Bizi Takip Edin

Dünya Basını

ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Yayınlanma

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.


ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?

Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.

12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.

Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.

UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.

İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.

Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.

Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.

Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.

UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.

UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.

Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.

İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.

Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.

İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.

UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.

Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.

İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.

2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.

CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.

Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.

2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.

El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.

ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.

Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.

Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.

Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.

UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.

2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.

Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.

Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”

Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.

Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.

Dünya Basını

FP: Rubio’nun Asya Ziyareti Neden Tam Bir Fiyaskoydu?

Yayınlanma

ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da düzenlenen Güneydoğu Asya Uluslar Birliği (ASEAN) Dışişleri Bakanları Toplantısı’na katıldı ve ikili görüşmeler gerçekleştirdi. Ulusal güvenlik ve Hint-Pasifik analisti, Güney Kaliforniya Üniversitesi siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler profesörü Derek Grossman’a göre Rubio’nun Asya ziyareti tam bir “fiyaskoydu” ve ABD’nin Hint-Pasifik çıkarlarına “zarar verdi” ve Washington’un odağının Asya’da değil, Ortadoğu’da olduğuna işaret etti.

Foreign Policy’de yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

**

Rubio’nun Asya Ziyareti Neden Tam Bir Fiyaskoydu?

Derek Grossman, Foreign Policy
15 Temmuz 2025

ASEAN liderleri, Washington’un Orta Doğu ve Batı Yarımküre’ye artan ilgisini mutlaka fark etmiştir.

Marco Rubio’nun geçen hafta dışişleri bakanı olarak Hint-Pasifik bölgesine yaptığı ilk ziyaret, tamamen unutulabilir ve üzücü bir olaydı. Orijinal plan, Rubio’nun, özellikle Başkan Donald Trump’ın 1 Ağustos’a kadar iki ülke yeni ikili ticaret anlaşmalarına varmazsa felç edici gümrük vergileri uygulayacağı tehdidi nedeniyle giderek gerginleşen ilişkileri güçlendirmek için ABD’nin önemli güvenlik müttefikleri olan Japonya ve Güney Kore’ye seyahat etmesiydi. Ancak Rubio, aynı zamanda ulusal güvenlik danışmanı olarak da görev yaptığı için, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun ziyareti nedeniyle Beyaz Saray’da kalmak zorunda kaldı ve bu gezileri ertelemek zorunda kaldı. Böylece, bölgesel turu kapsamında ziyaret etmesi planlanan ülkelerden sadece Malezya’ya gidebildi.

Rubio evde kalsaydı da fark etmezdi. Ülkedeki ziyaretini sadece 36 saat sürdürdü, bu da Malezya Başbakanı Enver İbrahim’in “pasaportuna el koyabilir mitim?” diye şaka yapmasına neden oldu. İkili ilişkiler cephesinde Rubio ve Malezya Dışişleri Bakanı Mohamad Hasan, “stratejik sivil nükleer işbirliği” için bir mutabakat zaptı imzaladı. Övgüye değer olsa da, iki lider, gümrük vergileri, Çin ve 7 Ekim 2023’te İsrail’e düzenlenen terör saldırıları sonrasında Malezya’nın Hamas’a verdiği destek gibi daha ciddi ikili meseleleri ele alabilecek bir ortak bildiri yayınlamadı. Ancak bu görüşmelerin yapıldığı ve bilinçli olarak gizli tutulduğu da mümkün, ancak bu tür bir çekingenlik, ABD-Malezya ilişkilerindeki önemli uçurumu doğrudan ortaya koyacaktır.

