Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

“Altın ruble 3.0”

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıdaki makale iki imzalı: Sergey Glazyev, halen Avrasya Ekonomik Komisyonu Makroekonomi ve Entegrasyon Kurulu üyesi, Dmitriy Mityayev ise İktisadi Stratejiler Enstitüsü’ndeki akademisyenliğinden başka “Sistemik Tahmin Merkezi” başkanı. Makale, benim Harici’de bir önceki makalemde değindiğim meseleyle tam bir paralellik gösteriyor. Orada, “Bay Siloviki” diye nitelediğim Güvenlik Konseyi Sekreteri Patruşev’in nisan ayında yaptığı altın standardı açıklamasına değinmiş ve bunun Merkez Bankası duvarına çarptığını, yerine de rublenin değerini tespit edecek bir “döviz sepeti” projesi konulduğunu söylemiştim: “… ‘mali blok’ altın (veya petrol) standardına dolaylı olarak bile geçilmesinden inatla imtina ediyor, bunun yerine aslında hibrit bir dolarizasyondan başka anlama gelmeyen “döviz sepeti” oluşturmaya çalışıyor … [dedolarizasyon konusunda] kararlılarsa yeni bir (bir!) evrensel eşdeğer bulunması kaçınılmazdır; ister ‘evergreen’ altın olsun bu, ister yuan, ister ‘toprağın yağı’ olsun, isterse de koyun postu.” Glazyev ve Mityayev, altın standardını öne çıkartıyor ve bunun bütünüyle gerçekleştirilebilir bir proje olduğunu vurguluyorlar.

Şuna tekrar tekrar dikkat çekmek gerek: Rusya’da gerek Kremlin, gerek onun solundaki hemen bütün iktisatçılar ve siyasetçiler için Sovyetler Birliği ve sosyalizm ülkenin geleceği açısından tartışılırken bunların özünde taşıdığı devrimci altüst oluş anlamının yerine çoğunlukla (soldakiler için) tedrici bir geçiş ve daha önemlisi (Kremlin için) her anlamda (siyasi, sosyal, kültürel, iktisadi, ideolojik) yönetme kültürü, bir metodoloji geçiriliyor. Makalede “altın ruble 3.0” projesinin versiyon numarası da doğrudan doğruya buna gönderme yapıyor: versiyon 1.0 emperyalizmin birinci dönemine aittir ve imparatorlukta kapitalizmin sıçrayış manivelalarından birini teşkil eder, ama bu Rusya’nın mali olarak emperyalizme bağımlılığıyla sonuçlanmıştır. Versiyon 2.0 Stalin dönemine aittir ve tam, mutlak bir bağımsızlığın manivelasıdır.

* * *

Altın ruble 3.0. Rusya, dış ticaretin altyapısını nasıl değiştirebilir?

Sergey Glazyev & Dmitriy Mityayev

Sert yaptırım ablukası, Rusya dış ticaretinde 180 derecelik bir dönüş için zaruri önşartları yarattı. Avrasya Ekonomik Topluluğu üyeleri, Çin, Hindistan, İran, Türkiye, BAE vb., ülkenin başlıca dış ticaret ortakları oldular. Ve bu ülkelerin her biriyle ticaret Rusya için fazla veriyor. Merkez Bankası’nın ön değerlendirmelerine göre dış ticaret fazlası ocak-eylül 2022’de geçen yılın aynı dönemine göre 123,1 milyar dolar artış göstererek 198,4 milyar dolar oldu. Bu fazla ülkeden çıkartıldı (yarısı Rusya şirketlerinin dış borçlarını içeride ruble olarak alınan kredilerine karşılık kapatmaya gitti) ve ödemeler dengesinde net sermaye çıkışı kaleminde yansımasını buldu.

Dost ülkelerde dedolarizasyon süreci devam ediyor, “yumuşak” paralar cinsinden hesapların payı artıyor. Rusya eylülde uluslararası hesaplamalarda en çok yuan kullanan üçüncü ülke oldu. Merkez Bankası’nın verilerine göre son aylarda Rusya’nın döviz işlemlerinin yüzde 26’sı yuanla ticarete karşılık yapılıyor. Moskova Borsası’nda yuan/ruble ikilisi, günlük işlemlerde birkaç defa dolar ve avroyu geçti. Rusya’nın dış ticaret hesaplamalarında yuan, rupi, riyal vb. kullanıldığında ve dış ticaret fazlasının varlığında sonuç, Rusya ihracatçılarının yukarıda anılan ticaret ortağı ülkelerin bankalarındaki “yumuşak” para birimleri cinsinden hesaplarında milyarları bulan nakit bakiyelerinin birikmesidir.

“Yumuşak” paralarda birikim bundan sonra da artacak. Ama bu paralar da kurlardan ve olası yaptırımlardan kaynaklanan risklere maruz bulunduğundan fazlalığı sterilize etme zarureti doğuyor. En iyi yöntem, Çin, BAE, Türkiye, belki İran ve başka ülkelerde yerel paralara karşılık yaptırım altında olmayan altın satın almak. Rusya Merkez Bankası tarafından satın alınacak “yabancı” altın, belirlenmiş limitler çevresinde dost ülkelerin merkez bankalarında bulunan altın ve döviz rezervlerinde tutulabilir, ülkelerarası hesaplamalarda, döviz swaplarında ve kliring işlemlerinde kullanılabilir.

Rusya’nın dost ülkelerle ticareti ulusal para birimleriyle yapmaya geçişi doğru bir taktik karar, ama stratejik değil. Eğer fiyatlar batı borsalarında dolar olarak şekillenmeye devam ederse batının “lunapark aynasından” (derivatif fiyatlandırma sistemleri) gerçek bir çıkış olmaz.

Emsali görülmemiş yaptırım baskısı altında Rusya’nın görevi, batının “çarpık kurallarına” göre oynamayı öğrenmek değil, dost ülkelerle şeffaf ve karşılıklı avantajlı kurallara dayanan oyunlar kurmak, kendi fiyatlandırma, borsa ticareti, yatırım sistemini oluşturmaktır. Ve altın, eğer bütün temel uluslararası emtianın (petrol ve gaz, gıda ve gübre, metal ve ağır mineral) fiyatları onunla hesaplanırsa, batı yaptırımlarıyla mücadelenin benzersiz bir enstrümanı olabilir. Petrol fiyatının 2 varile karşılık 1 gram şeklinde sabitlenmesi, Credit Suisse stratejisti Zoltan Poszar’ın hesaplamalarına göre altının dolar karşısındaki fiyatını 2 kat artırır. Bu, batının getirdiği “tavan fiyata” uygun bir cevap, kendine has bir “zemin”, sağlam bir temel olur. Hindistan ve Çin de Glencore veya Trafigura yerine küresel hammadde traileri pozisyonunu işgal edebilir.

Altın (ve gümüş) binlerce yıl boyunca dünya mali sisteminin çekirdeği, eşdeğer, kâğıt paranın ve varlıkların dürüst bir ölçüsü oldular. Bugün altın standardı “anakronizm” sayılıyor. Yarım yüzyıl önce doların petrole bağlanmasının ardından altın standardı tamamen iptal edildi (ABD, 1944’te Bretton Woods’da kabul edilen “altın pencerenin” “geçici olarak” kapatıldığını ilan etmişti). Ama petrodolar devri bitiyor; artık petroyuandan ve dünya rezerv para ihraççısının [issuer] statüsünü kötüye kullanmasını sınırlayacak başka mekanizmalardan söz ediliyor. Rusya’nın elinde doğu ve güneydeki ortaklarıyla birlikte kendi kalkınmasını ve karşılıklı ticareti birikmiş ve üretilmekte olan stratejik kaynaklarla garanti edip dolar merkezli borç ekonomisinin batan gemisinden “atlama” şansı var.

