Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Terry Eagleton yazdı: Grevciler kimi kandırıyor?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Britanya, Fransa ve Almanya gibi Avrupa’nın müreffeh ülkelerinde yoğun grevler var. İlk adım, enflasyonun geçen yıl çift haneye ulaştığı Britanya’da atıldı ve çoğu sağlıkçılardan oluşan kamu emekçilerinin büyük kısmı greve çıktı. Şimdi Britanya genelinde öğretmenler, sağlıkçılar, demiryolu ve otobüs görevlileri ve üniversite çalışanları aynı anda grevde; BBC’ye göre iş bırakanların sayısı yaklaşık 500 bin. Haliyle bundan günlük hayatın akışı da etkilendi. Oxford akademisyeni ve New Statesman, Red Pepper ve The Guardian gibi gazetelerin yanı sıra New Left Review dergisinde yazan Terry Eagleton, eleştirel bir dile grevleri yorumluyor. Eagleton, bildik ironik üslubuyla Britanya tarihinde işçi sınıfına, grevlere ve ‘toplumsal kargaşa’ya yönelik tepkileri ele alıyor, aslında tarihte ‘kargaşa’ yaratanın işçilerden çok mülk sahibi sınıflar olduğuna dikkat çekiyor: işçiler, kendilerini korumak için daha çok ‘devlete’ ihtiyaç duyarken, ‘anarşi’yi, dizginsiz piyasayı savunanlar Davos elitleridir. Britanya’yı bir süredir sarsan grevlerde medyadan sınıf aristokrasisine kadar tüm unsurlar ‘halkın grevlerden rahatsızlığı’nı dillerine dolarken, Eagleton ‘halk’ın gerçek tanımını hatırlatıyor.


Grevciler kimi kandırıyor?

Terry Eagleton — UnHerd

14 Mart 2023

Grev dalgası istikrarlı bir şekilde devam ediyor. Fizyoterapistler bile işleri olan ülkeyi ayağa kaldırma görevlerini yerine getirmek yerine diz çöktürmekle tehdit ediyor. Sırada vaazlarını terk edecek, cüppelerini yırtacak ve büyükannenizi gömmeyi reddedecek olan papazlar var. Elbette ki tüm bunların büyük bir rahatsızlık barındırdığını belirtmek gerek. Mesela dondurucu soğukta elinizde bir pankartla saatlerce ayakta durmanız ve bunu yaparken kaybedeceğiniz ücreti hesap etmeniz gerekebilir. Ancak insanlar yine de bunu yapıyor, zira toplu taşımaya paranız yetmediği için yürümek zorunda kalmak ya da çocuklarınıza iyi bir kahvaltı hazırlamak için ikinci bir işe girmek daha zahmetli.

Medyanın halk olarak tanımladığı kesimde ise daha az rahatsızlık söz konusu ama bu genelde uzun süreli olmaz. Pek çok çok temizlikçi ve reyon görevlisi yıllarca yoksul kalmanın vereceği sıkıntıya katlanmak durumunda kalırken bazı borsacılar sadece iki ya da üç günlük tren seferi iptallerine öfkeleniyor. Göründüğü kadarıyla halk, hemşirelerden, postacılardan, demiryolu işçilerinden, küçük avukatlardan ve benzerlerinden oldukça farklı, efsanevi bir varlık. Bu insanlar toplumsal karmaşaya neden olurlar ve bu nedenle halkın mensubu olamazlar. Halklar da bu tür aksaklıkların failleri değil, nesneleri olurlar. Bir CEO halktan ama bir ambulans şoförü değil.

Grevler, bunları başlatanları zarara uğratan iki ucu keskin bıçaklardır. Bir yönetici bir çalışanı işten çıkardığında ya da disiplin cezası verdiğinde sadece çalışan zarar görür, oysa grev yapan işçiler halihazırda kıt olan kaynaklarını artırmaya çalışmak için azaltmak zorunda kalabilirler. Grevler de tamamen olumsuz stratejiler ve sendikalar da büyük ölçüde defansif organlar. Ellerinde yabalarla derebeyinin kalesine yürüyen köylülerden çok uzaktayız. Patronların çalışanları üzerinde güç kullanmasının bir dizi işe yarar yöntemi mevcut: Onları kovmak, ücretlerini kesmek, çay molalarını yasaklamak, daha uzun çalışma saatleri dayatmak, işlerini hızlandırmak vs. Buna karşılık sendikaların tek alternatifi emeklerini geri çekmek ki bu da pek devrimci bir eylem sayılmaz. Sivil itaatsizlik uygulayanlar gibi yapabilecekleri tek şey duruş sergilemek ve “yeter” diye haykırmak, o zaman da ülkeyi fidye için rehin alan yıkıcılar ve holiganlar olarak lanse edileceklerinin farkında olurlar.

