Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Teknoloji devleri anti-sosyal bir distopya inşa ediyor

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale 3 Ocak 2023 tarihinde Tribune‘de yayınlandı. Makale, pandemi zamanında uygulanan ‘kapanma’ların, teknoloji tekellerinin distopik bir gelecek kurgulamasına neden olacak teknolojik ve iktisadi gelişmeleri hızlandırdığını vurguluyor. Buna, ‘kapanma’ döneminde Amerikan teknoloji devlerinin kârlarına kâr katmaları da eklenebilir. Amazon gibi devasa örgütlenmelerin ‘hayatı kolaylaştıran’ uygulamaları, aslında korkunç bir emek sömürüsünün üzerinde yükseliyor. Evde kalanlara hizmet, kalamayanların zorlanmasıyla götürülüyor.


Teknoloji devleri anti-sosyal bir distopya inşa ediyor

Paris Marx
3 Ocak 2023

Teknoloji endüstrisinin hayali, hizmet görenler ve hizmetkarlar arasında ayrışmış, insan etkileşimi sirkülasyonunun ortadan kaldırıldığı bir toplum, fakat geleceğimiz üzerinde tekrar söz sahibi olmak için hâlâ zamanımız var.

Kovid-19 karantinalarının insanları mümkün olduğunca evde kalmaya zorlamasından beş yıl önce gazeteci Lauren Smiley, halihazırda şirketlerin yeni adımlarının nasıl bir “kapanma ekonomisi” yarattığını yazıyordu. Bu kapanmalarda, rızası dışında eve tıkılı kalan veya bu benzeri görülmemiş sağlık krizinden kendilerini koruyan insanlar değil, çalışmak için fazlaca zaman harcayan, bundan ziyade başka bir şey için zamanlarının azaldığını hisseden teknoloji çalışanlarıydı.

Geriye dönüp daha sağlıklı bir iş-yaşam dengesi bulmak yerine, hemen hemen her şey için iste gelsin hizmetleri kullanmaya başladılar. Kendi yemeklerini yapmak zorunda kalmamak için dışarıdan sipariş ettiler. İnsanların bu sayede yiyeceklerini almalarını ve hatta bazen dolaplarını doldurmalarını sağladılar. Getir götür işlerini yapmak veya ihtiyaçlarını karşılamak için dışarı çıkmak yerine Amazon’a ve çeşitli uygulamalara yaslandılar.

Bu iste gelsin hizmetlerinin çoğu, teknoloji endüstrisindekiler tarafından, kendileri gibi diğer insanların ihtiyaçlarını karşılarken, giderek daha güvencesiz hale gelen iş gücünden faydalanmak amacıyla yapıldı. Ancak onları finanse eden risk sermayedarları, bu niş pazara hizmet etmekle asla yetinmeyecekti; şirketler tekelleşmek için çabalamak zorundaydı ve bu da çok daha geniş bir pazara ulaşmak anlamına geliyordu.

ABD’nin beş büyük teknoloji devi Amazon, Apple, Facebook, Google ve Microsoft, pandeminin ilk on iki ayında bir önceki yıla kıyasla yüzde 25’ten fazla artışla toplamda 1,2 trilyon dolarlık gelir elde etti. Pandemi ayrıca birçok insanı iste gelsin hizmetlerini denemeye ve Amazon’a daha fazla bağımlı olmaya itti. Geriye dönüp bakarsak pandemiyi muhtemelen iste gelsin türü bir ekonomiye geçişi hızlandırmada kilit bir zaman olarak göreceğiz; bunun yaşamımıza, çalışmamıza ve topluluklarımızın nasıl işlediğine dair sonuçları olacak.

İste gelsin ekonomisinin doğuşu

İste gelsin ekonomisi, yeni teknolojilere kavuşulması ve 2007–8 mali krizinin getirdiği sonuçlarla mümkün oldu. 2002’de Amazon, sunucu kaynaklarına iste gelsin hizmetlerine ucuza erişim sağlamaya dönük bulut bilgi işlem platformu olan Amazon Web Services’ı yarattı ve bu da insanların ve şirketlerin yeni çevrimiçi hizmetler oluşturmasını çok daha kolaylaştırdı. On yılın sonunda Google ve Microsoft gibi diğer şirketler kendi bulut hizmetlerini oluşturarak, insanların internet ve bunun üzerine inşa edilen hizmetlere erişimini geniş kapsamlı biçimde değiştirdiler.

Apple, 2007’de mali çöküşten aylar önce iPhone’u çıkardı. Cihaz, henüz tam işlemeye başlayan interneti masadan alıp insanların avucuna yerleştirdi. Apple 2008’de App Store’u piyasaya sürene kadar geliştiricilerin ilk etapta iPhone ile yapabilecekleri şeyler sınırlıydı. Bu, Batılı ülkelerin resesyondan çıkıp ekonomik büyümeyi sürdürmenin yeni yöntemlerini ararken, hızla büyüyen aplikasyon ekonomisinde hak iddia edecek şirketler kurma çılgınlığını başlattı.

O zamandan itibaren sözümona paylaşım ekonomisi ortaya çıktı; sadece yeni teknolojilerden değil, kriz sonrası koşulların yarattığı diğer faktörlerden de fazlaca yararlandı. Yeni kurulan şirketler, en düşük faiz oranları sayesinde sermayeye çok daha kolay erişebiliyorlardı; bu da, tekelleşme peşinde koşarken hizmetlerini düşük fiyatlandırdıkları için elden ele para kaybetmelerini sağladı. Bu arada büyümeye başlayan ekonomi den herkes eşit şekilde yararlanmadı.

Resesyonda şirket kurucuları nispeten kolay bir şekilde finansman bulabilirken ve teknoloji çalışanları yüksek talep görürken, çoğu işçi kaybetmişti. Paylaşım ekonomisine dahil olan şirketler, bu insanları hedef alan bir mesaj hazırladılar; hayatlarını çalışma saatleri üzerinde kontrole sahip olarak kazanabilirlerdi. Bu yeni “esnek” alanı tanımlayan şirket Uber’di. 2009’da özel şoför kiralama alternatifi olarak başladı, fakat neredeyse herkesin sektöre uygulanan düzenlemelerin ardından dolanarak sürücü olmak için kaydolmasına olanak vererek taksi endüstrisini hızla ele geçirdi.

