Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Eski NATO-Rusya Konseyi Başkanı Kujat: ABD iki cepheli savaş yürütemeyeceğinin farkında

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Rusya’nın Ukrayna’daki askeri müdahalesi bir yılı geçti ve savaş hala ivme kaybetmeden devam ediyor. Şubat ayının başında Almanya’nın Kiev yönetimine Leopard ağır muharebe tankı tedarik etme konusunda ikna edilmesinin hemen ardından Zelenskiy yönetiminden savaş uçağı tedariki talepleri yükselmeye başladı. Savaş, iktisadi anlamda Avrupa’nın yeteri kadar belini büktü ve artık Brüksel’in Kiev’e ancak borçlanarak hibe sunacağı bir dönemin gelmesi de muhtemel. Savaş uçaklarından sonra NATO üyelerinden Ukrayna’ya askeri sokması talebi de gelebilir ki bu da Rusya ile NATO’yu doğrudan savaşa sürükler, böyle bir senaryonun nükleer savaşla sonuçlanması işten bile değil. Eski NATO-Rusya Konseyi Başkanı, emekli Tümgeneral Harald Kujat [Kızıl Ordu’ya karşı savaşırken öldürülen bir Nazinin oğlu], İsviçre merkezli Zeitgeschehen im Fokus dergisine verdiği söyleşide savaşın gidişatına, Çin’in buradaki konumuna, ABD’nin hedeflerine, Almanya ve Fransa’nın lokomotifi olduğu Avrupa Birliği’nin atması gereken adımalra ve muhtemel müzakere sürecinin hangi rotada ilerlemesi gerektiği konusunda değerlendirmede bulunmuş. Kujat, Batı cenahından konuyla alakalı en dürüst konuşan isim olabilir.


“İleriye dönük politika, Avrupa’da yeni bir barış ve güvenlik rejimi planlamalı”

Thomas Kaiser — Zeitgeschehen im Fokus

8 Mart 2023

“Hem Ukrayna hem de Rusya bu süreçte yer almalı”

Emekli General Harald Kujat* ile söyleşi

Zeitgeschehen im Fokus: Avrupa’da yine savaş var. Geçen yüzyılın iki büyük savaşında olduğu gibi kıtamızın geleceği söz konusu ve ABD yine merkezi bir rol oynuyor. Çin de ateşkes çağrısında bulunan bir pozisyon metni yayımladı. Ukrayna savaşının jeopolitik boyutu ne?

Emekli General Harald Kujat: 21. yüzyıla Çin’in ekonomik ve askeri bir dünya gücü olarak yükselişi ve büyük güçler olan ABD, Rusya ve Çin’in rekabeti damga vuruyor. Dünyanın lider gücü olarak ABD’nin yerini Rusya değil, yalnızca Çin alabilir.

Dolayısıyla ABD, Ukrayna savaşında iki numaralı jeopolitik rakibi olan Rusya’yı siyasi, iktisadi ve askerî açıdan zayıflatarak Çin ile çatışmaya odaklanmayı kolaylaştırma hedefinde. Bu hedefe ulaşmak için Avrupa ile omuz omuza, yakın işbirliği gerekli. Avrupa ülkeleri, Rusya’ya karşı olduğu gibi mümkünse Çin ile olan çatışmaya da dahil olmalı ve bölgesel müttefikleri Avustralya, Japonya ve Güney Kore ile birlikte bir Hint-Pasifik ortak ve müttefik ağı oluşturmalı.

Bu yüzden Kuzey Atlantik İttifakı liderleri, 29 Haziran 2022 tarihli yeni stratejik konseptte Çin’in üye ülkelerin çıkarlarına, güvenliklerine ve değerlerine meydan okuduğunu beyan ettiler. Çin’in Avrupa-Atlantik güvenliğine dönük “sistematik meydan okumalarına” karşı durmak ve NATO müttefiklerinin savunma ve güvenliğini teminat altına alma kabiliyetini kalıcı hale getirmek istiyorlar.

Dahası Ukrayna savaşı, rakip jeopolitik blokların oluşumunu körüklüyor. ABD, Avrupa Birliği ve NATO birbirine yaklaşırken Çin ve Rusya etrafında ikinci bir jeopolitik blok oluşmaya başladı bile. Bu blokun merkezinde BRICS ülkeleri olan Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın yanı sıra Çin, Hindistan, İran, Kazakistan, Kırgızistan, Pakistan, Rusya, Tacikistan ve Özbekistan’dan oluşan Şanghay İşbirliği Örgütü yer alıyor. BRICS ülkeleri şu anda dünya nüfusunun yüzde 40’ını, Japonya dahil Batılı G7 ülkeleri ise yalnızca yüzde 12,5’ini temsil ediyor. BRICS ülkelerinin gayrisafi yurtiçi hasılası G7 ülkelerinden daha büyük.