Bu, Rusya’nın altına endeksli sağlam bir ruble tesisine yönelik ilk gerçekleşebilir girişimi değil. 19’uncu yüzyılda Avrupa’da altın standardının lobisini Rothschild yapıyordu; bu ona (ve Britanya’ya) altın kredileri karşılığında kıta Avrupasını Britanya mali sistemine bağımlı kılma imkânı sağlıyordu. Rusya da Kont Vitte’nin yönetimi sırasında “kulübe” katıldı. “Altın ruble 1.0” kapitalist birikim sürecini temin etti ancak yerli bankerleri ve sanayicileri batı sermaye kaynaklarına bağladı. Rusya’da o zaman kendi büyük altın üretimi yoktu; bu sektör Stalin döneminde ortaya çıktı.

Altın sanayileşmede ve savaş sonrası SSCB’nin dolar standardına katılmayı reddetmesinde önemli bir rol oynadı (o zaman ülkede rekor seviyede altın rezervleri birikmişti). SSCB Bretton Woods mutabakatlarını imzaladı ama resmi olarak onaylamadı ve rubleyi dolara değil (bu, Marshall planına katılmanın şartıydı) altına ve “ülkenin bütün zenginliğine” bağladı. “Altın ruble 2.0” savaştan sonra ekonominin hızla imarını temin eti, nükleer ve füze projelerinin gerçekleşmesine imkân sağladı. Reformcu Hruşçov, rubleyi altına bağlamaktan vazgeçti; 1961’de rubleyi fiilen 2,5 kat devalüe eden ve dolara bağlayan para reformunu gerçekleştirdi, ülkenin daha sonra batı mali sisteminin “hammadde eklentisi” haline getirilmesinin şartlarını şekillendirdi.

Bugün “altın ruble 3.0”ın objektif şartları oluşmuştur.

Rusya’ya karşı getirilen yaptırımlar bumerang olup batı ekonomisini vurdu. Kundakladıkları jeopolitik istikrarsızlık, enerji ve diğer kaynaklarda fiyat artışı, enflasyon ve diğer negatif faktörler, küresel ekonomi, özellikle de dünya mali pazarı üzerinde güçlü bir baskı yaratıyor. Bütün bunlar 2023’te dünyadaki yatırım siyaseti kalıplarında ortaya çıkacak değişikliklerde objektif bir yansısını bulacak; bu değişiklikler karmaşık mali enstrümanlara yapılan riskli yatırımlardan geleneksel varlıklara, öncelikle de altına doğru olacak. Saxo Bank analizcilerine göre 2023’te altına dönük artan talep, altının ons fiyatının bugünkü 1800 dolardan 3000 dolara yükselmesine yol açacak. Neticede yakın bir zamanda altın ve döviz rezervlerinin hem altın miktarının fiziki artışı hem de altının değerlenmesi anlamında çok büyük ölçüde artması gerçek bir fırsat olarak ortaya çıkıyor.

Büyük altın ve döviz rezervleri ülkenin egemen mali siyaset yürütme ve yabancı kredi kuruluşlarına bağımlılığı asgariye düşürmesine olanak sağlar. Rezervlerin büyüklüğü ülkenin itibarına, kredi reytingine ve yatırım cazibesine etkide bulunur. Daha büyük rezervler birçok iktisadi ve siyasi riski azaltarak uzun vadeli devlet bütçesi planlamaya olanak sağlar. 1998’de yeterince uluslararası rezerv olmayışı Rusya için temerrütle sona eren krizin nedenlerinden biri olmuştu. Bugün ülkemiz büyük altın ve döviz rezervlerine sahip, dünyada bu açıdan beşinci (Çin, Japonya, İsviçre ve Hindistan’dan sonra) ve ABD’nin de önünde, ama bu yeterli değil.

Yıllık altın üretimi (şu anki fiyatlarla) sadece 200 milyar dolar olarak hesaplanıyor; mevcut rezervlerin hacmi 7 trilyon dolar, bunun merkez bankalarında bulunan kısmı beşte birden fazla değil; üçüncü çeyrekte bu bankalar rekor miktarda, 400 ton altın satın aldılar. Çin Halk Bankası [Merkez Bankası] uzun yıllardan sonra ilk defa altın rezervlerinde artış olduğunu duyurdu. Ama Rusya Merkez Bankası pazara, açıktan açığa, altın almanın kötü bir fikir olduğunu, çünkü bunun ekonominin aşırı parasallaşmasına yol açacağını söyledi ve dünya fiyatına göre yüzde 15 indirim getirdi. Sonuçta altın üretimi çifte bir gerilim yaşıyor: batı, Rusya altınını yasadışı ilan etti ve onunla yapılacak her tür işleme yasak getirdi, Rusya Merkez Bankası ise, şirketlere bütün bu madeni “iyi yargı alanlarında” yeniden eriten veya yeniden markalayan aracılar üzerinden çıkarma hakkı ihdas ederek altını (ve dövizi) yurtdışına itiyor.

Altın üretiminde en başta gelen Çin’de üretilen altının ihracına kanunla getirilmiş bir yasak var. Şanghay Altın Borsası verilerine göre son 15 yıldır müşterileri 23.000 ton altını fiziksel olarak aldılar. Hindistan altın birikiminde dünya şampiyonu sayılıyor: 50.000 tondan fazla (Hindistan Rezerv [Merkez] Bankası’nda bunun yarısından az). Son çeyrek yüzyıldır batıdan doğuya doğru başlıca hublar (Londra, İsviçre, Türkiye, BAE, vb.) üzerinden yılda 2000-3000 ton çapında altın akışı gerçekleşti. Batılı merkez bankası kasalarında bu “horgörülen metalden” kalan var mı, yoksa hepsi swaplar ve lizinglerle “demonetize” mi edildi? Batı bunu asla söylemez, Fort Knox da söylemeyecek.

Son 20 yıldır Rusya’da altın üretimi hacmi iki katına çıktı, ABD’de ise yarıya düştü. Tıpkı uranyum pazarlığında (VOU-NOU) olduğu gibi: ABD gerçek bir zenginliği demonetize etmekle bu stratejik kaynakların (ister altın, ister uranyum, ister başka bir şey) üretimindeki ve işlenmesindeki uzmanlık ve ilgisini kaybetti. [VOU-NOU, yüksek seviyede zenginleştirilmiş uranyum ve düşük seviyede zenginleştirilmiş uranyum kelimelerinin baş harflerinden; ABD ile Rusya arasındaki 1993 tarihli “Megatons to Megawatts Program” mutabakatı kastediliyor. — H.Y.] Nasılsa matbaa para basıyor, ne istersek alırız. Nadir bulunan metallerde de aynısı oldu; bunlar neredeyse tamamen Çin’e geçti. Meyvelerini toplama zamanı geldi: ABD (son çeyreklerdeki gümrük istatistiklerinin gösterdiği gibi) Rusya’dan büyük partiler halinde paladyum, uranyum ve başka kaynaklar satın almaya başlıyor.

