Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Amerikan seçimine ayarlı Ukrayna projesi; krizin Avrupalılaşması, Avrupa’nın krizi

Yayınlanma

Rusya Federasyonu’nun Ukrayna iç savaşına müdahalesinin üçüncü yılına; siyasi, ekonomik ve askeri cephelerde küresel jeopolitiği sallayan bir konjonktürle giriliyor. ABD’deki Joe Biden yönetiminin izlediği ‘büyük güç stratejisi’; Soğuk Savaş’ın galibi Batı bloğunun hegemonyasını daha önce hiç görülmemiş bir biçimde sarsıyor.

İki yıldır İngilizce medyadan dünya kamuoyuna boca edilen gerçekliği şüpheli iyimserlik hali artık yok. İşin aslı, Batı cephesinde tam bir ‘panik havası’ var.

ABD’nin Avrupa kanadıyla birlikte yürüttüğü ‘Ukrayna projesi’, ‘büyük güç rekabeti’ ve kolektif Batı’nın neoliberal küresel hegemonyasından bağımsız anlaşılamaz. O zaman taşları yerli yerine oturtalım.

21. YÜZYILIN JEOPOLİTİĞİ VE UKRAYNA DİNAMİĞİ

21. yüzyıl Çin’in ekonomik, teknolojik ve askeri güç olarak yükselişiyle anılırken; Ukrayna çatışması, büyük güçlerin ilişkileri ve rekabetlerine yeni ve negatif bir dinamizm ekledi.

Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi, malum, dünyada yerini alabilecek tek güç olarak Çin’i görüyor. Bu bakış strateji belgesinde “Çin Halk Cumhuriyeti, uluslararası düzeni yeniden şekillendirme kapasitesine sahip tek rakip güçtür ve bunu ekonomik, diplomatik, askeri ve teknolojik olarak yapabilme kapasitesi giderek artıyor” diye açıkça tarif ediliyor.

ABD ilkin, Asya jeopolitiğinde asıl hedefi bakımından da önemli olan daha zayıf ikinci jeopolitik rakibi, Rusya Federasyonu’na hamle yaptı. Ukrayna çatışmasının hedefi, Sovyetler Birliği’nin mirasçısı olan çok uluslu Rusya Federasyonu’nu etkisiz kılacak ve hatta parçalayacak bir süreci tetiklemek. Bu da; geniş ve doğal kaynak zengini bir coğrafyanın 1990’larda yarım kalan işe, yani neoliberal Batı’ya rahatça açılabilmesi için örgütlü bir devlet modeli ile başındaki siyasi kadrodan kurtulmakla ve siyasi hafızayı tümden silmekle mümkün görülüyor. Moda tabirle ‘rejim değişikliği’. Elbette kaynakların Batı’nın hayrına işletileceği bir ‘demokrasi’…

Rusya Federasyonu, Ukrayna iç savaşına tüm diplomatik çabalarının boşa çıkarılmasının ardından 8 yıl sonra müdahale etti. Bunun ilk sonucu da ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası düzeni bizzat tesis ettiği Avrupa’yla ilişkilerini tahkim etmesi oldu. Avrupalılar iki yıldır ABD stratejisinin arzulu uygulayıcısı. Avrupa’nın başını çeken Almanya, ekonomik gücünün en önemli girdisini sağlayan ucuz Rusya enerjisinden hızla vazgeçerek pek çok insanı şaşırttı. Hatta Biden yönetimi söz verdiği gibi Alman ekonomisinin stratejik altyapısı Kuzey Akım-2 boru hattını Eylül 2022’de imha ettiğinde bile sesi çıkarmayarak, fedakarlık boyutlarını sergilemiş oldu.

ABD’nin patronu olduğu NATO; Rusya ile uzun sınırı bulunan tarafsız Finlandiya’yı ve pratikte üyelikten farksız konumdaki İsveç’i de ittifaka eklemledi. Tabii hala süreci tamamlanmayan İsveç için Macaristan’ın onayı bu ay sonunda bekleniyor.

Ayrıca Avrupa kanadı, Asya’da da ABD jeopolitiğine hizmete gönüllü. Gelecekte Çin’le olası çatışmaya dahil olmayı da dışlamadıklarını bir kenara not etmeli. Japonya’da açılacak NATO irtibat ofisi eşliğinde gelecekte Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Kore ve Filipinler ile birlikte ‘Hint Pasifik’ ortaklığına dahil edecek bir müttefik ağı ile anlamak mümkün.

Batı’da kimileri ABD’nin Rusya’ya ilk vekalet saldırıyı başlatıp, ikincisini Tayvan üzerinden Çin’e yapmasını ‘akıllı strateji’ olarak görüyor. Ancak ‘iki cephede birden çatışmanın’ imkansızlığı değil ama zorluğu, Ukrayna çatışmasıyla daha görünür hale geldi.

İKNA EDİLEMEYEN ÇİN VE AMERİKAN CAYDIRICILIĞI

Çin liderliği, Ukrayna çatışmasına; Batı ülkelerinin son 30 yılda altını oydukları BM temelli uluslararası düzen bağlamında, küresel riskler üzerinden baktı ve ABD’nin asli hedefi olduğunun bilinciyle yaklaştı. Ukrayna krizinde Rusya’yı kınamayan Çin Dışişleri Bakanlığı’nın daha ilk açıklamasında meselenin ‘karmaşık tarihsel arka planı’ vurgusunun yer alması boşuna değildi.

İki yıllık süreç, tahmin edileceği üzerine Çin-Rusya’nın ilişkilerini pekiştirdi. Çin’in Rusya’yı ‘terk edeceğini’ iddia edenler, tıpkı Rusya kalesinin çabucak düşeceği tezlerinde olduğu gibi yanıldılar. Aksine iki ülke ‘çok kutuplu’ bir dünyanın inşası için elbirliği etti. Bunu yaparken kolektif Batı’nın hegemonya yitimine karşı tam gaz militarizme yönelmesi riskini algıladıklarından, ‘paktlaşmama’ vurgusunu titizlikle koydular.

Pekin; ABD ile ‘Tek Çin’ ilkesi temelli ilişkilerinin zayıflığının da ABD’nin 1979 tarihli Tayvan’la İlişkiler Yasasının ‘stratejik belirsizliğinin’ de ayırdında. Biden’ın “Çin saldırırsa Tayvan adasını savunuruz” temelli çıkışları, vekalet savaşının mühimmatına işaret ederken, Çin liderliğinin gardını yükseltmesine yaradı. İki yılda iki kez buluştuğu Biden ile elle tutulur bir diplomatik sonuç alamayan Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Tayvan’daki Çinlilerle ana karanın birleşmesinin doğasını defalarca ‘barışçı’ diye ifade ederken, sonunda ‘şiddetten kaçınmanın mümkün olmaması halinde gerekenin yapılacağını’ da vurgular oldu.

Biden selefi Donald Trump’ın Çin’e karşı açtığı gümrük savaşını ‘çip savaşıyla’ teknoloji cephesine taşımışken, Pekin’in tıpkı Moskova gibi ‘sabırlı bir diplomasi’ ile hamle yaptığı söylenebilir. Ve aslında Ukrayna çatışması, Çin için avantaja dönüştü. ABD engellemeleri Çinlilerin çip teknolojisindeki atılımlarını engellemek bir yana hızlandırdı. Çin stratejik teknolojik silahlanmada, hipersonik sistemler dahil giderek yetkinleşiyor. Donanmasını geliştiriyor. ABD Stratejik Kuvvetler Komutası’ndan sorumlu General Charles Richard’ın daha 2022 sonunda “Çin geliyor ve gemimiz batıyor” diye uyarmasını not etmeli.

