Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Liberal küresel ticaret düzeninin çelişkisi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: ABD’nin Avrupa’nın zararına korumacı yaklaşımlar benimsemesi, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un geçen aylarda yaptığı Washington ziyaretiyle daha görünür olmuştu. Ukrayna ihtilafı nedeniyle Rusya’dan enerji tedarikini büyük ölçüde kısan Avrupa, şimdi de kadim dostu ABD’nin mevzuat değişiklikleriyle “haksız rekabete” başvurmasıyla karşı karşıya. Washington’un Avrupa ve Çin’i hedef alan tedbirleri, DTÖ mevzuatını açık açık çiğnese de bu pek gözetilmiyor. Syed Zain Abbas Rizvi’nin Modern Diplomacy‘de yayınlanan makalesi, Joe Biden’ın başvurduğu “korumacı” önlemlerin, yine ABD öncülüğündeki DTÖ’nün serbest ticaret ilkeleri ile olan çelişkisini sert bir ifadeyle “ikiyüzlülük” olarak nitelendiriyor. Rizvi, uluslararası serbest ticaretin, kendi mimarı ABD tarafından uçuruma sürüklendiğini vurguluyor.


Amerika korumacılığa dört elle sarılıyor: Liberal küresel ticaret düzeninin bariz çelişkisi mi?

Syed Zain Abbas Rizvi
26 Aralık 2022

Uluslararası ticarete olan büyük merakım hiç şaşırdığım veya normal karşıladığım bir noktaya gelmedi. Çağdaş küresel ekonomi politiği çalışan bir akademisyeni olarak, doğal olarak, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki uluslararası ilişkiler ortamında, ülkelerin ilgili politikalarının temelini oluşturan politik düşünceye odaklandım. Ve nadiren — eğer varsa —  savaş sonrasındaki dünyanın birbiriyle olan bağlarını karşılıklı bağımlılık çerçevesinde değerlendirdim. Yine de zaman içinde savaşların devam etmesini ve felaketi önlemek için baz alınan karşılıklı ticaret entrikaları aklıma geldi. Alışık olduğum küreselleşmiş iktisadi sistemin, kalıcı barışı sağlamak ve bunun bir yan ürünü olarak karşılıklı refahı sağlamak için oluşturulmuş kasıtlı bir yapı olduğunu çok geçmeden anladım.

Şu anda bu muntazam tasarımlı model, kendi mimarlarından biri tarafından tehdit ediliyor ve dünyayı bilinmeyen bir uçuruma sürüklüyor.

Savaşın ardından Avrupa, aşırılıkçı unsurların yasal olarak kısıtlanması ve silahsızlandırılmasının gelecekteki faşist ayaklanmaları önlemek için yeterli olmadığını erken fark etti. Bu, parçalara ayrılmış Nazi Almanyası veya bir deri bir kemik kalmış emperyalist Japonya olacak değil. Fakat kısa süre sonra bir başka Hitler, katliam ve soykırım yoluyla hegemonya kurmaya çalışacaktı. Bu korku, kolektif biçimde kalıcı bir çare —karşılıklı siyasi, ekonomik ve sosyal bağımlılık — arayışını beraberinde getirdi. Böylelikle Avrupa Birliği’nin — başta Kömür ve Çelik Topluluğu’nun kuruluşunda tasarlanan — orijinal taslağı ortaya çıktı ama ağırlıklı olarak Avrupa’da karşılıklı güveni, savaşı hem kurban hem de zulmü işleyen ülke için dezavantajlı hale getirecek bir ölçekte işlemeyi amaçladı.

Bu karşılıklı bağımlılığın doğuşu sadece Avrupa ile sınırlı değildi. 1947’de, ABD Başkanı Franklin Roosevelt yönetiminin kademelerinden devrim niteliğinde bir ticaret sistemi çıktı. Tarihsel olarak Gümrük Vergileri ve Genel Ticaret Anlaşması (GATT) olarak bilinen mekanizma, savaş sonrası dönemde ekonomik toparlanmayı hızlandırmak için piyasa ekonomileri arasındaki ticarete rehberlik edecek temel kurallar koydu. Soğuk Savaş’ın hengamesine ve sıkıntılarına rağmen sistem sadece ayakta kalmadı, aynı zamanda gelişti. Ve 1994’te GATT, çok taraflı bir ticaret sistemini düzenlemek ve sürdürmekten sorumlu hükümetler arası bir kuruluş olan Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) normlarına dahil edildi. Mantıklı olarak Batı düzeninin DTÖ tüzüğüne büyük oranda uyacağını varsayabiliriz. Ne de olsa bu, GATT çerçevesinde öngörülen serbest ticaret sözleşmelerinin günümüze uyarlanmış hali. Ama bu, 21. yüzyılın küreselleşmiş dünyasında tırmanan güç rekabetinin karmaşıklığını ve çelişkilerini vurgulayan fay hattıdır; bu, on yıllar boyunca karşılıklı bağımlılık oluşturmak amacıyla tasarlanmıştı.

