DÜNYA BASINI
Amerika’nın yeni dünya düzeninde Almanya’nın konumu
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: İktisatçı ve siyasi yorumcu Michael Hudson’ın aşağıda çevirisini verdiğimiz makalesi 2 Kasım 2022 tarihinde yayımlandı. NATO ve ABD’nin Ukrayna’yı Rusya’ya karşı kışkırtmasında dikkatle izlenen en önemli ülke Almanya’dır, Hudson da buna dikkat çekiyor. Dünyadaki Amerikan egemenliğini Ortaçağ’daki Kilise egemenliğine benzeten Hudson, dünyanın ABD-NATO merkezli blok ile yeni oluşmakta olan Avrasya ülkelerinin oluşturduğu blok arasında iki kampa bölündüğünü düşünmektedir. Peki bu iki kampın savunduğu değerler neler? Hudson’un ABD kampının “değerlerine” ilişkin net bir fikri olduğu görülüyor; ama Avrasya kampı için aynısını söylemek mümkün değil. Aslında Hudson’ın bu değerlerin oluşturulması için de bir çağrı yaptığı anlaşılıyor; Papalığın biricikliğini ortadan kaldıran Lutherci bir Reform talebidir bu. Görünen o ki, iktisadi mantığı da “kamu-özel işbirliği”dir. Hudson, insanlığı kapitalizmi aşmaya değil, neoliberalizmi aşmaya davet eder bir pozisyondadır. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Michael Hudson
2 Kasım 2022
Almanya, Amerika’nın Rusya, Çin ve Avrasya’nın geri kalanına yönelik Yeni Soğuk Savaşının iktisadi bir uydusu haline geldi.
Almanya ve diğer NATO ülkelerine, bugün Ukrayna’daki vekalet savaşından daha uzun sürecek ticaret ve yatırım yaptırımlarını kendi üzerlerine uygulamaları söylendi. ABD Başkanı Biden ve Dışişleri Bakanlığı sözcüleri, Ukrayna’nın dünyayı iki karşıt iktisadi ittifak grubuna bölen çok daha geniş bir dinamiğin açılış arenası olduğunu açıkladılar. Bu küresel kırılma, dünya ekonomisinin tek kutuplu ABD merkezli dolarize bir ekonomi mi yoksa karma kamu/özel ekonomileri ile Avrasya’nın kalbi olan çok kutuplu, çok para birimli bir dünya mı olacağını belirlemek için on veya yirmi yıllık bir mücadelenin belirtisidir.
Başkan Biden yarılmayı demokrasilerle otokrasiler arasında olarak tanımladı. Bu terminoloji, tipik bir Orwellci laf salatasıdır. “Demokrasiler” ile, ABD ve müttefiki batılı mali oligarşileri kastetmektedir. Amaçları, ekonomik planlamayı seçilmiş hükümetlerin elinden Wall Street’e ve ABD kontrolündeki diğer finans merkezlerine kaydırmak. ABD’li diplomatlar, dünyanın altyapısının özelleştirilmesini ve ABD teknolojisine, petrol ve gıda ihracatına bağımlılığını talep etmek için Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankasını kullanıyorlar.
Biden, “otokrasi” ile bu finansallaştırma ve özelleştirme kontrolüne direnen ülkeleri kastetmektedir. Pratikte, ABD’nin retoriği, kendi iktisadi büyümesini ve yaşam standartlarını yükseltmek, finans ve bankacılığı ise kamu hizmeti olarak tutmak anlamına gelir. Temelde mesele, ekonomilerin mali zenginlik yaratmak için bankacılık merkezleri tarafından mı planlanacağı –temel altyapıyı, kamu hizmetlerini ve sağlık hizmetleri gibi toplumsal hizmetleri özelleştirip tekellere dönüştürerek– yoksa bankacılık ve para yaratmayı sürdürerek halk sağlığı, eğitim, ulaşım ve iletişimi kamunun elinde tutup yaşam standartlarının ve refahın mı yükseltileceğidir.
Bu küresel kırılmada en fazla “istenmeyen hasar” gören ülke Almanya’dır. Avrupa’nın en gelişmiş endüstriyel ekonomisi olarak, Alman çeliği, kimyasalları, makineleri, otomotiv ve diğer tüketim malları, alüminyumdan titanyum ve paladyuma kadar Rus gaz, petrol ve metal ithalatına yüksek derecede bağımlıdır. Yine de, Almanya’ya düşük fiyatlı enerji sağlaması amacıyla inşa edilen iki Kuzey Akım boru hattına rağmen, Almanya’ya kendisini Rus gazından mahrum etmesi ve sanayisizleşmesi söylendi. Bu, Almanya’nın iktisadi üstünlüğünün sonu anlamına gelir. Diğer ülkelerde olduğu gibi Almanya’da da GSYİH büyümesinin anahtarı işçi başına düşen enerji tüketimidir.
Rus karşıtı yaptırımlar, bugünün Yeni Soğuk Savaşını doğal olarak Alman karşıtı yapıyor. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Almanya’nın düşük fiyatlı Rus boru hattı gazını yüksek fiyatlı Amerikan LNG[1] ile değiştirmesi gerektiğini söyledi. Bu gazı ithal etmek için Almanya, LNG tankerlerini tutabilmek amacıyla hızla liman kapasitesi inşa etmek için 5 milyar dolar harcamak zorunda kalacak. Sonuç, Alman sanayisinin rekabetçiliğini kaybetmesi olacak. İflaslar yayılacak, istihdam azalacak ve Almanya’nın NATO yanlısı liderleri kronik bir bunalım ve düşen yaşam standartları dayatacak.
Çoğu siyaset teorisi, ulusların kendi çıkarları doğrultusunda hareket edeceklerini varsayar. Diğer türlü onlar, kendi kaderlerini kontrol edemeyen uydu ülkelerdir. Almanya, sanayisini ve yaşam standartlarını ABD diplomasisinin emirlerine ve Amerika’nın petrol ve gaz sektörünün çıkarlarına tabi hale getiriyor. Bunu gönüllü yapıyor; askeri zor nedeniyle değil, dünya ekonomisinin ABD Soğuk Savaş plancıları tarafından yürütülmesi gerektiğine olan ideolojik inanç nedeniyle.
Bazı zamanlar, insanın kendi anlık durumundan bir adım geri atıp bugünün dünyasını bölen türdeki siyasi diplomasinin tarihi örneklerini araştırması, bugünün dinamiklerini anlamasını kolaylaştırır. Bulabildiğim en yakın benzerlik, ortaçağ Avrupa’sının Roma papalığınca Alman krallarına –Kutsal Roma İmparatorlarına– karşı 13. yüzyılda verdiği mücadeledir. Bu çatışma Avrupa’yı çoğunlukla bugünkü çizgiler etrafında böler. Bir dizi papa, II. Frederick[2] ve diğer Alman krallarını aforoz etmiş ve müttefiklerini Almanya ve onun kontrolündeki güney İtalya ve Sicilya’ya karşı seferber etmişti.
Batının Doğuya karşı düşmanlığı Haçlı Seferleri (1095-1291) tarafından kışkırtıldı, tıpkı bugünkü Soğuk Savaşın ABD’nin dünya hakimiyetini tehdit eden ekonomilere karşı bir haçlı seferi olması gibi. Almanya’ya karşı Ortaçağ savaşı, Hıristiyan Avrupa’yı kimin kontrol edeceği üzerineydi: papaların dünyevi imparatorlar haline gelmesiyle birlikte papalık veya iktidarı talep ederek onları ahlaki olarak meşrulaştıran ve kabul eden ayrı krallıkların seküler yöneticileri.
Ortaçağ Avrupa’sında, Amerika’nın Çin ve Rusya’ya karşı Yeni Soğuk Savaşına benzeyen şey 1054’teki Büyük Ayrılma idi.[3] Hıristiyan âlemi üzerinde tek kutuplu bir kontrol talep eden IX. Leo, Konstantinopolis merkezli Ortodoks Kilisesini ve ona ait olan bütün Hıristiyan nüfusu aforoz etti. Tek bir piskoposluk, Roma, kendini İskenderiye, Antakya, Konstantinopolis ve Kudüs’ün eski patrikhaneleri de dahil olmak üzere, zamanın tüm Hıristiyan dünyasından kopardı.