Ne ki, Çin’i Rusya’yı desteklememe konusunda ikna edemeyen ABD, bugün Pasifik bölgesindeki 3 uçak gemisi grubuna 2 uçak gemisi grubu daha ekliyor. Pekin’in bu blöfü görmeyeceğini düşünmek doğrusu tuhaf kaçar.

Diğer yandan Çin liderliği Körfez bölgesinde ve küresel petrol piyasalarında daha etkili bir oyuncu oldu. Rusya ile birlikte Amerikan gücünün temeli olan dolara karşı ağır ancak kararlı adımlarla alternatif inşasına odaklandılar. Emtia ve altın temelli seçenekleri kolluyorlar. Biden yönetimi ‘Ukrayna projesine’ batmışken, petrol arzı taleplerini dinlemeyen Suudi Arabistan’ın yanı sıra BAE, Mısır ve Etiyopya ilk BRICS genişlemesinde yerlerini aldı. ‘Çok kutupluluk’ formatının odağı BRICS’e ve yaratacağı ekonomik ortama 40 ülke daha ilgi gösteriyor.

Bugün ABD, güneyindeki Meksika’nın BRICS’e ilgisini engellemeye çabalıyor. Bu arada karşı kıyıda sömürge gücü Fransa kovulurken, Çin’in yanı sıra Rusya’nın da varlığını hissettirdiği Afrika’ya yeniden odaklanmaya çalışıyor. Biden’ın zayıf halkayı vuracak ‘Ukrayna projesi’ ABD için Avrupa’yı kolayca tahkim ederken, dünyanın diğer alanlarında sürekli yeni ‘zafiyet alanları’ yaratıyor.

DÖNÜM NOKTASINA KOŞAN AVRUPA: BİR AMERİKAN KABUSU

Avrupa açısından iki yıl sonra durum daha hassas ve trajik. İkinci Dünya Savaşı’nın üzerine tesis edilen bir ‘barış projesi’ olarak sunulan Avrupa Birliği, ara sıra gündeme alınan ‘stratejik özerklik’ tartışmalarının göz boyama olduğunu ispatladı. Ukrayna krizi,  ‘diplomasi, müzakere, çatışmaların önlenmesi ve kontrol altına alınması’ gibi temaları çöpe attırdı. ‘Değerler Avrupası’ yıllarca azınlık haklarına vurgu yapmışken, iki yıldır Ukrayna’nın Rus ve Rusça konuşan nüfusunun değil haklarını, ismini bile anmıyor! Kiev’de nazi işbirlikçisi Stepan Bandera’yı alenen idol belleyip devlet ideolojisi kılan neonazilerle dolu siyasi ve askeri yapıdan rahatsız dahi olmuyorlar. Rusya’da nazi selamlı yürüyüşlere öncülük etmiş, ‘doğululara’ hamamböcekleri diyen ve ısrarla nedamet getirmeyen faşist bir isim artık Batı’nın ‘kahramanı’ da olabiliyor. Aynı Avrupa kendi içinde ‘aşırı sağ’ korkusundan bahsediyor. Tam bir oksimoron!

Avrupa’yı dönüm noktasına getiren ise ABD’deki başkanlık seçimi. Doğrusu, iki yıl sonra Avrupalı elitlerin Ukrayna paniği, ‘ABD’siz hiçiz’ mesajı yayıyor.

ABD siyasetinde iki partili kutuplaşma, dünyanın mali hakimi mertebesinin Çin faktörüyle zorlandığı dönemde ortaya çıkmıştı. Kendini Donald Trump’ta bulan bir çalkantıya dönüştü. Amerikan devletinin adeta Trump’a ‘başkanlık yaptırmadığı’ dört yıl, 2020 önseçim sürecinde Demokratların kontrollü mini bir isyanıyla finale koştu. Trump’ın seçimi kaybetmesi ve 6 Ocak’taki tuhaf Kongre baskınıyla perde kapandı.

Muhalefetteki Cumhuriyetçi Parti içindeki şiddetli tartışmalara rağmen üç yıllık Biden başkanlığı Trump’ın bumerang gibi dönüşüne engel olamadı. Anketler, 2020’nin intikamını almaya yeminli Trump’ın, ABD müesses nizamının yargının da yardımıyla önleyememesi halinde, önseçimlerde zayıf rakiplerini alt edip yeniden seçilebileceğine işaret ediyor. Yaşı geçkin Biden, Ortadoğu kriziyle imajı altüst olmuş halde, çareyi Ukrayna projesinde bileğini bükemediği Rus hasmına belden aşağı küfretmekte buluyor. Demansı ifşa olsa da ekibiyle iktidar hırsından vazgeçmiyor. Dolayısıyla huzursuz Demokratlar yerine bir lider bulamazsa, Biden, gerçekten Trump’a yenilebilir.

Ukrayna projesi kabusa dönen Biden, iç siyasette tam bir demografi projesine dönüştürdüğü göç krizi eşliğinde son 30 yıla damgasını vuran Kongre’deki ‘savaş partisini’ bir türlü kuramıyor. Cumhuriyetçiler Biden’ın ‘Ukrayna projesine’ daha fazla para vermemekte diretiyor. Hakikaten, geçen yıl iki katı verilmiş ve başarı getirmemişken, yarısı ile ne sonuç elde edilecek? neye yarayacak?

Ve Trump… müesses nizamın ‘büyük güç rekabetine’ meydan okuyor, seçilirse ‘24 saat sonra Ukrayna savaşını bitireceğini’ söylüyor. ABD’nin Avrupa’yı ‘bedavaya korumayacağı’ restini çekiyor, NATO konforu yaşayan Avrupa’nın refaha harcadığı paraları savunmaya koymasını söylüyor. Avrupa’ya korku salıyor.

 İKİ YIL SONRA AVRUPA’NIN ÜZERİNE YIKILAN UKRAYNA PROJESİ

Avrupalı siyasi elitler Ukrayna’ya yardımda ‘ABD’nin yerini alamayacaklarını’ vurgularken haklı. Ama Kiev’i 5 Kasım’daki ABD seçimine kadar ‘ayakta tutma’ misyonuyla karşı karşıyalar.

Başrolde Almanya var. Şansölye Olaf Scholz, Alman ekonomisindeki sıkıntıya aldırmadan 7 milyar Euro ve yeni askeri paketler çıkarırken, Avrupa’nın diğer ülkelerini Kiev’e katkıya çağırıyor. Ancak Batı’nın savunma sanayi üretimi Ukrayna’nın ihtiyacına yetmezken, üçüncü ülkelerden satın almaları tartışıyorlar. Ve Trump seçilirse, o Amerika ile ne yapacaklarını…

Ukrayna için Ramstein formatındaki koordinasyonun ABD’den NATO’ya geçirilebileceği konuşuluyor. Ancak ABD salt finansör değil, Wiesbaden’deki merkezden Ukrayna sahasını gözetleme, hedef saptama ve operasyonel planlamada karar verici. Ve Avrupalıların bu misyonlarla tek başlarına başa çıkmaları zor.

