Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Rusya ekonomisinin geleceği

Yayınlanma

Temel göstergeler. Çatışmanın ilk aylarında hükümeti de etkisine alan büyük bir panik yaşandı. Ancak daha 2022 sonuna gelinmeden bütün olumsuz beklentilerin tamamen öngörüsüz olduğu ortaya çıkmıştı.

Rusya’da liberal ekonomiye kurmay yetiştiren kurumlardan Rusya Kamu Ekonomisi ve Amme Hizmetleri Akademisi (RANHiGS) 2022 temmuzunda GSYH’nın yüzde 6,4 ile 11,5 arasında düşmesinin beklendiğini açıklamıştı. Akademiye göre 2023’te bu küçülmenin daha da büyük olması bekleniyordu. 2022 martında Maliye Bakanlığı, o yıl GSYH’da yüzde 11 düşüş öngörüyordu. O sırada Sayıştay başkanı olan, 90’ların “şok terapisinin” başlıca sorumluları arasındaki Kudrin’e göre küçülme yüzde 15’i bulabilirdi. İktisadi Kalkınma Bakanlığı’nın 2022 ağustosunda yayınladığı 2022-2025 tahmin raporuna göre 2022’de yüzde 4,2, ertesi yıl da 2,7 küçülme bekleniyordu. Bakanlık reel ücretlerde de 2022’de yüzde 2,8, 2023’te yüzde 1,2 düşme beliyordu. Enflasyon tahminleri ise 2022’den itibaren yüzde 13,4, 5,5 ve 4,2’ydi. İşsizlik beklentisi 2022 için yüzde 4,8, 2023 için de yüzde 5,2’ydi. Oysa 2022 itibariyle ekonomi sadece yüzde 2,1 küçüldü, 2023’te ise yüzde 3,6 büyüdü. Bu, son on yılın en yüksek büyüme oranıydı. İşsizliğin artması şöyle dursun, 2022 sonlarında işsizlik oranı yüzde 3,9’du; 2023 sonu itibariyle kapitalist restorasyon sonrası Rusya’da işsizlik rekor seviyede düşmüş ve yüzde 3 olmuştu. Buna paralel olarak 2022’de ücretler yüzde 9,9 arttı. 2023 sonu itibariyle reel artış oranı yüzde 7,2’ydi.

Bankacılık. Sektör 2022’yi sadece 200 milyar ruble kârla kapattı. Oysa bir önceki yılın kârı 2,4 trilyon rubleydi. Dahası, aslında kâr değil düpedüz büyük miktarda zarar bulunduğu da ileri sürülebilir, çünkü bilanço işlemleri, sermaye stokundaki kayıpları gizleyecek şekilde yapılmıştı. 2023’te ise sektör 2,7 trilyon kâr etti. Rusya Merkez Bankası verilerine göre bunun 0,6 trilyonu 2023 yazında benzeri görülmemiş miktarlara varan döviz spekülasyonundan kaynaklanmıştı. Benim tahminlerime göre ise döviz spekülasyonunun getirisi 1 trilyon ruble civarında olmalı; sektörün yüzde 60’tan fazlası (bu oran 2021 verilerine dayanıyor; bu hafta QiwiBank’ın lisansının iptalinden başka daha önemlisi Otkrıtiye’nin geçen yıl başında tamamen VTB’ye devredilmesi gibi işlemler devletin sektördeki payını daha çok artırmış olmalı) devlet kontrolü altındaki bankalardan oluştuğuna göre bütün bu spekülasyonlar en çok onlara yaradı.

Temerrüt. 2022 paniğine damgasını vuran şeylerden biri de temerrüt hikâyesiydi. Rusya’nın borçlarını ödemek için neredeyse sadece amuda kalkmadığı kaldı, bütün yaptırımlara rağmen bunları üstelik ilk yaptırımların yol açtığı kriz ortamında döviz olarak ödemeyi başardı, ta ki haziran sonunda ABD Maliye Bakanlığı’nın OFAS linansının iptaliyle birlikte eurobond kupon ödemeleri artık yapılamaz oluncaya kadar. Ve hiçbir şey olmadı! “Temerrüde düştü demesinler” korkusunun tamamen yersiz olduğu, temerrüdün ekonomi işlediği sürece iflas anlamına gelmediği gibi tersine borç ödemelerini yatırıma çevirmek zorunda bırakarak kalkınmaya yardım ettiği, yani bütün bu temerrüt hikâyesinin sadece bir saplantı olduğu ortaya çıktı ve bu, neoliberal dogmatizme saplanmış ekonomi yönetiminin değil ama dogmatik değil pragmatist davranmayı ilke edinen Kremlin’in ekonomiyle ilgili kararlarda da kendine güvenini pekiştirdi.

Sermaye çıkışı. 2022’de Rusya’dan 243 milyar dolar sermaye çıktı. 2023’te ise bu miktar 60 milyar dolar dolayındaydı. C tipi hesaplarda toplanarak çıkışı engellenen 10 milyar doları aşkın sermayeden başka IKEA’da olduğu gibi vergi borçları gerekçe gösterilerek bloke edilen başka yabancı varlıklar da var. Bugün artık, Rusya’nın dondurulan varlıklarının müsaderesi değilse bile (ve bu da er ya da geç olacaktır; nitekim ABD’nin Rusya’nın 500 bin dolar varlığını Estonya’ya vermesini bu yolda kesin bir başlangıç saymak gerek) bu varlıkların işletmesinden doğan kârın Kiev rejimine devredileceği kesin görünüyor. Rusya’nın Avrupa’da dondurulan varlıklarının 191 milyar avrosunu kontrolünde tutan ve geçen yıl bunlar sayesinde toplam kârının yüzde 70’ini (4,4 milyar avro) elde eden Euroclear’in isteksizliği (makul bir isteksizlik; vergi yoluyla da Belçika bütçesi için finansman çünkü) buna engel olamayacak.