Bugün GSYH’nın yüzde 1’ini ancak teşkil eden altın üretimi yüzde 2-3’üne kadar yükselebilir ve bütün hammadde sektörünün (GSYH’nın yüzde 30’u) hızla büyümesinin ve dış ticaret dengesinin temeli haline gelebilir. Bu ikincisi hâlâ “sağlam” paraların ihraççılarının [issuer] kapris ve aşağılamalarına ve devalüasyon riskine, keza “yumuşak” paraların yetersiz konvertibilitesine dayanıyor. Bu durumda Rusya, iyi örgütlenmiş küresel bir “altına hücum” sayesinde (Rusya halkı da dünyadaki merkez bankalarının ardından altına yatırımını geçen yıla göre 4 kat artırdı) altın üretimini 330 tondan (sadece üç büyük ve hâlihazırda işletmeye açılmış olan üretim noktası sayesinde) 1,5 kat artırarak 500 tona yükseltebilir ve böylece bu stratejik sektörde dünya lideri olabilir. Bunun “bonusunu” da alırız: sağlam ruble, sağlam bütçe ve ilerici bir kalkınma stratejisinin hayata geçmesiyle sağlam bir ekonomi.

(27 Aralık 2022, Vedomosti)

DÜNYA BASINI

Fidel Castro’nun SSCB’deki zafer turu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Küba devriminin lideri Fidel Castro’nun Nisan-Mayıs 1963’te yaklaşık 40 gün süren ve Özbekistan, Gürcistan ve Ukrayna gibi Sovyet cumhuriyetlerini içeren gezisine dair notlar, bu gezi esnasında gerçekleşen Castro-Hruşçov görüşmeleri ve Hruşçov’un geziye ilişkin Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi Prezidyumuna sunduğu rapor ilk kez yayımlandı.

Sovyet lider Hruşçov’un Amerikalıların Türkiye’nin Sovyet sınırına füze yerleştirmelerine karşılık Küba’ya “Jüpiter füzeleri” olarak adlandırılan orta menzilli nükleer füzeler yerleştirmeye karar vermesi ile dünyayı (birkaç günlüğüne dahi olsa) nükleer bir savaşın eşiğine getiren süreci imleyen “füze krizi”, ABD ile Sovyetler’in Türkiye ve Küba’dan habersiz giriştiği stratejik pazarlıklar sonucu her iki ülkeden de füzelerin sökülmesiyle sona ermişti.

Ne var ki bu birkaç haftalık kriz, dünyadaki iki sosyalist devletin lideri, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Birinci Sekreteri Nikita Hruşçov ile sosyalist Küba’nın önderi Fidel Castro arasında soğuk rüzgarlar estirir. Her iki lideri yeniden yakınlaştırma vesilesi taşıyan bu geziye dair Rus arşivlerinden çıkan yeni belgeler, sadece geziyi değil uluslararası komünist harekette başlayan ayrışmaları, iki liderin sosyalist devrim kavrayışındaki nüansları, küresel meselelerdeki yaklaşım farkını, fakat her koşulda devam eden yoldaşça dayanışma ilişkisini detaylandırıyor.

Gizliliği kaldıran belgelerin tamamını okumak isteyen okur, National Security Archive’a (ABD Ulusal Güvenlik Arşivi) yönlendiren aşağıdaki bağlantıyı ziyaret edebilir. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Fidel Castro’nun Zafer Turu: Rus Arşivlerinden Çıkan Yeni Belgeler

Ed. Svetlana Savranskaya
National Security Archive
29 Nisan 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Rus arşivlerinden toplanan ve 29 Nisan’da Ulusal Güvenlik Arşivi tarafından yayımlanan yeni belgeler, Fidel Castro’nun Nisan-Mayıs 1963’te SSCB’ye yaptığı ve Sovyet lideri Nikita Hruşçov’un Küba Füze Krizi sonrasında bozulan ilişkileri düzeltmek için bir fırsat olarak gördüğü o müstesna geziye dair pek çok ayrıntı sunuyor. Rus devlet arşivlerinden yeni tercüme edilen kayıtlar Küba lideri Castro’nun birçok Sovyet cumhuriyetini gezdiğini, üst düzey Sovyet liderleriyle görüşüp sohbet ettiğini ve belki daha da önemlisi Küba Füze Krizi nasıl sonuçlanmış olursa olsun Sovyetler Birliği’nin Küba’nın güvenilir ortağı ve hamisi olarak kalacağına dair çok sayıda güvence ve güvenlik ve ekonomik yardım vaadi aldığını gösteriyor.

Fidel Castro, 1968 yılında üst düzey yöneticilerine hitaben gece boyu yaptığı gizli bir konuşmada, Küba Füze Krizi’nin ana odağını oluşturan füzelerin geri çekilmesine ilişkin Hruşçov’un Amerikalılarla arkadan pazarlık yapmasını “Sovyet ihaneti” olarak gördüğünü ve bundan dolayı kendisini aşağılanmış hissettiğini söyleyecekti. Castro anlaşmanın koşulları, özellikle de ABD füzelerinin Türkiye ve İtalya’dan kaldırılması konusunda hiçbir zaman tam olarak bilgilendirilmemişti. Fakat Castro Küba’nın reform tedbirleri için hem maddi hem de ideolojik eğitim anlamında Sovyet yardımına ihtiyacı olduğunu da biliyordu.

Hruşçov ve üst düzey Sovyet liderliği, Batı yarımküredeki tek başarılı komünist devrim olan bu önemli müttefikini elinde tutmak için her şeyi yapmaya hazırdı. Stratejik tüm nedenlerin yanı sıra, Hruşçov’un “Küba’yı kaybetmesinin” iç politikada yaratacağı tepkiden korkmak için de son derece gerçek nedenleri vardı. Nitekim Sovyet Başbakan Yardımcısı Anastas Mikoyan Kasım 1962’de (krizi çözmek üzere) Küba’da bulunduğu sırada bir eliyle Sovyet füzelerini geri çekerken diğer eliyle de Castro’ya mümkün olan her türlü ekonomik yardımın sözünü vermeye çalışıyordu.

Küba Füze Krizi’nden aşağı yukarı üç ay sonra Sovyet Başbakanı Castro’ya hem füzeleri yerleştirme hem de hızlı bir şekilde geri çekmesine neden olan motivasyonunu açıklayan son derece içten bir mektup yazdı. Esasen bir yandan özür diliyor, bir yandan da Castro’yu Sovyet saflarına geri döndürmek için pratik adımlar atmaya çabalıyordu. Böylece Hruşçov Castro’yu SSCB’nin farklı bölgelerini göreceği ve Sovyet liderliğiyle vakit geçireceği kapsamlı bir geziye davet etti.

Castro’nun ‘zafer turu’ başlıyor

Castro, 27 Nisan 1963’te Havana’dan Murmansk’a aktarmasız bir uçuşla gizlice geldi (uçak, oldukça kötü bir havada ancak üçüncü denemede iniş yapabildi). Burada binlerce insan sokaklara dökülerek onu bir kahraman gibi karşıladı. Nikolay Leonov yolculuk boyunca Castro’ya tercümanlık yaptı, ev sahipliğini ise Mikoyan ve Kuzey Filosu Komutanı Amiral Kasatonov. Castro, Sovyet denizaltılarını görmesi için Severodvinsk’e götürüldü (fakat kriz sırasında Küba’ya giden denizaltılar gösterilmedi), denizcilerle bir araya geldi ve dünyanın nükleer enerjiyle çalışan ilk buzkıranı olan Lenin’de bir resepsiyon verildi.