Bu kopuş Roma diplomasisi için siyasi bir sorun yarattı: Tüm Batı Avrupa krallıklarını kendi kontrolü altında nasıl tutacağı ve onlardan mali sübvansiyon hakkı talep edeceği sorunu. Bu amaç, seküler kralların papalık dini otoritesine tabi kılınmasını gerektiriyordu. 1074’te VII. Gregory Hildebrand, Roma’nın Avrupa üzerindeki gücünü güvence altına almak için idari stratejisini özetleyen 27 Papalık Emrini duyurdu.
Papalık talepleri bugünkü ABD diplomasisi ile şaşırtıcı şekilde benzerdir. Her iki durumda da askeri ve dünyevi çıkarlar, herhangi bir emperyal egemenlik sisteminin gerektirdiği dayanışma duygusunu pekiştirmek için ideolojik bir haçlı ruhu biçiminde bir yüceltmeyi gerektirir. Mantık ebedi ve evrenseldir.
Papalık Emirleri iki temel bakımdan radikaldi. Hepsinden önce, Roma piskoposunu tüm diğer piskoposlukların üzerine çıkararak modern papalığı yarattı. 3. Madde, yalnızca papanın piskoposları atama, görevden alma veya yeniden görevlerine iade etme gücüne sahip olduğuna hükmeder. Bunun güçlendirir şekilde, 25. Madde piskoposları atama (veya görevden alma) hakkını yerel yöneticilere değil, papaya verdi. Ve 12. Madde, meşru yöneticiler addedilmek için “tüm prenslerin yalnızca Papa’nın ayaklarını öpmesini” zorunlu kılan 9. Madde’yi takiben, papaya imparatorları görevden alma hakkını verdi.
Aynı şekilde bugün de ABD’li diplomatlar, kimin bir ulusun devlet başkanı olarak tanınması gerektiğini belirleme hakkını talep ediyorlar. 1953’te İran’ın seçilmiş liderini devirdiler ve onun yerine Şah’ın askeri diktatörlüğünü koydular. Bu ilke, ABD’li diplomatlara, ABD’nin kurumsal ve mali çıkarlarına hizmet etmek için bağımlı oligarşiler yaratan Latin Amerika askeri diktatörlüklerine sponsorlukları gibi, rejim değişikliği için “renkli devrimlere” sponsor olma hakkı veriyor. Ukrayna’daki 2014 darbesi, ABD’nin liderleri atama ve görevden alma hakkının en son uygulamasıdır.
Daha yakın zamanlarda, ABD’li diplomatlar Juan Guaidó’yu seçilmiş başkanı yerine Venezuela’nın devlet başkanı olarak atadılar ve o ülkenin altın rezervlerini ona devrettiler. Başkan Biden, Rusya’nın Putin’i bertaraf etmesi ve onun yerine daha ABD yanlısı bir lider koyması gerektiğinde ısrar etti. Bu devlet başkanı seçme “hakkı”, 2. Dünya Savaşından beri Avrupa siyasetine yönelik siyasi müdahalelerinin uzun tarihinde, ABD siyaset üretimi kapsamında bir sabit olagelmiştir.
Papalık Emirlerinin ikinci radikal özelliği, papalık otoritesinden sapan tüm ideoloji ve siyasetleri dışlamalarıydı. 2. Madde, yalnızca Papa’ya “Evrensel” denebileceğini bildirmişti. Herhangi bir anlaşmazlık, tanım gereği sapkınlıktı. 17. Madde, hiçbir meclis ya da kitabın papalık otoritesi olmadan kanonik[4] addedilemeyeceğini belirtiyordu.
Bugünün ABD destekli finansallaştırılmış ve özelleştirilmiş “serbest piyasalar” ideolojisi tarafından yapılana benzer bir talep, ekonomileri ABD merkezli mali ve kurumsal seçkinlerin çıkarlarından haricinde başka çıkar olmaksızın şekillendirmek için hükümet gücünün kuralsızlaştırılması anlamına geliyor.
Bugünün Yeni Soğuk Savaşında evrensellik talebi, “demokrasi” lafzıyla örtülü. Fakat bugünün Yeni Soğuk Savaşında demokrasinin tanımı basitçe “ABD yanlısı” olmak ve bilhassa ABD’nin sponsorluğundaki yeni iktisadi din olarak neoliberal özelleştirme demektir. Bu etik, Nobel benzeri İktisadi Bilimler Anma Ödülünde olduğu gibi “bilim” olarak kabul edilir. Bu, döküntü neoliberal Chicago Okulu iktisadının, IMF kemer sıkma programlarının ve zenginler için vergi kayırmacılığının modern hüsnütabiridir.
Papalık Emirleri, dünyevi âlemler üzerinde tek kutuplu kontrolü güvence altına almak için bir strateji açıkladı. Papalığın dünyevi krallara, her şeyden önce Almanya’nın Kutsal Roma İmparatorlarına üstünlüğünü savundular. 26. Madde, papalara “Roma Kilisesiyle barış içinde olmayan” her kim olursa olsun aforoz etme otoritesi vermişti. Bu ilke, papanın “tebaaları kötü adamlara olan bağlılıklarından kurtarmasını” sağlayan 27. Maddeye işaret ediyordu. Bu, rejim değişikliğini gerçekleştirmeyi hedefleyen “renkli devrimlerin” ortaçağ versiyonunu cesaretlendiriyordu.
Bu dayanışmada ülkeleri birleştiren şey, merkezi papalık kontrolüne tabi olmayan toplumlara karşı bir düşmanlıktı – Kudüs’ü zapteden Müslüman Kafirler ve yanı sıra Fransız Katharlar[5] ve diğer herkes sapkın sayılıyordu. Her şeyden önce, haraç için papalık taleplerine direnecek kadar güçlü bölgelere karşı düşmanlık vardı.
İtaat ve haraç taleplerine direnen sapkınları aforoz etmeye yönelik böylesi bir ideolojik gücün bugünkü karşılığı, ABD yaptırımlarının tehdidi altında ekonomik uygulamaları dikte eden ve tüm üye hükümetlerin uyması için “koşullar” belirleyen Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve IMF olacaktır – ABD hükümdarlığını kabul etmeyen ülkelerin aforoz edildiği modern versiyon. Emirlerin 19. Maddesi papanın hiçkimse tarafından yargılanamayacağına hükmeder – tıpkı bugün olduğu gibi, Birleşik Devletler eylemlerini Dünya Mahkemesinin kararlarına tabi tutmayı reddediyor. Aynı şekilde bugün de ABD’nin NATO ve diğer güçler (IMF ve Dünya Bankası gibi) aracılığıyla yaptığı diktelerin ABD uyduları tarafından sorgusuz sualsiz takip edilmesi bekleniyor. Neoliberal özelleştirmeleri Britanya’nın kamu sektörünü yok eden Margaret Thatcher’ın da söylediği gibi, Başka Bir Seçenek Yok (TINA) [There Is No Alternative].
Amacım, kendi diplomatik taleplerini yerine getirmeyen tüm ülkelere yönelik bugünün ABD yaptırımlarıyla analojiyi vurgulamaktır. Ticari yaptırımlar bir aforoz şeklidir. 1648 Westphalia Antlaşmasının her bir ülkeyi ve yöneticilerini yabancı müdahalelerinden bağımsız kılan ilkesini tersine çevirirler. Başkan Biden, ABD müdahalesini “demokrasi” ile “otokrasi” arasındaki yeni zıtlığın temin edilmesi olarak nitelendiriyor. Demokrasiden kastı, yaşam standartlarını ve toplumsal dayanışmayı teşvik eden karma kamu/özel ekonomilerinin aksine, emekçinin yaşam standardını düşürerek mali zenginlik yaratan ABD kontrolü altındaki bağımlı bir oligarşidir.