AB Ukrayna’yı fonlamakta bile kapışıyor. ‘Ukrayna çatışmasının çoktan kaybedildiğini’ söyleyen Macaristan’daki Orban yönetimi, alenen tehdit ile vetosunu geri çekti. Öncesinde kendi üyesinin ekonomisini sabote etme tehdidi bile savurdu. Orban ‘aşırı sağcı’ ilan edilmişken, Slovakya’dan sosyal demokrat Robert Fico belirdi. Nihayetinde AB Kiev için dört yıllığına 50 milyar euro’luk paket çıkardı. Ancak bunun bütçesinin yarısını Batı’nın karşıladığı Kiev’in ne hükümet etme ne de askeri ihtiyaçlarına yetmeyeceğini biliyorlar.

KUTSAL MÜLKİYET HAKKINI AYAKLAR ALTINA ALMAYA BİLE RAZILAR

‘Kurallar’ vurgulu Avrupa, ABD teşvikiyle işi Rusya’nın dondurulan 300 milyar dolar civarındaki varlığını çalmanın yollarını aramaya kadar ‘düştü’. ‘Kutsal kapitalizmin mülkiyet hakkına’ tecavüz etmenin yolu aranıyor. Rusya’ya ait varlıkların faizlerini başka hesaplara koyup Kiev’e aktarmanın ‘hukuki’ yolları aranıyor. İtiraz eden uzmanların sesleri Financial Times ve Bloomberg gibi yayınlarda kısık sesle işitiliyor. Başkasının ‘malını yahut o malın getirisini’ alenen çalmanın Euro’nun küresel para birimi olarak itibarına etkilerinin altını çiziyorlar. Ama anlaşılan o ki, Rusya’yı stratejik yenilgiye uğratmak hırsıyla her yol mubah görülüyor.

STRATEJİK YENİLGİ TATTIRMA SARHOŞLUĞU VE HAKİKATLERLE YÜZLEŞMEK

Bütün uğraşlara rağmen zafer Ukrayna ordusuna uzak. Batı, 2022-23 kışında Rusya’dan ‘kış saldırısı’ beklerken, soğukkanlı Ruslar Zaporojye’de çok katmanlı ‘Surovikin hattı’ tesis etmişti. Batılılar Moskova semalarında beliren küçük İHA’larla sevinirken, Ruslar Bahmut/Artyomovsk’u uzun bir yıpratma savaşının sonunda aldılar. Mayıs’taki zaferin sahibi olarak Batılılar neredeyse ‘terörist’ ilan edecekleri Vagner güçleri ve Prigojin’in hazirandaki isyanından medet umdu. 24 saatte bitti. Sonuçta Batı’nın ‘tank koalisyonu’ eşliğinde her tür silahı sunduğu Kiev 4 Haziran’da giriştiği yaz taarruzunda ekim ayı gelmeden mağlup olmuştu. Hedef Azak denizine ulaşmaktı, Surovikin hattında birkaç köy ve kasabanın ötesine geçilemedi.

Bugün artık Ukrayna yeni taarruza geçecek askeri kaynaktan da insan gücünden de yoksun. Rusya’nın Belgorod şehri yahut Donetsk’e misket bombaları atarak yol açtıkları katliamlar cephede bir şey değiştirmiyor. Moskova 2024’ün ilk zaferlerini iç savaş boyunca Kiev’in 10 yıl Donetsk’i vurduğu Mariinka ve ardından Avdeyevka’nın kontrolüyle elde etti. Donbass’ta bu konsolidasyonun ardından Rusya’nın ‘kuzeyden mi güneyden mi’ hamle yapacağına dair papatya falları açılıyor.

Bu koşullarda ABD, toprak kayıplarını unutup Kiev’i ‘savunma stratejisine’ geçiriyor. Kimi bölgelerde savunma hatları inşası başlatıldı. Kiev dört aşamalı bir plan kondu: Savaş, inşa et, iyileş ve reform yap. Hesap; Ukrayna’nın 10 yıl içinde yeniden hatırı sayılır bir savaş gücü elde etmesi. ABD’deki değişken siyasi iklime önlem olarak Avrupa ülkeleri Kiev ile 10 yıllık güvenlik anlaşmaları imzalıyor. Britanya açılışı yaptı, onu Fransa ve Almanya izledi. Ukrayna doğrudan NATO’ya alınamıyor ama ‘kolektif danışmayı’ içeren 4. Madde muhtevasını çağrıştıran bir ‘arka kapı’ açılıyor.

Ukrayna krizi ABD seçiminin sonuçlarına bağlanacak şekilde Avrupalılaştırılıyor.

AVRUPA’DA SAVAŞ HİSTERİSİ

Stratejinin ideolojik ayağı ise ‘Avrupa’da savaş’ histerisi. Rusya liderinin Ukrayna iç savaşına müdahaleye bir sabah uyanıp aniden karar verdiği algısı yaratanlar, bu histeriyi yayıyor. Almanya’da muhalefetteki CDU’lu siyasetçiler doğrudan Rusya topraklarının vurulması çağrıları yaparken, ‘Ukrayna’yla durmayacak olan Rusya’nın Avrupa’ya saldıracağı’ teması öne çıkarılıyor.

24 Şubat 2022’deki başlangıca bakan aklı başında herkes, Rusya’nın tarihsel olarak ‘kendinden’ saydığı Ukrayna’daki siyasi-askeri motivasyonunu anlayabilir. Avrupa’nın en genişi topraklarına sahip olan, cephe hattının 1000 kilometre ile ifade edildiği bir ülkeyi, karşılarında iki katı bir ordu da bulunuyorken, Rusların 150-190 binlik bir güçle operasyona girişmiş olması, mesele eğer istila ise, Rusların matematik bilmediklerini iddia etmek olur.

Moskova’nın 24 Şubat 2022’de ‘özel askeri harekât’ diye adlandırdığı askeri eyleminin siyasi motivasyonu açık. Çünkü 6 hafta sonra İstanbul’daki müzakere masasında Almanya ve Fransa liderliklerinin arzusuyla üç koldan kıskaca alınmış Kiev’den çekilen Ruslar, kardeş Ukraynalılara mesajın yeteceğini düşündüler. Yanıldılar. Bedelini de çekildikleri Buça’daki ‘katliam komplosuyla’ ödediler. Hala yerleştirilen cesetlerin kimlikleri açıklanmıyor.

Neticede 2022 Mart sonunda İstanbul’da Kiev’in sunduğu taslak, Biden yönetiminin ulağı Britanya Başbakanı Boris Johnson’ın açık talimatıyla geri çekildi. İsrail’in eski başbakanının ardından bizzat Ukrayna müzakerecisi David Arahamiya da ifşa etti. Sonucu iki yılın sonunda yarım milyon insanın ölümü oldu.

Elbette savaş ve çatışmalarda hedefler değişkenlik gösterebilir. Ancak Rusya’nın Avrupa’ya saldıracağına dair hiçbir makul gerekçe yok. Devlet Başkanı Putin, tarihsel olarak Polonya ile bağladığı Batı Ukrayna ile ilgilenmediklerini açıkça söylüyor. Moskova, NATO ile arasında bir tampon bir koridor ihtiyacını vurguluyor. Mesele nereden geçeceği. Ve Dinyeper nehrini baz alanlar açısından ‘Kiev’ de güneyde Büyük Katerina’nın kenti Odessa da artık elzem gibi görünüyor. Ama batısı değil.