Bu jeopolitik takımyıldızında Avrupa’nın yeri ne?

Enerji tedariki açısından Rusya’ya bağımlı, güvenliği açısından ABD’ye bağımlı, iktisadi ve teknolojik olarak — özellikle de dijitalleşme alanında — hem ABD hem de Çin’e bağımlı, Rusya’ya yönelik yaptırımlar nedeniyle iktisadi ve enerji politikaları açısından ciddi biçimde zayıflamış, iç çelişkiler ve merkezkaç kuvvetler nedeniyle kendi yarattığı zorluklarla mücadele eden Avrupa, büyük güçlerin güç aritmetiğinde giderek daha da geriye düştü.

Trump, Avrupa’nın güvenliği açısından oldukça önemli olan Avrupa Stratejik Nükleer Silahlar Antlaşması INF’i 2019’da feshettiğinde, bunu Avrupa açısından yarattığı riskler konusunda sadece Cumhurbaşkanı Macron eleştirmişti. Macron, kelimenin tam anlamıyla Avrupa’nın “Çin’e, Rusya’ya ve hatta ABD’ye karşı” kendini savunabilmesi gerektiğini söylemişti. Macron, Amerika’nın aldığı kararın Avrupa’nın bağımsız bir nükleer caydırıcılığı düşünmesi için fırsat olarak görülmesi gerektiğini de sözlerine eklemişti. Macron’un INF antlaşmasının feshini, Rusya’nın ikinci vuruş nükleer kapasitesi nedeniyle Amerikan kıtalararası nükleer silahlarının artık Avrupa’nın güvenliğini sağlayamayacağı ve antlaşmanın feshi sonucunda Rusya’nın artık Avrupa’da stratejik nükleer bileşeni inşa etme kısıtlamalarına tabi olmadığı şeklinde yorumladığı anlaşılıyor. Hatta ABD’nin Ukrayna savaşının NATO Avrupa’sına yayılması halinde stand-by yükümlülüklerini yerine getirmeye istekli ve muktedir olup olmadığı konusunda şüpheler de artıyor. 1990’lardaki “Şok ve Korku” doktrininin yazarı olan Amerikalı strateji uzmanı Harlan Ullman bu nedenle şimdiden kaygıyla şu soruyu soruyor: “ABD, Çin ve Rusya’ya karşı iki cepheli stratejik bir askeri çatışma başlatarak önlenmesi mümkün olan ya da olmayan bir hata mı yaptı?” Ullman, ABD’nin iki cepheli stratejisini “saatli bomba” olarak nitelendiriyor.

Ukrayna savaşı, Avrupa’yı bir yol ayrımına getirdi. Bu savaş sadece Ukrayna’nın güvenliği ve toprak bütünlüğüyle ilgili değil, aynı zamanda Rusya da dahil Avrupa kıtasındaki tüm ülkelerin yer aldığı Avrupa güvenlik ve barış düzeniyle ilgili. Bununla beraber bu savaşın bir sanayi ve iş merkezi olan Avrupa açısından yarattığı dramatik küresel iktisadi sonuçlar da giderek daha belirgin hale geliyor.

Avrupa Birliği, Rusya ile girdiği ekonomik savaşta kapsamlı yaptırımlar uygulamayı sürdürerek ABD’nin yanında durdu. Her ne kadar bu yaptırımlar Rusya’yı Ukrayna’ya saldırmaktan vazgeçmeye zorlamak amacıyla başlatılmış ve yaptırımların enerji maliyetlerini etkilemeyeceği ya da Avrupa ülkeleri açısından dezavantaj yaratmayacağı gibi naif bir önermeye dayandırılmış olsa da tam tersi oldu. Aynı zamanda Avrupa Birliği, savaşın uzamasıyla giderek daha fazla yıkıma uğrayan Ukrayna’nın siyasi ve iktisadi istikrarı için milyarlarca euro yatırım yapıyor. Daha bugünden yeniden inşa maliyetinin 750 milyar euro olduğu tahmin ediliyor. Savaşın sonunda bu meblağın kaça tekabül edeceğini kimse bilmiyor.

Özellikle Almanya, Avrupa’nın artık eskisi gibi olmadığından yakınıyor. Bu neyle ilgili?