Vurguladığım gibi, Büyük Ayrılma, Konstantinopolis merkezli Ortodoks Kilisesini ve onun Hıristiyan nüfusunu aforoz etmek suretiyle geçtiğimiz bin yıl boyunca ‘Batı’yı ‘Doğu’dan ayıran vahim dini bölünme çizgilerini yarattı. Bu bölünme o kadar önemliydi ki Vladimir Putin, bugünün ABD ve NATO merkezli Batı ekonomilerinden kopuşu anlatan 30 Eylül 2022 tarihli konuşmasının bir parçası olarak buna atıfta bulundu.
12. ve 13. yüzyıllar İngiltere, Fransa ve diğer ülkelerdeki Norman fatihler ile Alman krallarının defalarca protesto gösterilerinde bulunmalarına, defalarca aforoz edilmelerine, ancak nihayetinde papanın taleplerine boyun eğmelerine şahitlik etti. Martin Luther, Zwingli ve 8. Henry’nin[6] nihayet Roma’ya Protestan bir seçenek yaratarak Batı Hıristiyanlığını çok kutuplu hale getirmesi 16. yüzyılı buldu.
Neden bu kadar uzun sürdü? Cevap, Haçlı Seferlerinin örgütleyici bir ideolojik çekim sağlamasıdır. Bu, bugün Doğu ile Batı arasındaki Yeni Soğuk Savaşın ortaçağdaki anolojisidir. Haçlı Seferleri, “öteki”ye karşı nefreti seferber ederek “ahlaki reform”un ruhani bir odağını yarattı – Müslüman Doğu ve giderek artan bir şekilde Yahudiler ve Roma kontrolüne muhalif Avrupalı Hıristiyanlar. Bu, Amerika’nın mali oligarşisinin günümüzdeki neoliberal “serbest piyasa” doktrinlerine ve onun Çin, Rusya ve bu ideolojiyi takip etmeyen diğer uluslara düşmanlığına ortaçağda yapılan analojidir.
Bugünün Yeni Soğuk Savaşında, Batının neoliberal ideolojisi “öteki”ye korku ve nefreti seferber ediyor, bağımsız bir yol izleyen ulusları “otokratik rejimler” olarak şeytanlaştırıyor. Şu anda Batıyı kasıp kavuran Rusofobi ve İptal Kültüründe açıkça görüldüğü gibi, tüm halklara karşı doğrudan ırkçılık teşvik ediliyor.
Batı Hıristiyanlığının çok kutuplu dönüşümünün 16. yüzyıl Protestan seçeneğine gereksinmesinde olduğu gibi, Avrasya’nın banka merkezli NATO Batısından kopuşu da karma kamu/özel ekonomilerin nasıl organize edileceğine ve mali altyapılarına ilişkin alternatif bir ideoloji tarafından sağlamlaştırılmalıdır.
Batıdaki ortaçağ kiliselerinin sadakaları ve bağışları, papalığın taleplerine direnen yöneticilere karşı yürüttüğü savaşlar için gönüllü haraçlara [Peter’s Pence][7] ve papalığa diğer sübvansiyonlara katkıda bulunmak nedeniyle suyunu çekti. İngiltere, bugün Almanya’nın oynadığı büyük kurban rolünü oynamıştı. Muazzam İngiliz vergileri, görünüşte Haçlı Seferlerini finanse etmek için toplandı ve Sicilya’da II. Frederick, Conrad ve Manfred[8] ile savaşmaya yönlendirildi. Bu yönlendirme, kuzey İtalya’dan (Lombardlar ve Cahorsinler[9]) papalık bankacıları tarafından finanse edildi ve ekonomi aracılığıyla nesilden nesile aktarılan kraliyet borçları haline geldi.
İngiltere’nin baronları, 1260’larda II. Henry’ye karşı bir iç savaş yürüttüler ve ekonomiyi papalık taleplerine feda etmedeki suç ortaklığına son verdiler.
Papalığın diğer ülkeler üzerindeki iktidarını sonlarından şey, onun Doğuya karşı savaşının sona ermesiydi. Haçlılar Akra’yı, Kudüs’ün başkentini 1291’de kaybedince, papalık Hıristiyanlık üzerindeki kontrolünü kaybetti. Artık savaşacak ‘kötülük’ yoktu ve ‘iyi’ çekim merkezini ve uyumunu yitirmişti. 1307’de Fransız IV. Philip (“Adil”), Paris Tapınağındaki Tapınakçıların[10], Kilisenin büyük askeri bankacılık tarikatının zenginliğine el koydu. Diğer yöneticiler de Tapınakçıları millileştirdiler ve para sistemi Kilisenin elinden alındı. Roma tarafından tanımlanan ve seferber edilen bir düşman olmadan, papalık Batı Avrupa üzerindeki tek kutuplu ideolojik gücünü kaybetti.
Tapınakçıların ve papalık finansmanının reddedilmesinin modern eşdeğeri, ülkelerin Amerika’nın Yeni Soğuk Savaşından çekilmesi olacaktır. Giderek daha fazla ülke Rusya ve Çin’i düşman olarak değil, karşılıklı ekonomik avantaj için büyük fırsatlar sunan [ülkeler olarak görürken], dolar standardını ve ABD bankacılık ve finans sistemini reddedecektir.
Almanya ve Rusya arasında bozulan karşılıklı kazanç vaadi
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması, Soğuk Savaşın bitişini vaat etmişti. Varşova Paktı dağıtılmış, Almanya birleşmiş ve Sovyet askeri tehdidi artık var olmadığından Amerikan diplomatları NATO’ya son verme sözü vermişti. Rus liderler, Başkan Putin’in ifade ettiği gibi, Lizbon’dan Vladivostok’a kadar yeni bir pan-Avrupa ekonomisinin yaratılacağı umuduna kapıldılar. Özellikle Almanya’nın Rusya’ya yatırım yapma ve sanayisini daha verimli bir şekilde yeniden yapılandırma konusunda başı çekmesi bekleniyordu. Rusya bu teknoloji transferi ödemesini nikel, alüminyum, titanyum ve paladyum ile birlikte gaz ve petrol tedarik ederek yapacaktı. NATO’nun Yeni Soğuk Savaşı haber verecek şekilde genişletileceği beklentisi bir yana, Avrupa’nın en yozlaşmış kleptokrasisi olarak kabul edilen Ukrayna’nın, kendilerini Alman Nazi amblemi ile tanımlayan aşırılıkçı partiler tarafından yönetilmesine destek vereceğine dair hiçbir beklenti yoktu.
Batı Avrupa ile eski Sovyet ekonomileri arasındaki görünüşte mantıklı olan karşılıklı kazanç potansiyelinin oligarşik kleptokrasilerin sponsorluğuna dönüşmesini nasıl açıklayacağız? Kuzey Akım boru hattının imhası, dinamikleri kısaca özetliyor. Neredeyse on yıldır ABD’nin değişmeyen talebi, Almanya’nın Rus enerjisine olan bağımlılığını reddetmesiydi. Bu taleplere Gerhard Schröder, Angela Merkel ve Alman iş dünyası liderleri karşı çıkıyordu. Alman imalatçıları ile Rus hammaddeleri arasındaki karşılıklı ticaretin bariz ekonomik mantığına işaret ediyorlardı.
ABD’nin sorunu, Almanya’nın Kuzey Akım 2 boru hattına onayını nasıl durduracağıydı.
Victoria Nuland, Başkan Biden ve diğer ABD’li diplomatlar, bunu yapmanın yolunun Rusya’ya karşı bir nefreti kışkırtmak olduğunu gösterdiler. Yeni Soğuk Savaş, yeni bir haçlı seferi olarak tezgâhlandı. George W. Bush’un, Amerika’nın Irak’ın petrol kuyularını ele geçirmek için yaptığı saldırıyı tanımlaması da bu şekildeydi. ABD destekli 2014 darbesi, sekiz yılını Doğudaki Rusça konuşan bölgeleri bombalamakla geçiren kukla bir Ukrayna rejimi yarattı. Böylece NATO, Rusya’nın askeri cevabını kışkırttı. Kışkırtma başarılıydı ve arzu edilen Rus cevabı beklendiği gibi nedensiz gaddarlık olarak damgalandı. Askeri cevabın sivilleri koruması, NATO destekli medyada, Şubat ayından bu yana uygulanan ticaret ve yatırım yaptırımlarını hak edecek saldırganlık olarak gösterildi. Haçlı Seferinin anlamı budur.