NATO’nun genişlemesini engellemeye çalışan Rusya Avrupa’nın neresine gidecek? Almanya basınına bakarsanız Baltık ülkeleri ve Polonya senaryolarının saçıldığını görüyorsunuz. Bir ‘emperyal’ stratejiden bahsediyorlar, Putin’in Sovyetleri yeniden kurmayı hedeflediğini iddia ediyorlar. Rusya lideri geçen ekimdeki Valday konferansında açıkça, “Ukrayna’daki kriz toprakla ilgili bir çatışma değil. Bunun altını çizmek istiyorum. Rusya dünyanın en geniş topraklarına sahip ülkesi. Daha fazla toprak iddia etmekle ilgili değiliz” demişti.

İki yılın sonunda sahadaki gerçekliği temel alacak basit bir ateşkes ilanı ve müzakereye dönüş iradesi, kimin neye niyetlendiğini kolayca ortaya koyabilir. Ama Avrupa; ABD seçimine ayarlı 5 Kasım kumarını oynamaya kararlı görünüyor. Üstelik Kiev’in daha da yıkıcı bir yenilgisini önlemek için doğrudan müdahale olasılığı var. Ve bu açık nükleer savaş riski yaratıyor.

SOMUT DURUMUN SOMUT ANALİZİ

Üçüncü yıla girerken, Ukrayna krizinin göze soktuğu olgular şunlar:

X Batı Rusya’yı uluslararası planda tecrit edemedi. Aksine BRICS etrafında ‘küresel güney’ söylemi şekil alıyor.

X Orta büyüklükteki ülkeler Batı’yla çıkar alanlarını gözetseler de ‘alternatif’ algısı eski gönüllü itaatkarlığı aşındırıyor.

X Rusya ekonomisi 12 yaptırım paketiyle çökmedi, 13’üncüsüne ihtiyaç duyuldu. Ekonomik büyüme IMF tahminlerini ters yüz ediyor.

X Varlıklı Batı ekonomilerinde teknik resesyonlar, zaten pandemiyle tetiklenmiş enflasyon olgusu, yüksek faiz döngüsü, sanayisizleşme, büyüme oranları etkileyen sorunlar konuşuluyor.

X ‘Yeşil ajandası’ ile tarımı büyük şirketlerin hakimiyetine sokma modeli Avrupalı çiftçilerin isyan dalgasıyla karşı karşıya. Ukrayna’dan AB istisnasıyla yayılan regülasyonsuz ürünler öfkeyi katlıyor.

X Kiev’e sunulan ‘mucize silahlar’ sıkıntılı bir görünümde. Almanların Leopard tankları darbe yerken, İngilizler Challenger’larını hemen ‘geri çekti’. Amerikan ‘Abramsları’ ortada yok. Donbass cephesinde ismini ABD’nin ünlü zırhlılarından alan ‘Bradley bulvarı’ alay konusu.

X Batı elitleri, Rusya savunma sanayi üretimi ve örgütlenmesinden şaşkın. Hipersonik füze sistemleri kaygı konusu.

X Gazze savaşı, Batı’nın ‘insani’ anlamda tüm ideolojik argümanlarını ve ilkelerini boşa düşürdü.

X Batı liderliğindeki entelektüel sığlık dikkatten kaçacak gibi değil.

GÖRÜŞ

Pekin Deklarasyonu Orta Doğu’da barış için yeni bir umut doğurdu

Yayınlanma

Prof. Ma Xiaolin

Çin Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi
Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

23 Temmuz’da 14 Filistinli grup Pekin’de Bölünmüşlüğe Son Verilmesi ve Filistin Ulusal Birliğinin Güçlendirilmesine ilişkin Pekin Deklarasyonunu (bundan böyle Pekin Deklarasyonu olarak anılacaktır) imzaladı. Bu, geçen yıl mart ayında Suudi Arabistan ve İran arasında gerçekleşen ve uluslararası toplum tarafından büyük övgüyle karşılanan tarihi uzlaşmanın ardından Çin’in Orta Doğu diplomasisinde bir başka dönüm noktasıdır ve zorlu ve dolambaçlı Orta Doğu barış süreci için yeni fırsatlar yaratmış ve yeni bir umut aşılamıştır.

Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (El Fetih), Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İslami Cihad gibi dünyanın yakından tanıdığı gruplar, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ilk kez kendi sınırları dışında, büyük istişareler, uzlaşmalar ve ulusal birlik taahhütleri bağlamında bir araya gelmişlerdir ki bu, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ender görülen bir durumdur. Bu aynı zamanda Filistin ve İsrail arasında Oslo Anlaşmalarının imzalanmasından bu yana geçen 31 yıl içinde de eşi benzeri olmayan bir olaydır ve Orta Doğu ile dünyanın siyasi ve diplomatik tarihine geçecektir.

Pekin Deklarasyonu, başta Filistin-İsrail çatışması olmak üzere Orta Doğu meselesinin çözümünün desteklenmesine belirgin bir Çin damgası vurmuştur. Çin’in büyük güç diplomasisi, çok taraflı diplomasi ve barış diplomasisinin en son meyvesi, Çin’in büyük bir gücün sorumluluklarını somutlaştırma, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirme ve dünya barışını ve kalkınmasını teşvik etme çabalarının bir başka şaheseri ve Çin’in Orta Doğu’nun yönetimine derinlemesine ve aktif katılımına yaratıcı bir katkıdır. Çin’in bölgesel meselelerle ilgilenirken Çin markası altında kamu hizmetleri sunma kararlılığına, yeteneğine, stratejisine ve araçlarına sahip olduğunu kanıtlamaktadır.

Mevcut Filistin Anayasası uyarınca geçici bir ulusal uzlaşı hükümetinin kurulması, Gazze’nin yeniden imarı ve mümkün olan en kısa sürede genel seçimlere hazırlanması; yeni bir ulusal konseyin (yasama organı) oluşturulması; geçici birlik ve kolektif liderlik kurumlarının ve operasyonel mekanizmaların etkinleştirilmesi, ortak karar alma ve deklarasyon hükümlerinin bir takvimle tam olarak uygulanması kararlaştırılmıştır.

Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi ve Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Wang Yi, Pekin Deklarasyonu’nun değerini özetleyerek, mevcut İsrail-Filistin çatışmasının çözümünün “Gazze’de ateşkes” gerektirdiğine işaret etti. Mevcut Filistin-İsrail çatışmasının çözümüne yönelik üç adım, “Gazze’de ateşkes”, “Filistinlilerin Filistinlileri yönetmesi” ve “Birleşmiş Milletler’e hızlandırılmış katılım”dan oluşuyor. Gözlemciler Pekin Deklarasyonu’nun iki temel engeli ortadan kaldırdığına inanıyor: Hamas ve diğer radikal grupların iki devletli çözümü kabul etmesi ve FKÖ’nün yüce otoritesinin ve tek meşru temsilinin tanınması; bu da çeşitli grupların devlet olma ve siyasi liderlik istekleri açısından ilk kez birleşmesini sağlayacak.