Yeni sınıf kompozisyonu. Sermaye, iki yönlü bir hareketle yeni sınıfsal kompozisyonları ortaya çıkaracak şekilde zorlanıyor. Birincisi, Rusya’da liberal muhalefetin kitle tabanını teşkil eden müreffeh küçük ve orta burjuvazinin savaşla birlikte deklase olması, daha pandemi öncesinden beri bu sınıfın reorganizasyonuna yönelik planların hayata geçirilmesini hızlandırdı, ancak bunlar hâlâ üretken sektörlerden ziyade hizmet sektörüne yatırım yapıyor. İkincisi, sermayenin “millileştirilmesi” eğilimi hız kazandı; ülkeden ayrılan yabancı şirketler en az yarı yarıya indirimle ve bir de devlete, adına gönüllü denilen oysa gerçekte mecburi aidatlarla yerli şirketlere satılıyor. Yeni ortaya çıkan şirketler ise büyük ölçüde devletin stratejik planlama alanında kalıyor. Bunun yetmediği yerde, Carlsberg’de olduğu gibi satış pazarlığı bitmiş yabancı şirketlere kayyım atandığına da rastlanıyor. Bütün sektörlerde devletin kontrol alanı genişliyor.

Offshore. Rusya ekonomisinin yapısal hastalığı offshore meselesi tamamen çözülmüş değil, ama sermaye çıkışının yaptırımlarla birlikte zorlaşmasına paralel olarak “mali bloğun” ısrarına rağmen de sınırlanması (hükümetle “mali bloğun” iki başından biri olan Merkez Bankası arasında giderek daha görünür hale gelen bir çatışma var) bu meselenin dolaylı çözümünün önünü açtı. Hong Kong ve Şanghay modelleri esas alınarak kurulan iç offhore bölgeleri, Kaliningrad ve Vladivostok’taki iki ada, yerli şirketler tarafından mecburen şirket kaydı için daha sık kullanılmaya başlandı. Bunun on örneği olan Yandex Rusya’nın durumu, aynı zamanda, yabancı hukuk alanında faaliyet gösteren teknoloji şirketlerinin (Yandex gerçekte Hollanda şirketiydi) ülkeye taşınması yolunda en önemli adımı teşkil etti. Üstelik bu da, artık rutin olduğu üzere muazzam indirimlerle yapıldı. Forbes’un tahminine göre Yandex’in Rusya’daki varlıklarının değeri 12,5 milyar dolar; oysa satış sadece 5,3 milyar dolara yapıldı (475 milyar ruble). Aralarında Lukoil’un da olduğu dört alıcı var, ancak bunlardan en yüksek yatırım yapan yüzde 10’la Lukoil. Kesin veriler açıklanmış değil; ancak öyle görünüyor ki Yandex Rusya’nın tepe yöneticileri, beşinci alıcı grubu olarak en büyük paya sahip. Bu da devlet bankalarının kredisi olmaksızın mümkün değil. Dolayısıyla genel eğilimin tamamlandığını, Yandex Rusya’nın devlet mülkiyetine değilse bile devlet kontrolüne girdiğini kabul etmek mümkün.

“Mali bloğun” Kremlin’in kararnamelerini aşındırması. Bu tamamen engellenebilmiş değil ve engellenemeyecek, zira başta Merkez Bankası olmak üzere neoliberal dogmatizme dayanan “mali blok” sermaye hareketlerini Kremlin’in baskısına rağmen elinden geldiğince serbestleştirmeye çalışıyor. Bu, tuhaf bir şekilde, ülkeden ayrılan yabancı şirketlerin yönetimine kayyım atanmasını, gümrük resimlerinin döviz kuruna bağlanmasını, ihracatçı şirketlerin döviz gelirlerini iç piyasada satma mecburiyetini vb. getiren kararnameleri sulandırmak için gösterilen çabada ortaya çıkıyor.

Büyük burjuvazinin baskısı. 2022 “madencilerin” Kremlin’le savaşıyla geçti. Sektördeki büyük burjuvazinin (daha sonra onlara çimento üreticileri de katıldı) devlet demiryollarının (RJD) navlun tarifesinin düşürülmesi için yıl boyunca hem Kremlin’e hem de hükümete baskısı sonuç vermedi. Aşırı kârın vergilendirilmesinin önlenmesi girişimleri de öyle. Bununla birlikte kademeli gelir vergisine geçişi kesin olarak engellemeyi başardılar. Windfall tax (aşırı kâr vergisi) her ne kadar kuşa çevrilerek 300 milyar rubleye kadar düşmüş olsa da büyük burjuvazinin Kremlin tarafından gönüllülüğe mecbur kılınması bakımından önem taşıyordu.