Sonuç, dünyanın iki kampa bölünmesidir: ABD merkezli NATO ve yeni oluşan Avrasya koalisyonu. Bu dinamiğin yan ürünlerinden biri, Almanya’yı, Rusya (ve belki de Çin) ile karşılıklı olarak avantajlı ticaret ve yatırım ilişkileri [kuran] bir ekonomi siyaseti izleme yeteneğinden mahrum bırakmasıdır. Almanya Şansölyesi Olaf Sholz bu hafta Çin’e giderek bu ülkeden kamu sektörünü ortadan kaldırmasını ve ekonomisini sübvanse etmeyi durdurmasını talep edecek, aksi takdirde Almanya ve Avrupa Çin ile ticarete yaptırım uygulayacak.[11] Çin’in bu gülünç talebi karşılamasının imkânı yok, ABD veya başka herhangi bir endüstriyel ekonomi kendi bilgisayar çipini ve diğer kilit sektörleri sübvanse etmekten vazgeçemez. German Council on Foreign Relations [Alman Dış İlişkiler Konseyi], Almanya’nın sanayisizleşmesini ve Çin, Rusya ve bunların müttefiklerini dışlayarak, ticaretinde ABD’ye bağımlılığını talep eden, NATO’nun neoliberal “liberteryen” bir şubesidir. Bu, Almanya’nın ekonomik tabutuna son çivi olmayı taahhüt ediyor.
Amerika’nın Yeni Soğuk Savaşının bir başka yan ürünü, küresel ısınmayı durdurmaya yönelik herhangi bir uluslararası planı sona erdirmek oldu. ABD ekonomik diplomasisinin temel taşlarından biri, petrol şirketleri ve NATO müttefiklerinin dünyanın petrol ve gaz arzını kontrol etmeleri, yani karbon bazlı yakıtlara olan bağımlılığı azaltmalarıdır. Irak, Libya, Suriye, Afganistan ve Ukrayna’daki NATO savaşı buydu. “Demokrasiler, Otokrasilere Karşı” gibi soyut bir şey değil. Bu, ABD’nin enerjiye ve diğer temel ihtiyaçlara erişimlerini kesintiye uğratarak diğer ülkelere zarar verme kapasitesi ile ilgilidir.
Yeni Soğuk Savaşın ‘iyilik, kötülüğe karşı’ anlatısı olmadan, ABD’nin çevresel korumaya ve Batı Avrupa ile Rusya ve Çin arasındaki karşılıklı ticarete saldırısına yönelik ABD yaptırımlarının var olma nedeni ortadan kalkar. ABD’nin dünyanın çok kutuplu olmasını önlemek için öngördüğü 20 yıllık mücadelenin yalnızca ilk adımı olan Ukrayna’daki bugünkü mücadelenin bağlamı budur. Bu süreç, Almanya ve Avrupa’yı, ABD’nin LNG tedariğine bağımlılığa hapsedecektir.
İşin püf noktası, Almanya’yı askeri güvenliği için ABD’ye bağımlı olduğuna ikna etmeye çalışmak. Almanya’nın gerçekte ihtiyaç duyduğu şey ise, ABD’nin Avrupa’yı marjinalleştiren ve “Ukraynalaştıran” Çin ve Rusya karşıtı savaşından korunmak.
Batılı hükümetler tarafından bu savaşa müzakere yoluyla son verilmesi için herhangi bir çağrı yapılmadı, çünkü Ukrayna’da hiçbir zaman savaş ilan edilmedi. ABD hiçbir yerde savaş ilan etmez, çünkü ABD Anayasasına göre bu Kongre’nin deklarasyonunu gerektirir. Böylece ABD ve NATO orduları bombalar, renkli devrimler örgütler, iç politikaya müdahale eder (1648 Westphalia anlaşmalarını geçersiz kılar) ve Almanya’yı ve Avrupalı komşularını parçalayan yaptırımları dayatır.
Müzakereler, savaş ilanı olmayan ya da uzun vadeli tek kutuplu dünya egemenliği stratejisi olan bir savaşı nasıl “sonlandırabilir”?
Cevap, şu anki ABD merkezli uluslararası kurumlar grubunun bir alternatifle değiştirilmesine kadar hiçbir sonun gelemeyeceğidir. Bu, ekonomilerin finans merkezleri tarafından merkezi planlama ile özelleştirilmesi gerektiği şeklindeki neoliberal banka merkezli görüşe bir alternatifi yansıtan yeni kurumların yaratılmasını gerektiriyor. Rosa Luxemburg, seçimi sosyalizm ya da barbarlık biçiminde tanımlamıştı. Son kitabım The Destiny of Civilization’da [Uygarlığın Kaderi] alternatifin siyasi dinamiklerini genel hatlarıyla tasvir ettim.
Çeviren: Erman Çete
Dipnotlar:
[1] LNG (Liquefied natural gas – Sıvılaştırılmış doğal gaz): İşlenmiş doğal gazın, içerisindeki kirliliği arındırarak atmosferik basınçta yaklaşık olarak -163 derecede yoğunlaştırılmasıyla elde edilen doğal gaz. Sıvı hale getirilmesiyle nakliye ve güvenliğinin artırılması hedeflenir. (ç.n.)
[2] II. Frederick, 12. ve 13. yüzyıllarda Kutsal Roma İmparatoru, Papalıkla savaştı, iki kez aforoz edildi. (ç.n.)
[3] Büyük Skizma diye de bilinen Doğu ve Batı Hıristiyan kiliselerinin ayrılmasına verilen ad. (ç.n.)
[4] Canonical: Katolik Kilisesi kanunlarında, ancak Kilise tarafından tanınan örgüt, kişi ya da eserlere verilen sıfat. (ç.n.)
[5] Latincede ‘arınmış, ‘temiz’ anlamlarına gelen ve 12. yüzyılda Fransa’da ortaya çıkmış bir tarikat. Katharlar iyi ve kötü iki ayrı Tanrıya inanıyor ve reenkarnasyonun gerçekliğini kabul ediyordu. (ç.n.)
[6] Martin Luther, Wittenberg Kilisesinin kapısına astığı rivayet edilen 95 maddelik ünlü tezi ile Reform’a liderlik eden din adamı; Huldrych Zwingli, İsviçre’de Protestan reformunu başlatan kişidir, neredeyse Luther ve Calvin kadar önemli bir şahsiyettir; 8. Henry, İngiltere’yi Katolik Kilisesinden tamamen ayıran Tudor hükümdarıdır. (ç.n.)
[7] Peter’s Pence: Katolikler tarafından papaya yapılan yıllık gönüllü katkı. İlk çıkışı, İngiltere’deki Saksonlar eliyledir ve her yıl tüm İngiliz hanelerinin Kiliseyi verdiği vergiyi kapsıyordu. (ç.n.)
[8] Manfred, Sicilya Kralı, II. Frederick’in oğlu, peş peşe üç Papa tarafından da aforoz edildi ve 1255-66 yıllarında düzenlenen Haçlı seferinin hedefi oldu; Conrad, Manfred’in yeğeni, Sicilya Kralı, Svabya Dükü. (ç.n.)
[9] Cahorsinler: Ortaçağ’da Kuzey İtalya’daki borç veren bankerlere verilen isim. (ç.n.)
[10] Tapınak Şövalyeleri veya Süleyman Tapınağı Tarikatı: 12. yüzyılda kurulan ve merkezi Kudüs’teki Harem’üş Şerif olan Katolik milis gücü. Haçlı Seferlerinin en önemli güçlerinden olan Tapınakçılar, esas güçlerini Avrupa genelinde oluşturdukları mali ağdan alıyorlardı. Yazarın atıf yaptığı el koymalar, Tapınakçıların can damarlarının kesilmesi anlamına geliyordu. (ç.n.)