Pekin’den gelen açıklama dünyayı bir bahar şimşeği gibi sarstı ve pek çok kişi tarafından takdirle karşılandı. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Arap Ligi, Türkiye, Pakistan, Malezya ve diğer uluslararası örgütler ve önemli ülkeler Filistinli grupların uzlaşma çabalarına desteklerini ifade etmiş ve Çin’in oynadığı eşsiz ve yapıcı rolü takdirle karşılamışlardır.

Filistin sorununun ortaya çıkışından bu yana Arap ülkeleri ve İsrail uzun bir savaş ve çatışma dönemine girmiş, Filistin direniş hareketi belirli bir tarihsel arka planın ve karmaşık iç ve dış faktörlerin etkisi altında birçok fraksiyona dönüşmüştür. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dünya ve Ortadoğu büyük ölçüde değişmiş, El Fetih’in hakim olduğu ve uzun süredir sürgünde olan FKÖ, İsrail ile “Oslo Anlaşmaları”na varma fırsatını yakalamış, özerkliğe geçiş ve laik bir Filistin devletinin kurulmasının ardından nihai statüyü müzakere ederek “iki devletli çözümü” hayata geçirmeye çalışmış; işgal altındaki topraklarda kök salan Filistin devleti de birçok fraksiyon oluşturmuştur. Teokratik ve milliyetçi ideolojileri bir arada barındıran Hamas ve Cihad, Oslo Anlaşmalarını reddederek ve İsrail’in varlığını kabul etmeyerek silahlı ve şiddet içeren mücadelelerini sürdürmektedir.

Barış süreci aksamaya ve gerilemeye devam ederken, El Fetih ve Hamas’ın İsrail’e karşı oyunlarındaki hedefleri, stratejileri, araçları ve yol gösterici ideolojilerindeki farklılıklar giderek daha belirgin hale geliyor ve İsrail, “çimleri biçme” stratejisi ve böl ve yönet taktiklerinin yardımıyla, Filistinli gruplar arasında kasıtlı olarak bölünmeler, düşmanlıklar ve sürtüşmeler yarattı; bu da Filistin’de iki güç merkezinin ortaya çıkmasına ve ciddi bir iç çatışmaya yol açtı ve aynı zamanda sağcı İsrail güçlerine görüşmeleri sürdürmeyi reddetme ve işgal altındaki topraklara tecavüz etmeye devam etme fırsatı verdi.

Pekin Deklarasyonu’nun Filistinli gruplar ve siyaset arasındaki kaosa son vermesi, siyasi, askeri ve hukuki düzenler arasında koordinasyon ve birlik sağlaması, İsrail ile müzakerelerin talep, ilke ve stratejilerini belirlemesi, bir bütün olarak ulusun gücünü artırması ve İsrail’e karşı güçlü bir oyun oluşturması beklenmektedir.

Ancak Pekin Deklarasyonun başarılı bir şekilde uygulanmasının önünde ciddi zorluklar da mevcuttur. ABD ve İsrail hala Hamas ve diğer grupların meşruiyetini tanımayı reddediyor ve İsrail’deki sağcı güçler özellikle Filistin ulusal birliğinin ve cephelerin birliğinin sağlanmasından korkuyor ve bu nedenle kapsayıcı bir Filistin geçici yönetim sistemine karşı pasif ve hatta dirençli olmaya mahkumlar. El Fetih ve Hamas birçok kez uzlaşma ve işbirliği konusunda fikir birliğine varmış olsa da samimiyet eksikliği sonuçta bir çözüme ulaşılamamasına neden olmuştur. Buna ek olarak, iki grubun kamuoyu tabanları uzun süredir kademeli olarak tersine dönmüş ve Ulusal Konsey uzun süredir felç olmuştur, bu da FKÖ’nün prestijini ciddi şekilde aşındırmıştır. Dolayısıyla Filistinli güçlerin entegrasyonu konusunda kat edilmesi gereken uzun bir yol var.

Pekin Deklarasyonun uygulanmasının, geleneksel olarak Filistin’e dost ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan Çin ve Rusya’nın yanı sıra Filistin davasını uzun süredir destekleyen iki büyük Arap ülkesi Mısır ve Cezayir tarafından denetleneceği bilinmektedir ve şüphesiz çeşitli grupların bir “kimyasal reaksiyon” gerçekleştirmesini ve ikisinin harmanlanmasını sağlayacak bir yol haritası hazırlanacaktır.

Pekin Uzlaşısı hayali gerçeğe dönüştürürken, Filistin sorununun İsrail’in Lübnan ve Suriye ile olan toprak anlaşmazlıklarını da içeren Orta Doğu’daki anlaşmazlıkların merkezinde yer aldığı da kabul edilmelidir. Filistin-İsrail ihtilafının basit bir çözümü bile İsrail’in olumlu tepkisini, ABD ve diğer büyük ülkelerin pozitif enerjisini ve Birleşmiş Milletler kararları ve örgütleri çerçevesinde ortak çabaları gerektirmektedir.

Çin Hükümeti ve Filistinli gruplar tarafından barışçıl ve müreffeh bir ortam için ekilen yeni bir umut tohumu olan Pekin Deklarasyonu’nun, çatışmanın sürdüğü Orta Doğu’da filizlenip filizlenemeyeceği, çiçeklenip çiçeklenemeyeceği ve meyve verip veremeyeceği, Filistinli grupların ortak iradesine, çatışmanın taraflarının iki yönlü yürüyüşüne ve kalıcı, adil ve kapsamlı bir barış için çaba gösterme yönündeki güçlü iradeye, halkın bilgeliğine ve büyük cesaretine bağlıdır.

* Orta Doğu’yu iyi bilen bir isim olan Prof. Ma, Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak uzun yıllar görev yapmıştır. Akademik çalışmalarını Orta Doğu, Arap coğrafyası, Çin-Orta Doğu ilişkileri üzerine yoğunlaştırmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Birleşik Krallık’ta Muhafazakar Parti’nin seçim hezimeti 

Yayınlanma

Doç Dr.  Dilek YİĞİT*

Birleşik Krallık’ta 4 Temmuz 2024 genel seçimlerini kazanan İşçi Partisi 2010 yılından bu yana süren Muhafazakar Parti iktidarını sonlandırmış oldu. Seçim öncesi yapılan anket çalışmaları İşçi Partisi’nin seçimlerden “ezici üstünlük” ile çıkacağını öngörmüş olduğundan seçim sonuçları kimse için sürpriz olmadı. Fakat İşçi Partisi’nin seçim zaferi “ezici üstünlük” olarak okunacak ise, bunun %33.7 oy oranından değil, Muhafazakar Parti’nin yüzde % 23.7’lerde kalmasından yani Muhafazakar Parti’ye desteğin hızla düşmüş olmasından kaynaklandığını belirtmek gerekir.  1918’den itibaren yapılan hiçbir genel seçimde oy oranı bu kadar düşmemiş olan Muhafazakar Parti 1997 seçimlerini kaybettiğinde bile seçmenin % 30’undan fazlası tercihini Muhafazakar Parti’den yana kullanmıştı.