Çoğumuz Donald Trump’ın çalkantılı başkanlık dönemini hatırlarız. Aşırı sağın gevezelikleri, QAnon hareketini nam-ı diğer MAGA kampanyası, “Yeniden Büyük Amerika” retoriği savunuculuğunu tetikledi. ABD Başkanı’nın değişmesinden bu yana birçok siyasi ve ticari politika tersine döndü. Fakat görünüşe göre Çin dikkate değer bir istisna.

Trump yönetimi, Amerikan ekonomisinin gelişmekte olan Çin’den ayrılma sürecini kağıda dökmeye başladı. ABD Ticaret Bakanlığı, ulusal güvenlik kaygıları gerekçesiyle 301. fıkra kapsamında Çin’e milyarlarca dolarlık ithalatı engelleyen gümrük vergileri uyguladı. Şimdi bunu tipik bir Trumpçı cadı avı olarak görmezden gelebilirdim. Açıkça görülüyor ki, Amerikan endüstrilerinin stresini azaltmak için — ABD’nin müttefikleri de dahil olmak üzere — hemen hemen her ülkeden ithal edilen çelik ve alüminyum ürünlerine gümrük vergileri koymak için 232. fıkrayı kullandı. Yine de bu tür merkantilist politikaların çoğu o zamandan bu yana yürürlükten kaldırılmış olsa da Biden yönetimi, yalnızca Çin ithalatına yönelik gümrük vergilerini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda Pekin’e yapılan ihracat üzerindeki kontrolleri de genişletti.

ABD’nin geriletici ticaret tutumunun yakın zaman önceki bir diğer tezahürü, Amerikan yerel çip endüstrisini yayan ve ABD tedarik zincirlerini Çin’den çıkaran şirketlere milyarlarca dolarlık sübvansiyon yetkisi veren CHIPS Yasasının yürürlüğe girmesi. ABD hükümeti, Çin’e teknoloji ihracatına dönük kısıtlamaları artırdı. Resmi beyan, casusluk ve siber savaş risklerini azaltmak için komünist Çin rejimine hassas teknoloji akışını kısıtlamak. Ama apaçık gerçek, ABD’de Çin’in hızlı ekonomik yükselişinin altını oymaya ve teknolojik kapasitesini aksatmaya yönelik büyüyen korumacı ruh halidir.

Pek çok sözde vatanseverin bundan sonra benim görüşümü eleştireceğinin, beni komünist bir dalkavuk olarak resmedeceğinin ve Çin’in Tayvan ekonomisine, özellikle de sac ayaklarından biri olan yarı iletken endüstrisine dönük tehdidine vurgu yaparak Amerikan politikalarını haklı çıkaracağının kesinlikle farkındayım. Ve bu nedenle, daha fazla ileri gitmeden önce şunu açıkça belirtmeme izin verin: Tek taraflı Amerikan politikalarını eleştirmek, hiçbir şekilde Çin’in gaddar uygulamalarını onaylamak değildir. Serbest piyasalar ve ticaret öncülüne dayanan küreselleşmiş bir düzende ticari korumacılığa muhalif oluşumun, siyasi yönelimimle ilgisi yok.

Yaklaşık bir hafta önce, küresel ticareti yöneten GATT çerçevesini kutsayan aynı ticaret örgütü olan DTÖ, Amerika’nın Çin ithalatına uyguladığı gümrük vergilerini “gayrimeşru” olarak nitelendirdi. DTÖ, ABD’nin ulusal güvenlik çekinceleri kavramını tümüyle reddetti. Ve kurallara uyan Amerikan yönetimi tam olarak nasıl karşılık verdi? Eh, zaten bildiğimiz şeyi dile getirdi: DTÖ’nün bu konuda hiçbir yetkisi yok. Başka bir deyişle, Çin şikayette bulunabilir, ancak gereksiz olacaktır. Çünkü ticari eylemlerinin ulusal güvenlik açısından gerekli olup olmadığına karar vermek Amerika’ya kalmıştır ve hiçbir uluslararası kuruluşun bu yargıda ikinci bir yargıda bulunma hakkı yoktur. Gerçekten mi? Demek istediğim, bana göre oldukça ironik ve kibirli! Görünüşe göre, ekonomi politikalarına karar vermek, DTÖ normlarını tümüyle ihlal ederek gümrük vergileri uygulamak ve ihracat kısıtlamaları getirmek — hepsi egemen politika oluşturma adına — sadece Amerika’ya ait bir ayrıcalık. O halde Suudi Arabistan’ın petrol tedarikini kesme kararı neden bu kadar tartışmalıydı? Neden ABD’nin güvenini boşa çıkarılması olarak sansasyon haline getirildi? Küresel talep projeksiyonları doğrultusunda ekonomik karlılığı sağlamak Suudi Arabistan’ın kendi ayrıcalığı değil miydi? Fakat Amerikan çıkarlarına aykırı olduğu için tartışmalı kabul edildi, “sonuçlarla” tehdit edildi ve “Rusya’nın tarafını tutmak” olarak nitelendirildi.