Murmansk’tan sonra Moskova’ya geçen Castro, Lenin’in Mozolesi’nin tepesinde Sovyet liderliğiyle birlikte 1 Mayıs kutlamalarına katıldı ve Zavidovo’da devlet daçasında kaldı. Zavidovo’da iki lider, komünizmin dünyadaki ve özellikle de gelişmekte olan ülkelerdeki kaderini enine boyuna tartıştı. Burada Hruşçov bir “öğretmen”, Castro ise sadık fakat kendi fikirleri olan ve sık sık öğretmenini sorgulayan bir “öğrenci” rolündeydi.

Afrika’daki ulusal kurtuluş mücadeleleri, küresel meselelerdeki yaklaşım farkını gösteriyor

Castro özellikle Afrika’daki kurtuluş mücadelesinin durumundan endişe ediyordu. Hruşçov’dan “Afrika kıtasının gelecekteki siyasi gelişimi”ne ilişkin görüşlerini ifade etmesini istemiş, bu sırada kimi Afrika devletlerinin hızlı siyasi ilerleme beklentisine dair kendisinin de oldukça eleştirel olduğunu belirtmişti. Castro, devrimci lider Ben Bella’nın daveti üzerine Cezayir’i ziyaret etmeyi planlıyordu, fakat Hruşçov, emperyalistlerin Castro’ya (mesela bir mola esnasında) suikast düzenlemesinin çok kolay olabileceğini söyleyerek onu vazgeçirdi. Yine Sovyet lider, Afrika ülkelerindeki komünist zaferlerin karmaşık beklentileri hakkında görüşlerini açık yüreklilikle dile getirmişti, buna Gine lideri Sékou Touré’den “fahişe” olarak bahsetmesi de dahil. Bu tartışma aslında iki liderin küresel meseleler hakkındaki düşünce tarzlarının bir karşılaştırmasını da sunmaktadır: Castro’nun Marksizm-Leninizm’in eninde sonunda galip geleceğine olan samimi inancı ile Hruşçov’un çok daha pratik ve bazen de alaycı görüşleri ile bilhassa münferit liderlere ilişkin değerlendirmeleri.

‘Castro’nun duyması istenen son şey’

Yaptıkları görüşmeler arasında Hruşçov için en belki de önemli konu, Castro’ya 1962 sonbaharındaki Füze Krizi sırasında nükleer silahlar da dahil olmak üzere büyük Sovyet güçlerinin adaya konuşlandırılması ve adadan çıkarılmasına ilişkin Sovyet kararının ardındaki motivasyonu açıklamaktı. Hruşçov’un, Castro’nun ziyareti sırasındaki ana hedefi, Küba liderinin bu olaydan dolayı incinmiş olması muhtemel duygularını teskin etmek ve ABD’den Küba’ya müdahale etmeme taahhüdü alarak elde ettikleri “zafer” ile Küba devriminin güvenliğinin bizzat SSCB tarafından garanti altında olduğuna Castro’yu ikna etmekti. Bu konuşmalar burada yer almıyor çünkü bu yazının yayımlandığı tarihte Rus arşiv yetkilileri tarafından (henüz) gizlilikleri kaldırılmamıştı. Ne var ki, Hruşçov’un 7 Haziran 1963’te Prezidyuma sunduğu rapordan ve Castro’nun 1992’de Füze Krizi’nin 30. yıldönümünde Ulusal Güvenlik Arşivi ve Brown Üniversitesi’nden James Blight ve Janet Lang tarafından düzenlenen önemli bir sözlü tarih konferansında anlattıklarından görüşmelerin gerçekleştiğini ve içeriği hakkında pek çok şey biliyoruz.

4 Mayıs 1963’te Hruşçov Castro’ya kriz sırasında ve sonrasında Sovyetlerin ABD ile ilişkisine dair “gizli kanal” belgelerini gösterdi. Hruşçov belgeleri Küba liderine, Castro’ya sık sık tercümanlık da yapan ve SSCB gezisinde kendisine eşlik eden Meksika’daki Sovyet vatandaşı Nikolay Leonov’un simultane tercümesiyle okudu. Bu çok gizli belgelerin okunması ve tartışılması neredeyse koca bir gün sürdü ve Castro ilk kez bu sırada, hatta görünüşe göre kazara, Küba’daki Sovyet füzelerinin Türkiye ve İtalya’daki ABD füzelerinin sökülmesi karşılığında kaldırıldığını öğrendi. Castro bunun “duymasının isteneceği son şey” olduğunu fark etti: “Türkiye’den füzelerin çekilmesinin Küba’nın savunmasıyla hiçbir ilgisi yoktu.” Castro, Hruşçov’dan bu paragrafı yeniden okumasını istedi fakat Sovyet lider sadece “o müstehzi kahkahasını” atmakla yetindi.

Moskova’daki görüşmeler sonrasında Castro uzun bir Sovyetler Birliği turuna çıktı. Volgograd’da bir traktör fabrikasını ve Mamaev Tepesi’ndeki Sovyet savaş anıtını ziyaret etti. Özbekistan’a yaptığı gezi tarım reformu fikirleri açısından önemliydi; traktör sürücüleriyle bir araya geldi, ipek üretimini gördü ve az gelişmiş bir ülkenin bu denli ilerleme kaydetmesinden ve tarımdaki makineleşmeden etkilendi. İşte fikir tam da buydu: Küba da Sovyet yardımı ve himayesiyle hızla gelişebilirdi. Castro Taşkent’ten sonra İrkutsk’a gitti, Angara’da yerel bir balıkçıyla balık tuttu ve Bratsk hidroelektrik santralini gördü. Her şehirde, her tren istasyonunda, Kübalı devrimci lidere gerçekten büyük bir hayranlık duyan coşkulu ve geniş halk kitleleri tarafından karşılandı. Sibirya’daki bir diğer durağı ise Sverdlovsk (bugünkü Yekaterinburg) oldu. Onur konuğu Sverdlovsk’tan Leningrad’a, oradan ise Kiev’e uçtu.

Emperyalistlere Küba’dan bir selam

Moskova’ya döndüklerinde Hruşçov, Castro’ya bir ICBM (kıtalararası balistik füze) görme fırsatı sundu ve hatta Küba lideri R-16 füzesinin gövdesine adını yazarak imzaladı (böylece Amerikan emperyalistleri, füzenin kullanılması gerektiğinde Küba’dan bir selam taşıdığını bileceklerdi). 23 Mayıs’ta Kremlin’de bir dizi Küba-Sovyet anlaşması imzalandı ve Castro “Sovyetler Birliği Kahramanı” olarak onurlandırıldı. Moskova’daki Lujniki Stadyumu’nda düzenlenen ve 125 bin kişinin katıldığı büyük bir etkinliğin ardından Hruşçov ve Castro, Hurşçov’un Sohum yakınlarındaki Pitsunda’da bulunan en sevdiği güney daçasına uçtular.