Davranışları sadece ilkesiz değil, aynı zamanda yurtseverlikten uzak. Onlarınki bizzat topluma karşı bir saldırı ve pankart taşırken toplumun devamlılığının sağlanması da zor bir mesele. Tezgahınızdan uzaklaşmak zorbalık ve şantajcılıktır. Hazine’ye saldırmak ya da tüccar bankerleri kaçırmak yerine sadece kolunuzu bağlayıp oturarak, olsa olsa kârlarını tehlikeye atmış olduğunuz varlıklı seçkinler için birer nefret objesi haline gelirsiniz. Charles Dickens, 19. yüzyılın ortalarında sanayi grevini yakından gözlemlemek için Preston’a gitmiş ve greve katılan işçilerin makullüğü ve nezaketinden hayranlıkla bahsetmişti. Daha sonra Viktorya dönemi Britanya’sında sendikacılığın en dehşetli karikatürlerinden birini içeren Zor Zamanlar adlı bir roman yazmıştı.

Kimse emeğini esirgeme hakkına itiraz etmiyor; ancak etkili olmaya başladığında insanlar Telegraph’a mektup yağdırıyor. Grevcilerin davalarını daha etkili kılmak için yaptıkları hamleler —mesela farklı mücadeleleri ilişkilendirmek ya da belirli önemli anlarda greve gitmek— maratonda başka bir koşucuyu geçmenin kötü bir davranış olması gibi, haksız bir avantaj elde etmek olarak kabul ediliyor. Buna karşın Margaret Thatcher’ın yaptığı gibi madenci grevine hazırlık için kömür stoklamak basit bir sağduyu. Elbette ideal olanı hiçbir etkisi olmayan bir greve gitmek; tıpkı hiç ağlamayan bir bebeğe ya da hem lezzetli hem de zayıflatan bir çikolataya sahip olmak gibi.

Aynı anda hem teoride bu kadar saygı gören ama pratikte de bu kadar nefret edilen çok az vatandaşlık hakkı var. Bir televizyon muhabirinin sorduğu ilk soru “Anlaşmazlığın sebebi ne?” değil, “Bunu nasıl durdurabiliriz?” oluyor. Grevlerin, tıpkı tuz ya da sigara gibi kötü olduklarına dair yerleşik bir kanı var; bu kanı, grevlerden zaman zaman ısıtıcıyı tekrar açacak kadar fayda sağlayabilecek kişiler tarafından paylaşılmıyor. Grevleri yasaklayamazsınız zira bunu faşist toplumlar yapar ama hazmedemezsiniz de. Elli yıl evvel sendikaları çok güçlü olmakla suçlamak alışılmış bir şeydi, fakat birbirini izleyen hükümetler sendikaları yasal olarak el ve ayaklarından bağladıkça, onları taciz etmek için kullanacakları bu bahaneden kendilerini mahrum bıraktılar. Zaten bu hiçbir zaman makul bir argüman olmadı, sendikaların kas gücü sermayenin gücüyle kıyaslanamaz bile.

İngiliz işçi sınıfı hareketinin tarihi bir yıkım ve vandalizm tarihi değil. 19. yüzyıldaki en büyük toplumsal protesto hareketi olan Çartistler, parlamenter sistemde bir dizi makul reform yapılması için yasalar çerçevesinde çalıştılar; bu reformların neredeyse tamamı, o dönemde kibirli bir şekilde reddedilmiş olmasına rağmen bugün yürürlükte. Birkaç on yıl sonra Süfrajetler, hapishanede dövülmelerine, coplanmalarına ve zorla beslenmelerine rağmen militanlıkta işçi hareketini geride bıraktılar. 1926’daki genel grev sadece dokuz gün sürdü. Peterloo katliamından 1898 liman işçileri grevine(*) kadar İngiliz devletinin böyle bir suskunluğu olmadı. Bundan ziyade zaman zaman patlak veren devlet şiddeti ile beraber sonuncusu günümüze kadar ulaşan yasakçılık, polis ve asker şiddeti, hapis, nakil ve baskıcı yasalardan oluşan kirli bir tarih var.

Yine de sendikacılığın esasen arkaik —grev mazisinden kalan utanç verici kalıntı, modernleşmenin önünde bir fren, sınıf savaşının eski kötü günlerine bir geri dönüş— olduğu hissi devam ediyor (daha yüksek ücretler talep etmek sınıf savaşı, reddetmek ise böyle bir şey değil). Buradaki fikir, sendika patronlarının tüm palavralarına rağmen özünde muhafazakâr yaratıklar oldukları. Fakat bir doz muhafazakârlık tam da ihtiyacımız olan şey. Alman filozof Walter Benjamin devrimin kontrolden çıkan bir tren değil, imdat freninin çekilmesi olduğunu söylemişti. Burada Benjamin, kontrolden çıkan ve hayatı fazlaca mahvetmeden önce dizginlenmesi gereken şeyin küresel kapitalizm olduğunu kastetmişti. Viktorya dönemi Britanya’sında işçi sınıfı militanları sıklıkla anarşistlikle suçlanırdı, ancak hakikat bunun tam tersi.