Savaş ekonomisi? Rusya’nın krizden savaş ekonomisiyle çıktığı efsanesi giderek yaygınlık kazanıyor. Bu doğru değil. Rusya yönetimi Sovyetler Birliği’nin altyapısı üzerinde devlet sektöründe sivil ve askeri sanayinin iç içe geçmişliğinin avantajını kullanıyor. Sovyetler Birliği’nde bu durum, kapitalist restorasyonu önceleyen yıllarda bütün musibetlerin kaynağı gibi gösterilmesine rağmen, gerçekte Sovyet sivil sanayileşmesini teşvik eden bir rol oynuyordu. Sivil ve askeri alanların bu birliği sayesinde Sovyetler Birliği’nde her 10 kişiden biri savunma sektörüyle ilişkiliydi. Savaş sanayisi sivil sanayinin de reorganizasyonunu ve askerileştirilmesini, ayrıca çoğu durumda buna yönelik kaynak arayışı için savaş tahvillerini gerekli kılar; Rusya’da ne ilki ne ikincisi yapıldı. Sanayi zaten vardı, kaynak için bütçeden savunma üretimine ayrılan pay artırılmakla birlikte (2021’de bütçenin yüzde 16 kadarı savunma harcamalarına ayrılmıştı, 2023’te bu oran yüzde 22’ye çıktı, bu yıl yüzde 30’unu aşması bekleniyor) tahvil çıkarmaya ihtiyaç duyulmadı. Savunma bütçesindeki artış, sosyal harcamaların kısılmasına yol açtı. 2024’te toplam bütçe harcamalarının sadece yüzde 21 kadarının bu alanda yapılması planlanıyor ve bu, 2015-2021 ortalamasının (yüzde 28) çok altında. Ancak yeni ve konsolide bir küçük ve orta burjuvazi yaratma hedefiyle ilişkili olarak savunma sektörü yoğunlaştığı federal bölgelerde kâr ve gelir vergisinde daha önce görülmemiş artışlara yol açtı. Bunlar sırasıyla, federal seviyede yüzde 22 ve yüzde 13 arttı. İlki küçük ve orta burjuvazinin güçlenmesine işaret ederken ikincisi işsizliğin azalması ve ücretlerde yükselmeyle paralel bir artış. Sanayi sektörünün güçlü olduğu federal bölgelerdeki artış ise daha belirgin.

Bütçe açığı ve petrol-doğalgaz ekonomisinde gerileme. Bir hammadde üreticisi olarak geleneksel olarak bütçe fazlası veren Rusya’da iki yıldır bütçe açığının büyük miktarları buluyor olması, en ciddi sorunlardan biri. 2022’de bütçe açığı GSYH’nın yüzde 2,1’ine ulaşmıştı; 2023’te ise yüzde 1,9’u (3,2 trilyon ruble) oldu. Bununla birlikte açığın niteliğinde köklü bir değişiklik var ve bu, bir kez daha, 2023’te bir önceki yılın paniğinin tamamen ortadan kalkmasının ve kendine güvenin sonucu. Petrol ve doğalgaz gelirleri Rusya’da bütçenin yüzde 8-10’unu karşılar; 2023’te bu gelirler yüzde 23,9 düşmesine rağmen bütçe açığı bir önceki yıla göre azaldı. Bu, Rusya’nın petrol-doğalgaz ekonomisinden çıkma kararlılığına yorulmalı. Bu kararlılık siyasi çerçevesini stratejik planlama tartışmalarında buluyor. Stratejik planlama, fiilen, sektörel alanlarda devlet kontrolünün sadece şirketlerin kontrol paketlerinin devletin elinde tutulması yoluyla değil siyasi vasıtalarla da güçlendirilmesi ve uzun vadeli bir devlet planlamasının hâkim kılınması çabasına işaret ediyor.

GÖRÜŞ

Trump ile Cesur Yeni Dünya

Yayınlanma

Yazar

Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) seçilmiş başkanı Donald Trump, ikinci dönemini endişeyle bekleyen dünya için eteklerinde bolca sürprizle gelecek gibi gözüküyor. Zira, Panama, Grönland ve hatta Kanada konusundaki çıkışlarını sadece Trump’ın patavatsızlığı olarak değerlendirmemek gerekir. Israrla bu konuları gündemde tutmasına bakılırsa ABD yeni dönemde alıştığımızın dışında bir strateji izleme yolunda.

ABD’nin emperyalist yaklaşımı, tarihsel olarak Avrupa tarzı emperyalizmden farklı bir çizgide ilerledi. Batı Avrupa ülkeleri, sınırlı topraklara ve kaynaklara sahip oldukları için, sömürgecilik döneminde ekonomik kazanç elde etmek amacıyla genişlemeye yöneldi. Başta İngiltere ve Fransa gibi ülkeler, dünyanın çeşitli bölgelerinde toprak işgal ederek ekonomik değer merkezlerini kontrol altına almayı hedefledi.

ABD’nin geniş kıtasal toprakları ve zengin doğal kaynakları, bu tür bir motivasyonu büyük ölçüde gereksiz kıldı. ABD, kendi sınırları içinde endüstriyel devrimini gerçekleştirdiğinde hala devasa ve zengin kaynaklarla dolu bir kıtayı işliyordu. Bugün ise dünyanın en üretken hizmet ekonomilerinden birine sahip olan ABD için, ekonomik kazanç amacıyla toprak işgal etmek çoğu zaman en mantıklı strateji değil.