Gürcistan gezisi esnasında ikili Küba Füze Krizi hakkında konuşmaya devam etti (transkripsiyonun gizliliği henüz kalkmadı ama [oğul] Sergey Hruşçov, Hruşçov ile Castro arasında Sovyetler’in ABD Başkanı Kennedy ile müzakere etmediği bir durumda Küba devriminin Amerikan işgaline kaç gün direnebileceğine dair bir münakaşadan bahsediyor). Yine Küba ekonomisi ve sosyalist bloktaki durum (Romanyalılar hâlâ burjuva milliyetçi duygulara sahiptiler ve diğer sosyalist ülkelerle iş birliği yapmaktan imtina ediyorlardı) ve Küba’daki Sovyet uzmanlar (çoğu katıksız bürokrattılar ve artık evlerine gönderilmeleri gerekiyordu) da diğer önemli tartışma başlıklarıydı. Castro bu gezi esnasında işlerin gerçekte nasıl yürüdüğüne dair paha biçilemez bilgiler edinerek gerçek anlamda bir sosyalist eğitim müfredatına maruz kaldı.

‘Biz kazandık, kazanan biziz!’

Castro, gizlice gelişine benzer şekilde, Havana’ya Murmansk üzerinden yine gizlice döndü. Tüm gezi boyunca bir kahraman olarak ağırlandı, SSCB’nin en üstün askeri nişanlarıyla ödüllendirildi ve Küba sanayisi ve tarımına dair tüm alanlarda ekonomik yardım taahhütleri aldı ve somut anlaşmalar yaptı. Bu kelimenin gerçek anlamıyla bir zafer turuydu.

Ne var ki Hruşçov’un hâlâ yapması gereken bir iş vardı: Prezidyumu Castro’nun Füze Krizi’ne ilişkin Sovyet anlatısını kabul ettiğine (Castro’nun daha sonra 1968’de Küba liderliğine yaptığı gizli konuşma hiç de böyle bir kabulün olmadığını gösterse de) ve sadık ve güvenilir bir müttefik ve Çin’i değil Sovyetler Birliği’ni asıl öğretmeni olarak gören hevesli bir öğrenci olarak kaldığına ikna etmek. Hruşçov’un Prezidyuma sunduğu rapor, (Çin Komünist Partisi ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi arasındaki tartışmanın alenileştiği) 1963’te olduğu gibi Füze Krizi sırasında da Çin’in Sovyetler için önemli bir endişe kaynağı olduğunu ortaya koyuyor. Hruşçov, Prezidyuma Çin meselesini Castro’ya açıkladığını ve Castro’nun “Sovyet pozisyonunu doğru anladığını” belirtmişti. Bunu yaparken Sovyet liderinin, Prezidyumu, sadece Castro’yu ikna ettiğine değil, Sovyetlerin Küba’dan çekilmesinin bir fiyasko değil bir zafer olduğuna inandırmaya çalıştığı ve bunu farklı biçimlerde tekrarladığı da anlaşılıyor: “Amacımıza ulaştık, dolayısıyla biz kazandık, kazanan biziz.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Anneler Günü’nü kim icat etti?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Mayıs ayının ikinci pazar günü tüm dünyada Anneler Günü olarak kutlanıyor. Bu özel günlerin her birinin belli başlı çıkış noktaları var ve bazılarının mazisi son derece karanlık. Anneler Günü öyle bir gün. Küçük ev aletleri satan dükkanların, züccaciyelerin ve çiçekçilerin vurgun yapması gibi tali durumların dışında, bu günün Nazilere dayanan ilginç bir tarihi var.


Anneler Günü’nü kim icat etti?

Heidrun Holzbach-Linsenmaier

Emma

1 Mayıs 1997

Anneler Günü’nün tarihine yakından bakıldığında, kökenlerinin duygusal bağlamdan ziyade ticari faaliyetlerle (özellikle çiçekçiler) ve propagandayla (Nasyonal Sosyalistler tarafından) yakından alakalı olduğu görülüyor. Heidrun Holzbach-Linsenmaier’ın Anneler Günü’nün kökenlerine dair analizi.

Siz de Anneler Günü’nde annenize çiçek veriyor musunuz? Bu, uzun süredir süregelen bir gelenek gibi görünüyor, değil mi? Yanılıyorsunuz. Almanya’da Anneler Günü geleneği, sadece 1923 yılından itibaren biliniyor, o da Alman Çiçekçiler Birliği sayesinde. Kurum, bu fikri 1914’ten bu yana Anneler Günü’nün resmî tatil olarak kutlandığı Amerika’dan ithal etmişti. Fakat Almanya’da Anneler Günü yalnızca Hitler diktatörlüğü döneminde gerçek manada onurlandırıldı. 1939’dan itibaren, savaş yılı olan bu dönemde, Führer’e pek çok Aryan oğul ve kız bahşeden iyi Alman anneler “Anne Haçı” verilerek taçlandırılmıştı.

Almanya’da çiçekçilerin Anneler Günü’nün tanıtılmasına yönelik kampanyası Weimar Cumhuriyeti’nde yeşermeye başlamıştı. Dernekler, Anneler Günü fikrinin çiçekçi dükkanlarının aşırı öne çıkmasının zararlı olabileceğini fark ettiler. Bu sebeple, fikrin tarafsız bir platformda yayılabilmesi için kâr amacı gütmeyen bir kuruluş arayışına girdiler. Bu arayış, 1919’da kurulan ve halk sağlığı, nüfus politikası ve eğitim gibi konulara odaklanan Arbeitsgemeinschaft der Volksgesundung (Halk Sağlığı Çalışma Grubu) adlı dernekle nihayete erdi. Bu derneğin üyeleri arasında devlet yetkilileri, kiliseler ve bağımsız sosyal yardım kuruluşlarının temsilcileri vardı.

Arbeitsgemeinschaft für Volksgesundheit’ın genel müdürü Hans Harmsen, aynı zamanda İç Misyon Merkez Komitesi üyesi, Protestan Hastaneleri Genel Birliği’nin genel müdürü ve öjenik Protestan Konferansı’nın başkanıydı. Harmsen, Anneler Günü’nü, derneğin hedeflerini daha geniş bir kitleye tanıtmak için “oldukça makul bir fırsat” olarak değerlendirmişti.

Hedef, sadece Almanya’da doğum oranını artırmak değil, aynı zamanda “tüm ulusu zararlı kalıtsal faktörlerden” kurtarmaktı. “Kalıtsal olarak üstün, sosyal olarak yetenekli sınıflardaki” çocukların sayısının da özellikle “uygunsuz, aşağı nüfus gruplarındaki” çocuk bolluğunu dengelemek için yüksek olması gerekiyordu.

Anneler Günü lehine yapılan propaganda, kadınların rolünün belirgin şekilde tanımlanmasıyla alakalıydı. Bir çalışma grubu, 1927 tarihli bir memorandumda kadının “gerçek mesleğinin” “kocasının sürüsünde bir rahibe ve çocuklarının annesi” olmaktan ibaret olduğunu beyan etti. Aynı dönemde, kürtaja ve cinsel özgürlüğe karşı güçlü bir kampanya yürütüldü. Özellikle 1929 ile 1932 arasındaki dönemde, 218. Anayasa maddesine karşı mücadelenin doruk noktasında olduğu zamanlarda Anneler Günü propagandası daha da yoğunlaştırıldı.

Çiçekçiler, çalışma grubunun yanında, görünüşte siyasetten uzak olan Anneler Günü’nü tanıtmaya devam etti. Bu, çiçekçilerle nüfus politikacıları arasında etkili, ancak örtük bir iş birliğiydi; çalışma grubu konunun çiçekçilerle olan alakasını, çiçekçiler ise çalışma grubunun ideolojik kaygılarını gizledi. Anneler Günü, kamu bilincinde bir gelenek olarak yerini bulmaya başladı ve çiçek satışları arttı.