Trump yönetimi, Rubio’nun ziyaretini, Malezya’nın 2025 yılı başkanlığı döneminde ev sahipliği yaptığı Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) dışişleri bakanları toplantısıyla aynı zamana denk getirdi. Rubio, bu toplantıda da ABD politikalarını iyi temsil edemedi. Örneğin, Hint-Pasifik’i Washington için “odak noktası” olarak değil, “odak noktalarından biri” olarak bahsetti ve yönetimin Hint-Pasifik’i hala öncelikli bölge olarak görüp görmediğine dair şüpheler uyandırdı. “Dikkatin başka yöne çekilmesi imkansız” ve “bu yüzyıl ve önümüzdeki yüzyıl, önümüzdeki 50 yılın hikayesi büyük ölçüde bu bölgede yazılacak” diyerek endişeleri yatıştırmaya çalıştı. Mevkidaşları muhtemelen, Trump yönetiminin yakın zamanda İsrail’e katılarak Orta Doğu’da İran’a saldırdığını ve Batı Yarımküre politikasına giderek daha fazla odaklandığını fark etmiş olmalı.

Daha da kötüsü, Rubio ASEAN üyelerine ticaret tarifeleri konusunda karışık mesajlar verdi. Bir yandan, tarifelerle ilgili nihai kararın Trump ve ticaret ekibine ait olduğunu açıkça belirtirken, perde arkasında yürütülen müzakerelerden kendini etkili bir şekilde uzaklaştırdı. Öte yandan, tutamayacağı bir söz verdi ve “Sonuçta, Güneydoğu Asya’daki birçok ülkenin gümrük vergileri, dünyanın diğer bölgelerindeki ülkelerden daha iyi olacak” dedi. Trump’ın aşırı değişkenliği göz önüne alındığında, bu son yorum özellikle gülünçtü; ABD politikaları şu anda son derece belirsiz ve her an değişebilir. Nitekim, Rubio’nun Malezya ziyaretinden bir hafta önce Trump, yeni bir ticaret anlaşması için birdenbire bir gümrük vergisi oranı getirerek bir başka ASEAN üyesi olan Vietnam’ı gafil avladı ve Hanoi’yi öfkelendirdi ve hayal kırıklığına uğrattı. Bu yıl ASEAN başkanlığını yürüten Malezya, Trump’ın oyunlarının farkında. İbrahim, dışişleri bakanları toplantısının başında, “Bu geçici bir fırtına değil” diye konuştu.

Rubio’nun Kuala Lumpur ziyaretinin bir başka sorunu da, Güneydoğu Asya’ya odaklanmak yerine, bazıları Japonya ve Güney Kore gibi müttefiklerle, diğerleri Çin ve Rusya gibi düşmanlarla, konuyla ilgisi olmayan ikili görüşmelerle dolu bir program hazırlamış olmasıydı. Sonuç olarak, ABD medyası, Malezya veya ASEAN ile elde edilen sonuçlardan çok, Rubio’nun Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ile yaptığı görüşmeleri öne çıkardı. Elbette bu müzakereler önemliydi. Örneğin, ABD-Çin görüşmelerinde Rubio, Trump ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in yakında bir araya gelme olasılığının “yüksek” olduğunu söyledi. Bu ne kadar önemli olsa da, Rubio’nun ASEAN ile olan ilişkilerinden dikkatleri büyük ölçüde uzaklaştırdı. Washington’un dikkatini çekmeye ve korumaya çalışan Güneydoğu Asya liderleri veya üst düzey yetkililer için bu, kötü bir sonuçtu.