Bu yüzden Amerikan tarzı emperyalizm ekonomik değil, güvenlik odaklıdır. ABD için önemli olan büyük topraklar üzerinde hakimiyet kurmak değil ama (özellikle deniz) ticaret yollarına hükmetmek ve başta enerji olmak üzere olası rakiplerinin kritik kaynaklara ulaşımını sınırlandırmaktır.

Dolayısıyla ABD, büyük toprak parçalarını işgal etmek yerine, stratejik öneme sahip küçük ve savunması kolay bölgelerle ilgilenir. Bu bölgelerin düşük nüfuslu olması, güvenlik riski yaratmaması ve ABD’nin rakiplerinin stratejik fırsatlarını sınırlaması esastır. Bu yaklaşım, ülkenin güvenlik çıkarlarını maksimize ederken idari yükü minimize etmeyi amaçlar. Bu perspektiften bakıldığında, ABD’nin ilgisini çekebilecek bölgelerin sayısı sınırlıdır.

ABD’nin Stratejik Öncelikleri

Amerika Birleşik Devletleri, Pasifik’te stratejik önem taşıyan birçok bölgeyi hâlihazırda kontrol etmekte. Kuzey Mariana Adaları, Guam ve Amerikan Samoası gibi bölgeler, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında ve 1800’lerin emperyalizm çağında kazandığı topraklar. Bu alanlar, ABD’nin hem kendi güvenliğini sağlaması hem de Asya-Pasifik bölgesindeki askeri üsler ve deniz rotaları açısından kritik öneme sahip.

Eğer ABD, güvenlik çıkarlarını Afrika’ya genişletmek isterse, Sao Tome ve Principe gibi küçük ada devletleri, ABD’nin ilgisini çekebilecek stratejik noktalar. Afrika’da Sao Tome, 200.000 kişilik nüfusu ve stratejik konumu ile stratejik olarak Batı Afrika’nın tamamına erişim imkânı sunuyor. Bu bölge, Güney Afrika’dan Senegal’e kadar geniş bir coğrafyada ABD’ye askeri üstünlük sağlayabilir.

Benzer şekilde, Sokotra gibi Yemen’e ait adalar da dikkat çekici. Sokotra, Hint Okyanusu, Kızıldeniz ve Afrika’nın doğu kıyısına erişim sağlamak açısından stratejik bir konuma sahip. Ancak bu adaların ele geçirilmesi, ABD’nin Afrika’ya yönelik uzun vadeli stratejik bir taahhütte bulunmasını gerektirir ki bu şimdiye kadar herhangi bir Amerikan hükümetinin benimsemediği bir stratejidir.

Yeni Ticaret Rotaları

Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmadan önce gündeme getirdiği Panama ve Grönland gibi bölgeler ise ABD’ye ciddi yönetim ve altyapı yükü getirebilir.

Örneğin, Panama Kanalı stratejik bir öneme sahip olsa da, Panama’nın büyük nüfusu ve sosyal sorunları, ABD için yönetimsel bir yük oluşturabilir. 4 milyonu aşkın nüfusu ve uyuşturucu kaçakçılığı sorunları, ABD’nin bu bölgeyi doğrudan kontrol etmesini zorlaştırır. Zaten mevcut durumda ABD’nin, Panama Kanalı üzerinde tam geçiş hakkına ve askeri önceliğe sahip olması doğrudan işgali gereksiz kılıyor.

Grönland ise Kuzey Kutbunun yükselen stratejik önemi nedeniyle daha ön planda. Özellikle buzulların erimesiyle ortaya çıkan yeni ticaret yollarında söz sahibi olmak burada varlık göstermeyi gerektiriyor. Düşük nüfusuna rağmen devasa bir toprak parçasına sahip olduğu ve zorlu yaşam koşulları nedeniyle Grönland’ın tam kontrolü yüksek bir maliyet gerektiriyor. Ayrıca, Grönland’ın mevcut yöneticisi olan Danimarka, ABD ile güçlü bir müttefiklik ilişkisi sürdürüyor ve ABD’nin Grönland üzerindeki güvenlik taleplerini karşılıyor. Grönland’ın ABD’ye bağlanması, Danimarka ile yakın ilişkilerine zarar verebilir ve Amerikan politikasında gereksiz bir yük oluşturabilir, ittifaklarını sorgulanabilir hale getirebilir. Fakat ilginçtir ki, Trump işbirliği yerine Grönland’i ABD hakimiyetinde görmek istiyor ve bunu ekonomik gerekçelere dayandırıyor.

Amerikan Stratejisinin Geleceği

ABD’nin mevcut güvenlik stratejisi, dolaylı kontrol mekanizmalarına dayanıyor. Doğrudan toprak kontrolü yerine, müttefik ülkelerle iş birliği yaparak stratejik bölgelerde etkisini sürdürerek hem maliyetleri düşürüyor hem de yerel halkların tepkisini minimize etmeye çalışıyor. ABD’nin toprak işgaline dayalı bir genişleme stratejisi benimsemesi birçok riski beraber getirecektir. Umuyoruz, Trump ile cesur yeni bir dünya için kemerleri bağlamış ve ülkemiz için oluşacak risk ve fırsatları belirlemişizdir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 1

Yayınlanma

Yazar

Rusya: ekonomi, sorunlar, istikrar halkaları, çözüm arayışları – 1

Bu uzun yazı, Rusya ekonomisinde özellikle 2022 sonrası yaşanan dönüşümü, mevcut sorunları ele alıyor ve geleceğe yönelik bazı tahminleri içeriyor. Bu karmaşık konuda bütün eksiksiz bir tablo sunmak mümkün değil; ancak gene de okur, az çok belirgin bir fikir edinecektir.