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın savaş sonrası güvenli ve istikrarlı bir düzenin yaratılması için büyük yatırımlar yaptığını, ancak bunun karşılığında yeniden birleşme yoluyla çok şey aldığını bilmek önemli. Almanya çok erken bir tarihte Fransa ve Polonya ile uzlaşma arayışına girdi ve Willy Brandt’ın Ostpolitik’i ile Soğuk Savaş döneminde bile Doğu Avrupa ülkeleriyle yakınlaşarak gerilimin azaltılmasına ve uluslararası durumun istikrara kavuşmasına katkıda bulundu. En önemli katkılardan biri de Almanya’nın kaybettiği topraklardan nihayet vazgeçmeyi kabul etmesiydi. Bu politika, Kuzey Atlantik İttifakı çerçevesinde ve 1967’den bu yana “güvenlik ve yumuşama” kavramı ve ABD’nin korumasıyla güvence altına alındığı içinde başarılı oldu.

Birleşmeden sonra Alman siyaseti nasıldı?

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Avrupa’nın güvenlik politikasındaki hedeflerle her zaman uyumlu olmasa da ABD ile Almanya arasındaki yakın bağlar devam etti.

Almanya, Rusya’nın yeniden birleşme konusundaki tavizini de göz önünde bulundurarak Rusya’ya dönük önceki yumuşama politikasını bir dereceye kadar sürdürdü. Aynı zamanda Alman hükümeti, eski Varşova Paktı ülkelerinin NATO’ya entegrasyonunu diğer hiçbir NATO üyesi ülkede olmadığı kadar destekledi. Bu öncelikle kültürel ve tarihsel sebeplerden ileri geliyordu, fakat aynı zamanda Avrupa’da kalıcı bir barış ve güvenlik düzeni yaratmayı da amaçlıyordu. Aynı zamanda Rusya’nın NATO ile yakınlaşması, Rusya’nın ortaklaşa tanınan kurallara bağlı olması gerektiği inancıyla desteklendi.

Bu ABD’den onay almadı mı?

1989 yılında Başkan Baba Bush, programatik Mainz konuşmasında Sovyetler Birliği’ne meşru güvenlik çıkarlarına saygı gösterileceği konusunda güvence vermişti. Ancak 1997 gibi erken bir tarihte Zbigniew Brzeziński “Büyük Satranç Tahtası” adlı kitabında ABD’nin “tek gerçek dünya gücü” olarak yeni bir dünya düzeni için Avrasya’daki “büyük satranç tahtası” üzerindeki hakimiyetini teminat altına alması gerektiğini yazdı. Almanya hem Almanya’nın Avrupa’daki nüfuzu hem de Almanya’nın Rusya ile ilişkileri açısından ABD’nin jeopolitik ve güç dengelerine dayalı siyasi satranç tahtasında kayda değer bir figür. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı, ABD’nin Alman sermayesi ve teknolojilerinin Rus hammaddeleri ve üretim potansiyeliyle ilişkilenmesi konusunda uzun süredir var olan çekincelerini belirgin kıldı.

Bu Almanya için ne anlama geliyor?

Almanya, Amerika’nın Alman-Rus ilişkileri konusundaki kaygılarını gidermek için büyük iktisadi dezavantajları kabul etti. Alman hükümeti, Rusya’dan enerji tedarikini kesti ve mali katkılar, silah ve askeri teçhizat tedariki ve Rusya’ya karşı yaptırımlar yoluyla Ukrayna’ya kayda değer bir destek sağlıyor. Mültecilerin cömertçe karşılanması Ukrayna halkıyla empati kurulduğunun bir göstergesi. Sonuç olarak Alman vatandaşlarına mali ve iktisadi yüklerin yanı sıra hayatın pek çok alanında giderek daha fazla kısıtlama dayatılıyor.

Alman hükümetinin dayanışma temelli tutumunun Amerika’nın Ukrayna savaşına ilişkin korkularını giderip gidermediğini bilmiyoruz ama her halükârda buna dair bir işaret yok. Çin ile yaşanan çatışmada Almanya’nın G7 ve NATO üyesi bir ülke olarak konumu da ABD için büyük önem taşıyor. ABD’nin elinde Çin’in Rusya’ya silah tedarik etmek istediğine dair “istihbarat” olduğu iddia ediliyor. Bu yüzden Çin’e yaptırım uygulanırsa Alman hükümeti, en önemli ticaret ortağına karşı harekete geçmek zorunda kalacak ve bu Alman ekonomisini daha fazla zarara uğratacak.

Almanya, Ukrayna savaşına özellikle siyasi, mali ve Ukrayna’ya silah tedariki yoluyla müdahil oluyor. Bunun siyasi gerekçeleri neler?