Muhafazakar Parti’nin iktidara geldiği 2010 yılından bu yana yapılacak bir değerlendirme partinin son genel seçimlerde başarısız olmasının nedenlerini kolaylıkla açıklayabilir. Muhafazakar Parti iktidarı boyunca birbiri ardına gelen zorlu sorunlarla ve süreçlerle karşılaştı. İktidara geldiğinde yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlardan ilki 2008 yılında başlayan küresel ekonomik krizin Birleşik Krallık’a yansımaları oldu. Ekonomide büyüme oranları Muhafazakarlar iktidara gelmeden 2008’de ve 2009’da negatif değerlere düşmüştü ama Muhafazakar Parti iktidarında 2014 yılına kadar küresel kriz öncesi 2007 yılındaki ekonomik büyüme seviyesi yakalanamadı. 2008’den itibaren hızla artan işsizlik oranları Muhafazakar Parti iktidarında 2012 yılında % 8.3 ile zirve yaptı ve 2007 yılındaki işsizlik oranı ancak 2015’de yakalandı. 1990’ların başından itibaren enflasyon sorunu yaşamayan Birleşik Krallık’ta 2008’de enflasyon artmıştı ama 2011 yılında % 5.2 ile tekrar zirveyi gördü. Kısaca Muhafazakar Parti ekonomik sorunları çözme konusunda epeyce yavaş kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleşmek zorunda kaldığı bir diğer sorun ise, İşçi Partisi’nin muhafazakarlara bıraktığı “mirastı”. Avrupa Birliği (AB) Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini içerecek şekilde genişlerken, İşçi Partisi iktidarının 2004 yılında iş gücü piyasasını AB’nin yeni üyelerinden gelecek işçilere açma kararı sonucu Birleşik Krallık’a yönelik göç öngörülemeyecek hızda artmıştı. Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’a yönelik artan göç hareketinin Britanyalılar arasında yarattığı memnuniyetsizliğin farkında olsa da, AB içinden gelen göçü engelleyemedi ve 2016 yılında gerçekleştirilen AB referandumuna kadar AB vatandaşlarının Britanya’ya göçü de, Britanyalıların kültürel ve ekonomik tehdit olarak gördüğü göç hareketine tepkisi de artmaya devam etti. Muhafazakar Parti göç sorununu çözme ve göç karşıtı Britanyalıların kaygılarını giderme konusunda da yetersiz kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleştiği ilk sorun küresel ekonomik kriz kaynaklı, ikinci sorun ise İşçi Partisi’nin göç politikasının “mirası” idi; bu sorunlardan hiçbirinin sorumluluğu Muhafazakar Parti’ye yükelenemezdi belki ama Muhafazakar Parti bizzat kendi çabası ile üçüncü bir sorunu İskoçya’da bağımsızlık referandumu yapılmasına rıza göstererek yarattı. Muhafazakar Başbakan David Cameron’ın 15 Ekim 2012’de İskoçya Birinci bakanı Alex Salmond ile yaptığı Edinburg Antlaşması (Referandum Antlaşması) aracılığıyla referandum için yasama yetkisi İskoçya Parlamentosu’na devredildi. Muhafazakar Parti iktidarının Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olma riski taşıyan böylesine bir referanduma izin vermiş olmasının kolaylıkla anlaşılabilir bir yanının olmadığını kabul etmek gerekir; ama Cameron İskoçya’da İskoç milliyetçisi İskoç Ulusal Partisi’nin (SNP) yükselişi karşısında referandum kararı almaktan başka “tercihi” olmadığını düşünüyordu.

İskoçya bağımsızlık referandumu 18 Eylül 2014 tarihinde gerçekleşti; seçmenin % 55’i İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılmasına “hayır” deyince, Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olan parti olarak tarihe geçmekten kurtuldu. Referandum sonucuna istinaden “İskoçya sorununun” Britanya’nın gündeminden düşmüş olduğunu düşünmeye başlayanlar,  Muhafazakar Parti’nin bir başka girişimiyle, bu şekilde düşünmek için acele etmiş olduklarını anladılar. Cameron 2015 genel seçimlerini kazandığı taktirde Birleşik Krallık’ın AB üyeliğini referanduma sunma sözü vermişti; seçimleri kazanınca da sözünü tuttu ve 23 Haziran 2016 tarihinde gerçekleştirilen AB referandumunda seçmenin % 52’si AB üyeliğine “hayır” deyince, Birleşik Krallık Ocak 2020’de AB’den çekildi ve böylelikle de “İskoçya sorunu” gündeme tekrar ve hızlıca taşındı. Zira AB referandumunda İskoçya’daki seçmenin % 62’si tercihini AB üyeliğinin sürdürülmesinden yana kullanmıştı; kendi iradelerinin aksine AB’den çıkan İskoçlar ikinci bağımsızlık referandumu talebiyle Muhafazakar Parti iktidarı üzerinde hep bir baskı yarattılar.

Muhafazakar iktidarın AB referandumu kararı sadece İskoçya’nın bağımsızlık meselesini tekrar gündeme getirmekle kalmadı, ayrıca AB üyeliği konusunda Muhafazakar Parti içindeki çatlakları da gözler önüne serdi.  AB referandumunun bu etkisi partiye İskoçya’nın bağımsızlığı meselesinden çok daha fazla zarar verdi. Referandum öncesi Muhafazakar siyasetçilerin bir kısmı AB üyeliği lehinde, bir kısmı AB üyeliği aleyhinde kampanya yaparken, referandum kararı alan Cameron’ın seçmeni AB üyeliğinin sürdürülmesi yönünde oy vermeye ikna etme çabaları oldukça ilginçti. Cameron AB üyeliği lehinde propaganda yaparken, haleflerinden biri olacak muhafazakar siyasetçi Boris Johnson ise seçmeni üyeliğe hayır demeye davet ediyordu. Böylelikle Muhafazakar Parti bizzat kendi girişimleriyle belli bir yönü, ortak ve tutarlı bir politikası olmayan bölünmüş parti imajı yaratmış oldu.

Yine de bu uzun süreçte Muhafazakar Parti’nin, kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmeyen seçmen nezdindeki kredisi tükenmemişti. 2015’de gerçekleştirilen genel seçimlerden % 36.8 oy oranı ile, 2017 seçimlerinden 42.3 ile, 2019 seçimlerinden % 43.6 ile  Muhazakarlar birinci parti olarak çıkmayı başardı. 2010 yılından itibaren partinin oylarını artırıyor olması çok dikkat çekici  idi. Bu gidişatı değiştiren ise ekonomiyi olumsuz etkileyeceği zaten öngörülmekte olan Brexit’e küresel pandemin etkilerinin eşlik etmesi sonucu Britanya ekonomisinin adeta sarsılması oldu. Birleşik Krallık’ta 2019 yılında GSYİH % 1.6 büyümüştü, ancak 2020’de büyüme oranları % – 10.4 gibi negatif değere düştü. GSYİH’de artış 2021 yılında % 8.7 olarak gerçekleşti, fakat sonrasında büyüme hızı tekrar yavaşladı. İsşizlik oranları 2021 yılında  % 5.3’e yükseldi; enflasyon ise 2022 yılında % 11.1 ile zirve yaptı. Küresel ekonomik krizin olumsuz etkileri karşısında Muhafazakar Parti’den vazgeçmeyen seçmen, Brexit’in ve pandeminin ekonomik etkilerine maruz kalırken de partiden desteğini esirgemeyebilirdi, ama Muhafazakar Parti 2016’dan bu yana sıklıkla lider değiştirerek seçmenine “iktidarda olmaktan yorulduğu” mesajını verdi. Belli ki seçmen de bu mesajı aldı. Dolayısıyla 2024 seçimleri aslında İşçi Partisi’nin kazandığı değil de seçmendeki kredisini tüketmek için uğraşır görünen Muhafazakar Parti’nin kaybettiği seçimler oldu.