Ancak yazının ciddi bir eksiği var: son derece önemli üç başlığı kapsamı dışında tutuyor.

İlki, savunma sanayisinin sivil sanayiye ve genel olarak ekonomiye etkisidir. Anlaşılabilir nedenlerle istatistiklerde bu kalemler görünmüyor ve mevcut durum daha karamsar yansıyor. Bu özellikle incelenmesi gereken konuyu ele almak için sanırım birkaç yıl daha geçmesi gerekecek. Ancak mevcut durumun Sovyet savunma sanayisinin itici rolünü hatırlattığını belirtmek gerek.

İkinci olarak, bu yazı son iki yıldır artan deprivatizasyon (özelleştirmelerin geri alınması; millileştirme) meselesini de kapsamı dışında tutuyor. Bu mesele, hemen hepsi servetini özelleştirmeler döneminde yapılan yolsuzluklarla ele geçirmiş olan büyük burjuvazinin kafasının üstünde sallanan kılıç olması itibariyle bir siyasi tehdit olmaktan başka gerçekten de şimdi artık trilyon rublelerle ölçülen servetlerin hazineye geri dönmesine yol açtı, dolayısıyla ciddi bir iktisadi etkisi var. Bu görünmeyen etki de hesaba katıldığında istatistiklerdeki kasvet biraz daha hafifleyebilir.

Üçüncü olarak, yazı her ne kadar alabildiğine kalın çizgilerle Kremlin önderliği etrafında kitle konsolidasyonunun sağlanması açısından sosyal politikaların önemine dikkat çekmiş olsa da hem bunun iktisadi anlamını, hem de siyasi zor ve kararlılığı çerçevesi dışında bırakıyor. Ancak bu durum, siyasetle daha yakından ilgili olduğu ölçüde, yazıda da değineceğim gibi, yeni tip bonapartizm üzerine kavramsal-teorik bir çalışmayı gerektiriyor.

Enflasyon üzerinde etkili olan faktörler

TsMAKP (Makroekonomik Analiz ve Kısa Vadeli Tahmin Merkezi) hesaplamalarına göre 2023’te (pazar-dışı olanlar hariç) orta ve büyük çaplı işletmelerde maliyetin yüzde 1,9’unu faiz ödemeleri, 3,4’ünü kiralar ve 17,1’ini ücret ödemeleri oluşturuyordu. Çarpan etkisiyle birlikte hesaplandığında şu ortaya çıktı: 2024’te faizlerin fiyat artışlarına etkisi en az 4,5-5,5 puan olduğu halde ücret ödemeleri en çok 3,5-4,5 puan etki etmişti.

Bütün merkez bankaları gibi Rusya MB da faizleri gerçekte “talep enflasyonunu” baskılamak için kullanılıyor. Bu da ücretlerin düşürülmesinin kibar adı. Oysa Glazyev’in 19 Aralık’ta Bilimler Akademisi’ndeki tebliğinde işaret ettiği son araştırmalar, politika faizindeki her 1 puanlık artışın talep enflasyonunu 0,2 puan düşürürken maliyet enflasyonunu 0,24 puan yükselttiğini gösteriyor. Başka deyişle, 2022 öncesine dönmek mümkün olsaydı bile bu para-kredi siyasetinin net etkisi enflasyonun artması yönünde olacaktı.

Bu durum iki temel noktayı gösteriyor. Birincisi, faiz oranları yatırımı sınırladığı ölçüde maliyet ve dolayısıyla fiyat artışlarına neden oluyor, dolayısıyla faizler enflasyona doğrudan etki ediyor ve bu etki, ücret artışlarının yarattığı etkiden çok daha fazla. İkinci nokta ise ilk önermenin tersten ifadesi: ücret artışları maliyet artışına sanıldığından çok daha az etki ediyor; üstelik alım gücünün artmasıyla birlikte kâr oranı korunsa bile sınai genişlemeye yol açıyor.

MB politika faizini esasen enflasyonla ilişkilendiriyor. Neoliberal  dogmatizme göre faiz oranları enflasyon üzerinde etki eder. Oysa Grafik 1, bu ikisi arasında daha önce değil nedensellik herhangi bir korelasyon olsun var idiyse bile bunun son derece dönemsel ve varlığının da spekülatif olduğunu, dahası en azından 2023 başından beri faiz artışının belirgin bir şekilde enflasyonu durdurucu etki göstermediğini ortaya koyuyor.

Grafik 1. Politika faizi ve enflasyon

Glazyev’in Bilimler Akademisi’ndeki son sunumuna bakılırsa TÜFE artışının yüzde 60’ı taşımacılık ve enerji alanındaki maliyet enflasyonundan kaynaklanıyor. 2022-2024 arasında nakliye fiyatları yüzde 20, enerji fiyatları yüzde 12 arttı. Bu durum esas itibariyle nüfusun en yoksul kesimleri için hissedilir enflasyonu artırıyor. Özellikle Gazprombank’a getirilen yaptırımlarla birlikte dolar kurundaki ani fırlayış enflasyonu tetikliyor (birazdan buna geri döneceğim).