Ukrayna’ya karşı yürütülen saldırı savaşı, “kurallara dayalı uluslararası düzen” olarak adlandırılan düzenin ihlali. Bu, özellikle Birleşmiş Milletler Şartı temelinde, halkların barış içinde bir arada yaşamasına yönelik uluslararası anlaşmalar ve hukuki normlar sistemine işaret ediyor. Geçen yüzyılın ikinci yarısında pek çok uluslararası çatışma ve savaş yaşandı ve şu anda bile dünyanın pek çok yerinde bu düzen hunharca ihlal ediliyor. ABD de buna riayet etmekte başarısız oldu. Ayrıca, örneğin Paris Şartı yoluyla Avrupa’da istikrarlı bir barış ve güvenlik düzeni yaratma teşebbüsleri de başarısızlıkla sonuçlandı. Dahası bu savaş siyasi, iktisadi ve askeri etkileri nedeniyle özel bir öneme sahip. Zira bu savaşın ortaya çıkmasına yol açan nedenler savaşın sonunda — nasıl ve ne zaman biterse bitsin — ortadan kalkmış olmayacak. Bu nedenle ileriye dönük politika, Avrupa’da hem Ukrayna’nın hem de Rusya’nın içinde yer alacağı yeni bir barış ve güvenlik düzenini şimdiden planlamalı. Buna Almanya, Fransa ve Polonya’nın öncülük etmesi iyi olur.

Şu an bu yönde herhangi bir işaret görüyor musunuz?

Hayır, ne yazık ki böyle bir şey söz konusu değil. Modern muharebe tanklarının teslimatına ilişkin tartışmanın da gösterdiği gibi Alman hükümeti, ABD’nin bazı Avrupalı müttefiklerin de destek olduğu ağır baskısına maruz kalıyor. Almanya’nın kendi modern muharebe tanklarını tedarik etme kararının ardından Amerikan hükümetinin gözle görülür isteksizliği, Almanya’yı Ukrayna’ya silah tedarik ederek Rusya karşısında tek başına bırakma gayesi olduğunu akla getiriyor. Dolayısıyla silah sevkiyatı konusunda rasyonel bir askeri amaç-araç ilişkisine dayanan ve ulusal güvenlik çıkarlarımız doğrultusunda gerçekçi hedefler tanımlayan bir stratejinin olmaması son derece riskli. Rasyonel bir genel strateji aşağıdaki sorulara yanıt vermeli:

Alman hükümeti, Ukrayna’nın hangi askeri ve siyasi hedeflerini desteklemek istiyor?

Bu destek yalnızca Ukrayna’nın hedefleri Almanya’nın güvenlik çıkarlarıyla uyumlu olduğu sürece mi yoksa Almanya’nın güvenliğine yönelik tehditleri tetiklemesine göre mi sağlanacak?

Federal hükümet, yaptırımların Alman ekonomisine uzun vadede ve muhtemelen geri dönüşü olmayan zararlar vermesini kabul etmeye en kadar hazır?

Rusya, NATO’nun doğuya doğru genişlemesini kendi güvenliğine yönelik bir tehdit olarak tanımlamış ve savaştan önce ABD ve NATO’dan güvenlik garantileri talep etmişti. Bu taleplerin gerekçesi ne?

Yeni üyelerin rotası 1997 yılında Madrid’de yapılan NATO zirvesinde belirlenmişti. Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan ile yapılan ilk katılım müzakerelerinde Rusya’nın jeostratejik gerekçelerle bazı üye adayları hakkında çekinceleri olduğu ortaya çıkmıştı. Öte yandan Rusya’nın kendisi de üyelik hedefi olmaksızın NATO ile yakınlaşma niyetindeydi. Rus hükümeti, aralarında bulunan eski Varşova Paktı ülkeleri nedeniyle NATO ile gerginlik ve hatta çatışma yaşanabileceğinden endişe ediyordu. Bunu önlemek için ortak düzenlemeler ve karar alma mekanizmaları üzerinde mutabık kalınması gerekiyordu. Bu nedenle Temel Antlaşma müzakerelerinde Rusya, güvenlik çıkarlarını etkileyen konularda ortak karar hakkı talep etti. Sadece üye ülkelere tanınan ortak karar alma hakkı tanınmaksızın bu durumu dikkate alan bir formül bulundu. Rusya hem Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi’ne hem de NATO-Rusya Konseyi’ne dahil oldu. Bu temelde, yakın güvenlik politikası koordinasyonu ve askeri işbirliği aşaması başladı. Fakat bu durum Rusya’nın NATO’nun genişlemesine ilişkin temel çekincelerini ortadan kaldırmadı. Bu durum 2008 yılında dönemin ABD Başkanı Bush’un Bükreş’teki NATO zirvesinde Gürcistan ve Ukrayna’yı NATO’ya katılmaya davet etmesiyle belirginleşti. Bunda başarısız olunca da — bu tür durumlarda alışılageldiği üzere — zevahiri kurtarmak için temel bir katılım perspektifi telaffuz edildi. Ancak Rusya’nın bakış açısına göre bu kırmızı çizgiyi aşıyordu. O dönemde ABD’nin Moskova Büyükelçisi olan şimdiki CIA Direktörü William Burns, Amerikan hükümetini uyarmıştı: “[…] Stratejik sonuçları göz ardı edilemez; bu, Rusya’nın Kırım ve Ukrayna’nın doğusuna müdahalesi için uygun bir zemin yaratacaktır. […] Putin’in buna sert bir şekilde karşılık vereceğine şüphe yok.”