Son olarak, bir dizi başka talihsiz olay da Rubio’nun ziyaretini daha da zayıflattı. Bunlardan biri, elbette, Rubio’nun gezisi öncesinde Trump’ın Malezya’ya, Washington ve Kuala Lumpur’un 1 Ağustos’a kadar yeni bir ticaret anlaşması üzerinde anlaşamazlarsa, karşılıklı gümrük vergilerinin yüzde 24’ten yüzde 25’e çıkarılacağına dair tehditkar bir bildirim göndermesiydi. (Çeşitli oranlar içeren benzer mektuplar, diğer yedi ASEAN üyesi ülkeye, Japonya ve Güney Kore’ye de gönderildi.) Ayrıca, Rubio Washington’dan ayrılırken, Trump, Nick Adams’ı aday gösterdi. Bu seçim, Trump’ın diplomatik deneyimden çok sadakati önemsediğini düşünen Malezyalılar ve bölge genelindeki yetkililer için endişe verici. Adams, “alfa erkek” kişiliği ve kadın düşmanı sosyal medya yorumlarıyla da tanınıyor. Benzer şekilde, Trump’ın bir başka ASEAN üyesi olan Singapur’un yeni büyükelçisi olarak seçtiği kişi, son Senato onay oturumunda Singapur hakkında temel bilgiden yoksun olduğunu kanıtladı. Ve her ne kadar söylenti olarak kalsa da, saygın bir kaynağa göre Rubio, belki de daha geniş kapsamlı bakanlık kesintilerinin bir parçası olarak, Dışişleri Bakanlığı’ndaki ASEAN hazırlık ekibini kovmuş olabilir. Her halükarda, bu durum Washington’un bölgeyle diplomatik ilişkiler kurma konusunda ciddi olmadığı, hatta diplomasiye hiç önem vermediği yönündeki Güneydoğu Asya’nın görüşünü destekleyecektir.

Ancak Trump yönetiminin lehine olan bir nokta, Rubio’nun ziyaretinin, yönetimin ASEAN gibi çok taraflı kuruluşlarla ilişkilerine gerçekten değer verdiğini vurgulamış olmasıdır. Trump yönetimi ayrıca Quad (iki ayrı toplantıda), G-7 ve NATO toplantılarına da katılmıştır. Rubio, Malezya’da bulunduğu sırada, Biden yönetimi tarafından güçlendirilen üçlü işbirliği olan ABD-Japonya-Filipinler güvenlik işbirliğini de övmüştür. Ancak genel olarak, Rubio’nun gezisinin tonu ve içeriği, net politika sonuçlarının olmaması nedeniyle, özellikle ABD’nin kendilerine öncelik vermeye devam etmesini isteyen bölge sakinlerinin gözünde, olabileceğinden çok daha az etkili oldu.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Economist, zengin ülkelere yeni bir iltica sistemi çağrısında bulundu

Yayınlanma

Britanya’nın ünlü dergisi Economist, zengin ülkelere yeni ve daha iyi bir iltica sistemi kurmalarını ve iltica hakkını işgücü göçünden ayırmalarını önerdi.

BM Mülteciler Sözleşmesinin tarihinden kısaca bahseden dergi, günümüzde bu sözleşmeye uyan ülke sayısının gitgide azaldığına işaret etti.

Batının tutumunun sertleştiğini, Avrupa’da sosyal demokratların ve sağcı popülistlerin görüşlerinin yakınlaştığını belirten Economist, iltica sisteminin artık işlemediğini savundu.

“Savaş sonrası Avrupa için tasarlanan sistem, çatışmaların yaygınlaştığı, seyahatin ucuzladığı ve ücret eşitsizliklerinin büyük olduğu bir dünyayla başa çıkamıyor,” diyen dergi, yaklaşık 900 milyon insanın kalıcı olarak göç etmek istediğini, yoksul bir ülkenin vatandaşının zengin bir ülkeye yasal olarak göç etmesi neredeyse imkansız olduğundan, çoğunun izinsiz olarak göç ettiğini yazdı.

Economist, “Son yirmi yılda birçok kişi, sığınma hakkının bir arka kapı olduğunu keşfetti. Eskiden olduğu gibi gizlice sınırı geçmek yerine, sınır muhafızlarına yaklaşıp sığınma talebinde bulunuyorlar. Bu talebin karara bağlanmasının yıllar alacağını ve bu süre zarfında gölgelere karışıp iş bulabileceklerini biliyorlar,” dedi.

“Seçmenlerin”, sistemin suistimal edildiğini düşünmekte haklı olduğunu savunan Economist, Avrupa Birliği’nde sığınma taleplerinin çoğununu artık doğrudan reddedildiğini hatırlattı.

“Sınır kaosundan duyulan korku”ya işaret eden dergi, Brexit’ten Donald Trump’a kadar bu korkunun “popülizmin yükselişini beslediğini” ve “yasal göçle ilgili tartışmaları zehirlediğini” ileri sürdü.