Bu şirketler etraflarını paylaşım ve ortaklık laflarıyla çevrelediler ama gerçek şu ki, önemli bir istisna dışında onlar da diğer hepsi gibi birer şirketti; daha fazla müşteri getirdiklerini gösterebildikleri müddetçe yıllarca para yeme özgürlüğüne sahiplerdi. Bu büyüme uğruna, hizmeti sağlayan işçilerden, güvendikleri diğer şirketlere kadar yararlanabildikleri herkesten yararlandılar.

Kolaylık sömürüyü nasıl görünmez kıldı?

İste gelsin ekonomisini güçlendiren hizmetler, tüketici açısından harika görünüyordu; nispeten uygun fiyatlıydılar, inanılmaz düzeyde kullanışlıydılar ve doğrudan telefondan erişilebilirlerdi. Fakat pazarlama ve tasarımlarıyla, hizmetin nasıl sunulduğunu ve bunun çalışanlar ve daha geniş toplam için ne anlama geldiğini de gizlediler.

İste gelsin ekonomisi, çok geçmeden uygulama tabanlı hizmetlerin çok ötesinde gelişme kaydetti. Kendi teslimat ağını kuran Amazon, Prime üyelerine hızlı teslimat sunarak bunun önemli bir parçası haline geldi. Ancak altyapısı emek sömürüsüne bağlıydı: Amazon’un ABD’deki depo çalışanları, sektör ortalamasının neredeyse iki katı bir oranda ciddi yaralanmalar yaşarken, ücretleri rakiplerin sunduklarının çok altında. Tuvalet molası verememeyle ilgili şikayetler var: Şirketin teslimat çalışanları, teslimat hedefleri çok yüksek olduğu için şişelere işemek ve hatta poşetlere dışkılamak zorunda kaldıklarını bildirdi. Bu, kolaylığın bedellerinden sadece biri.

Uber Eats ve Deliveroo gibi yemek dağıtım hizmetleri, yalnızca düşük ücretli işçilere değil, aynı zamanda teslim ettikleri yiyecekleri hazırlamayan restoranlara da bel bağlıyor; sonuç olarak, özellikle pandemi döneminde daha fazla müşteri uygulama tabanlı hizmetlere yöneldikçe, restoranlar menülerini bunlar üzerinden sunmak zorunda kaldı. Şimdiye değin teslimat hizmetleri daha fazla müşteri kazandıkça, bazen toplam maliyetin yüzde 40’ına varan daha yüksek teslimat ücretleri alma gücü kazandılar. Ücretler arttıkça birçok restoran fiyatlarını yükseltmek veya tamamen kapanmak zorunda kaldı.

İste gelsin ekonomisi, kamu yararına hizmet ediyormuş gibi pazarlansa da, durum hiçbir zaman tam anlamıyla böyle olmadı. Hizmetler, çok çalışan profesyonellerin ihtiyaçlarını karşılamak için tasarlandı ve bu nedenle her zaman, işleri üzerinde çok az kontrole sahip olan, oldukça düşük ücretler alan ve genellikle işçi statüsünün hak ve avantajlarından mahrum bırakılan güvencesiz işçilerin emeğinden yararlanarak orantısız bir şekilde varlıklı bir insan grubuna hizmet ettiler.

Bunu 2015’te Smiley de görmüştü; “Her şeyin iste gelsin olduğu yeni dünyada, ya şımartılmış, tecrit edilmiş bir kraliyet mensubusunuz ya da yirmi birinci yüzyılın bir hizmetkarısınız” gözlemini yapmıştı. Zenginler her zaman yapmak istemedikleri işleri yapacak bir dizi personele sahip oldular ama iste gelsin hizmetleri, görece daha varlıklı insan grubunun da yaşam savaşı veren ve büyümekte olan işçi sınıfından yararlanarak ev işlerini daha kolay bir şekilde yapmasına olanak sunmayı vaat etti. Ancak bu süreçte şirketler etrafımızdaki dünyayı da dönüştürmeye başladı.

Etkileşim sirkülasyonunu kırmak

Pandeminin ilk aşamalarında, birçok insan Kovid-19’un yayılımını en aza indirmek adına evde kalmaları talimatı verildiği için “kapanmıştı”. Ama herkes bu lükse sahip değildi. Sağlık, ulaşım ve süpermarket çalışanları hayati kabul edildi, ancak teslimat çalışanları zaruri bir işi yerine getirirken her zaman aynı takdiri görmediler. Ekonomi yavaşladıkça ve insanlar işlerini kaybettikçe, daha fazla insan başlarını sokacakları bir çatı ve masada yiyecek bulundurmak için ihtiyaç duydukları parayı bulmak üzere uygulamalara akın etti. Smiley’in 2015’te hakkında yazdığı dinamik daha da pekişti ve bunu mümkün kılan iste gelsin hizmetleri hayatımıza daha da yerleşti.

2021’in ilk üç ayında, insanların Kovid’e yakalanma riskiyle karşı karşıya kalabilecekleri mahallelerindeki dükkanlara gitmek yerine online alışverişe yönelmesiyle Amazon’un satışları 2020’nin aynı dönemine göre yüzde 44 arttı. Fakat bu tehdit ortadan kalksa bile, çevrimiçi alışveriş yapmaya alışan insan sayısı arttı ve buna muhtemelen gelecekte de devam edecekler. Bugün ekonomimizde enflasyona neden olan tedarik zinciri kaosu, mal ve hizmetlerin nasıl sağlandığını yeniden düzenleme süreciyle yakından ilişkili.

Ve bu daha başlangıç. Şirket, Amazon Go ve Fresh mağazalarında yıllarca kasiyersiz alışverişi test ettikten sonra, ABD’de bazı Whole Foods mağazalarında “Yürü Geç” sistemini uygulamaya başladı. Amaç, insan kasiyer veya kasada ödemenin yerine, aldığınız her ürünü izleyen ve ardından mağazadan çıktığınızda Amazon hesabınıza ücretlendiren bir gözetim sistemi koymak.

Mağazada yaptığınız her şeyi izleyen sıra sıra kameraları ve Amazon’un satın alma işlemlerinizi takip etme imkanını görmezden gelmeyi seçecek olursanız, bu yine albenili ve kullanışlı gelebilir. Ama aynı zamanda ayrımcı. Teknolojiyi düzgün bir şekilde kullanmak için internet bağlantısı olan bir akıllı telefona ve bununla bağlantılı bir ödeme yöntemine [genellikle kredi kartı] sahip bir Amazon hesabına ihtiyacınız var. Amazon, 2021’nin mart ayında Ealing’deki Fresh mağazalarından birinin açılışını yaptığı zaman Independent, yaşlı bir adamın içeri girmeye çalıştığını, ancak gerekli adımlar anlatıldıktan sonra, “Kahretsin” diye yanıt verdiğini aktarmıştı.

