DÜNYA BASINI
Pentagon: Çin, ABD için hala temel tehdit
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.tr
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz haber 28 Ekim 2022 tarihinde Associated Press’te (AP) yayınlandı. Pentagon’un servis ettiği yeni savunma strateji belgesi ile nükleer tutum incelemesi birlikte düşünüldüğünde, ABD’nin Pasifik’teki duruşunun pekiştirileceğini öngörmek mümkündür. Washington, Çin’i kendisine karşı uzun vadede karşı koyabilecek yegane güç olarak görmeye devam etmektedir; Rusya, Avrupa’da ABD planlarına taş koysa da, Pentagon Moskova’nın kendilerine uzun vadede sistematik biçimde sorun çıkarabileceğine inanmamaktadır. Kötü haberse, atom bombasını ilk ve tek kullanan ülke ABD’nin, Rusya ve Çin’i bahane ederek kendi nükleer caydırıcılığını artırma ve yenileme yoluna girmesidir. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Pentagon, Rusya’nın savaşına rağmen Çin’in hâlâ ABD için temel tehdit olduğunu söylüyor
Associated Press
28 Ekim 2022
Çin, Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına rağmen ABD için en büyük güvenlik sorunu olmaya devam ediyor ve yeni Pentagon savunma stratejisine göre, Pekin’den gelen tehdit ABD ordusunun gelecek için nasıl donatılacağını ve şekillendirileceğini belirleyecek.
Perşembe günü yayınlanan belge, Çin ile çatışmanın “ne kaçınılmaz ne de arzu edilir” olduğunu söylese de, [Çin’in] Güney Çin Denizi’ndeki agresif askeri birikimine ve özerk Tayvan adası üzerindeki artan baskıya açık bir referansla, Pekin’in “önemli bölgelerdeki hakimiyetini” önleme çabasını anlatıyor.
Strateji, Çin’in Hint-Pasifik’teki Amerikan ittifaklarını baltalamaya çalıştığı ve büyüyen ordusunu komşularını baskı altında tutmak ve tehdit etmek için kullandığı konusunda uyarıyor.
Aynı zamanda, 80 sayfalık, gizliliği kaldırılan rapor, Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına dikkat çekiyor ve Moskova’nın nükleer silahlar, siber operasyonlar ve uzun menzilli füzelerle ABD ve müttefikleri için ciddi bir tehdit olduğunu söylüyor ve Çin ile Rusya ortaklığı büyümeye devam ettikçe, “terör tehditleri devam etse bile, artık içeride asayiş ve güvenlik için daha tehlikeli meydan okumalar oluşturdukları” konusunda uyarıyor.
Savunma Bakanı Lloyd Austin Pentagon’da yaptığı konuşmada, Çin’in “hem uluslararası düzeni yeniden şekillendirme niyetine hem de giderek artan bir güce sahip tek rakip olduğunu” söyledi.
“Çin’in aksine, Rusya uzun vadede ABD’ye sistematik olarak meydan okuyamaz. Ancak Rus saldırganlığı, çıkarlarımız ve değerlerimiz için acil ve sert bir tehdit oluşturuyor.”
Rapor, ABD’nin ilk kez Rusya ve Çin nezdinde iki büyük nükleer silahlı rakiple karşı karşıya olduğunu ifade ediyor.
Strateji, Perşembe günü füze savunması ve nükleer silahlar hakkında yayınlanan diğer iki raporla birlikte, Amerika’nın önümüzdeki dört yıldaki askeri planlaması için kapsamlı bir plan sunuyor.
[İçeriğinin] Çoğu bir önceki raporla tutarlı olsa da, strateji, ABD birliklerinin Afganistan’da savaşmaya devam ettiği ve Ukrayna’ya yönelik büyük bir Rus işgalinin neredeyse düşünülemez göründüğü 2018’den bu yana dünyanın nasıl değiştiğini göz önüne alıyor.
2018’de o zamanki başkan Donald Trump döneminde yayınlanan bir önceki strateji, aşırılık yanlılarına karşı koymaya odaklanan bir ABD ordusundan büyük bir güçle savaşa hazırlanmak zorunda olan bir ABD ordusuna doğru yapılan köklü değişimi yansıtıyordu.
2022 savunma stratejisi, ABD savunmasının önemli bir unsuru olarak müttefiklere odaklanmayı geliştiriyor ve Biden yönetiminin, partner ülkelerle Trump tarafından parçalanan ilişkileri onarma çabasının altını çiziyor.