[11] Olaf Scholz’ün Çin ziyaretinin bu anlama gelip gelmediği biraz şüpheli. Zira Scholz’e Volkswagen, Siemens, BMW, BASF, Biontech gibi Alman devlerinin CEO’ları eşlik etti. (ç.n.)
İlginizi Çekebilir
-
ABD Adalet Bakanlığı, Google’ı “parçalamanın” yollarını arıyor
-
Zaharova: Kuzey Akım sabotajında ABD ve İngiltere’nin dahli olduğuna dair elimizde kanıtlar var
-
Almanya’da süregelen resesyon, şirketleri satışa açık hale getiriyor
-
Savaşın yayılması ABD’nin gizli gündemi mi?
-
Biden’dan Netanyahu’ya ağır hakaretler iddiası
-
Trump’ın başkan yardımcısından Ukrayna’ya: Topraklardan ve NATO’dan vazgeçin
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin savaşı sürdürme ve genişletmeye çalışan İsrail’i dizginlemeye çalıştığı iddialarının gerçeği yansıtmadığını savunuyor. Veriler ve uzman görüşleri ile desteklenen makale Demokratlar içindeki neo-muhafazakâr gündeme ve isimlere dikkat çekiyor:
***
Biden yönetimi gerilimi azaltmaya mı çalışıyor yoksa Orta Doğu’yu savaşa mı sürüklüyor?
Washington bölgesel ateşkes çağrısı yaparken İsrail’e siyasi ve askeri destek sağlamaya devam ediyor. Genişleyen savaş başarısız bir diplomasi mi yoksa ABD’nin gerçekten istediği şey mi?
Ali Harb
ABD Başkanı Joe Biden şubat ayında elinde bir dondurma külahıyla Gazze’de ateşkesin birkaç gün içinde gerçekleşebilecek kadar “yakın” olduğunu ilan etti.
Aradan yedi aydan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı devam etmekle kalmadı Ortadoğu’da tırmanan gerilim ve şiddet İsrail askerlerinin Lübnan’ı işgal etmesi ve bombalamasıyla genişledi.
Biden yönetimi sözlü olarak gerilimi azaltma çağrısı yapmaya devam ederken İsrail’e siyasi destek ve savaşlarını sürdürmesi için sürekli bomba tedariki sağladı.
Washington, İsrail’in bu yıl attığı neredeyse her tırmandırıcı adımı memnuniyetle karşıladı: Beyrut ve Tahran’da Hamas liderlerinin öldürülmesi, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah suikastı ve Lübnan’ın güneyinin işgali.
Gazze’de savaşın başlamasının üzerinden bir yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail, kuşatma altındaki Filistin topraklarında yaklaşık 42 bin kişinin ölümüne neden olan yıkıcı saldırılarını sürdürürken Beyrut’u her gün bombalıyor ve İran’a karşı bir saldırıya hazırlanıyor.
Gazze’deki çatışma şiddetlenip bölgeye yayıldıkça, ABD’nin söylemi ile politikası arasındaki uçurum da büyüyor.
Peki, birçok liberal yorumcunun öne sürdüğü gibi Biden yönetimi İsrail’i dizginlemekte başarısız mı oluyor? Yoksa aslında kaosu; İran, Hamas ve Hizbullah’a karşı şahin bir gündemi ilerletmek için mi kullanıyor?
Kısa yanıt: Analistlere göre İsrail’e askeri ve diplomatik desteğini sürdüren ABD, itidal açıklamalarına ve ateşkes çağrılarına rağmen bölgedeki şiddetin temel itici gücü olmaya devam ediyor. Yönetimin güdüleri ya da gerçek niyetleri hakkında spekülasyon yapmak zor olsa da Biden yönetiminin İsrail ile aynı safta yer aldığını, sadece meydan okunan pasif bir müttefik olmadığını gösteren kanıtlar giderek artıyor.
ABD şimdiye kadar ne söyledi ve ne yaptı?
Gazze’de ateşkes için aylarca süren kamuoyu baskısının ardından ABD, İsrail’in Lübnan’daki saldırısını desteklemeye odaklandı.
ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin geçen hafta İsrail’in Lübnan’ın güneyinde başlattığı ve ülkeyi tamamen işgal etme riski taşıyan kara harekâtını destekledi.
İsrailli mevkidaşı Yoav Gallant ile yaptığı görüşmenin ardından 30 Eylül’de bir açıklama yapan Austin, “ABD’nin İsrail’in kendini savunma hakkını desteklediğini açıkça ifade ettim” dedi.
Filistinli grup Hamas’ın İsrail’in güneyine düzenlediği ve en az bin 139 kişinin öldüğü saldırıya atıfta bulunan Austin, “Lübnan Hizbullahı’nın İsrail’in kuzeyindeki topluluklara 7 Ekim tarzı saldırılar düzenleyememesini sağlamak için sınır boyunca saldırı altyapısının yok edilmesi gerektiği konusunda mutabık kaldık” dedi.
Lübnanlı grup, Hamas saldırısının ardından Gazze’ye karşı başlattığı savaşı sona erdirmesi için İsrail hükümetine baskı yapmak amacıyla geçen yıl Ekim ayında İsrail askeri mevzilerine saldırmaya başlamıştı.
Aylar boyunca neredeyse her gün yaşanan çatışmalar büyük ölçüde sınır bölgesiyle sınırlı kaldı. Şiddet, sınırın her iki tarafından on binlerce insanı kaçmaya itti. Hizbullah, İsrail’in kuzeyinde yaşayanların ancak ülkenin Gazze’ye yönelik savaşı sona erdiğinde geri dönebileceklerini savundu.
Hizbullah’ın üst düzey askeri yetkililerine yönelik suikast saldırılarının ardından İsrail 23 Eylül’de Lübnan genelinde büyük bir bombardıman başlattı ve yüzlerce köy ve kasabada sivillere ait evleri yerle bir etti.
O tarihten bu yana İsrail şiddeti Lübnan’da 1 milyondan fazla insanı yerinden etti.
İsrail’in bu adımlarından önce Beyaz Saray aylardır Lübnan-İsrail sınırındaki krize diplomatik bir çözüm bulunması için çalıştığını söylüyordu. ABD elçisi Amos Hochstein, görünüşte gerilimin tırmanmasına karşı uyarıda bulunmak üzere bölgeye defalarca ziyarette bulundu.
Lübnan’daki düşük düzeyli çatışmaların hızla topyekûn bir savaşa dönüşmesi üzerine Biden yönetimi Arap ve Avrupa ülkelerini bir araya getirerek 25 Eylül’de çatışmaların durdurulması için 21 günlük “acil” bir ateşkes önerdi.
Ancak iki gün sonra İsrail, Beyrut’taki birçok konutu yerle bir eden ve yakın bir ateşkes ihtimalini fiilen ortadan kaldıran büyük bir bombalı saldırıda Nasrallah ‘ı öldürdüğünde Beyaz Saray bu saldırıyı “adaletin bir ölçüsü” olarak övdü. Nasrallah’ın öldürülmesi emrini İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılmak üzere bulunduğu ABD topraklarından verdi.
Syracuse Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Osamah Khalil, Biden’ın diplomatik çabalarının samimiyetini sorguladı ve Hochstein’ın İsrail’e itidal çağrısında bulunduğuna dair basında çıkan haberlere şüpheyle yaklaştı.
Halil, ABD’nin İsrail’in Gazze ve bölgenin geri kalanındaki eylemlerinin doğrudan bir katılımcısı ve destekçisi olduğunu ancak Biden yönetiminin ateşkes görüşmelerini kendisini ülke içindeki eleştirilerden korumak için bir “iç politika” manevrası olarak kullandığını vurguladı.