Enflasyona etki eden bir başka faktör ise MB’nın yarattığı kısır döngü: enflasyonu düşürmek adına faiz oranları arttıkça kredi faizi masrafları doğrudan emtia fiyatlarına yansıyor. Ve bu enflasyon, her zaman ve her yerde olduğu gibi, en yoksulların tüketici sepetinin fiyatını artırarak (başta emeklilerin) reel gelirinde düşüşe neden oluyor. Bunlar kritik sorunlar, ne var ki en kritik sorun, sermaye verimliliğinin faiz oranlarının altında kalması. Bu nedenle daha kolay kredi bulan şirketler taze parayı üretime değil mevduat faizine yatıracaktır. Mevduat faizi ve devlet tahvili getirilerinin yüksekliği, kreditöre tam da bu amaçla borçlanma eğilimini güçlendiriyor. Kredi faizlerindeki tırmanışla birlikte kredi borçlanmalarının özel sektörün elindeki bir dizi şirkette iflasları tetiklemesi de olası; ancak böyle bir furya ortaya çıkarsa devletin el koyması veya kayyım ataması yoluyla durdurulması beklenebilir.

MB para-kredi siyasetinin yarattığı zincirleme iflaslar riski

Faizlerin bütün sektörlere yıkıcı bir darbe vurduğu da “sorunlu” şirketlerin cirolarının ülke içinde üretilen toplam ciroya oranında da ortaya çıkıyor. TsMAKP hesaplamalarına göre 2023’te faiz ödemelerinde güçlük çeken (1<ICR<1.5) şirketlerin cirosunun toplam ciroya oranı yüzde 4,5, bu ödemeleri yapmakta zorlanacak durumda olan şirketlerin (ICR<1) cirosunun toplam ciroya oranı ise yüzde 7,8’di. 2024’te bu oranlar sırasıyla yüzde 14,5 ve 15,5’e yükseldi. Eğer faizle birlikte kira ödemelerinden doğan güçlükler de katılırsa, 2024’te toplam yurt içi cironun yüzde 11,7’sini üreten şirketler faiz ve kira ödemelerinde güçlük çekiyor, yüzde 25,6’sı ise vade geciktirebilir.

Sektörlere göre dağılım daha kritik bir tablo ortaya koyuyor. Örneğin  2024 itibariyle (kira ödemeleri de hesaba katıldığında) ödeme zorluğu çeken posta ve kurye hizmetleri sunan şirketlerin cirosunun sektörün toplam cirosuna oranı yüzde 60, yüzde 15 ise ödeme vadelerini geciktirebilir gibi görünüyor. Onu telekomünikasyon şirketleri takip ediyor, ancak risk çok yüksek: ödeme güçlüğü çekenlerin oranı yüzde 22, vade geciktirme ihtimali olanların oranı ise yüzde 47. Havacılık ve uzay faaliyetleri için bu oranlar sırasıyla yüzde 48 ve 12; tren, gemi ve uçak inşaatı alanında yüzde 33’e 27, boru hatlarında 8’e 45. Petrol ve doğalgaz şirketleri için yüzde 6 ve yüzde 42. İnşaat ve mühendislik şirketlerinde oranlar görece düşük (yüzde 13 ve 20), ancak sektörün özellikle konut üretiminin kitle konsolidasyonuna etkisi bakımından önemine dikkat çekmek gerek.

Eğer sadece faiz ve kira ödemeleri değil, en genelde iflas hattındaki şirketler dikkate alınırsa TsMAKP hesaplamaları bütün ekonomi açısından daha kasvetli bir tablo ortaya koyuyor. Ciroları toplamı reel sektörün toplam cirosunun yüzde 5,8’ini oluşturan şirketler 2023’te iflas tehlikesi yaşıyordu; 2023-2024 arasında politika faizi 1,6 kat artarken bu orana yüzde 6,7 daha eklendi ve toplam yüzde 12,5’i buldu. Faiz artışları bu hızla devam ederse önümüzdeki yıl bu orana yüzde 6,4 daha eklenerek 18,9’a yükselecek. İflas hattındaki şirketlerin sayısının toplam şirket sayısına oranı da 2023’te yüzde 4,7’ydi; buna bu yıl 4,2 daha eklendi ve gelecek yıl faiz artışı aynı hızla devam ederse 3,3 daha eklenerek toplam 12,2’ye yükselecek.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu

Yayınlanma

Yazar

Bugünlerde Kürt sorununun çözülmesi için atılacak tarihi adımlardan söz ediliyor. Hatta neredeyse bu iş kotarılırsa hepimizin gelirlerinin katlanacağı, çözülmezse açlığa mahkum olacağımızı ima etmeye başladılar bile… Bu tür psikolojik harekat girişimlerini AB konusunun Türkiye’yi iç ve dış politika olarak esir aldığı günlerden iyi hatırlarım. AB konusu her derde deva gibi sunulmuştu. Sonuçta AB üyesi Yunanistan 2008 yılında derin bir krize girdi ve kriz sadece Yunanistan ile sınırlı kalmadı; AB ülkelerinin büyük bir bölümünü kasıp kavurdu; ama o propagandayı yapan meşhur gazeteciler ve diğerlerinin ilgi alanına pek girmedi AB krizleri… Konuyla sadece magazinsel açılardan ilgilenmeyi tercih ettiler.