Rusya’nın ABD’nin politikasından ötürü duyduğu kuşkular makul muydu?

İki büyük güç arasındaki ilişkilerde yaşanan diğer dönüm noktaları net olarak Rusya’nın kaygılarını doğruladı; ABD’nin aldığı kararlar, Rusya tarafından stratejik dengeyi kendi aleyhine değiştirme teşebbüsü olarak yorumlandı. Örneğin Anti-Balistik Füze Antlaşması’nın feshi, INF Antlaşması ve Açık Semalar Antlaşmasından çekilme gibi. NATO Balistik Füze Savunma Sistemi’ndeki Amerikan sistemlerinin Polonya ve Romanya’ya konuşlandırılması, bu sistemlerden fırlatılacak seyir füzelerinin Rus kıtalararası balistik füze silolarına ulaşabileceği ve Rusya’nın ikinci vuruş kabiliyetini devre dışı bırakabileceği endişelerini de beraberinde getirdi.

İkinci Minsk Anlaşması’nın Ukrayna-Rusya ilişkilerindeki önemi ne? Merkel ve Hollande, anlaşmayı hiçbir zaman uygulamak istemediklerini itiraf etmediler mi?

Anlaşmanın kilit unsurlarından biri, Ukrayna hükümetinin Donbass’taki Rusça konuşan nüfusa 2015 yılı sonuna kadar bir anayasa değişikliği yoluyla özerklik şeklinde daha fazla azınlık hakkı tanıma taahhüdüydü. Ukrayna bu taahhüdü yerine getirmedi ve Rusya da bunu saldırısının bir başka gerekçesi olarak gösterdi. Sayın Merkel ve eski Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, Ukrayna’nın anlaşmaya riayet etme niyetinin hiçbir zaman olmadığını açıkça teyit ettiler. Bu, ayrıca Ukrayna’ya askeri yığınak yapması için zaman kazandırmıştı. Bu arada İkinci Minsk Anlaşması, BM Güvenlik Konseyi kararıyla uluslararası hukuk açısından bağlayıcı hale geldi. İmzacı ülkeler ek bir deklarasyonla kararı uygulayacaklarını açıkça taahhüt ettiler. Bunun gerçekleşmemiş olması “kurallara dayalı uluslararası düzenin” ihlali ve BM Güvenlik Konseyi kararına karşı yapıldığı için daha da ciddi.

ABD’de de bu iki hususun —Ukrayna’nın NATO’ya üye olmaması ve Ukrayna federe devleti içerisinde Rusça konuşan nüfusa daha fazla özerklik tanınması— ciddi bir şekilde tartışılmış olması halinde savaşın önlenebileceğine inanan çok sayıda insan var.

Bu savaşla birlikte, insanın gerçekliği, özellikle de savaşla ilişkili riskleri görmesini engelleyen “savaş sisi” ifadesi hatırlatılıyor.

Benim izlenimim de bu yönde. Gelen manada Batılı olarak adlandırılan ülkeler, yani öncelikler NATO üyesi ülkeler, geniş çapta saldırı altındaki Ukrayna’nın safında birleşmiş durumdalar. Ve bunu savaşın her üç boyutunda da yapıyorlar: Silah ve teçhizat tedarikinin yanı sıra Ukraynalı askerlerin eğitimi yoluyla askeri çatışmada, Rusya’ya karşı yaptırımlar ve Ukrayna’ya mali bağışlar yoluyla ekonomik savaşta, ağırlıklı olarak tek taraflı habercilik ve kısmen de hedefli dezenformasyon yoluyla medya savaşında. Savaş uzadıkça uluslararası hukuka ve BM Şartı’nın 51. maddesine uygun destek ile savaş eylemlerine dolaylı ve doğrudan katılım arasındaki sınırı belirlemek giderek zorlaşıyor. Özellikle de bir ülke doğrudan operasyonel amaçlara hizmet eden ve stratejik hedeflerin uygulanmasına kararlı bir şekilde katkıda bulunan keşif ve hedefleme bilgileri sağladığında. Bu durum Ukrayna’daki savaşın Ukrayna adına bir savaşa dönüşmesi ve tüm Avrupa kıtası açısından risklerin giderek daha az yönetilebilir hale gelmesi tehlikesini artırıyor.

Riskleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir savaşın başlangıç noktası belirli bir siyasi gruplaşmadır, siyasi sebepleri olur. Savaş yeni bir siyasi duruma yol açar ve bu durum devam edecekse siyasi olarak kabul edilmelidir. Bu yüzden Clausewitz savaşta siyasetin üstün gelmesini ve savaşa rağmen devam etmesini salık verir. Buradan hareketle savunma kabiliyetinin güvence altına alınması ve eş zamanlı olarak üzerinde müzakere edilmiş bir barışa ulaşılması için çaba sarf edilmesi şeklinde ikili bir yaklaşım ortaya çıkıyor. Eğer siyaset ve diplomasi aylardır olduğu gibi askıda kalırsa o zaman savaş, Clausewitz’in tanımladığı gibi sadece bir “güç gösterisi olur ve bu gücün kullanımında sınır olmaz; böylece her biri diğerine ültimatom verir ve kavramın tanımı gereği aşırıya götüren bir etkileşim ortaya çıkar”. Ve şu anda şahit olduğumuz gelişme de tam olarak bu. Dolayısıyla can alıcı soru şu: Gitmekte olduğumuz en uç nokta ne?

Bunlardan biri, savaşı sona erdirecek gerçekçi bir strateji olmaksızın devam eden silah ve mühimmat sevkiyatıyla beslenen ve yıllarca sürebilecek bir yıpratma savaşı. Bir diğer risk ise çatışmaların diğer ülkelere yayılması ve bunun neticesinde Rusya ile NATO’nun doğrudan karşı karşıya gelmesi. Son olarak nükleer savaş riski de göz ardı edilemez.

Nükleer savaş riskinin gerçekçi olduğunu düşünüyor musunuz?

Gerçekleşme ihtimali düşük ama sonuçları hesaplanamayacak kadar büyük ve muhtemelen yönetilemez olan riskler; bu, gerçekleşme ihtimali yüksek ama sonuçları daha az ciddi ve yönetilebilir olan risklerden daha fazla ilgi gösterilmeyi hak ediyor. Ukrayna adına verilen savaşın varoluşsal bir boyutu var; Rusya için de Ukrayna’nın, kullanılması Rusya için varoluşsal bir tehdit oluşturan geniş kapsamlı silah sistemleri elde etmesi durumunda benzer etkileri olabilir. Bu durum Kırım’a yönelik saldırılar için de geçerli.

Rusya’nın tehditlerinden kaçınmak gerektiği argümanı, bana göre “taktik” veya nükleer “savaş alanı” silahlarının kullanımının kontrol edilebilir olduğu iddiası kadar sorumsuzca. Bir nükleer silahın her ilk kullanımı savaşın tabiatını temelden değiştirir.

Neden taktik nükleer silahlardan söz ediyoruz?

Öncelikle nükleer savaş riskini bir perspektife oturtmak için. Taktik silah sistemleri menzillerine göre atılan araçlar. Nükleer savaş başlığı, Hiroşima’ya atılan bombanın on katı bir patlayıcı güce ulaşabilir. İlk nükleer saldırıda bile öncelikle amaç, mümkünse rakibin askeri potansiyeline karşı belirleyici bir darbe ile birlikte siyasi bir etki elde etmek olur. Savaş alanıyla ve düşmanın münferit birliklerine karşı sınırlı bir nükleer konuşlandırma olası değil zira etkisi, tetikleyeceği nükleer savaşın riskleriyle orantısız olur.

Ukrayna’nın savaşı kazanmasından başka alternatif olmadığı tekrar tekrar dile getiriliyor. Bu gerçekçi bir alternatif mi?