[Teknoloji şirketleri tarafından kabul edilemez bir sirkülasyon biçimi olarak kabul edilen] insan etkileşimini ortadan kaldırma arzusu, İnsanlar hala perde arkasında rafları stoklamak, çevrimiçi siparişleri almak veya yiyecekleri teslim etmek için çalışırken bile, bu yeniliklerin çoğunun merkezinde yer alıyor. Pandemi sırasında pek çok şirket, müşterilerin insan çalışanla etkileşime girmekten tamamen kaçınması için temassız teslimat bile başlatmıştı.

Teslimat uygulamalarının restoranların ekonomisini nasıl değiştirdiği göz önüne alındığında, “karanlık mutfaklar”, yani oturma, hatta müşterilere içeri girip sipariş verme seçeneği sunmayan restoranlar yaratmak için de artan bir baskı var. Tamamen teslimat uygulamalarına hizmet etmek için tasarlandılar ve insanların sipariş vermesi için dışarıda yemek yemeye daha az zaman ayırmalarını sağlama imkanı sunuyorlar. Bu süreç, sonunda büyük olasılıkla birçok paket servisi olan restoranın vitrin konumlarını terk etmesine yol açacak, ana caddelerimiz ve yediklerimizi üreten yerlerle olan ilişkimiz daha da dönüşecek.

Geleceği kim şekillendirecek?

Sağcılar genellikle kamu yatırımlarını savurgan ve yozlaşmış olmakla eleştirir, fakat gerçek şu ki, devletin çekilmesi tertemiz bir “serbest” pazarı değil, ekonomiyi şekillendirmekten sorumlu zengin, güçlü ve nihayetinde sorumsuz insanları beraberinde getirdi.

İste gelsin ekonomisi, ister ekonomik olarak rasyonel ister sosyal olarak adil olsunlar, teknoloji endüstrisinin güçlü aktörlerinin fikirleriyle uyumlu olacak şekilde, yaşamımızın önemli yönlerini yeniden biçimlendirmeye dönük ortak bir çabayı temsil ediyor. Bu arada, her zamankinden daha fazla kontrolü ellerine bırakmak gibi güzel bir tesadüfe de sahip [Karanlık mutfaklar konusunda, bu vizyonu zorlayan önde gelen insanlardan birinin Uber’in kurucu ortağı ve eski CEO’su Travis Kalanick olması şaşırtıcı olmamalı.]

Önümüzdeki yıllarda önemli bir seçim yapacağız: Güçlü kapitalistlerin hayatlarımızı kendi çıkarları için şekillendirmelerine imkan vermeye devam mı edeceğiz yoksa kolektif geleceğimizi belirleme gücünü geri mi alacağız? Teknoloji endüstrisinin hayali, geri kalanımız adına bir kabus; hizmet görenler ve onların hizmetkarları arasında daha fazla ayrışmış, insan etkileşimindeki sirkülasyonunun yerini dijital arayüzlerin aldığı bir toplum inşa ediyor. Bu anti-sosyal bir gelecek ama durdurmak için hala zamanımız var.

DÜNYA BASINI

Karl Polanyi’nin başarısız devrimi

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: 1944’te Karl Polanyi, adını bugüne kadar taşıyan Büyük Dönüşüm’ü çıkardı. Otobiyografik olmasa da kitap Polanyi’nin yaşamından derin izler taşıyor. Viyana ve Budapeşte’de pek çok kişi gibi, o da büyük bir medeniyetin çöküşüne doğrudan tanıklık etti. Birinci emperyalist paylaşım savaşı sırasında Rusya cephesinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusunda görev yaptı. Sosyalist bir Yahudi olarak, sonrasında Avrupa’nın yıkılmasına neden olan zulümlerden kaçmak zorunda kaldı. O dönem, bize beşeriyetin en marazlı dönemi olan 20. yüzyılın en önemli siyasi ve iktisadi hikayelerinden biri olan Büyük Dönüşüm’ü verdi.


Karl Polanyi’nin başarısız devrimi

Liberal dünya düzeni bir kez daha çöküşte

Thomas Fazi

Unherd

27 Nisan 2024

Yirminci yüzyıl düşünürleri arasında, Karl Polanyi kadar etkileyici ve kalıcı bir iz bırakmış olan pek az isim bulunur. İktisat tarihçisi Charles Kindleberger, Polanyi’nin başyapıtı olan Büyük Dönüşüm için şu sözleri dile getirmişti: “Bazı kitaplar yok olmayı reddeder, suyun altına gömülürler ancak tekrar yüzeye çıkarlar ve orada kalmaya devam ederler.” Bu ifade, Polanyi’nin eserinin ne denli derin ve kalıcı bir etki bıraktığını vurgular. Üstelik, Polanyi’nin ölümünden 60 yıl, kitabın yayımlanmasından ise 80 yıl geçmiş olmasına rağmen, bu söz bugün bile güncelliğini koruyor. Zira toplumlar, kapitalizmin sınırlarıyla mücadele etmeye devam ederken, Büyük Dönüşüm muhtemelen şimdiye kadar kaleme alınmış en keskin piyasa liberalizmi eleştirisi olarak varlığını sürdürüyor.

1886’da Avusturya’da dünyaya gelen Polanyi, Almanca konuşan bir burjuva ailesinin çocuğu olarak Budapeşte’de büyüdü. Ailesi resmi olarak Yahudi kökenli olmasına rağmen, Polanyi erken yaşlarda Hıristiyanlığa —daha doğrusu Hıristiyan sosyalizmine— yöneldi. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, “kızıl” Viyana’ya taşındı ve burada prestijli ekonomi dergisi Der Österreichische Volkswirt’ün (Avusturya Ekonomisti) yayın yönetmenliğini üstlendi. Bu süreçte, Ludwig von Mises ve Friedrich Hayek gibi isimlerin savunduğu neoliberal ya da “Avusturyacı” iktisat ekolünün ilk eleştirmenlerden biri olarak tanındı. Nazilerin 1933’te Almanya’yı ele geçirmesinin ardından Polanyi’nin fikirleri toplumda dışlandı ve sonrasında 1940’ta önce İngiltere’ye, ardından da ABD’ye taşındı. Vermont’taki Bennington Koleji’nde ders verdiği dönemde, Büyük Dönüşüm adlı eserini kaleme aldı.

