaçındı.
Üst düzey AB yetkilileri Türk yetkilileri demokratik standartlara uymaya çağırırken, “temel haklara saygı ve hukukun üstünlüğünün AB’ye katılım süreci için elzem” olduğunu belirttiler fakat AB liderlerinin çoğunluğu sessiz kaldı.
Bazı AB diplomatları, stratejik gereklilikler lehine konuyu görmezden gelebileceğine inanıyor. Fakat diğer alanlarda AB-Türkiye ilişkilerinin yakınlaşması konusunda yaşanan siyasi tıkanıklık farklı görünüyor.
Görüşmeler hakkında bilgi sahibi olan kişiler, Ankara’nın yıllardır iki temel talebi olan AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin modernizasyonu ve vize serbestisinin, ‘reform eksikliği’ nedeniyle ilerleme ihtimalinin çok düşük olduğunu söylüyor.
DÜNYA BASINI
İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında yankı buldu
Yayınlanma
4 gün önce23/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında geniş yankı buldu. Pek çok Batılı yayın kuruluşu, tutuklamanın Türkiye’deki ‘demokrasi ilkeleri üzerindeki endişeleri artırdığını’ ve siyasi motivasyon taşıdığını ileri sürdü. Batı basını, Türkiye genelinde İmamoğlu’na destek gösterilerini ve uluslararası kuruluşların tepkisini de haberleştirdi.
Batı basını, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına geniş yer ayırarak, Türkiye’nin “demokratik ilkelerine dair endişeleri ve tutuklamanın potansiyel siyasi nedenlerini” ele aldı
The Times (Birleşik Krallık): Gazetenin bir köşe yazısında, İmamoğlu’nun tutuklanması ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1999’daki hapis cezası alması arasında paralellikler kuruldu. Yazıda, Erdoğan’ın önde gelen siyasi rakibi İmamoğlu’na karşı mevcut eylemlerinin, Erdoğan’ın daha önceki demokratik vaatlerinden uzaklaşmayı yansıttığı öne sürüldü.
The Guardian (Birleşik Krallık): The Guardian, İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Türkiye genelinde yayılan geniş çaplı protestoları haberleştirdi. Gösterilerin “demokrasi, hukuk devleti ve eşit haklar için daha geniş bir harekete dönüştüğünü” yazdı. Makale, Birleşmiş Milletler (BM) ve ABD gibi kuruluşlardan gelen cılız tepkilerle uluslararası yanıtın sınırlı kaldığına da dikkat çekti.
Associated Press (ABD): Associated Press, İmamoğlu’nun yolsuzluk suçlamalarıyla tutuklanmasına yol açan hukuki süreci ele aldı. Tutuklamanın yaklaşan seçimler öncesinde gerçekleştiği zamanlamasına ve Türkiye’nin siyasi ortamı üzerindeki potansiyel etkisine dikkat çekti. Haber, muhalefet figürlerinden ve uluslararası kuruluşlardan gelen tutuklamanın siyasi çıkarımlarını eleştiren yorumlara da yer verdi.
Euronews (Avrupa): Euronews, İstanbul ve diğer şehirlerdeki kitlesel protestoları detaylı bir şekilde aktardı. Protestocuların gösteri yasaklarına ve yol kapatmalara karşı gelmesini vurguladı. Haber, “protestocular arasında tutuklamanın Erdoğan’ın ana rakibini saf dışı bırakmak için siyasi amaçlı olduğu” algısının yaygın olduğunu belirtti.
El País (İspanya): El País, İmamoğlu’nun geçici tutukluluğuna yol açan yargı sürecini haberleştirdi. Muhalefetin tutuklamayı 2028 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bir rakibi ortadan kaldırma amaçlı siyasi bir girişim olarak gördüğünü kaydetti.
Die Welt (Almanya): Die Welt, mahkemenin İmamoğlu’nu tutuklama kararını ve ardından başlayan kitlesel protestoları haberleştirdi. İmamoğlu’nun asılsız ve iftira niteliğinde olduğunu ifade ederek reddettiği teröre destek iddialarına da değindi.
Diğer yandan Avrupa Komisyonu: Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, İmamoğlu’nun tutuklanmasından derin endişe duyduğunu ifade etti.
Von der Leyen, Ankara’ya özellikle seçilmiş yetkililerin hakları olmak üzere “demokratik değerleri koruma yükümlülüğünü” hatırlattı.
İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) ise kararı “adaletin trajedisi” ve demokratik sürece yönelik bir saldırı olarak kınadı.
Kuruluş, tutuklamanın “İstanbul seçmenlerinin seçtikleri temsilciden mahrum bırakılarak haklarının ihlal edildiğini” savundu.

Kuzey Kore lideri Kim, yapay zeka donanımlı yeni intihar dronlarının testlerini denetledi

Amerikalı ekonomist Stephen Roach: ABD kendi temellerine saldırıyor

Birleşik Krallık hükümetinden büyük kemer sıkma paketi

Gözaltına alınan Gagavuzya lideri Gutsul, Putin ve Erdoğan’dan yardım istedi

Panama, ABD yaptırımları nedeniyle 128 geminin kaydını siliyor
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
RUSYA2 hafta önce
Ukrayna ordusu, Kursk oblastından çekilmeye başladı
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Bloomberg: Erdoğan, Ukrayna’ya barış gücü göndermeyi planlıyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye federasyona mı gidiyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Avrupa’nın ABD ile ilişkileri stratejik bağımlılıktan stratejik özerkliğe dönüşüyor
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Suriye’deki Alevi katliamlarına dair tanıklıklar
-
DİPLOMASİ1 hafta önce
İngiltere, Ukrayna’ya binlerce asker göndermeye hazırlanıyor
-
AVRUPA2 hafta önce
Alman partilerinin ‘savaş’ anlaşması borsayı uçurdu