Bir savaşı, düşmanınıza karşı uğruna savaştığınız siyasi hedeflerinize ulaşırsanız kazanırsınız. Bu savaşın ne Rusya ne de ABD ve ne de kesinlikle Ukrayna, kazananı var. İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girmesi bile tek başına ciddi bir gerileme olur. ABD de aynı şekilde jeopolitik rakibi olan Rusya’yı ortadan kaldırmayı başaramayacak. Ukrayna’nın en büyük nükleer güce askeri bir yenilgi tattıramayacağı da anlaşılmalı. Fakat çok daha yüksek bir olasılıkla Batı’dan silah ve mühimmat akışının devam etmesine rağmen Ukrayna kuvvetleri, en azından şimdiye kadar başarıya ulaşan fetihlerin pekiştirilmesi söz konusu olduğu takdirde Rusya’nın askeri başarısını önleyemeyecek. Rus kuvvetlerini konvansiyonel yenilginin eşiğine ancak NATO’nun tamamının katılacağı geniş çaplı bir askerî harekât getirebilir. Böyle bir durumda Rus liderliği, varoluşsal krizi önlemek için nükleer bir ilk saldırı sorunuyla karşı karşıya kalacak.

ABD, Çin’in böyle bir gelişmeye izin vermeyeceğinin ve Rusya’yı teskin edeceği, nükleer savaşı engelleyeceği ve en önemlisi Tayvan’a karşı kendi çıkarlarını savunmak için harekete geçeceğinin farkında. Fakat aynı zamanda ABD de iki cepheli bir savaş yürütemeyeceğinin farkında.

Çin’den tekrar tekrar bahsettiniz. Çin esasında ne kadar güçlü?

Nükleer strateji açısından Çin, iki nükleer süper güç olan ABD ve Rusya’yı yakaladı. Konvansiyonel silahlı kuvvetlerinin büyük ölçüde silahlandırılması da ilerleme kaydediyor. Bugün Çin, halihazırda en güçlü ikinci askeri güç konumunda. Çin ordusunun 2035 yılına kadar tümüyle modernize edilmesi ve 2049 yılına kadar dünya standartlarına ulaşması hedefleniyor. Bununla kastedilen, Çin’in ABD’yi yakalayacağı ve önemli alt başlıklarda üstün olacağı. İktisadi açıdan Çin, ABD’nin ardından ikinci sıraya yerleşti ve birkaç yıl içinde bir numara olacak. Bu nedenle ABD Savunma Bakanı Austin, ülkesinin yeni askeri stratejisinde Çin’i açıkça “önümüzdeki on yıllar boyunca en önemli stratejik rakip” olarak nitelendiriyor. Hatta ABD Stratejik Komutanlığının eski komutanı Amiral Charles Richard, 2022’de şunları söylemişti: “Şu anda içinde bulunduğumuz Ukrayna krizi sadece bir ısınma turu. Asıl büyük kriz henüz gelmedi. Uzun zamandır sınanmadığımız bir şekilde sınanacağız. […] Çin’e karşı caydırıcılığımızın seviyesini değerlendirecek olursam, gemimiz ağır ağır batmakta.”

Burada Avrupa’nın konumu ne?

Yalnızca Amerikan yönetimi değil, Avrupalılar da Ukrayna angajmanlarının jeostratejik dinamiklerini net biçimde hafife aldılar. Ukrayna savaşı, Avrupa’nın siyasi, iktisadi, teknolojik ve en önemlisi askerî açıdan jeopolitik olarak kendini kanıtlama yolunda kararlılıkla ilerlemesinin bir işareti.

Başkan Biden savaşın müzakerelerle sona ereceğini söylüyor. Bu müzakereleri beraberinde getirecek bir strateji var mı?

Başkan Biden, geçen yılın mayıs ayında New York Times’ta yayımlanan makalesinde savaşın “ancak diplomasi yoluyla sona ereceğini” ilan etmişti. Muhtemel toprak kayıpları konusunda ise diplomatik bir dille şunları ifade etmişti: “Ukrayna hükümetine toprak tavizi vermesi için baskı yapmayacağım”. Şubat sonunda New York Times, Moskova ve Kiev’in savaşın başlamasından çok kısa bir süre sonra önce Belarus’ta sonra da Türkiye’de doğrudan müzakerelerde bulunduğuna dikkat çekti. Anlaşma, Rusya’nın askerlerini savaş başlamadan önce bulundukları yere çekmesi ve karşılığında Ukrayna’nın da NATO üyeliğinden feragat etmesiydi.

Fakat müzakerelerin başarısızlığa uğramasının ardından her iki taraf da yeni bir başlangıç için ön koşulları o kadar yüksek tuttu ki müzakerelere yeniden başlamak zor olacak. Yine de aralık ayının sonlarında Putin, “İlgili herkesle makul çözümleri müzakere etmeye hazırız” açıklamasında bulundu. ABD de Zelenskiy’i müzakereler konusunda daha diplomatik olmaya çağırdı.

ABD’nin gerçekten başarmak istediği şey ne?