Halil geçen ay El Cezire’ye verdiği demeçte, “Tüm bunlar, özellikle de savaş karşıtlığı popüler hale geldikçe, müzakereler ediyormuş gibi görünmek için yapılan müzakerelerdi” dedi.
‘Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmek’
ABD medyasında yakın zamanda çıkan iki haber Halil’in iddiasını doğrular nitelikte.
Politico’nun 30 Eylül’de kimliği açıklanmayan kaynaklara dayandırdığı haberine göre Hochstein ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Ortadoğu koordinatörü Brett McGurk’ün de aralarında bulunduğu üst düzey ABD’li yetkililer İsrail’in Hizbullah’a yönelik askerî harekâtını özel olarak destekliyor.
ABD’li yayın organının haberine göre “Hochstein, McGurk ve diğer üst düzey ABD ulusal güvenlik yetkilileri perde arkasında İsrail’in Lübnan operasyonlarını önümüzdeki yıllarda Orta Doğu’yu daha iyi bir şekilde yeniden şekillendirecek tarihi bir an olarak tanımlıyorlar.”
Axios’un geçen haftaki haberine göre ABD, İsrail’in Hizbullah’a vurduğu darbelerden faydalanarak Washington’un desteklediği bir ismin Lübnan cumhurbaşkanı seçilmesi için bastırıyor.
Lübnan’da cumhurbaşkanlığı makamı yaklaşık iki yıldır boş ve parlamento yeni bir lider seçmek için uzlaşma sağlayamıyor.
Salı günü ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller Lübnan’daki savaşı ülkeyi siyasi olarak değiştirmek için bir “fırsat” olarak nitelendirdi. Miller, Washington’un Lübnan halkının “yeni bir cumhurbaşkanı seçme [ve] Hizbullah’ın ülkedeki çıkmazını kırma yeteneğine” sahip olmasını istediğini söyledi.
Hizbullah ve müttefikleri, ülkedeki serbest seçimler sonucunda Lübnan parlamentosunda onlarca sandalyeyi kontrol ediyor.
Bölgeyi yeniden şekillendirmek, ABD’nin neo-muhafazakâr hareketi için her zaman bir hedef oldu: İsrail’e destek veren ve ABD dostu hükümetleri, şahin dış politika ve askeri müdahaleler yoluyla iktidara getirme. Bu yaklaşım en açık şekilde eski ABD Başkanı George W. Bush döneminde görülmüştü.
Hatta 18 yıl önce Bush döneminde, İsrail Hizbullah ile son büyük savaşını yaşadığında, dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice “yeni bir Ortadoğu’nun doğum sancılarından” söz etmişti.
Halil, Bush döneminin birçok yeni muhafazakârının şu anda Demokrat Parti’ye üye olduğunu ve Kasım seçimlerinde başkanlık için Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i desteklediğini belirtti.
Harris, sözde “teröre karşı savaşın” ve 2003 yılında ABD öncülüğünde Irak’ın işgalinin baş mimarlarından olan eski Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin desteğini memnuniyetle karşıladı.
Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı olarak Biden’ın kendisi de Irak’taki savaşı desteklemişti. O dönemde komitede Demokrat personel direktörü olarak görev yapan Dışişleri Bakanı Antony Blinken da öyle. McGurk Bush’un Beyaz Saray’daki danışmanlarından biriydi ve ABD’nin Irak’ı işgalinde kilit rol oynamıştı; Hochstein ise daha önce İsrail ordusunda görev yapmıştı.
Khalil, “Demokrat yönetimin içinde neo-muhafazakâr bir gündem var” dedi.
Gazze başarısızlıkları
Lübnan’da savaş sürerken ve dünya İran ile İsrail arasında olası bir gerilimi izlerken, birçok analist bölgeyi bu noktaya getiren şeyin Biden’ın Gazze’deki savaşı sona erdirememesi olduğunu söylüyor.
Arab Center Washington DC Direktörü Halil Cahşan da Biden yönetiminin Netanyahu hükümetine verdiği koşulsuz desteğin tüm bölgeyi “bilinmeze” götürdüğünü söyledi.
El Cezire’ye konuşan Cahşan, Gazze savaşının başlamasından bu yana geçen bir yılda ABD’nin sadece İsrail politikalarına değil, aynı zamanda “İsrail’in aşırılıklarına” da tam olarak “körü körüne destek” verdiğini söyledi. “Bu, çatışmanın başından beri herhangi bir rasyonalite unsurunu kabul etmeyi reddeden tek taraflı bir politikanın sonucudur” dedi.
Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e düzenlediği saldırının hemen ardından Biden ABD’nin müttefikine tavizsiz destek verdi.
İsrail’in Hamas’a karşı “hızlı, kararlı ve ezici” bir yanıt vermesini destekledi. Beyaz Saray ayrıca savaşın finansmanına yardımcı olmak üzere İsrail’e askeri yardım için Kongre’den ek fon talep etmekte acele etti.
Washington aylardır büyüyen insani krize rağmen ateşkes çağrılarına direniyor ve İsrail’in Hamas’ın peşinden gitmeye “hakkı” olduğunu savunuyordu.
ProPublica ve Reuters haber ajansının son haberleri, Biden yönetiminin İsrail’in Gazze’de işlediği olası savaş suçlarıyla ilgili iç uyarıları aldığını ve bunları görmezden gelerek İsrail’e silah transferlerini sürdürdüğünü gösterdi.
İsrail’in Gazze’nin büyük bölümünü yerle bir etmesi, 2,3 milyon Filistinlinin neredeyse tamamını yerinden etmesi ve açlık sınırına getirmesinin ardından iç ve uluslararası hoşnutsuzluk arttıkça Biden üslubunu yumuşatmaya başladı.
Geçen aylarda ABD, Gazze’deki çatışmaların sona ermesini ve kuşatma altındaki bölgede Filistinli grupların elindeki İsrailli esirlerin serbest bırakılmasını sağlayacak bir anlaşma çağrısında bulunmak için “ateşkes” terimini benimsedi.
Ancak Netanyahu’ya bir anlaşmayı kabul etmesi için pek baskı yapmadı.
Biden ve yardımcıları gerçekten bir ateşkes istemiş ve bunu başaramamış da olsa diplomatik çabayı dikkatleri İsrail’in ABD destekli savaşının dehşetinden uzaklaştırmak için kullanmış da olsa sonuç aynı: Savaş yayılıyor ve on binlerce masum insan öldürülüyor.
Tahran ile ABD diplomasisini destekleyen ABD merkezli National Iranian American Council’de (NIAC) politika direktörü olan Ryan Costello, “Kanıtlar, bir ateşkesi desteklediklerini söylemenin, ancak bunu sağlamak için hiçbir şey yapmamanın onlar için siyasi olarak avantajlı olduğunu gösteriyor” dedi.
Cahşan ayrıca Biden yönetiminin İsrail’i silahlandırmaya devam ederken adil ateşkes önerileri sunmadığını söyledi, “Ateşkesi önerenler, taraflardan birine savaş araçları sunmaya devam ederse ateşkesin ne değeri kalır ki. Bu bir ateşkes değil; savaşa devam etmek için bir davet” dedi.
DÜNYA BASINI
Küresel ticarette tehlike çanları: Lloyd’s’tan 14 trilyon dolarlık kayıp uyarısı
Yayınlanma
8 saat önce09/10/2024
Yazar
Harici.com.trİngiltere merkezli sigorta devi Lloyd’s of London, olası bir jeopolitik çatışmanın önümüzdeki beş yılda küresel ekonomiye 14,5 trilyon dolarlık zarar verebileceğini ve dünya ticaretini altüst edebileceğini öngören bir rapor yayımladı.
Lloyd’s of London, olası bir jeopolitik çatışmanın küresel ekonomiyi derinden sarsabileceği konusunda uyarıda bulundu. Sigorta devi, böyle bir senaryonun önümüzdeki beş yıl içinde 14,5 trilyon dolarlık (yaklaşık 11,89 trilyon sterlin) zarara yol açabileceğini ve küresel ticareti altüst edebileceğini öngörüyor.