PEKİ KÜRT SORUNU NEDİR?

Amerikan ve Avrupalı düşünce kuruluşlarından duyduklarını bizlere anlatmaya çalışanlara göre Türkler ve Kürtler olmak üzere iki milli kimlik var. Bu kimlikler en azından son yüzyıldan bu yana kesintisiz bir biçimde mevcut ve Osmanlı’nın nihai dağılma sürecine girdiği Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortak mücadele verdiler; fakat bunlardan birisi – Türkler – kendi milli devletlerini kurarken diğerine – Kürtler – kazık attı, yüzüstü bıraktı. İşte, sorunun kaynağı burası. Bu sorunun şimdi çözülmesi gerekiyor.

Oysa tarihi kayıtlar hiç de öyle söylemiyor. Örneğin Musul sorunu Lozan’da müzakere edilirken bırakın bugünkü Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürt kökenlileri Musul Eyaleti (İngiltere’nin kurduğu Irak devletini oluşturan üç eyaletten birisi. Diğerleri Bağdat ve Basra eyaletleri) içinde yani Irak’ın kuzey bölgesinde yaşayan Kürt kökenliler Türkiye’den yanaydılar. Lozan’da Musul’un Türkiye’ye verilmesi gerektiğini ısrarla savunan İsmet Paşa bölge nüfusunun büyük ölçüde Türk oluğunu söylediğinde İngiliz tarafı Türk değil Kürt olduğunu ileri sürmüş; İsmet Paşa ise buna ‘madem öyle plebisit yapalım’ derken Türk ile Kürt arasında bir fark olmadığını hatta kendisinin de Kürt olduğunu söyleyerek karşılık vermişti.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında patlak veren isyanlar (Şeyh Said vd.) milli karakterli olmaktan çok uzaktı. Zaten milli kimlik esaslı bir mücadele olmuş olsaydı Türkiye bunu bastırmakta çok zorluk çekerdi. Osmanlı dağılırken kaybedilen topraklardaki Müslümanlar etnik kökenlerinden bağımsız olarak ve ‘Türk’ oldukları gerekçesiyle yerlerinden sürülmüşlerdi. Balkanlar ve Kafkaslardan on sekizinci yüzyıl başlarından itibaren kitleler halinde Osmanlı’nın elindeki topraklara kaçan Müslümanlar özellikle Anadolu’da Atatürk liderliğinde başarılan Milli Mücadele/Kurtuluş Savaşı sayesinde bağımsız devlet kurmayı başarmış ve Atatürk bu devleti en çağdaş milliyetçilik harmanı ile oluşturmuştur. Yani Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denilmiştir.

Anadolu’dakilerle birlikte aşağı yukarı hepsi Müslüman ve hem kendini Türk hisseden hem de Müslüman olmayan toplumların Türk olduğu gerekçesiyle düşmanlığına maruz kalan bu toplum sosyolojik, psikolojik, siyasi ve ekonomik açılardan Türk milleti haline gelmiştir ve buna en büyük katkıyı Atatürk’ün modern milliyetçilik esasları üzerine kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devleti yapmıştır. Eğer Türkiye’de Türkler ve Kürtler olarak adlandırılabilecek iki ayrı millet olsaydı Kürt milletinin kendince kutsal gördüğü bir coğrafyası, düşman veya öteki algısı olması gerekirdi. Ve o coğrafyada bağımsızlık mücadelesi vermesi, devlet olma çabası içinde bulunması gerekirdi.

Türkiye’de dün de bugün de böyle bir durum/sorun olmamış/yaşanmamıştır. Türkiye’nin Kürt etnik kökeninden olan insanların hiç yaşamadığı bölgesi, ili ve hatta ilçesi yoktur. Milyonlarca karışık evlilik ve bu karışık evliliklerden doğan milyonlarca insan Türkiye’deki milletleşme sürecinin tutkallarından birisidir. Buradaki en önemli avantaj ‘taraflar’ diye bir algı oluşmamış olmasıdır. Dolayısıyla ‘öteki’ algısı da yoktur.

Daha açık bir ifadeyle Kürt kökenli aileler iş bulmak, çoluk çocuklarını daha iyi şartlarda yetiştirmek için büyük kentlere taşınırken kafalarında başka bir milletin topraklarına yerleşme düşüncesinden kaynaklanacak hiçbir endişe vs. olmamıştır. Aynı şekilde Kürt kökenli insanların ‘kendi şehirlerine’ yerleşmesinden rahatsız olan/olacak başka bir millet de söz konusu değildir/yoktur. Yani herkes kendisini bu milletin parçası saymış ve o milletin kurduğu devletin vatandaşları olmuşlardır.