Diğer ülkeler kendi ulusal güvenlik, ekonomik ve stratejik ajandalarına uygun bağımsız politikalar belirleme hakkına sahip değiller mi? Yoksa bu sadece yüce Amerika’nın sahip olduğu bir ayrıcalık mı?

ABD’nin bu tür korumacı eğilimler ne yazık ki sadece siyasi rakipler ve ekonomik hasımlarla sınırlı değil. Biden yönetiminin iklim değişikliğiyle mücadeleye yönelik öncü politikası, bu rekabete aykırı hareketi Atlantik’in her iki yakasındaki müttefikleri de kapsayacak şekilde genişletiyor. Enflasyonu Düşürme Yasası (IRA), çevre koruma kisvesi altında katı milliyetçi bir öze sahip. Yasaya göre ABD hükümeti, montajı Kuzey Amerika’da yapılan elektrikli araçların satın alınmasına vergi kredisi sunacaktı; bu da yerli otomobil üreticilerine Avrupalı ve Asyalı muadillerine göre haksız bir avantaj sağlayacak. IRA’in devasa devlet yardım programları kapsamındaki temiz enerji sübvansiyonları, ABD’de hidrojen ve amonyak gibi düşük karbonlu yakıtların üretilmesini Avrasya bölgesinden daha ucuz hale getirecek. Bu, üretimi Amerika’ya geri getirecek olsa da, dünya çapında endüstriyel beklentileri istikrarsızlaştırma potansiyeline sahip.

İrlanda Ticaret Bakanı Leo Varadkar, yakın zaman önce şundan yakınmıştı: “ABD’nin yaptığı, serbest ticaret ve adil rekabet ilkeleriyle hiç tutarlı değil.” Amerika’nın temiz enerji uygulamalarına yatırım yapma vizyonundan tümüyle nefret etmesem de, Amerikan politikalarının ikiyüzlülüğünden iğreniyorum. Bir cephede Amerikalı analistler, Avrupa’nın mevcut ekonomik sefaletine Rus enerjisine hatalı bir şekilde bel bağlamasının yol açtığından yakınıyorlar. Ancak öte yandan, bu tek taraflı iklim yasalarının halihazırda hırpalanmış Avrupa’daki sanayisizleşme dalgasını körükleyeceğini bir şekilde görmezden geliyorlar.

Elbette ABD’nin ekonomik üstünlüğünü kabul ediyorum. Ve Avrupa’nın etrafında devam eden yıpratma savaşı ve Çin’in benzeri görülmemiş ekonomik yavaşlaması göz önüne alındığında, üstünlük sağlamanın acil bir mesele olmadığını düşünüyorum. Bununla birlikte küresel görünüm 40’lardan bu yana değişmiş olabilir; siyasi ve ekonomik dinamikler pek değişmedi. Ekonomide karşılıklı bağımlılık artık sadece bir tedbir değil; bölgesel nüfuzu ve küresel siyasi ilişki düzeyini korumak için bir ön koşul. Çin ekonomisi yeniden başlayan bir salgının sancılarıyla boğuşurken Çin diplomasisi Pasifik adalarından Afrika Birliği’ne ve kenara itilmiş Körfez ülkelerine kadar hızla müttefiklerine kur yapıyor. Amerika ekonomik güç merkezi olmaya devam edecek ama çok geçmeden gerçeküstü dilbilim ve ulvi ittifak ve işbirliği söylemleriyle baskı kurabilme imkanını kaybedebilir. Güç rekabetinin bu aşaması, stratejik derinlik kazanmak adına dünya çapında birbirine sıkı sıkıya bağlı bir ortaklar ağını gerektiriyor, son derece değişken olan küresel manzarada izole olmak için kendi kendine korumacı engeller dikmiyor.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English