Üstelik Muhafazakar Parti sadece İşçi Partisi’ne karşı değil, siyasetin sağ kanadındaki rakibi, kurulu düzen ve göçmen karşıtı  Reform UK’ye karşı da kaybetmiş oldu. “Aşırı sağ” olarak nitelendirilen Reform UK % 14.3 oy oranı ile seçimlerden üçüncü parti olarak çıkarken 2015 genel seçimlerinde UKIP’ın başarısını tekrarlamak suretiyle, aşırı sağ diye adlandırılan söylemlerin Britanyalılar tarafından rağbet görmekte olduğunu kanıtladı.

Kısaca Muhafazakar Parti 2024 seçimlerinden hezimetle çıktı. 20. yüzyılın başından itibaren ülkeyi en uzun süre yöneten parti olması dolayısıyla “doğal hükümet partisi” olarak tanımlanan partinin bu seçim hezimetini, özellikle de muhafazakar seçmenin desteğini alan Reform UK’nin yükselişini gerekçe göstererek, parti için “sonun başlangıcı” olarak okuyanlar mevcuttur. Ancak Britanya seçmeninin genel seçimlerde kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmiyor olduğu gerekçesiyle, bu seçim sonucunu Muhafazakar Parti için şimdilik “ne kadar süreceği belli olmayan muhalefet döneminin başlangıcı” olarak okumak daha yerinde olacak gibidir.

*Doç. Dr., lisans derecesini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden,  lisans üstü derecelerini ise İngiltere Essex Üniversitesi’nden ve Ankara Üniversitesi’nden aldı. Başkent Üniversitesi’nde ve Atılım Üniversitesi’nde Avrupa Birliği üzerine yüksek lisans dersleri verdi. Dilek YİĞİT’in Avrupa Birliği, Birleşik Krallık tarihi ve siyaseti ile İngiliz edebiyatına dair çok sayıda akademik yayını bulunmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Barış Harekâtı elli yaşında: Şimdi yeni hamle zamanı

Yayınlanma

Yazar

Türk Silahlı Kuvvetleri bundan tam elli yıl önce bir pazartesi günü sabahın çok erken saatlerinde Kıbrıs adasına amfibi çıkarma harekâtına başladı. Önce büyük gemilerin yanaşmasına müsait geniş limanı ve göreceli sığ sahiliyle Kıbrıs Türklerinin Mağusa dediği bugünkü Gazi Magosa’dan çıkılabileceği intibaı verildi. Sonra Girne’den bugün tanınmış bir tatil köyünün sığ bölgesinden çıkılacağı Kıbrıs mücahitleri olarak bilinen TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) güçlerine ulaştırıldı; ama oradan da çıkılmadı ve daha derin ve kıyıya yanaşılması oldukça zor bir bölge olan Karaoğlanoğlu koyundan çıkarma başlatıldı.

Uluslararası ortam daha iyi olamazdı. Türkiye kuvvet, mekân ve zaman kavramlarından oluşan kurmay stratejisinin bütün koşullarını oluşturmuştu. Rumların 1963 sonlarında giriştikleri katliamlar 1964 yılında da devam etmiş ve Türkiye askeri müdahalede bulunabileceğini ima edince Amerika Johnson mektubunu göndermişti. Oysa Türkiye adaya gerçekten müdahale etmekten ziyade Amerika ve İngiltere’nin NATO dayanışması adına Yunanistan’a baskı yaparak katliamları durdurmalarını beklemekteydi. Katliamlar duracak ve 1960 Antlaşmalarına göre kurulan ancak Rumların saldırıları sonunda fiilen Rum devleti haline dönüştürülen, yetki paylaşımı esaslı Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimine geri dönülebilecekti. Sadık müttefik olarak hareket eden Türkiye’nin NATO üyeleri arasında savaş çıkmasını önlemek için bu kadarcık bir beklentisi olması hiç de abartılı değildi.

JOHNSON MEKTUBU VE SONRASI

Ankara’daki hava böyleydi; ama 4 Haziran 1964 tarihinde ABD Başkanı Lyndon Johnson imzasıyla koalisyon hükümetinin başbakanı İsmet İnönü’ye ulaşan ve Türk-Amerikan ilişkilerinde lanetli bir belgeye dönüşen bu mektup üç konuda Ankara’yı sert ifadelerle uyarıyordu: Amerika’nın 1947’den itibaren verdiği silahları böyle bir çıkarmada kullanamazsın. Ayrıca Kıbrıs’a ‘saldırmanız’ Sovyetler Birliği’nin de size saldırmasına yol açarsa NATO’nun sizi koruması mümkün olmayabilir. Ve ima yollu da olsa hatırlatılan Akdeniz’deki 6. Filo yani istersek sizi durdurabiliriz.

Bu mektup Türk-Amerikan ilişkilerine atılmış bir balistik füze gibi oldu. Türkiye’nin sert tepkilerinden dolayı Amerika’nın durumu yumuşatma çabaları ve İnönü’nün Vaşington’a davet edilerek ‘hayır öyle demek istemedik, bir yanlış anlama oldu galiba’ seansları ikili ilişkilerin devamını sağladı. Fakat Türkiye artık 1950’li yılların çizgisini geride bırakması gerektiğini anlamıştı. Soğuk Savaş’a rağmen ve NATO’da kalarak Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler (özellikle sanayi ve ticaret alanlarında) geliştirmek, Arap ülkeleri ile münasebetlerini tamamen gözden geçirerek onları Yunan-Rum tarafından koparmak gibi adımlar atmayı öğrendi Ankara ve çok yönlü denilebilecek bu politikadan büyük faydalar temin etmeyi de başardı.

Yunan-Rum tarafı ise Johnson Mektubu’nu yanlış okumayı sürdürdü; ama bedelini de ödedi. İki ay sonra yani Ağustos başlarında Erenköy’de Türk köylerine ve TMT mevzilerine kapsamlı bir saldırı başlatan Rum birlikleri Türk Hava Kuvvetleri’nin alçak uçuş yaparak uyarıda bulunmasına rağmen durmadılar. Ve ertesi gününden itibaren THK 72 uçakla Rum mevzilerini sürekli vurarak hallaç pamuğuna çevirdi. Birkaç gün devam eden bombardımanın ardından Rumlar perişan şekilde geri çekilmek zorunda kaldılar. Mücahitler ise karşı saldırıya geçtiler.

ENOSİS POLİTİKASINDA ISRAR

Rumlar ve Yunanistan için Enosis amacında hiçbir değişiklik olmasa da taktik düzeyde nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda anlaşmazlıklar oluşmasına sebep olan ve Şehit Cengiz Topel’i kaybettiğimiz bu operasyon sonrasında da Rum saldırıları durmadı. Dahası Rumlar 1960 Antlaşmaları ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Türklerle paylaşmaya hiç niyetli değillerdi. Makarios hükümeti Türklere hayatı yaşanmaz hale getirerek çekip gitmeleri için her yola başvururken EOKA-B olarak Albay Grivas tarafından yeniden kurulan terör örgütü ise silahlı saldırılarını sürdürdü.