Economist, “İhtiyacı olanlara güvenlik ve aynı zamanda makul bir işgücü göçü akışı sağlayan bir sistem oluşturmak için, politika yapıcılar bu iki konuyu birbirinden ayırmalı,” diye yazdı.

Çatışma, afet veya zulüm nedeniyle yaklaşık 123 milyon insan yerinden edildiğini ve bu rakamın, “kısmen savaşların daha uzun sürmesi nedeniyle” 2010’a göre üç kat daha fazla olduğunu belirten Econonmist, tüm bu insanların güvenli bir yaşam arayışında olma hakkına sahip bulunduğunu, fakat bunun “güvenlik” zengin bir ülkenin işgücü piyasasına erişim anlamına gelmediğini savundu.

Economist’e göre, “Zengin ülkelere yeniden yerleşim, çözümün çok küçük bir parçası olmaktan öteye geçemez. 2023 yılında OECD ülkeleri 2,7 milyon sığınma başvurusu aldı. Bu rakam rekor düzeyde olsa da, sorunun büyüklüğüyle karşılaştırıldığında çok küçük bir rakam.”

Bu noktada dergi, özellikle AB ülkelerinin bir süredir uygulamaya çalıştığı “üçüncü ülkelerle geri kabul anlaşması” seçeneğinin “en pragmatik seçenek” olduğunu yazdı.

“Daha fazla mülteciye evlerine yakın bir sığınak sunmak” olarak nitelendirilen bu plan kapsamında, sığınmacılar “ayak bastıkları ilk güvenli ülke veya bölgesel blokta” kalacak.

Economist şöyle devam etti:

“Daha kısa mesafeler kat eden mültecilerin bir gün evlerine dönme olasılığı daha yüksek. Ayrıca, kültürel olarak kendilerine yakın olan ve bir felaketten kaçarak ilk buldukları sığınağa sığındıklarının farkında olan ev sahipleri tarafından daha kolay kabul edilme olasılıkları da daha yüksek. Bu nedenle Avrupalılar Ukraynalıları büyük ölçüde kabul etmiş, Türkler Suriyelilere ve Çadlılar Sudanlılara cömert davranmıştır.”

“Evlerine yakın yerlerdeki mültecilere bakmak genellikle çok daha ucuz,” iddiasında bulunan dergi, BM mülteci ajansının, Çad’daki her mülteciye günde 1 dolardan az harcadığına işaret ederek, “Sınırlı bütçeleri göz önüne alındığında, zengin ülkeler mültecileri birinci dünya ülkelerindeki pansiyonlarda barındırmak veya davalarını savunmak için ordularca avukat tutmak yerine, mülteci ajanslarına yeterli finansman sağlayarak çok daha fazla insana yardım edebilirler,” iddiasında bulundu.

Dergi ayrıca, ev sahibi ülkelere “cömertçe yardım etmeyi” ve mültecilerin giderek artan bir şekilde yaptığı gibi, “çalışarak kendilerini geçindirmelerine izin vermelerini teşvik etmesini” istedi.

“Şefkatli Batılıların”, kıyılarına gelen mültecilere “yardım etme dürtüsü” hissedebileceğini yazan Economist, “Fakat yolculuk uzun, zorlu ve maliyetliyse, bu yolculuğu tamamlayanlar genellikle en çaresiz olanlar değil, erkek, sağlıklı ve nispeten varlıklı olanlardır,” iddiasında bulundu.

Economist şöyle devam etti:

“Suriye savaşından kaçarak komşu ülke Türkiye’ye ulaşan mülteciler, Suriyelilerin geniş bir kesimini temsil ediyordu; Avrupa’ya ulaşanların ise üniversite diplomasına sahip olma olasılığı 15 kat daha yüksekti. Almanya 2015-16’da Suriyelilere kapılarını açtığında, Türkiye’de güvenli bir yaşam kurmuş 1 milyon mülteci, daha yüksek ücretler için Avrupa’ya göç etmeye karar verdi. Birçoğu üretken bir yaşam sürdürdü, fakat aynı fırsatı değerlendirmek isteyen, bazen daha nitelikli olan diğer mültecilere göre neden öncelikli oldukları açık değil.”