Bu milletleşme süreci onlarca yıl içerisinde ortak idealler ve ortak çıkarlarla da takviye edilmiştir. Nerede ekonomik kalkınma hız kazanmış, yeni iş alanları açılmış ve yeni imkanlar ortaya çıkmışsa Türkiye’nin her bölgesinden insanlar oralara akın ederek muazzam bir ekonomik/sosyal hareketlilik başlatmışlardır. Karışık evlilikler sadece Kürt kökenliler ile olmayanlar arasında değil her bölgeden herkes arasında büyük çapta gerçekleşmiştir; çünkü toplumda ‘öteki’ algısı hiç yoktur/olmamıştır. Bu sayede Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız olan devletler içerisinde, katlamalı nüfus artışına rağmen hem ekonomik kalkınma hem de askeri güç oluşturma açılarından en başarılı olanı tartışmasız Türkiye’dir. Milletleşme süreci açısından da Arap/Müslüman coğrafyasının en başarılı örneğidir.

Türkiye’de sadece anayasal ve yasal çerçevede ‘Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ denilmekle kalınmamış: aynı zamanda uygulamada da bu ilkeye uyulmuş; etnik ve/veya mezhebi kökenlerine bakılmaksızın herkes her ticari/ekonomik alanda veya kamu bürokrasisinde yer alabilmiştir. Üstelik bu, kendiliğinden gerçekleşmiş; bir üst aklın veya düzenin durumu dengelemek/yönetmek adına adeta kotalar koyarak yaptığı çabalar sonucunda oluşmamıştır. Herkes kendisini bu milletin mensubu addetmiş ve o milletin kurduğu devletin imkanlarından yararlanmayı, ortak ideallere katkıda bulunmayı ve ortak çıkardan pay almayı otomatik hakkı saymıştır. Bu yüzden 1974 yılında Türkiye Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirirken ülkenin her tarafında olduğu gibi Güneydoğu bölgemizde de askerlik şubelerinin önü askere gönüllü gitmek isteyen yüzbinlerle dolup taşmıştır.

TÜRKİYE COĞRAFYASI DIŞINDAKİ ‘KÜRTLER’

Türkiye dışında bir Kürt sorunu olabilir ve hatta vardır; çünkü örneğin Irak’ta İngiltere manda yönetimi tarafından bu devletin kurulduğu tarihten itibaren Araplar ve Kürtler denilebilecek bir mücadele söz konusu olmuştur. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşını kaybederek bölgeden geri çekilmesinin ardından Irak’ın kuzey bölgelerinde patlak veren aşiret karakterli isyanlar bu insanların Irak devletine ve toplumuna entegre edilmemesinden dolayı yıllar içerisinde bir yandan aşiret özelliklerini korumuş olsa da öte yandan da ‘Kürt isyanları’ halini almıştır. Her fırsatta – örneğin Irak-İran gerginliklerinde – bu isyanlar patlak vermiş ve giderek kısmen de olsa milli kimlik oluşturma yolunda ilerlemiştir. Hala aşiret özelliklerini sıkı sıkıya muhafaza eden bu yapının PKK/PYD önderliğinde kurulması hayal edilen bir Kürdistan devletine kolaylıkla entegre olup olmayacağı veya entegre olmayı isteyip istemeyeceği de pek çok soru işaretleriyle doludur. Böyle bir kararı muhtemelen ortaya çıkacak şartlar belirleyecektir.

İran’daki Kürtlerin hemen hepsinin – Feyli Kürtler hariç – Sünni, İran’ın ise ağırlıklı olarak Şii olması oradaki Kürt sorunu ile ilgili en temel başlangıç sebep olsa gerektir. Türk asıllılar kadar rejime entegre olmamaları da ayrıca belirleyici sebeplerden bir başkasıdır. Suriye’de ise durum biraz daha farklı gelişmiştir. Öncelikle Suriye vatandaşı büyük bir ‘Kürt’ kitle yoktu. Şeyh Said isyanı sırasında sınırın ötesine geçen aşiretlerden oluşan ‘Kürtler’ ve onların geleceği önce manda yönetimleri sonra da bir kargaşadan ötekine evrilen Suriye yönetimleri tarafından ihmal edildi. Vatandaş olan Kürt kökenliler ise milli-üniter yapıdaki Suriye içinde sınırlı düzeyde entegre edilebildiler. Zaten gerek Irak gerekse Suriye’deki Baas yönetimleri bırakın Arap olmayanları Arap toplumların bile tümünü tek bir millete dönüştürecek derecede geniş vizyonlu olamadılar. Anayasal yapıları buna uygun olsa bile uygulamada dar kafalı, bölgeci (Irak’ta Tıkritliler, Suriye’de Aleviler gibi) ve zaman zaman da mezhepçi vs. çizgide politikalarla halkta millet ve mensubiyet duygusu yaratamadılar.

PKK SORUNU VARDIR

Türkiye’de Kürt sorunu olduğunu söylemek ırki açıdan bir millet tasavvuruna Kürt kökenli insanlarımızın kurban edilmesi demek olur. Böyle bir sorun olduğunu kabullenip bunu çözmek için PKK ile doğrudan veya dolaylı müzakereye oturmak ise PKK liderliğinde bir Kürt milleti inşa etmek amacına hizmet demektir. Unutmayalım ki, milletler siyasal, sosyolojik ve ortak çıkarlar temelinde devletler tarafından inşa edilirler.

PKK bugün tamamen ABD-İsrail tarafından Türkiye dahil bölge ülkelerini istikrarsızlaştırmak için kullanılan bir aparat haline gelmiştir. Bu terör örgütüyle sadece mücadele edilir/edilmelidir. Doğrudan veya dolaylı müzakere etmek en başta Kürt kökenli insanlarımıza yapılacak en büyük kötülük olur.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English