Polanyi, yaşamı boyunca büyük iktisadi ve sosyal dönüşümlere tanık oldu ve bu dönüşümleri izah etmek için yola çıktı. Avrupa’da 1815’ten 1914’e kadar süren “göreli barış” yüzyılının sonunu ve ardından gelen ekonomik kargaşayı, faşizmi ve savaşı gözlemledi. Kitabın yayımlandığı dönemde bile, bu çalkantılar devam ediyordu. Polanyi, bu çalkantıların izini sürerken, onları tek ve kapsayıcı bir nedene kadar takip etti; 19. yüzyılın başlarında piyasa liberalizminin yükselişi. Bu anlayış, toplumun kendi kendini düzenleyen piyasalar aracılığıyla organize edilebileceği ve bu şekilde organize edilmesi gerektiği inancını temsil ediyordu. Ona göre, bu inanç insanlık tarihinin büyük bir kesiminde ontolojik bir kopuştan ötesi değildi. Polanyi’ye göre, 19. yüzyıldan önce, insan ekonomisi her zaman toplumun içine “gömülüydü”; yerel politikaya, geleneklere, dine ve sosyal ilişkilere bağlıydı. Özellikle toprak ve emek, meta olarak değil, yaşamın kendisinin parçaları olarak ele alınırdı, bir bütünün ayrılmaz unsurları olarak ele alınıyordu.

Ekonomik liberalizm, piyasaların kendiliğinden düzenlendiği fikrini öne sürerek bu düşünceyi alt üst etti. Ancak sadece toplumu ve ekonomiyi yapay olarak iki ayrı alan olarak değil, aynı zamanda toplumun yaşamın kendisinin bu kendiliğinden piyasa mantığına tabi olmasını da savundu. Polanyi’ye göre bu, “toplumun piyasaya yardımcı bir unsur olarak işletilmesinden ötesi değildir. Ekonominin toplumsal ilişkilere gömülü olması değil, toplumsal ilişkilerin iktisadi sisteme gömülü olması söz konusudur”.

Polanyi’nin ilk itirazı ahlakiydi ve sıkı sıkıya Hıristiyan inançlarına dayanıyordu; insanlar, toprak ve doğa gibi yaşamın organik unsurlarını sıradan mallar olarak görmek ve satmak yanlıştır. Bu kavram, insanlık tarihinde toplumları yöneten “kutsal” düzeni ihlal eder. Polanyi, “[Emeği ve toprağı] piyasa mekanizmasına dahil etmek, toplumun özünü piyasa yasalarına tabi kılmak anlamına gelir,” diyordu. Aynı zamanda, “muhafazakâr sosyalist” olarak nitelendirilebilir; zira sadece dağıtım alanında değil, aynı zamanda toplumun yapısına zarar verdiği için piyasa liberalizmine karşı çıkmıştı. Polanyi, piyasa liberalizminin sosyal ve toplumsal bağları parçaladığını, bireyleri atomize ettiğini ve yabancılaşmış bireylerin ortaya çıkmasına neden olduğunu savunmuştu.

Bu, Polanyi’nin argümanının daha uygulamaya yönelik ikinci seviyesiyle ilgili: Piyasacı liberaller, ekonomiyi toplumdan ayırmak ve tamamen kendi kendini düzenleyen bir piyasa oluşturmak istemiş olabilirler ve bunu başarmak için büyük çaba göstermiş olabilirler ama bu projeler her zaman başarısız olmaya mahkûmdu. Bu öylece gerçekleşemezdi. Kitabın girişinde belirtildiği gibi: “Bizim tezimiz, kendi kendini düzenleyen bir piyasanın katı bir Ütopya olduğudur. Böyle bir kurum, toplumun insani ve doğal özünü korumadan uzun süre var olamazdı; insanı fiziksel olarak zarar görür ve çevresini bir çöl haline getirirdi.”

Polanyi’ye göre, insanlar dizginsiz piyasaların yıkıcı sosyal sonuçlarına karşı her zaman tepki gösterecek ve ekonomiyi bir dereceye kadar kendi maddi, sosyal ve hatta “manevi” isteklerine yeniden tabi kılmak için mücadele edeceklerdir. Bu, onun “çifte hareket” argümanının temelidir: Ekonomiyi toplumdan ayırmaya yönelik girişimler, direnişe yol açtığı için, piyasa toplumları sürekli olarak iki karşıt hareket tarafından şekillendirilir. Piyasanın kapsamını sürekli genişletme hareketi ve bu genişlemeye direnen karşı hareket, özellikle emek ve toprak gibi “hayali” metalar söz konusu olduğunda belirgindir.

Bu, Polanyi’nin kapitalizmin yükselişine dair ortodoks liberal açıklamayı parçalayan eleştirisinin üçüncü seviyesine yönlendirir. Esasında, toplumların doğal düzenini bozmaya yönelik bir girişimi temsil eden piyasa ekonomisinin doğal hiçbir yanı yoktur; bu nedenle, asla kendiliğinden ortaya çıkamaz ve kendi kendini düzenleyemez. Aksine, rekabetçi bir kapitalist ekonomiye olanak tanıyan toplumsal yapı ve insan düşüncesindeki değişiklikleri zorlamak için devlete ihtiyaç vardır. Polanyi, devlet ile piyasa arasındaki ilan edilen ayrılığın bir yanılsama olduğunu söylemişti. Piyasalar ve meta ticareti tüm insan toplumlarının bir parçasıdır, ancak bir “piyasa toplumu” yaratmak için bu metaların daha geniş, tutarlı bir piyasa ilişkileri sistemine tabi olması gerekir. Bu da sadece devletin zorlaması ve düzenlemesiyle gerçekleştirilebilecek bir şeydir.