Çağrıda bulundukları şey çocukları, yoksulları ve tekstil işçilerini korumak için devletin daha az değil, daha fazla müdahalesiydi. Gerçek anarşistler, her yıl Davos’ta toplananlar da dahil hiç kimsenin yönetimde olmadığı piyasa odaklı bir topluluk (Davos’un aynı zamanda Thomas Mann’ın herkesin ölüm döşeğinde olduğu bir sanatoryumda geçen Büyülü Dağ romanının mekânı olması da uygun). İklim değişikliği söz konusu olduğunda korumacı olanlar Sol, vandal olanlar ise Evrenin Efendileri. Kapitalizm, eğer yanına kâr kalacaksa ve bunu yapmak kendisi için kârlı olacaksa, toplum karşıtı davranışlarda bulunabilir. Bunu boş bir slogan olarak gören herkes, gezegenin devam eden yıkımından bahsetmek yerine devlete ait gıda bankalarına bir bakmalı. Hâlâ kontrolden çıkan trenin frenine basmış değiliz.

Toplumsa kargaşanın başlı başına kötü bir şey olduğuna dair tuhaf bir inanç var. Miss World yarışmasını düzenleyenler, birkaç yıl önce yarışmayı gürültülü bir şekilde kesintiye uğratan feministler hakkında bu görüşü benimsemişlerdi, her ne kadar protestoları gösterinin tek ilgi çeken kısmı olsa da. 1989’da Tiananmen Meydanı’nda bir tankın önünde duran ve kendisini bir anda küresel bir ikona dönüştüren genç adam, tıpkı bugün İran’daki genç kadınlar gibi, politik açıdan yıkıcı bir davranış sergiliyordu. Manchester’da öğrenciyken kollarına sarı yıldızlar dikilmiş Yahudi kadın ve erkeklerin Oswald Mosley ve Britanya Faşistler Birliği’nin kentin çoğunlukla siyahların yaşadığı bir bölgesinde yaptığı yürüyüşü engellemek için yola yattıklarını görmüştüm. Toplumsal kargaşa yalnızca tolere edilebilir değil, aynı zamanda zaruri.

Bununla beraber Shakespeare’in Budala figüründe olduğu gibi ehlileştirilebilir. Budalalar ve soytarılar, kraliyet büyüklerine kabul edilemez gerçekleri söylemek için vardır, fakat bunları daha tatlı hale getirmek için bilmece paradoksla sararlar. Onların rolü, etraflarındaki herkesin nasıl rol yaptığını göstermektir. Aradaki fark, Budala rol yaptığını bilirken diğerlerinin bilmemesidir. Ancak başkalarıyla alay etmek ve onları azarlamak resmi görevinizin bir parçasıysa bu daha tolere edilebilir hale gelir. On İkinci Gece’de Olivia, “Yol verilmiş bir Budala’dan zarar gelmez,” der. Denildiği gibi, siz sadece işinizi yapıyorsunuz. Toplumsal sistem sarsılır ama isyana sürüklenmez. İsyanın bu kurumsallaşmış biçimi İngiliz siyasetinde parlamentodaki İşçi Partisi ya da daha genel olarak Majestelerinin Uslu Muhalefeti şeklinde yaşamaya devam ediyor.

Sendikalar sömürüye karşı bir savunmadan daha fazlası. İşçi hareketi geleneksel olarak kendisini rekabetten ziyade işbirliğine, bireysellikten ziyade dayanışmaya dayalı, şu anda sahip olduklarımıza alternatif bir yaşam biçimi sunuyor olarak görür. Eğer meşguliyeti şimdiyleyse aynı zamanda farklı türden bir geleceğin habercisidir. Grevleri nasıl durduracağız? Kaynakların grevleri gereksiz kılacak türden yeniden dağıtılmasıyla. Aksi takdirde kişisel servet ve kamusal sefaletin aynı eski antitezini sürdürmeye devam edeceğiz.


(*) Peterloo katliamı: 16 ağustos 1819 günü, parlamenter reform talebiyle Manchester’da bir araya gelen işçilere süvariler saldırmış ve 15 kişiyi öldürmüştü; 1889 Londra liman işçileri grevi (Terry Eagleton tarihleri karıştırıyor olmalı), Friedrich Engels’in de büyük bir coşkuyla karşıladığı, İngiliz emek hareketinde bir dönüm noktası olarak kabul edilen, yaklaşık 100 bin işçinin zaferle sonuçlanan eylemi.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English