Taraflar arasındaki görüş ayrılıkları 1974 yılının temmuz ayında iyice açığa çıktı. Atina’daki askeri cuntanın (1967 yılında Papadopoulos liderliğinde Albaylar Cuntası olarak yönetime el koymuştu) kendisini devirme hazırlıkları içinde olduğuna iyice kanaat getiren Makarios Yunanistan Cumhurbaşkanı Gizikis’e bir mektup yazarak Yunanistan devletinin Kıbrıs’ı işgal hazırlıkları olarak gördüğü bu çabaları tek tek ifşa etti. Ve mektubu da basında yayımladı.

Makarios endişelerinde haklıydı ama korkunun ecele faydası olmadı. Adadaki Yunan alayı, gizlice gönderilen Yunan asker ve subayları ile Rum kuvvetlerinin içindeki Yunanistan yanlıları harekete geçerek 15 Temmuz günü bir darbe ile Makarios’u devirdiler. Bu, 1959-1960 antlaşmalarına göre oluşmuş olan anayasal düzenin toptan ortadan kaldırılması ve Garanti ve İttifak Antlaşmalarının açık ihlaliydi. Türkiye kayıtsız kalamazdı. Nitekim kalmadı ve darbeden sadece 120 saat sonra Girne açıklarından çıkarma başladı.

ULUSLARARASI ORTAM FEVKALADE LEHİMİZEYDİ

Türk birlikleri Karaoğlanoğlu mevkiinden karaya çıkmadan yirmi dört saat önce darbeden canlı kurtulan ve adadaki Ağrotiri İngiliz üssüne sığınarak önce Londra’ya sonra da New York’a ulaşan Makarios BM Güvenlik Konseyi acil oturumunda yaptığı konuşmada kendisinin devrilmesinin bir iç olay olmadığını, Yunanistan’ın ülkesini işgal ettiğini, Güvenlik Konseyi’nin zecri tedbirlere başvurarak ülkesini işgalden kurtarmasını istemişti. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye ve Yunanistan’a ilaveten üçüncü garantörü olan İngiltere ile yapılan görüşmeler de Ankara’nın çıkarma yapma stratejisine diplomatik dayanak sağlamıştı. Londra müdahale etmeyeceğini, ancak müdahaleye de karşı çıkmayacağını söylüyordu. Amerika 1964 krizinden ders aldığı için bu defa Ankara’yı kızdırmamak adına çok daha dikkatli bir tavır içerisindeydi. Moskova ise bu darbeyi Üçüncü Dünya yanlısı politikalar izleyen Makarios’un devrilmesini Vaşington’un tertiplediğini düşünüyor ve karşı çıkıyordu. Kısacası Ankara’nın önü diplomatik/siyasi olarak açılmıştı.

Bu denli uygun bir uluslararası atmosferde başlayan çıkarmanın ikinci safhasında (14 Ağustos) özellikle Amerika ve İngiltere aleyhte tavır sergilediyse de hiç kimse Türk birlikleri ve TMT mücahitlerinin adanın üçte birinden fazla kısmını kontrol altına almasına engel olmadı. BM aracılığıyla güneyde kalan Türklerin kuzeye ve kuzeydeki Rumların da güneye gönderilmesinin ardından Kıbrıs meselesi bir türlü bitmeyen uzun soluklu müzakerelerin konusu oldu.

FEDERASYONDAN İKİ EGEMEN EŞİT DEVLETE GEÇİŞ İÇİN ULUSLARARASI ORTAM ÇOK UYGUN

Çıkarma operasyonunun iki aşamalı olarak tamamlanmasının ardından kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Yönetimi (1975) ve Rumlarla bir ortaklık kurulamamasından sonra ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (1983) Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye açısından önemli adımlardı; ancak federasyon görüşmelerinden bir sonuç alınamadı. Önce Amerikan yönetiminin (Carter’ın seçim vaatleri ve ilk yılları) Ankara’ya karşı politikaları sonra da Avrupa Birliği üyesi yapılan (1981) Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı güç toplaması federasyon görüşmelerini sonuçsuz bıraktı.

Rum tarafı BM genel sekreterleri tarafından hazırlanan toplam üç çözüm paketini (de Cuellar Paketi, 1986, Ghali Fikirler Dizisi, 1992 ve Annan Planı, 2004) de reddettiler; çünkü eski Rum dışişleri bakanlarından Nikos Rolandis’in dediği gibi hiçbir Rum ve Yunan lider gerçek manada yetki paylaşımı esaslı bir federasyon istemedi. Güneydeki Rum devletinin egemenliğini kuzeye genişletecek bir yapıdan yana oldu. Türkler ise azınlık haklarından biraz fazla bir şeyler alabilirlerdi. Bu dönemde özellikle İngiltere ve Amerika’nın Kıbrıs’ı Türkiye’ye yedirmemek şeklinde izah edilebilecek Rumları ve Yunanistan’ı şımartan politikaları ve Soğuk Savaş’ın 1980’lerde yeniden hız kazanmasının yarattığı uluslararası şartlar ne federasyonu mümkün kıldı ne de Türkiye’nin alternatif tezlere yönelmesine imkân tanıdı.

Avrupa Birliği propagandasının Türk dış politikasını tümden esir aldığı yıllarda Türkiye açısından KKTC’nin tasfiyesi ve ada üzerindeki haklarının kaybı 2004 yılında referanduma iki tarafta ayrı ayrı sunulan Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesiyle önlenebildi. Maalesef Ankara’nın Kıbrıs konusundaki yanlış tutumunun devam ettiği 2017 yılına kadar yapılan, son raundu Crans-Montana’da gerçekleştirilen ve Türk tarafının garantörlük de dahil birçok konuda epeyce tavizkar davrandığı görüşmelerde sonuç alınamaması da Rum-Yunan tarafının fanatizmi sayesinde oldu.

Dünyanın çok kutupluluğa evrildiği günümüzde Kıbrıs sorununda Türkiye’nin elinin fevkalade güçlendiğine hiç şüphe yok. Sonuçta bu sorunu iki devlet temelinde çözümleyebilecekken Türkiye’yi adadan çıkarmayı hedefleyen ve bunu da çözüm lafının içine sokan Amerika ve İngiltere ile sonradan onlara katılan Avrupa Birliği alanda çözülmüş olan bir sorunu kabullenmek yerine değişik yol ve yöntemlerle güya çözüm bularak Türkiye’yi Kıbrıs’tan çıkarmaya çalıştılar. Fakat Denktaş’ın bizlere her zaman söylediği gibi Rum-Yunan tarafının fanatizmi Türkiye’nin önemli hatalar yapmasını engellemiş oldu.

Sorunu adeta içinden çıkılmaz hale getiren Batı dünyasının gücünün dengelendiği çok kutuplu bir dünyada KKTC’nin tanıtılması daha uygun şartlarda yapılabilir. Azerbaycan ve diğer dost ülkeler (Pakistan, Bangladeş) ve iyi ilişkiler içinde olduğumuz başka bazı devletlerle başlayacak tanınma Rum-Yunan tarafı ile ilişkileri tamamen bozulmuş durumdaki Rusya ve başka ülkelerden de gelebilir. Bunun için bir eylem planına ihtiyaç olduğuna hiç şüphe yok. Örneğin bugünlerde Gazze ve Batı Şeria’daki Filistin halkı için her şeyi yapıp, İsrail’i tam manasıyla karşımıza alırken Arap ülkelerine KKTC’yi sürekli hatırlatmak gayet yerinde olur.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English