Laissez-faire’in doğal bir yanı yoktu; serbest piyasalar asla yalnızca kendi akışına bırakıldığında ortaya çıkmazdı. Laissez-faire planlanmıştı… [Bu] devlet tarafından dayatılmıştı,” diye yazıyordu. Polanyi, yalnızca piyasanın mantığına dayalı “daimî, merkezi olarak düzenlenen ve kontrol edilen müdahalelerdeki büyük artışa” değil, aynı zamanda piyasanın yıkıcı ve zarar verici etkilerine maruz kalan aileler, işçiler, çiftçiler ve küçük işletmeler gibi kesimlerin sırtladığı sosyal ve iktisadi maliyetlerin doğal bir tepkisi olan —karşı tepkiye— karşı koymak için devletin müdahalesine olan ihtiyaca da işaret ediyordu.

Başka bir ifadeyle, özel mülkiyetin korunması, egemen sınıfın farklı üyeleri arasındaki ilişkilerin denetlenmesi ve sistemin yeniden üretilmesi için gerekli hizmetlerin sağlanması için devlet yapılarının desteklenmesi, kapitalizmin gelişmesinin siyasi ön koşuluydu. Ancak paradoksal bir şekilde, piyasa liberalizminin işleyebilmesi için duyulan devlet ihtiyacı, aynı zamanda onun kalıcı entelektüel cazibesinin ana nedenidir. Zira tamamen kendi kendini düzenleyen saf piyasaların var olamayacağı gerçeğinden ötürü, çağdaş liberteryenler gibi savunucuları her zaman kapitalizmin başarısızlıklarının özünde “serbest” piyasaların eksikliğinden kaynaklandığını iddia edebilirler.

Oysa Polanyi’nin ideolojik hasımları olan Hayek ve Mises gibi neoliberaller bile kendi kendini düzenleyen piyasanın bir mit olduğunun gayet farkındaydı. Quinn Slobodian’ın ifadesiyle, amaçları “iktisadi” olanı “siyasi” olandan yapay olarak ayırmak için devleti kullanarak “piyasaları özgürleştirmek değil, onları kuşatmak, kapitalizmi demokrasi tehdidine karşı aşılamaktı”. Bu bağlamda, piyasa liberalizmi ekonomik yanı kadar siyasi bir proje olarak da görülebilir: 19. yüzyılın sonlarından itibaren, genel oy hakkının genişletilmesinin bir sonucu olarak kitlelerin siyasi arenaya girmesine yanıt olarak ortaya çıkmıştı, ki bu, dönemin militan liberallerinin çoğunun şiddetle karşı çıktığı bir gelişmeydi.

Bu proje, sadece ulusal ölçekte değil, aslında zorunlu olan ancak kendi kendini düzenlediği iddia edilen piyasa mantığını uluslararası iktisadi ilişkilere yaymayı amaçlayan altın standardının oluşturulması yoluyla uluslararası düzeyde de devam etti. Bu, ulusa devletlerin —ve yurttaşlarının— iktisadi işlerin yönetimindeki rolünü azaltma çabalarının erken bir küreselci girişimdi. Altın standardı ulusal iktisadi politikaları küresel ekonominin esnek olmayan kurallarına etkin bir şekilde tabi kılmıştı. Ancak aynı zamanda iktisadi alanı, oy hakkının yayıldıkça Batı’da artan demokratik baskılardan korurken emeği disipline etmek için de son derece etkili bir araç sağladı.

Ancak altın standardı, toplumlara ağır deflasyonist politikalar biçiminde o kadar büyük maliyetler yükledi ki, sistem tarafından oluşturulan gerilimler sonunda doruğa ulaştı. Öncelikle 1914’te uluslararası düzenin çöküşüne tanık olduk, ardından Büyük Buhran’ın ardından bir kez daha. Bu son hadise, uluslar küresel “kendi kendini düzenleyen” ekonominin zararlı etkilerinden korunmanın çeşitli yollarını —faşizmi kucaklamak da dahil— ararken dünyanın şimdiye kadar tanık olduğu en büyük anti-liberal karşı hareketini tetikledi. Bu bağlamda Polanyi’ye göre İkinci Dünya Savaşı, küresel ekonomiyi piyasa liberalizmi temelinde düzenleme teşebbüsünün doğrudan bir sonucuydu.

Kitap basıldığında savaş hala devam ediyordu, Polanyi yine de iyimserliğini korudu. Önceki yüzyılda dünyayı sarsan derin dönüşümlerin nihai “büyük dönüşüme” —ulusal ekonomilerin yanı sıra küresel ekonominin de demokratik siyasete tabi olması— zemin hazırladığına inanıyordu. Bu sistemi “sosyalizm” olarak adlandırdı, fakat bu terim, ana akım Marksizm’den kayda değer ölçüde farklıydı. Polanyi’nin sosyalizmi sadece daha adil bir toplumun kurulması anlamına gelmiyordu, aynı zamanda “Batı Avrupa’da her zaman Hıristiyan gelenekleriyle ilişkilendirilen, toplumu belirgin bir şekilde insani bir ilişki haline getirme çabasının devamı” idi. Bu bağlamda, demokratik siyasetin uygulanmasının ön koşulu olarak ulus devlet olan “egemenliğin bölgesel karakterini” de vurguladı.

Polanyi’ye göre, devletin daha büyük bir rol oynaması için kesinlikle baskıcı bir biçimde hareket etmesi gerekmez. Tam tersine, insanları piyasanın acımasız mantığından kurtarmanın “sadece birkaç kişi için değil, herkes için özgürlüğe ulaşmanın” —yani insanların sadece hayatta kalmakla kalmayıp yaşamaya başlamaları için özgürlüğün— ön koşulu olduğunu savundu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında benimsenen refah kapitalizmi ve sosyal demokrat sistemler, mükemmel olmasalar da bu yönde atılmış bir adımı temsil ediyorlardı. Emek ve sosyal yaşamın kısmen metalaştırılmasının yanı sıra, toplumları küresel ekonominin baskılarından korurken uluslararası ticareti kolaylaştıran bir uluslararası sistem oluşturdular. Polanyen terimlerle ifade edecek olursak, ekonomi bir dereceye kadar topluma “yeniden gömüldü”.