Reuters ajansının aktardığına göre söz konusu tahmin, Lloyd’s’un sistemik risk serisi kapsamında hazırladığı yeni bir senaryonun parçası. Bu seri, hükümetlere, sigortacılara ve risk yöneticilerine en acil küresel tehditler hakkında kritik bilgiler sunmayı amaçlıyor.
Söz konusu senaryo, büyük çaplı bir jeopolitik çatışmanın küresel ticaret düzenini bozması halinde ortaya çıkabilecek ciddi ekonomik sonuçlara odaklanıyor.
Dünya ithalat ve ihracatının yüzde 80’inden fazlasını oluşturan yaklaşık 11 milyar ton malın her an okyanuslar üzerinde hareket halinde olduğu düşünüldüğünde, hayati ticaret yollarının kapanmasının ekonomileri felce uğratabileceği açıkça görülüyor.
Rapor, olası zararın iki yönlü -bir yandan çatışma bölgelerindeki altyapının tahrip olması, diğer yandan yaptırımlar ve tehlikeye giren nakliye hatları nedeniyle küresel ticaret ağlarının yeniden düzenlenmek zorunda kalması- olacağını vurguluyor.
Etkinin boyutu, ülkelerin çatışmaya dahil olma durumuna ve uluslararası ticarete olan bağımlılık derecesine göre farklılık gösterecek. Örneğin, otomobil ve elektronik üretiminde kullanılan yarı iletkenler gibi kritik mallarda büyük ölçüde dış tedarikçilere bağımlı olan Avrupa’nın 3,4 trilyon dolara varan kayıplarla karşı karşıya kalabileceği belirtiliyor.
Lloyd’s, bu senaryonun önemini vurgulamak için yakın geçmişten bir örnek veriyor. 2021 yılında, Doğu ve Batı’yı birbirine bağlayan hayati ticaret yolu Süveyş Kanalı’nda yaşanan tıkanıklığın günde 9,6 milyar dolarlık mala, yani saatte 400 milyon dolara mal olduğu tahmin edilmişti.
Lloyd’s kurumsal ilişkiler direktörü Rebekah Clement, son senaryoyla ilgili şu açıklamayı yaptı: “Sigortanın değeri, jeopolitik çatışmanın ikincil etkilerini de kapsıyor. Bu etkiler arasında, etkilenen ticaret ortakları ve tedarikçilerden kaynaklanan aşağı yönlü gecikmeler ve kesintiler de yer alıyor.”
Clement sözlerine şöyle devam etti: “İşletmelerin kendilerini bu etkilere karşı korumalarına yardımcı olabilecek sigorta teminatlarına örnek olarak siyasi risk sigortası ve şarta bağlı iş kesintisi sigortasının yanı sıra özel savaş riski sigortası verilebilir.”
DÜNYA BASINI
7 Ekim’in ardındaki jeopolitik deprem
Yayınlanma
1 gün önce08/10/2024
Yazar
Harici.com.trGhassan Jawad, Lübnanlı yazar ve analist
The Cradle, 7 Ekim 2024
Bir yıl önce bugün dünyayı sarsan El Aksa Tufanı Operasyonu münferit bir olay değildi; yıllar süren jeopolitik değişimlerin, küresel güç dengelerinin ve Batı Asya’da artan gerilimlerin doruk noktasıydı.
Operasyon sadece Filistin direnişinin cesur bir hamlesi değil, aynı zamanda uluslararası politikada yıllardır yaşanmakta olan sismik değişikliklere verilen hesaplı bir yanıttı.
Bu değişikliklerin merkezinde ABD’nin Afganistan’dan 2021’de çekilmesi vardı ki bu ABD etkisinin zayıfladığına işaret ediyordu. Bu çekilme Washington’un Basra Körfezi’ndeki müttefiklerinde, özellikle de ABD korumasının güvenilirliğini sorgulamaya başlayan Suudi Arabistan’da şok etkisi yarattı.
ABD’nin Ukrayna savaşındaki zıt tutumu bu endişeleri daha da derinleştirerek Basra Körfezi ülkelerini yeni ittifaklar ve güvenlik düzenlemeleri arayışına itti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 2022’de Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaret, 30 milyar dolarlık ticaret anlaşmasıyla sonuçlandı ve Pekin’in bölgedeki yeni nüfuzunun altını çizdi.
Çin’in artan varlığı ve değişen bölgesel dinamikler, İran ile Suudi Arabistan arasında Pekin’de imzalanan Mart 2023 tarihli normalleşme anlaşmasının yolunu açtı. Bu anlaşma bazı bölgesel gerginlikleri yatıştırsa da uzun süredir devam eden çatışmaları tam olarak çözmedi.
Bunun yerine, Batı Asya’nın değişen güç dengesine uyum sağlama ve köklü rekabetleri aşabilecek potansiyel yeni ittifaklara hazırlanma çabalarını yansıttı. Bölgesel güçler, ABD’nin yirmi yıl önce Irak’ı yasadışı bir şekilde işgal etmesiyle tetiklenen ve giderek artan çok kutupluluğun damgasını vurduğu evrim geçiren uluslararası düzenle başa çıkmak için kendilerini konumlandırıyorlardı.
Ukrayna’daki savaş ve küresel yeniden hizalanmalar
Ukrayna’da Şubat 2022’de patlak veren savaş, Doğu Avrupa’nın ötesine şok dalgaları gönderdi. Çatışma ekonomik krizleri tetikledi, çatışmaları yoğunlaştırdı ve hatta Afrika’da askeri darbeleri teşvik etti. Bunu takip eden jeopolitik sıralama, bir tarafta ABD ve Atlantikçi müttefikleri, diğer tarafta Çin tarafından desteklenen Avrasya güçleri Rusya ile doğu ve batı arasında gözle görülür bir hizalanma yarattı. Kısa süre içinde dünyanın dört bir yanındaki stratejik sıcak noktalarda vekalet savaşları ortaya çıktı.
Rusya için savaş, ulusal güvenliğinin gerekli bir savunması, Batı’nın kendi etki alanına tecavüzüne karşı bir tepki olarak görüldü. Kremlin, Ukrayna çatışmasını sadece bir toprak mücadelesi olarak değil, Batı’nın bilim, teknoloji ve sanayi alanındaki hakimiyetinin azalmaya başladığı bir dünyada kaynakların, ticaret yollarının ve etki alanlarının kontrolü için verilen daha geniş bir savaş olarak gördü. Moskova’nın gözünde bu savaş, küresel gücün sınırlarını yeniden çizmeye yönelik daha büyük bir mücadelenin parçasıydı.
Çin ve Hindistan’ın yükselişi dünyanın endüstriyel, ekonomik ve demografik ağırlığını doğuya doğru kaydırdı. Bu durum, Rusya’nın Avrupa’dan Orta Asya’ya küresel rolünü geri kazanmaya çalışmasıyla birlikte nüfuz mücadelesini yoğunlaştırdı. Bu arada, Çin kendi ekonomik ve jeopolitik hakimiyetini kurmaya çalışırken ABD liderliğindeki uluslararası “kurallara dayalı düzen” baskı altında.
Filistin davasının yeniden canlandırılması
Filistinli direniş güçlerinin 7 Ekim 2023’te El Aksa Tufanı’nı başlatma kararı bu küresel akımlardan bağımsız olarak alınmadı.
Hamas ve diğer Filistinli gruplar stratejik anın farkındaydı: ABD, Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne göre Çin ve Rusya’ya karşı çatışmalarla meşgulken, Washington İran’ı kontrol altına almaya çalışıyordu.
Gazze’deki Hamas’ın Ukrayna çatışmasının patlak vermesinin ardından kaleme aldığı gizli bir değerlendirme, İsrail’in kendi içindeki bölünmeler de dahil olmak üzere önceliklerde ve kırılganlıklarda küresel bir değişime dikkat çekiyordu: Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’teki Filistinlilere yönelik kuşatmanın sıkılaştırılması ve kaçınma döngüsünün kırılması için aşırı sağcı bir hükümetin programında ve başkanı ile bakanlarının fikirlerinde açıkladığı, Yer Değiştirme Yerleşimleri Bakanı’nın artırılması ve Filistin davasının mülteciler meselesi, devlet, bağımsızlık, başkent olarak Kudüs ve Filistin hakkının şahidi olan toprak gibi hayati başlıklarını ortadan kaldırmak için Filistin davasını sona erdirmek için çalışma fikrine dayanan pozisyonu değiştirme ve kırma olasılığı.