“Seçmenlerin” kimi kabul edeceklerini kendilerinin seçmek istediklerini açıkça belirttiğini ve bunun, “gelen ve sığınma talebinde bulunan herkesi kabul etmek” anlamına gelmeyeceğini savunan dergi, zengin ülkelere bir öneride bulunarak, bu tür göçleri durdurmak istiyorlarsa, teşvikleri değiştirmeleri gerektiğini vurguladı.

Güvenli bir ülkeden daha zengin bir ülkeye göç edenlerin sığınma hakkı için değerlendirilmemesi gerektiğini ve gelenlerin de işlemleri için üçüncü bir ülkeye gönderilmesini savunan Economist, “Hükümetler uzak yerlerden gelen mültecileri barındırmak istiyorsa, BM’nin savaş bölgelerinden kaçanları kaydettiği kaynaklarda onları seçebilirler,” dedi.

Üçüncü ülke hükümetlerinin işbirliğini kazanmak için anlaşmalar yapılabileceğini kaydeden Economist, zengin ülkelerin AB’nin başlattığı gibi birlikte hareket etmelerini tavsiye etti ve “Davetsiz olarak gelenlerin hiçbir avantajı olmadığı anlaşıldığında, bu şekilde gelenlerin sayısı düşecektir,” diye ekledi.

Bunu “mümkün olanın siyaseti” olarak nitelendiren dergi, bu şekilde sınırda düzenin yeniden sağlanacağını ve böylece işgücü göçünün daha sakin bir şekilde tartışılması için siyasi alan yaratılacağını ileri sürdü.

Zengin ülkelerin daha fazla yabancı beyinden faydalanacağını da savunan dergi, bu ülkelerin çoğunun “çiftliklerde ve bakım evlerinde çalışacak genç işgücü” istediğini, düzenli bir “yetenek akışının”, hem ev sahibi ülkeleri hem de göçmenlerin kendilerini daha müreffeh hale getireceğini öne sürdü.

Economist değerlendirmesi şöyle son buldu:

“Daha önce gelen düzensiz göçmenlerin birikmiş sorunlarıyla başa çıkmak yine de zor olacaktır. Trump’ın toplu sınır dışı etme politikası hem acımasız hem de pahalıdır. Kök salmış olanların kalmasına izin verirken, sınırları güvenli hale getirmek ve gelecekteki göçmenler için teşvikleri değiştirmek çok daha iyi bir çözüm olacaktır. Liberaller daha iyi bir sistem kurmazlarsa, popülistler daha kötü bir sistem kuracaktır.”

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Hayır, Hindistan dünyanın dördüncü en eşit ülkesi değil: İşte gerçek veriler

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız Surbhi Kesar imzalı yazı, Hindistan’ın küresel eşitlik sıralamasında dördüncü sırada yer aldığı yönündeki temelsiz iddianın izini sürerken yalnızca istatistiksel bir çarpıtmayı düzeltmekle yetinmiyor; aynı zamanda verinin nasıl ideolojik bir aygıt olarak işlev görebileceğini de gözler önüne seriyor. Nitekim tüketim ve gelir gibi niteliksel olarak farklı göstergelerin birbirinin yerine ikame edilmesi, burada teknik bir hesaplama hatası olmaktan çıkıp, toplumsal eşitsizliklerin üzerini örten bir temsil stratejisine dönüşüyor. Veri okuma ve üretme pratiklerinin yalnızca metodolojik değil, aynı zamanda etik ve politik boyutları olduğuna dikkat çeken Kesar, istatistiksel temsillere yönelik eleştirinin, eşitsizliklerin maddi zeminiyle bağını kurmadan eksik kalacağını, nüanslı da olsa, hatırlatmış oluyor.