Ancak, bu durum, kapitalist sınıfın yeni bir karşı hareketini beraberinde getirdi. Seksenli yıllardan itibaren, piyasa liberalizmi doktrini neoliberalizm, hiper-küreselleşme ve ulusal demokrasi kurumlarına yönelik yeni bir saldırı biçimi olarak canlandırıldı, hepsi devletin aktif desteğiyle gerçekleşti. Aynı dönemde, Avrupa’da altın standardının daha radikal bir versiyonu olan avro oluşturuldu. Ulusal ekonomilere bir kez daha deli gömleği giydirildi. Piyasa liberalizminin önceki biçimlerinde olduğu gibi, bu eski-yeni düzen de işçilerin yoksullaşmasına ve endüstriyel kapasite, kamu hizmetleri, kritik altyapılar ve yerel toplulukları mahvetti. Polanyi, bir tepkinin kaçınılmaz olduğunu iddia ederdi ve sahiden de 2010’ların sonlarından itibaren bu tepki geldi ama son on yılın popülist ayaklanmaları da bu düzenin yerine yeni bir düzen getiremedi.

Nihayetinde, bir asır öncesinde olduğu gibi, “uluslararası liberal düzenin” içsel çelişkileri, sistemin bir kez daha çökmesine ve uluslararası gerilimlerin dramatik bir şekilde artmasına neden oluyor. Eğer Polanyi bugün yaşasaydı, muhtemelen kitabını yayınladığı dönemde olduğu kadar iyimser olmazdı. Şu anda kesinlikle bir başka “büyük dönüşümün” içindeyiz ama bu, öngördüğü demokratik, iş birliğine dayalı uluslararası düzenden daha da uzak bir geleceği müjdelemiyor olabilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Nijer ve Cezayir arasındaki göçmen krizi alevleniyor

Yayınlanma

Cezayir, ülkesindeki yasadışı göçmenleri yıllardır Nijer’e sınır dışı ediyor. Sınır dışı edilen göçmenler, Cezayir sınırından sonraki ilk Nijer yerleşim bölgesi olan Assamaka’ya ulaşabilmek için Sahra Çölü’nde 15 kilometrelik bir yolu yürüyerek geçmek zorunda kalıyor. Cezayir hükümetinin ve güvenlik güçlerinin bu uygulamaları sınır dışı edilen göçmenlerin hayatlarını riske atıyor.

Cezayir’in bu uygulaması, daha önce iki ülke arasında gerilime neden olmuştu. Ancak Cezayir’in Nijer’e sınır dışı ettiği yasadışı göçmen yasasında bu yıl yaşanan artış iki ülke arasındaki gerilimi alevlendi.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız haber son dönemde iki ülke arasında göç nedeniyle yaşanan gerilime ışık tutuyor:

***

Nijer ve Cezayir yasadışı göçmenler konusundaki anlaşmazlıkları ortaya koyuyor

Nijer, Cezayir’i AB’ye giden Nijeryalıları çöle geri göndererek kötü muamelede bulunmakla suçluyor. Cezayir ise Nijer’i yasadışı göçün önünü açmakla itham ediyor. Her iki taraf da geri adım atmıyor.

RABIA KHREIS

Cezayir ile güney komşusu Nijer arasındaki ilişkiler, Temmuz 2023’teki Nijer askeri darbesinden önce oldukça iyiydi. O zamandan bu yana ilişkiler bozuldu.

Bu ayın başlarında ilişkiler daha da kötüleşerek kamuoyuna açık bir atışmaya dönüştü ve öfkeli açıklamalar yapıldı.

3 Nisan’da Nijer’in başkenti Niamey’deki askeri yönetim, Cezayir’in binlerce yasadışı göçmeni Cezayir’den çıkarıp Nijer sınırlarındaki çöle taşıma ve bırakma uygulamasına ateş püskürdü.

Açıklamada, “Nijer, son zamanlarda Tamanrasset’te (Güney Cezayir) ikamet eden ve aralarında çok sayıda Nijerlinin de bulunduğu Sahra Altı Afrikalıları hedef alan, onların fiziksel bütünlüklerini ve mal güvenliğini hiçe sayan geniş çaplı polis baskınlarını kınamaktadır” denildi.

Göç ve geri dönüşler

Rakamlar geri dönüşlerin arttığını gösteriyor. Örneğin 2023 yılının ilk üç ayında Cezayir, çoğu sınıra yakın bir kasaba olan Assamaka’ya olmak üzere 7.000’den fazla yasadışı göçmeni geri gönderdi.

Ancak 2024 yılının ilk üç ayında 17.000’den fazla göçmen sınır dışı edildi. 2023’ün tamamında 26.000 geri dönüş olmuştu. Mevcut oranla bu sayının gölgede kalması bekleniyor.

Nijer’in yaklaşık 25 milyonluk bir nüfusu var. Dünya Bankası’na göre, son iki yıldaki artan enflasyon nedeniyle bunların 14.1 milyonu artık “aşırı yoksulluk” içinde yaşıyor ve nüfusun %17’si insani yardıma ihtiyaç duyuyor.

Bu durum karşısında pek çok kişi, Nijer ve Cezayir arasındaki 620 millik çöl sınırını geçerek kuzeye yöneliyor. Amaçları Akdeniz kıyısına ulaşmak ve oradan da bir tekneyle Avrupa’ya geçmek.

Her yıl on binlerce Nijerli Cezayir’e geçiyor. Bu durum Cezayir için büyük bir güvenlik sorunu teşkil ediyor.

Birçok Cezayirli, devletin cihatçı bir isyanla mücadele ettiği ‘Kara On Yıl’ı (1991-99) hala dehşetle hatırlıyor. Milisler ve katliamlar yıllarca günlük bir gerçeklik haline geldi. Ülke iç savaşa sürüklenirken tahminen 150.000 kişi öldürüldü. Bunun tekrarlanmamasına karşı önlem en önemli öncelik olarak görülüyor.

Darbeye karşı

Cezayir hükümeti Niamey’deki darbe liderleriyle zaten anlaşmazlık içindeydi ve şimdi onların, insanları sınırdan geçmeye teşvik ettiğinden şüpheleniyor.

25 Kasım 2023’te Nijerli General Abdurrahman Tchani göçmen kaçakçılığını suç sayan 2015 tarihli bir yasayı yürürlükten kaldırdı.

Aynı zamanda, Avrupa Birliği’nin talebiyle yürürlüğe konan bu yasa kapsamında mahkûm olan herkesi tahliye etti.

Altı ay boyunca komşular arasında kaynayan bir gerilim olan bu durum, karşılıklı suçlamalar ve eleştirilerle kamuoyunda büyük bir tartışmaya dönüştü.

Nijer, sınır dışı etme uygulamasını protesto için Cezayir Büyükelçisini çağırdı. Sadece iki gün sonra Cezayir de aynı şekilde karşılık verdi.