Değerlendirmede, İsrail’in iç siyasi çekişmelerinin yanı sıra küresel iklimin de kararlı bir saldırı için nadir bir fırsat sunduğu sonucuna varıldı. Benjamin Netanyahu ve aşırılık yanlısı ortakları tarafından yönetilen İsrail’in aşırı sağcı hükümeti açıkça işgali derinleştirmeyi, yerleşimleri genişletmeyi ve Filistinlilerin haklarını marjinalleştirmeyi amaçlayan politikalar izlemiştir. Tel Aviv’in iç bölünmeleri ve Batı’nın Ukrayna’daki dikkat dağınıklığı göz önüne alındığında, bu tehditlere meydan okuyacak cesur bir hamle için zamanın geldiği anlaşılıyordu.
Bölgesel olarak ABD, İsrail ile Suudi Arabistan arasında bir normalleşme anlaşmasına aracılık etmek amacıyla Abraham Anlaşmalarını ilerletmeye çalışıyordu. Bu çaba, ABD’nin Batı Asya’daki çıkarlarını, özellikle de İsrail’in güvenliğini korumaya yardımcı olabilecek bir Arap-İsrail bloğu oluşturmak için çok önemli olarak görülüyordu.
Ancak Filistinliler bu normalleşme çabalarını ulusal istekleri için ciddi bir tehlike olarak gördüler. Suudi Arabistan’ın Filistin davası için önemli tavizler elde etmeden sürece dahil olmasının İsrail’e “nihai çözüm” için yeşil ışık yakacağından korkuyorlardı – yasadışı Yahudi yerleşimlerini artırmak, Gazze üzerindeki kuşatmayı sıkılaştırmak ve Kudüs’ü Yahudileştirirken Filistin devleti için her türlü şansı silmek.
Direniş, Suudi Arabistan’ın normalleşme yolunda devam etmesi halinde diğer Arap ve Müslüman çoğunluklu ülkelerin de onu izleyerek Filistin davasını daha da yalnızlaştıracağına inanıyordu. Filistin ile Arap ve İslam dayanışmasının aşınacağı potansiyel bir jeopolitik gerçeklikle karşı karşıya kalan direniş, El Aksa Tufanı Operasyonu’nu gidişatı değiştirmek için son bir çaba olarak gördü.
Tufandan Sonra
İsrail’in El Aksa Tufanı’na verdiği yanıt orantılı olmaktan çok uzaktı. Filistin direniş operasyonuna tepki olarak başlayan süreç hızla soykırıma benzetilen bir etnik temizlik kampanyasına ve Gazze, Batı Şeria, Lübnan, Suriye ve Yemen’e yönelik yıkıcı saldırılarla daha geniş çaplı bir bölgesel savaşa dönüştü.
Ancak İsrail’in acımasız askeri saldırıları Tel Aviv’in acil hedeflerinden daha fazlasına hizmet ediyor gibi görünüyor. ABD’nin Çin, Rusya ve İran gibi güçlerin artan etkisine karşı koyarken bölgesel çıkarlarını güvence altına almaya yönelik daha geniş stratejisine uyuyor.
İsrail’in Filistin direnişini yok etme ve Gazze halkını yerinden etme amacı, Washington’un eylül ayında Lübnanlı direniş liderlerine yönelik suikast saldırısının ardından ortaya çıkan daha büyük jeopolitik hedefleriyle iç içe geçmiş durumda: Batı Asya’nın yeniden şekillendirilmesi.
Tel Aviv’in bu planı, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun BM Genel Kurulu kürsüsüne çıkıp Suudi-İsrail normalleşmesinin Washington tarafından güvence altına alınmasının ardından hayata geçirilebileceğini öngördüğü “yeni Orta Doğu” haritasını havaya kaldırdığı 7 Ekim 2023 tarihinden çok önce harekete geçirilmişti.
ABD, Tel Aviv’deki vekili aracılığıyla, Çin ve Rusya’nın nüfuzuna karşı koymaya yönelik daha geniş bir stratejinin parçası olarak bölgenin kaynakları, ticaret yolları ve ittifakları üzerindeki kontrolünü sürdürmeye çalışıyor. Bu çatışma, Ukrayna’dan Kızıldeniz’e uzanan daha büyük bir küresel hakimiyet mücadelesinin bir parçasıdır.
Gazze’nin çektiği acılara verilen küresel tepki keskin bir çelişkinin altını çiziyor. ABD ve müttefikleri liberal değerleri, insan haklarını ve demokrasiyi savunduklarını iddia ederken, eylemleri genellikle farklı bir hikaye anlatmaktadır. Ukrayna çatışması ve Gazze’deki soykırım sırasında Batılı devletler uzun süredir savundukları pek çok ideali soğuk ve sert jeopolitik çıkarlar uğruna terk ettiler.
El Aksa’nın ötesinde bir savaş
İsrail’in Gazze’ye ve şimdi de Lübnan’a karşı sürdürdüğü savaş, sadece El Aksa Tufanı direniş operasyonunun acil sonuçlarıyla ilgili değildir. Sözde “Yüzyılın Anlaşması”nı anımsatan, ABD’nin bölgeye yönelik daha geniş bir projesinin parçasıdır.
Bu, Gazze ve diğer parlama noktalarının ötesine uzanan saldırganlığın ölçeğinde açıkça görülmektedir. Nihai hedef, bölgenin jeopolitik düzeninde radikal bir dönüşüm gibi görünüyor – kaynaklar, limanlar ve ticaret yolları üzerindeki kontrolü güvence altına alırken, Batı hakimiyetini sağlamak için halklara boyun eğdiren bir düzen.
Bu savaş sadece sınırlar ya da topraklarla ilgili değil; küresel ekonomik coğrafya üzerinde kontrol ve eski düzenin tartışıldığı bir dünyada nüfuzla ilgili. Bu büyük nüfuz mücadelesinde, ister Ukrayna’da, ister Gazze’de ya da başka bir yerde olsun, bedeli genellikle sahadaki insanlar ödüyor.
Varoluşsal bir tehditle karşı karşıya olan Filistinliler, tarihin akışını değiştirmek amacıyla El Aksa Tufanı’nı başlattı. Ancak savaş uzadıkça, bu çatışmanın çok daha büyük bir küresel güç oyununun parçası olduğu ve sonuçlarının bölgenin çok ötesine yayılacağı anlaşıldı.
Çin güvenlik teşkilatı Pakistan’daki ölümcül saldırının ardından istihbarat işbirliğini artırma sözü verdi
İranlı Bakan Riyad’da: Lübnan ve Gazze masada
ABD Adalet Bakanlığı, Google’ı “parçalamanın” yollarını arıyor
Zaharova: Kuzey Akım sabotajında ABD ve İngiltere’nin dahli olduğuna dair elimizde kanıtlar var
Almanya’da süregelen resesyon, şirketleri satışa açık hale getiriyor
Çok Okunanlar
-
DÜNYA BASINI6 gün önce
Stephen Walt: Netanyahu, Irak’ı işgal eden George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Türk medyası Hizbullah’ı ‘bitirdi’: Ukrayna savaşının başında Rusya’yı da ‘bitirmişti’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Yeni nesil saldırılar
-
DÜNYA BASINI4 gün önce
“Şok ve dehşet” zafer demek değil
-
ORTADOĞU1 hafta önce
Hizbullah’ın olası yeni lideri: Haşim Safiyuddin kimdir?
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Almanya, doğusunda bir ulus inşa ediyor
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Haaretz: İran’ın benzeri görülmemiş saldırısının ardından İsrail bölgesel bir savaşın içinde
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İsrail uçurumun kenarında