Naziler iktidara geldikten hemen sonra, mayıs ayının ikinci pazar gününü “Alman Anneler Onur Günü” olarak ilan ettiler. Bu gün, “Führer’in Doğum Günü” ve “İktidarı Ele Geçirme Günü” gibi Nasyonal Sosyalist kutlama takviminin bir parçası haline geldi. Anneler Günü kutlamaları, artık ülke genelinde okullar da dahil olmak üzere düzenlendi ve bu vesileyle Nazi şairleri tarafından yazılmış adanmışlık oyunları, ilahiler ve sahneler sergilendi.

Kız ve erkek çocuklar, günün kahramanı olan Alman annelerine gençlik yemini sunmakla yükümlüydü. Erkekler, toprağı verimli tutacaklarına ve anavatanı koruyacaklarına söz vermekteydi. Kızlar ise, güçlerinin sessizlikte, sıcak ve derin kanlarında yattığını ifade ediyorlardı. Bir başka sahnede ise şunlar söylenmişti: “Genç adam kavga ve aşk için çabalıyor. Yarı şüpheci, yarı bilinçli kız şimdi annelik mücadelesi veriyor. Erkeğe katılır ve kendisi de bir anne olur.”

Hitler, kendisi de Nazi erkek devletinde kadınların rolünü birçok kez açıklamıştı. Örneğin, 1934’te Reichsfrauenschaft önünde şunları dile getirmişti: “‘Kadınların özgürleşmesi’ terimi, Yahudi zihniyeti tarafından uydurulmuştur. Kadınların erkeklerin dünyasına girmesini, onların alanına müdahale etmesini doğru bulmuyoruz. Fakat, bu iki dünyanın ayrı olduğunu düşünüyoruz. Erkek savaş alanında kahramanlık gösterirken, kadın sonsuz bir sadakatle, sonsuz bir dayanma gücü ve tahammülle ona destek olur. Doğurduğu her çocuk, halkının varlığı ya da yokluğu için verdiği bir savaşın bir parçasıdır. Bu nedenle, her ikisi de her birinin doğanın ve kaderin kendisine verdiği rolü yerine getirdiğini gördüklerinde birbirlerini takdir etmeli ve saygı göstermelidir”.

Hitler, bilinçaltında kadınların aslında daha değerli insanlar olduğunu düşünüyordu. Zira sürekli olarak kendilerini feda etmek zorunda olduklarını, oysa erkeklerin fedakârlığının sadece savaşta gerektiğini savunuyordu. BDM liderliği de kadın rol modelini şu şekilde tanımlamıştı: “Bu kadınlar makam ve mevkiler için çabalamazlar, sadece hizmet etme ve kendilerine verilen görevleri yerine getirme hakkı talep ederler, başka herhangi bir ‘hak’ arayışında değillerdir”.

1933 yılında Joseph Goebbels, kadınların “günlük siyasetten” dışlanmasını şu şekilde açıklamıştı: “Bunu kadınlarda aşağı bir şey gördüğümüz için değil, onlarda ve misyonlarında farklı bir şey gördüğümüz için yapıyoruz… Erkeklere ait olan şeyler de erkeklerde kalmalıdır. Buna siyaset ve savunma gücü de dahil”.

Yalan propaganda, güya modern ancak gerici bir kadın politikası adına daha etkiliydi, zira klasik rol dağılımı, özellikle de orta sınıf için yaşamın gerçekliği olarak kabul ediliyordu ve bu koşullar sadece olumlu bir şekilde onaylanmakla kalmıyor, yüceltiliyordu da. Tek yüksek rütbeli Nazi politikacısı olan “Reichsfrauenführerin” Gertrud Scholtz-Klink, 1981 yılında Amerikalı tarihçi Claudia Koonz’a verdiği mülakatta, kadınlara yönelik siyasi propagandanın ne kadar hesaplı olduğunu açıkça ortaya koymuştu: “Siz genç kadınlar, normal ev kadınlarına hayatlarını boşa harcadıklarını söyleyebileceğinizi sanıyorsunuz… Size bir şey söyleyeyim: Hayatlarının olduğu yerden başlamalısınız; onları kararlarında cesaretlendirin, başarılarını övün. Mutfaktan ve çocuk odasından başlayın. Biz de öyle yapmıştık”.

Fakat övgü ve onurlandırma, çalışan kadınların —iş gücünün üçte biri— ev işlerine geri dönüp daha fazla çocuk doğurmalarını teşvik etmek için yeterli değildi. Naziler iktidara geldiklerinde, özellikle kadın istihdamını azaltmayı arzulamışlardı, zira seçmenlerine çifte gelirlilere karşı yürütecekleri kampanyanın işsizliği çözeceğini söylemişlerdi. Bu, günümüzde hala muhafazakâr politikacılar tarafından kullanılan bir günah keçisi yaklaşımının bir örneği.

1933’te kabul edilen bir yasa, evli kadın memurların, eşlerinin geliriyle geçinmeleri mümkün olduğunda işten çıkarılabilmelerini öngörüyordu. Ayrıca, kadınların daha düşük maaş derecelerine sınıflandırılmasını ve “resmi ihtiyaçlar” gerekçesiyle kadın memurların üst düzey görevlerden alınmasını mümkün kılıyordu. Bu yasa sonucunda, örneğin, sadece Prusya’da daha önce Sosyal Demokratlar tarafından yönetilen kız ortaokullarındaki kadın müdürlerin sayısı 1933 ile 1939 yılları arasında üçte iki oranında azaldı!

Ağustos 1933’te Reich İş ve İşçi Bulma Kurumu, “kadınların özgürleşmesinin giderek artan inatçı ve kör taleplerini geri püskürtmek” amacıyla yeni atamalarda erkekleri tercih etmeyi zorunlu kıldı. 1933 yazından itibaren, evlenmek isteyen çiftlere, “Alman kökenli” olmaları, “siyasi açıdan kusursuz davranışlara sahip olmaları” ve “fiziksel ile genetik sağlığa” sahip olmaları şartıyla, müstakbel eşin işini bırakması koşuluyla faizsiz kredi veriliyor, bu kredi miktarı bin marka kadar ulaşıyordu. Evlilikten doğan her çocuk için, bu miktarın dörtte biri geri ödenmesi gerekmeyen bir hibe olarak veriliyordu.

Aralık 1933’te Reich İçişleri Bakanı Wilhelm Frick, birinci sınıftaki kız öğrencilerin sayısını, yeni kayıt yapan tüm öğrencilerin yüzde onuyla sınırlamaya karar verdi. 1934 yılında liseden mezun olan 10 bin kız öğrenciden sadece 1500’ü lisans programına başlayabildi. Toplam kız öğrenci sayısı 1939’da 6 binin altına düştü, yani 1932 seviyesinin üçte birinden az oldu!

1934’ten itibaren, kamuda çalışan doktorlara yönelik yeni bir ruhsat yönetmeliği yürürlüğe girdi; bu da “yeterince” kazanan evli kadın doktorların ruhsatlarının iptal edilmesi anlamına geliyordu. Kadınlar, ruhsatlandırma sürecinde erkeklerin ardından ikinci sıraya düşürüldü. Yetkililer, hastanelerde kadın doktorların istihdam edilmemesi yönünde talimat verdi. Ancak, huzur ve bakım evlerinde pozisyonlar onlara açıktı.