Nijer, Sahel’de yakın zamanda askeri bir darbe ile hükümeti devrilen tek ülke değil. Burkina Faso ve Mali de benzer bir durumda. Analistler, bu yeni askeri yönetimlerin Washington ve Paris’i terk edip Moskova, Pekin ve belki de Tahran’a yöneleceğini söyledi.

Cezayir’in motivasyonları

Cezayir’deki Jijel Üniversitesi’nde siyaset dersleri veren Abdul Raouf Kachout, Cezayir’in yıllardır Sahel’den gelen göçmenleri geri gönderdiğine dikkat çekti.

“Cezayir makamları daha önce de göçmenleri geri göndermek için aynı prosedürleri uygulamış ancak Niamey makamları buna itiraz etmemişti. Yasadışı göçmenlerin ülkelerine geri gönderilmesi de BM yönetmeliklerine tabi egemen bir eylem” dedi.

Kachout, Cezayir’in bunu yapmak için “kendi nedenleri ve motivasyonları” olduğunu ve “yasadışı göçün şu anda Cezayirlilerin istikrarını ve iç barışını önemli ölçüde etkilediğini çünkü ülkenin benzeri görülmemiş yasadışı göçmen akışına tanık olduğunu” sözlerine ekledi.

Cezayir İçişleri Bakanlığı’nın göçmenlik departmanında eski bir yetkili olan Hassan Qasmi, geçen günlerde devlet radyosuna verdiği demeçte Nijer’in “Güney Cezayir’i göçmenlerle doldurma planını” kınadı.

Gerilimi tırmandıracak bir dille bunu “Cezayir’e düşman çevreler ve ülkeler tarafından karanlık odalarda hazırlanan kurnaz bir plan” olarak niteledi.

Qasmi, amacın “güneydeki sınır şehirlerinin demografisini değiştirmek olduğunu” söyledi ve “yabancı kuruluşların 8 milyon göçmeni yeniden yerleştirme çabalarına” atıfta bulundu.

Tüm bunların yılda yaklaşık 1 milyar dolar değerindeki karlı kaçakçılık işiyle bağlantılı olduğunu öne sürdü.

O ve diğerleri askeri yönetim ile kaçakçılar arasında işbirliği bağlantıları olabileceğini düşünüyor ve Kasım 2023’te Nijer’in kaçakçılıkla mücadele yasasını iptal etme kararına işaret ediyor, ancak bu suçlamalar doğrulanmış değil.

Yeni strateji gerekli

Cezayirliler için artık Nijer ve Mali sınırlarındaki izleme merkezlerinin ve kontrol noktalarının sayısının artırılması ve ordu, polis ve sınır muhafızları arasındaki işbirliği ve koordinasyonun geliştirilmesi gerekiyor.

Cezayir’de diplomatlar ve dış politika analistleri son aylarda Sahel planlarını gözden geçiriyorlar. Ne Nijer’deki askeri yönetimi kabullenmek ne de Nijer’in devrik demokratik liderliğini geri getirmek için savaşa girmek istiyor.

Son yıllarda Cezayir, Nijerya’dan Cezayir’in Akdeniz kıyılarına uzanacak Trans-Sahra Doğalgaz Boru Hattı inşa etmek amacıyla Nijer ile daha güçlü bağlar kurmaya çalışmıştı.

Cezayir’in batı komşusu Fas’la da ilişkiler gergin durumda. 1963’te toprak yüzünden savaşa giren ikilinin bugünlerde diplomatik teması sınırlı.

Yıllar boyunca Fas, Cezayir’i İslamcı saldırılardan Cezayir ise Fas’ı uyuşturucu akışından sorumlu tuttu.

İki ülke ayrıca ihtilaflı Batı Sahra bölgesinde de karşı karşıya geldi. Fas bu konuda hak iddia ederken, Cezayir de hak iddia eden yerli grupların temsilcilerini destekliyor.

Nijer’le yaşananlar talihsizlik ama Cezayir’in liderleri askeri yönetim ile yaşamayı öğrenmek zorunda kalacaklarını biliyor. Göçmenlerle yaşamayı öğrenmek daha zor olabilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Üniversite eylemleri ABD seçimlerini nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

ABD genelinde 50’den fazla büyük üniversitede Filistin’e destek için öğrenci eylemleri devam ediyor ve polisin son iki haftada aralarında bazı öğretim görevlileri de dahil 1000’den fazla öğrenciyi gözaltına aldığı belirtiliyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz bu eylemlerin kasım ayındaki ABD Başkanlık seçimlerini nasıl etkileyeceğine dair öngörüde bulunulurken eylemlerin 1968 Vietnam savaşı karşıtı eylemlerle benzerlik ve farklılıklarına mercek tutuyor.

***

ABD’deki Filistin yanlısı öğrenci protestoları Biden’ı yaralamadan bırakmayacak

Öğrenci göstericilere yönelik baskılar devam ederken, bu gösterilerin başkanlık seçimlerine etkisi de giderek belirginleşiyor.

James Zogby

ABD’deki üniversite öğrencilerinin, Amerika’nın İsrail’in Gazze’deki savaşına verdiği desteği protesto eden gösterileri hızla yayılıyor. 200’den fazla kampüste sürekli gösteriler yapılıyor. Son zamanlarda öğrenciler bazı kampüslerin merkezinde protesto çadırları kurmaya başladılar. Bu durum geçen hafta New York’taki Columbia Üniversitesi’nde başladı. On gün sonra neredeyse dört düzine üniversitede çadırlar kuruldu.

En çarpıcı olan sadece bu gösterilerin yayılma şekli değil, aynı zamanda gösterilere katılan öğrencilerin inanılmaz çeşitliliği oldu. Elbette Arap-Amerikalı öğrenciler de var ama onlara her ırktan ve inançtan öğrenciler de katıldı.

Protestocular barışçıl olmalarına rağmen kasıtlı olarak rahatsız ediciydiler. Zaman zaman kampüsün merkezi yerlerini işgal ettiler. Göstericilerin alışkın olduğu üzere slogan da attılar. Yine de protesto alanlarını ziyaret eden saygın gözlemcilerin de belirttiği gibi, protestolar barışçıl ve düzenli bir şekilde gerçekleşti.