ABD, barış müzakereleri için konumunu güçlendirmek amacıyla Ukrayna’yı gerektiği kadar destekleme niyetinde ama zaman sınırı koymuyor. Alman hükümeti de benzer bir tutuma sahip. BM Genel Kurulu kararı ve Çin yönetiminin Şubat 2023 tarihli pozisyon belgesi, savaşın sona erdirilmesi yönündeki uluslararası baskının arttığı izlenimini veriyor. Her iki belge de üzerinde müzakere edilmiş bir barış için diplomatik çaba gösterilmesi çağrısında bulunuyor, fakat Çin açıkça müzakerelerin yeniden başlatılmasını talep ediyor.

Peki burada Almanya nasıl bir rol oynayabilir?

Savaşın sona erdirilmesi konusunda müzakere edilip edilmeyeceği ve ne zaman sona erdirileceği kararının Ukrayna hükümetine bırakılması gerektiği görüşü, bu savaşın halihazırda Avrupa’ya ve bazı durumlarda küresel yansımaları olduğu ve tüm Avrupa’nın bir Rusya-NATO savaşına ve hatta muhtemelen nükleer bir savaşa evrilme riskiyle karşı karşıya olduğu hakikatini göz ardı ediyor.

Alman hükümeti, 2 Mart 2022 tarihinde Ukrayna tarafından hazırlanan ve diğer hususların yanı sıra BM’nin, “Genel Kurul, Rusya Federasyonu ile Ukrayna arasındaki ihtilafın siyasi diyalog, müzakereler, arabuluculuk ve diğer barışçıl yollarla derhal barışçıl bir çözüme kavuşturulması çağrısında bulunur” ifadelerini içeren karar taslağını imzalamıştı.

Şubat ayında BM Genel Kurulu’nda Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırısını kınayan ve Rus kuvvetlerinin ülkeden koşulsuz olarak geri çekilmesi çağrısında bulunan bir başka karar kabul edildi. Fakat aynı zamanda üye ülkelere ve uluslararası kurumlara “Ukrayna’da kapsamlı, adil ve kalıcı bir barışın sağlanmasına yönelik diplomatik çabalara olan desteklerini iki katına çıkarmaları” çağrısında bulunuldu.

Almanya, özellikle de anayasanın barış yükümlülüğü gereği, çatışmaların sona ermesi için çalışmakla yükümlü. Savaşı yalnızca siyasi yollarla sınırlandırmak ve en kısa diplomatik yolla sona erdirmek mantıklı bir dış ve güvenlik politikasına karşılık gelir ve bizim kadar Ukrayna’nın da çıkarlarına hizmet eder. Bu nedenle Şansölye, savaşı sona erdirecek bir strateji için Başkan Biden’a dönük lobi faaliyetlerinde Cumhurbaşkanı Macron’un yanında yer almalı. Şansölye, Başkan Biden ile olan yakın ilişkisini vurguluyordu, dolayısıyla en iyi ön koşullara sahip. Cumhurbaşkanı Macron, Çin ziyareti sırasında Şi Cinping’in desteği için Putin’e yönelik lobi yapabilir.

Umulur ki kısa süre içerisinde savaşı kontrol altına almak ve tüm Avrupa’ya yayılmasını önlemek mümkün olur. Tarihçiler, Avrupalı güçlerin nasıl olup da 20. yüzyılın ilk felaketi olan Birinci Dünya Savaşı’na sendeleyerek girdiklerini defalarca kez sormuşlardı. Umarım gelecekte tarihçiler Ukrayna savaşının nasıl olup da 21. yüzyılın ilk felaketi haline gelebildiğini sormak zorunda kalmazlar.

Sayın General Kujat, söyleşi için teşekkür ederim.


*1 Mart 1942 doğumlu emekli General Harald Kujat, Alman Silahlı Kuvvetleri Genel Müfettişi ve NATO Askeri Komitesi Başkanı olarak NATO’daki en yüksek rütbeli subay. Aynı zamanda NATO-Rusya Konseyi ve Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi başkanlığı görevlerinde bulundu. Harald Kujat, hizmetlerinden dolayı Fransa Cumhuriyeti Onur Lejyonu Komutan Haçı, Letonya, Estonya ve Polonya’dan Komutan Haçı Liyakat Nişanı, Liyakat Lejyonu dahil olmak üzere çok sayıda ödülle onurlandırıldı. ABD ve Belçika Krallığından Büyük Leopold Nişanı Kurdelesi, Federal Almanya Cumhuriyeti Büyük Liyakat Madalyası ve Malta, Macaristan ve NATO’dan da dahil olmak üzere diğer yüksek ödüller aldı.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English