1935’ten itibaren her kız sınıfının ortaokul ders programında haftada iki saat el işi bulunmalıydı; ancak, bir saat İngilizce ve bir saat matematik derslerinin yerini almıştı. Ağustos 1936’da Hitler, “kadınların hâkim ya da avukat olamayacağını” duyurdu. Dolayısıyla kadın avukatlar yalnızca kamu hizmetinde veya idarede istihdam edilebilecekti.

Erkekler, kadınların yüksek mevkilerden uzaklaştırılmasındaki bu etkili baskıdan kazançlı çıktılar. Ancak, işgücü piyasası politikası açısından sonuç pek de belirleyici değildi, zira bu mevkilerdeki kadınlar, ekonominin genelinde hala mutlak bir azınlık konumundaydılar. Geniş kadın işgücü, çoğunlukla mali olarak “çifte gelire” bağımlıydı; bu işçiler, aile hizmetçileri ve düşük maaşlı çalışanlardan oluşuyordu.

Her ne olursa olsun, birkaç yıl sonra rejim kadınların kariyerlerini yeniden düzenlemek zorunda kaldı. Devletin silahlanma politikasıyla canlanan ekonomi, işgücüne olan talebi artırdı ve şirketler daha ucuz işgücünü tercih etmeye başladı; kadın işçiler erkeklerin maaşlarının sadece yüzde 70’ini alıyordu. Bu nedenle, Ekim 1937’de evlilik kredisi yönetmeliği değiştirildi: Müstakbel eş artık kariyerinden vazgeçmek zorunda değildi.

Savaş sırasında, kadınlar kaçınılmaz olarak işgücünde giderek daha fazla erkeğin yerini almaya başladılar. Hitler, kadınların siyasi hedeflerini savaşın gereksinimlerine uygun hale getirmenin zor olduğunu kabul etmişti. 1944’te, halihazırda çalışan nüfusun yarısından fazlasının kadın olduğu dönemde, Alman İşçi Cephesi’nin iş performansını artırmak amacıyla kadınların ücretlerini artırma önerisini reddetti: Führer, karargâhındaki bir toplantıda, “Kadınların ücretlerini erkeklerin ücretleriyle eşit seviyeye getirmek isteyerek Nasyonal Sosyalistlerin milli birliği koruma ilkesine tamamen karşı çıkmış olursunuz,” dedi.

Ancak savaş, Nazilerin en katı biçimde kısıtladığı alan olan üniversiteleri ve akademik kariyerleri geniş ölçekte yeniden kadınlara açmaya zorladı. 2 Ocak 1943 tarihli Reich Şansölyeliği notuna göre, “en azından kadınlar”, “yeterli sayıda genç erkek tekrar bulunana kadar” akademik görevleri üstleneceklerdi.

Mecburiyetten doğan bu değişiklik, parti makamları nezdinde mutlak desteğe sahip olmadı. Münih Gauleiter’i Paul Giesler, Ocak 1943’te kız öğrencilerden açık açık, okumak yerine “Führer’e bir çocuk vermelerini” ve tercihen her üniversite yılında “erkek çocuk şeklinde bir sertifika” sunmalarını istedi. Ayrıca, “Bazı kızlar bir erkek arkadaş bulacak kadar çekici değilse, her birine yardımcılarımdan birini atamak isterim ve ona hoş bir sonuç vaat edebilirim,” dedi.

Savaş, “safkan” genç yetenek üretimini daha da önemli hale getirdi. Hitler’in 1938 yılında Noel’de Alman halkına duyurduğu Alman Annesi Onur Haçı’nın çıkışı da bu bağlamda değerlendirilmeli.

1939’da ilk kez kutlanan Anneler Günü’nde, Anne Haçı adı verilen ödül, farklı kademelerde (dört çocuk için bronz, altı çocuk için gümüş ve sekiz çocuk için altın) sunuluyordu. Fakat, çok çocuk sahibi olmak “Alman anne” unvanını almak için tek başına yeterli değildi. Nazilerin belirlediği ilk ve en önemli kriter, “Alman kanına” sahip olmaktı.

1939’da Nazi Partisi’nin başbakanlık tarafından yönetimler ve parti büroları için yayımlanan “seçim broşürlerinden” biri, annenin “değersiz” olmasına ya da “kalıtsal olarak hasta” veya “anti sosyal” ailelerden gelmesine müsamaha yoktu. Kürtaj nedeniyle halihazırda kendini cezalandırılmış olan kadınlar “değerli” olarak kabul edilmiyordu. Naziler, “kalıtsal hastalıkları” şu şekilde tanımlıyordu: “embesillik, şizofreni, manik-depresif sendrom, Aziz Vitus dansı, epilepsi, körlük, sağırlık, dilsizlik, ciddi alkolizm, belirgin fiziksel deformiteler ve tehlikeli ahlak suçları”.

Mesela, “vatan hainleri, ırk istismarcıları, işten kaçınanlar, cinsel sınırları olmayanlar, sürekli bağımlılık içinde olanlar, fahişeler ve kürtajdan mahkûm olanlar” gibileri anti sosyal olarak nitelendiriliyordu.

Milyonlarca Alman kadın, yaşlılar da dahil olmak üzere, “Onur Haçı” alırken aileleri rejimi eleştirmeyen reddedilmiş anneler ciddi bir sosyo-psikolojik baskı altında kaldı. Irmgard Weyrather, Der Kult um die ‘deutsche Mutter’ im Nationalsozialismus (Nasyonal Sosyalizmde ‘Alman Anne’ Kültü) adlı çalışmasında, torunlarının tamamı Hitler Gençliği’ne katılan 79 yaşındaki bir kadınınki gibi tamamen kasıtlı “ayıklamanın” etkilerinin canlı örneklerini aktarıyor. Bu kadın, Hitler’e şunları yazmış: “Führer’im, artık o kadar mutsuzum ki, yaşlı bir kadın olarak torunlarımın yüzüne bakamaz oldum, hep bana büyükannelerinin neden haç almadığını soruyorlar”.

Halk arasında “Tavşan Nişanı” olarak bilinen Anne Haçı için aynı derecede saçma ve insanlık dışı kriterler, bir kuşak kadınının karakterini belirledi: Umut vaat eden anne onuru kampanyasının ardında, en alt düzeydeki parti görevlisi bile, münferit durumlarda her kadının aleyhine yorumlanabilecek olan “iyi Alman anne” standardından sapma tehlikesi yatıyordu. Hiçbir kadın “değersiz” ya da “anti sosyal” olarak görülmek istemezdi.

Anne Haçı başvuruları reddedilenlerin bilgileri, sağlık yetkililerinin zorla kısırlaştırma, sınır dışı etme ve öldürme gibi uygulamaların bürokratik olarak hazırlandığı “kalıtsal dosyalarında” saklanıyordu. Herhangi bir nedenden ötürü “ayıklanma” korkusu, kadınların uyum sağlama isteğini artırdı. Nasyonal Sosyalist erkek devleti, kadınların henüz yeni başlamış olan özgürleşmesini aniden durduran etkisini 1945’ten sonra da sürdürdü.

Bugün 12 Mayıs, Anneler Günü bir kez daha geldi. Herkese kutlu olsun!