Hayır, Hindistan dünyanın dördüncü en eşit ülkesi değil: İşte gerçek veriler

Surbhi Kesar
The Wire
6 Temmuz 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Hindistan’daki birkaç büyük gazete – The Hindu, Business Standard, The Times of India ve The Indian Express de dâhil – Dünya Bankası’nın son raporuna atıfta bulunarak Hindistan’ın dünyanın en eşit ülkeleri arasında dördüncü sırada yer aldığını iddia eden bir haberi manşetlerine taşıdı. Fakat bu iddia bütünüyle yanlış: 2019 verilerine göre Hindistan, 216 ülke arasında dördüncü değil, 176. sırada yer alıyor. Peki bu ciddi çarpıtma nasıl ortaya çıktı? Gelin, adım adım inceleyelim.

Söz konusu iddia, Dünya Bankası’na ait kısa bilgilendirme metnini epey çarpıtan Hindistan Basın Enformasyon Bürosu’nun (PIB) yaptığı bir basın açıklamasına dayanıyor. Ne yazık ki birçok medya kuruluşu da bu metni herhangi bir doğrulama ya da veri incelemesi yapmadan haberleştirdi.

Oysa Dünya Bankası’nın ilgili metninde gerçekte şu ifadeler yer alıyordu:

“Hindistan’ın tüketime dayalı Gini endeksi, 2011–12’deki 28,8 seviyesinden 2022–23’te 25,5’e geriledi, fakat veri kısıtları nedeniyle eşitsizlik, olduğundan daha düşük görünüyor olabilir. Buna karşılık Dünya Eşitsizlik Veritabanı (World Inequality Database), gelir eşitsizliğinin 2004’teki 52 düzeyinden 2023’te 62’ye yükseldiğini gösteriyor. Ücret eşitsizliği de oldukça yüksek bir düzeyde seyretmektedir; 2023–24 itibarıyla en üstteki yüzde 10’luk kesimin medyan geliri, en alttaki yüzde 10’un medyan gelirinin 13 katıdır.”

İşte PIB bu metinden yalnızca 25,5 sayısını, yani tüketim temelli eşitsizlik oranını, alarak Hindistan’ı, eşitlik sıralamaları gelir eşitsizliğine göre yapılmış olan diğer ülkelerle karşılaştırarak temel bir istatistik hatası yapıyor.

Şunun altını çizmek gerekir ki, tüketim eşitsizliği endeksi, gelir eşitsizliğine kıyasla genellikle ve zaten daha düşük çıkar. Bunun nedeni, zenginlerin gelirlerinin büyük bir kısmını biriktirmeleri ve dolayısıyla tüketimde görünen düzeyin, gerçekte olduğundan daha eşit görünmesidir. Dolayısıyla, PIB’nin Hindistan’ın 25,5’lik tüketim Gini endeksini, başka ülkelerin gelir Gini endeksleriyle karşılaştırması, elmalarla armutları kıyaslamak gibidir. Nitekim Dünya Bankası metni de bu türden karşılaştırmalardan özellikle kaçınılır, zira söz konusu veriler kıyaslanabilir değildir. Fakat PIB, bu kıyaslamayı bizzat Dünya Bankası’nın yaptığı gibi bir izlenim yaratıyor.

Adil bir karşılaştırma yapmak için ya Hindistan’ın gelir eşitsizliğini diğer ülkelerin gelir Gini endeksleriyle, ya da Hindistan’ın tüketim eşitsizliğini diğer ülkelerin tüketim Gini endeksleriyle kıyaslamak gerekir – tabii Dünya Bankası metni bu türden bir karşılaştırmayı hiç yapmıyor.