Cumhuriyetçi kongre liderleri ve birkaç İsrail yanlısı Yahudi örgütünün kışkırtmasıyla, bu gösterileri antisemitik ve Yahudi öğrencilerin güvenliğine yönelik bir tehdit olarak gösterme çabası var. Kongre üyeleri bunu benimsediler, bunu bir ihtilaf konusu olarak kullandılar ve protestocu öğrencileri İsrail karşıtı grupların tutsağı olan liberal elitler olarak tasvir ettiler.

Protestocu öğrencilerin liderleri, ateşkes ve Gazze’deki soykırıma son verilmesi taleplerini disiplinli ve etkili bir şekilde dile getirdiler. Birçoğu ayrıca üniversitelerine İsrail’in savaş çabalarına katkıda bulunan kuruluşlardan fonlarını çekmeleri çağrısında bulundu.

Hem Cumhuriyetçi liderler hem de küçük ama etkili bir grup Yahudi lider, kendi platformlarını kullanarak bazı öğrencilerin kullandığı sloganların özünde Yahudi karşıtı olduğunu defalarca savundular. Örneğin, “nehirden denize, Filistin özgür olacak” sloganının aslında İsrail’deki Yahudilere karşı soykırım yapma çağrısı olduğunu söylediler. Yakın zamanda tam da bu noktaya değinen bir Kongre kararını kabul ettiler. Öğrencilerin Filistinlileri desteklemek için kullandıkları sloganların bu şekilde kasıtlı olarak çarpıtılmış yorumlarını kullanarak bazı üniversite rektörlerine istifa etmeleri için baskı yaptılar ve diğerlerinin hayatını zorlaştırdılar.

Göz ardı edilen şey, çadırların çoğunda protestocuların orantısız bir şekilde büyük bir kısmının Yahudi öğrencilerden olduğu. İronik bir şekilde, bir Yahudi lider Columbia Üniversitesi’ndeki Yahudi öğrencilere evlerinde kalmalarını ve kampüse gelmemelerini tavsiye ederken ve New York valisini kampüste düzeni sağlamak için Ulusal Muhafız birliklerini çağırmaya davet ederken, kamp yerindeki Yahudi öğrenciler arasında Hamursuz Bayramı kutlanıyordu.

Daha sonra New York polisine kampı dağıtması için kampüse girmesi emredildi. Bunu, barışçıl protestoculara karşı rahatsız edici düzeyde şiddetin (göz yaşartıcı gaz, plastik mermi, şok tabancası ve copla dayak) kullanıldığı Teksas, Kaliforniya ve Georgia’daki benzer polis müdahaleleri izledi.

Polisin, seçilmiş yetkililerin ve üniversite yöneticilerinin müdahaleleri, öğrencilerin protestoları sürdürme kararlılığını azaltmak yerine daha da körükledi. Böylece çadırların zorla dağıtılmasından bir gün sonra öğrenciler geri dönerek protesto alanlarını yeniden kurdular.

Gençlerin öfkesi sadece İsrail’in Gazze’deki tutumuna değil, aynı zamanda Biden yönetiminin bu savaşın devamına izin vermesine de yöneliyor ve üniversite kampüslerindeki bu protestoların gidişatı, seçim yılında Başkan için iyiye işaret değil.

Bu konuda 1968 Vietnam Savaşı karşıtı protestolarla ve bu protestoların Demokratların başkanlığa mal olmasında oynadığı rolle kıyaslamalar yapılıyor. Hem o dönemdeki hem de şimdiki protesto siyasetinin bir katılımcısı olarak benzerliklerin yanı sıra bazı önemli farklılıklara da tanıklık edebilirim.

Vietnam, televizyonda yayınlanan ve Amerikan evlerine giren ilk savaştı. Amerikalılar napalm bombasının siviller üzerindeki etkisini gördü ve mahkumlara işkence yapıldığını öğrendi. Savaşa karşı olanların ahlaki veya siyasi nedenlerle muhalefeti dışında, gençlerin askerlik hizmetine kayıt olmalarını gerektiren ulusal askerlik endişesi gibi daha kişisel ve rahatsız edici bir neden de vardı.

Vietnam dönemi aynı zamanda sivil haklar, çevresel kaygılar, kadın hakları ve benzeri birçok başka protesto hareketinin ortaya çıkışına tanıklık eden geniş bir ulusal mayalanma dönemiydi. Bu farklı hareketlere katılımda sınırlı bir örtüşme vardı.

Bugün durum farklı. Kadın hakları, siyahların güçlendirilmesi, çevresel adalet ve şimdi de İsrail’in Gazze’deki savaşına karşı çıkan hareketler arasında önemli bir örtüşme var. Sosyal medyanın da etkisiyle, kardeşim John Zogby’nin “ilk küreseller” dediği bugünün gençleri Gazze’deki savaşı kesintisiz, yakından ve kişisel olarak deneyimliyor ve gördüklerinden derin rahatsızlık duyuyorlar.

1960’larda kampüslerde Vietnamlı öğrenciler yoktu, ancak bugün güçlenmiş ve örgütlenmiş Arap-Amerikalı ve ilerici Amerikalı-Yahudi öğrenciler İsrail’in Gazze savaşına karşı muhalefeti harekete geçirmede başı çekiyorlar: İlk grup “Bizim halkımıza değil” derken ikincisi de şöyle diyor: “Bizim adımıza değil.” Kendilerinin de içinde yer aldığı diğer hareketlerde müttefikler buldukları için savaş karşıtı çaba büyüdü.

Tüm bunlar olurken, Biden Beyaz Saray’ı çok endişeli gözükmüyor, kasım ayında Donald Trump’ı yenip bu fırtınayı atlatacaklarına ikna olmuş gibi duruyorlar. Başkan’ın genç ve “azınlık” seçmenler arasında destek kaybettiğini gösteren anketleri görmezden geliyorlar. Bu tehlikeli bir hesap hatası. Çeşitli eyaletlerdeki ön seçimlerin de gösterdiği gibi, Başkan’ın yeniden seçilmesi için ihtiyaç duyduğu destek kan kaybediyor. Ve eylemci öğrencilere yönelik baskılar devam ettikçe bu muhalefet daha da güçleniyor.

Eğer savaş birkaç ay daha sürerse ve bu yaz Chicago’da düzenlenecek Demokratik Kongre’deki sahne 1968’deki gibi kötü olursa, birçok genç seçmenin Biden’a oy vermekte zorlanacağı açık. Trump’a da oy vermeyecekler. Muhtemelen ya üçüncü partiye yönelecek ya da hiç oy kullanmayacaklar.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English