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Birkaç bin bombanın eksikliği ABD’nin suç ortaklığını örtmez”

Yayınlanma

İsrail’in Refah’a yönelik kapsamlı saldırısını engellemek için ABD’nin İsrail’e bazı silahların sevkiyatını geçici olarak durdurması tartışmalara yol açtı. Aşağıda çevirisini okuyacağınız görüş yazısında toplamda 3 bin 500 bomba sevkiyatının askıya alındığı hatırlatılıyor ve bu rakamın şimdiye kadar yapılan ve yapılacak olan sevkiyatların yanında “devede kulak” kaldığına dikkat çekiliyor:

***

Birkaç bombayı kenara bırakırsak ABD’nin soykırımdaki suç ortaklığı ‘kesin’

Biden yönetiminin 3 bin 500 bombanın teslimatını geciktirme kararı, İsrail ölüm makinesine ihanet anlamına gelmiyor.

Belén Fernández

8 Mayıs Çarşamba günü ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, ABD hükümetinin İsrail’e silah sevkiyatını alışılmadık bir şekilde durdurduğunu kamuoyuna açıklayan ilk üst düzey yönetim yetkilisi oldu. İsrail ordusu geçen yedi ay boyunca Gazze Şeridi’nde ABD’nin de desteğiyle yaklaşık 35 bin Filistinliyi öldürdü.

Senato alt komitesindeki bir oturumda konuşan Bakan Austin, bu duraklamanın Gazze’nin güneyinde 600 binden fazlası çocuk olmak üzere tahminen 1 milyon 400 bin Filistinlinin barındığı Refah kentinde “gelişen olaylar bağlamında” gerçekleştiğini belirtti. Bu insanların büyük çoğunluğu, İsrail’in Filistinlileri tekrar tekrar mülteci haline getirme yöntemine uygun olarak Gazze’nin diğer bölgelerinden Refah’a kaçmak zorunda kalmıştır.

Refah, İsrail’in son yedi aydır kıyı bölgesinde yürüttüğü operasyonların geneline damgasını vuran terör ve katliamdan neredeyse hiç etkilenmemiş olsa da şehirde kapana kısılmış sivillere yönelik geniş çaplı bir saldırı tehdidi, İsrail’in sadık, en iyi dostu olan küresel süper gücü bile biraz tedirgin etti.

Bu amaçla, hafta sonu Joe Biden yönetiminin Refah saldırısında kullanılabilecek mühimmatın İsrail’e sevkiyatını askıya alma tehdidinde bulunduğuna dair haberler çıkmaya başladı. Sevkiyatın 3 bin 500 bombadan oluştuğu, bunların bin 800’ünün 907 kilo ve bin 700’ünün 500 227 kilo kategorisinde olduğu söyleniyordu.

İsrail’e yapılacak diğer bazı silah transferlerinin de gözden geçirilmekte olduğu belirtiliyor.

Elbette, ABD’nin altı aydan uzun bir süredir Gazze’deki soykırım ve açlığa her türlü mühimmat ve parayla aktif bir şekilde yardım ettiği göz önüne alındığında, Refah vakasının neden birdenbire emperyalist kaygılara yol açtığı tam olarak açık değil. Ama, hey, bu potansiyel olarak iyi bir PR.

Bakan Austin’in çarşamba günü yaptığı açıklamalardan önce ABD’li yetkililer silah sevkiyatının askıya alındığı yönündeki haberlerle ilgili herhangi bir açıklamada bulunmamışlardı. Örneğin 6 Mayıs’taki bir basın brifinginde Ulusal Güvenlik İletişim Danışmanı John Kirby haberlerin doğru olup olmadığını teyit etmeyi reddetti ve bunun yerine şu açıklamayı yaptı: “Size söyleyebileceğim tek şey … İsrail’in güvenliğine olan desteğimizin sarsılmaz olduğudur. Bir sevkiyatın diğerlerinden üstünlüğünün ayrıntılarına girmeyeceğim.”

Öyle görünüyor ki, İsrail’e verilen desteği tanımlamak söz konusu olduğunda ABD siyaset kurumunun yeni favori kelimesi “sarsılmaz” – bu da günün sonunda İsrail’in Filistinlileri katletme alışkanlığının Filistinlilerin katledilmeme hakkı karşısında her zaman savunulacağı anlamına geliyor.

Bu arada Kirby’nin “bir sevkiyatın diğerine üstünlüğü” hakkındaki yorumu en hafif tabirle manidar. Ne de olsa ABD’nin İsrail’e çok sayıda silah sevkiyatı var ve 3 bin 500 bombanın teslimatını geciktirmek, ABD sağ kanadının daha dramatik bazı üyelerinin tasvir etmeyi seçtiği gibi İsrail ölüm makinesine ihanet anlamına gelmiyor.

Öncelikle Bakan Austin, Senato alt komitesinde yaptığı konuşmada, silah sevkiyatının durdurulmasının ABD Kongresi’nin Nisan ayında onayladığı İsrail’e 26 milyar dolarlık ek yardımı etkilemeyeceğini vurguladı. Dış İlişkiler Konseyi’nin belirttiğine göre bu para, “İsrail’in ABD askeri teçhizat ve hizmetlerini satın almak için kullanması gereken fonlar olan Yabancı Askeri Finansman (FMF) programı kapsamında hibe olarak sağlanıyor.”

Askıya alma, Biden yönetiminin İsrail için onayladığı 827 milyon dolar değerindeki ek askeri ekipmanı da etkilemeyecek.

Başka bir deyişle, her zamanki gibi bir iş söz konusu- birilerine her gün yüzlerce dolar verip sonra da beş sentini esirgeme gösterisi gibi bir şey.

ABD Konvansiyonel Silah Transferi Politikasına göre, ABD hükümeti “insan hakları ya da uluslararası insancıl hukuk ihlallerini kolaylaştırma ya da bunlara katkıda bulunma riski taşıyan silah transferlerini … önlemekle” yükümlü. Peki, ABD dış politikasının kendisi tüm bunların büyük bir ihlali değilse nedir?

2001 yılında “Teröre Karşı Savaş” olarak bilinen büyük küresel ihlalin başlamasından önce bile ABD, Latin Amerika’dan Orta Doğu’ya ve ötesine kadar kitlesel katliamları mümkün kılmak için on yıllarını harcamıştı. İsrail özelinde, ABD’nin Filistin ve Lübnan’da insan hakları ve uluslararası insancıl hukukun ahlaksızca ihlal edilmesine verdiği sürekli destek, Konvansiyonel Silah Transferi Politikası’nı yazma zahmetine neden katlanıldığını merak ettiriyor.

Şimdi Bakan Austin de durdurulan mühimmat sevkiyatı karşısında bile ABD’nin İsrail’e olan “sarsılmaz” bağlılığını yeniden teyit etti- ki bu da hareketin büyük ölçüde kozmetik doğasının ve bir dereceye kadar insani farkındalık ve endişe yansıtma ihtiyacının altını çiziyor.

Biden’ın kendisi de çarşamba günü Refah’a topyekûn bir saldırı olması halinde İsrail’e saldırı silahları tedarik etmeyeceği uyarısında bulunarak “bu bombaların bir sonucu olarak Gazze’de sivillerin öldürüldüğünü” belirtti.

Evet, öyle.

Soykırım soykırımdır. Ve birkaç bin bombayı bir kenara bırakırsak, ABD’nin bu soykırımdaki suç ortaklığı tamamen kesin.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English