Dünya Eşitsizlik Veritabanı’na göre – ve yine Dünya Bankası metninde de belirtildiği üzere – Hindistan’ın gelir eşitsizliği Gini endeksi 2019 ve 2023 itibarıyla 61 seviyesinde. Nitekim bu eşitsizlik 1990’lardan bu yana düzenli biçimde artarak Hindistan’ı dünyadaki en eşitsiz ülkelerden biri konumuna getiriyor. (Gini endeksi ne kadar yüksekse, eşitsizlik o kadar fazladır). Gelir Gini endeksine göre yapılan sıralamalarda Hindistan, 2019 yılında 216 ülke arasında 176. sırada; 2009 yılında ise 115. sıradaydı. Bu da Hindistan’ın, zaman içerisinde diğer ülkelere nazaran çok daha eşitsiz bir hale geldiğini gösteriyor. Dahası, servet eşitsizliği açısından Gini endeksi 2019’da 74, 2023’te ise 75’tir – ki bu oran da, gelir eşitsizliğinden bile daha yüksek bir eşitsizlik düzeyini işaret ediyor.

Şimdi dikkatlerimizi karşılaştırılabilir tüketim eşitsizliği verilerine çevirelim. İlk olarak, Dünya Bankası Hindistan’ın tüketim Gini endeksini başka herhangi bir ülkeninkiyle kıyaslamıyor. Ve daha da önemlisi, Dünya Bankası’nın ilgili metni, “Hindistan’ın tüketim eşitsizliği verileri, veri kısıtları nedeniyle olduğundan daha düşük tahmin ediliyor olabilir” diye açıkça uyarıyor.

Nitekim metin özellikle şu hususa dikkat çekiyor: “Hindistan’a ilişkin uluslararası yoksulluk tahminleri, 2011–12 Tüketim Harcaması Anketi (CES) ile 2022–23 Hanehalkı Tüketim Harcaması Anketi verilerine dayanmaktadır. Bu tahminlerde, değiştirilmiş karma referans dönemi ile mekânsal ve zamansal olarak düzeltilmiş bir refah toplamı kullanılmaktadır 2022–23 anketindeki anket tasarımındaki, uygulama süreci ve örnekleme yöntemlerinde yapılan değişiklikler önemli gelişmeler olsa da, zaman içinde karşılaştırma yapmayı güçleştirmektedir. Ayrıca örnekleme ve veri kısıtları, tüketim eşitsizliğinin olduğundan düşük tahmin edilmesine yol açabilir.”

Kaldı ki bu sınırlılıklar küçümsenecek türden değildir. 2022-23 Hanehalkı Tüketim Harcaması Anketi’nin yöntemsel çerçevesi, 2011-12 CES’e kıyasla kayda değer biçimde değişmiş olup, bu da doğrudan karşılaştırmaları daha da güvenilmez hale getirmektedir. Nitekim bu sorun, Hindistanlı ekonomistler ve istatistikçiler tarafından enine boyuna tartışılmıştır.

Tüketim eşitsizliğine ilişkin daha makul karşılaştırmalar yapabilmek için kişi başına düşen kalori tüketimi gibi başka göstergelere bakabiliriz; bu, gıda tüketimindeki eşitsizlikleri yansıtacaktır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine ve Verilerdeki Dünyamız (Our World in Data – OWID) tarafından yapılan analizlere göre, Hindistan 2019 yılında 185 ülke arasında 102. sıradaydı. Bu, 2009’daki 82. sıraya kıyasla çok daha kötü bir sıralama. Yani bu ölçüt baz alındığında da Hindistan’ın göreli performansı son on yılda kötüleşmiştir.

Verilere hangi açıdan bakarsak bakalım, ortaya çıkan tablo net: Hindistan son derece eşitsiz bir ülke ve bu eşitsizlik giderek derinleşiyor. Zenginleri vergilendirmek de dahil olmak üzere kapsamlı bir yeniden dağıtım politikasına acil ihtiyaç var. Bu gerçekliği çarpıtmak yalnızca yanıltıcı değil, aynı zamanda tehlikeli de. Ulusal ölçekte güven duyulan medya kuruluşları, istatistiksel hataları sorgulamadan yayımladıklarında, ülkenin karşı karşıya olduğu acil meselelerin üzerini örtmüş ve milyonlarca insanın yaşadığı gerçekleri görünmez kılmış oluyorlar. Oysa eşitsizlikle mücadele, ancak doğru verilerle mümkün.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English