Yeni belgenin merkezinde “entegre caydırıcılık” kavramı yer alıyor; bu, ABD’nin bir düşmanı saldırmaktan caydırmak için geniş bir askeri güç, ekonomik ve diplomatik baskılar ve Amerika’nın nükleer cephaneliği de dahil olmak üzere güçlü ittifaklar kombinasyonunu kullanacağı anlamına geliyor.
Rapor, Çin’in “önümüzdeki on yıllar için en önemli stratejik rakip” olmaya devam ederken, Rusya’nın “akut” bir tehdit olarak kalacağı sonucuna varıyor.
Son rapordan bu yana hem Çin hem de Rusya, ordularını kullanma konusunda daha agresif hale geldi. Rusya, Şubat ayında Ukrayna’yı kapsamlı bir şekilde işgal etti ve Çin, uzun süredir devam eden, Tayvan’ı gerekirse güç kullanarak geri alma tehdidini artırdı. Ve Rusya, Kuzey Kore ve İran kendi nükleer silah testleri ve tehditlerinin ivmesini artırdı.
Bu, ABD’nin Afganistan’daki 20 yıllık savaşını sona erdirmesinden ve geçen yıl tüm birliklerini geri çekmesinden bu yana ilk strateji [belgesi]. ABD’nin Irak’ta hâlâ az sayıda ve Suriye’de yaklaşık 1.000 askeri var, fakat büyük ölçüde, son yirmi yılda hakim olan terörle mücadele operasyonlarından Çin gibi büyük rakiplerin tehditlerine odaklanmaya yöneldi.
Yeni inceleme, hipersonik, siber, yapay zeka ve yönlendirilmiş enerji[1] dahil olmak üzere en son teknolojiler üzerinde daha fazla araştırma ve geliştirme çağrısında bulunuyor. Ve son zamanlardaki insan devşirme zorluklarına atıfla, Pentagon’un kalifiye işgücünü çekmek için kültürünü değiştirmesi gerektiğini söylüyor.
Pentagon ayrıca, özellikle Çin ve Rusya arasındaki ilişki büyüdükçe artan nükleer tehlike risklerinin altını çizen bir nükleer tutum incelemesi yayınladı.
İnceleme, ABD’nin nükleer güçlerini modernleştirmeye kararlı olduğunu ve aynı zamanda caydırıcılık için artık gerekmeyebilecek mevcut nükleer yetenekleri de gözden geçirdiğini söylüyor.
Nükleer inceleme, denizden fırlatılan seyir füzesi programının iptalini doğrulayarak bunun gerekli olmadığını söylüyor. Program, 2018 Trump yönetiminin tutum incelemesine dahil edildi, fakat bu yılın başlarında Biden bütçesi, fonlanmasını bitirerek sona erdiğinin sinyalini verdi.
Bu, Pentagon’un üç strateji belgesinin (ulusal savunma incelemesi ile füze savunması ve nükleer tutumu düzenleyenler) ilk kez aynı anda şekillendirilip yayınlandığı zaman.
Entegre caydırıcılığa yeni odaklanış, ABD’nin kendisini, nükleer üçlüsünün üç ayağının da (denizaltından fırlatılan nükleer füzeler, uzun menzilli bombardıman uçakları ve karada yerleşik fırlatma sistemleri) hızla yaşlandığı ve modernize etmek için milyarlarca dolar gerektirdiği bir kavşakta bulması ile ortaya çıkıyor.
Fakat ABD aynı zamanda onlarca yıllık nükleer savaştan kaçınma yaklaşımının değiştiği yeni bir ortamla da karşı karşıya.
Nükleer caydırıcılık, onlarca yıldır sadece iki nükleer süper güç, Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri arasındaki savaşı önlemeye odaklandı ve her iki tarafın da ilk saldırıya başvurmasını önlemek için karşılıklı garantili yıkım kavramına dayandı.
Fakat şimdi Rusya, Kiev’in daha önce Rus birlikleri tarafından elde tutulan toprakları geri alan karşı saldırısına yanıt olarak, Ukrayna’da düşük verimli “taktik” nükleer silahlar kullanmakla defalarca tehdit etti. Ve Rusya’nın Ukrayna’da konvansiyonel kuvvetleriyle yenilgileri, nükleer kuvvetlerine daha fazla güvenmesine neden olabilir.
Austin, “Şüphesiz ki gerginliğin tırmanması konusunda endişeliyiz, bu çatışmanın başından beri böyleyiz,” dedi. “70 yıldan beri ilk kez nükleer silah kullanılmış olacak. Dolayısıyla bu kesinlikle uluslararası toplumda bir şeyleri değiştirme potansiyeline sahip.”
Aynı zamanda, yetkililer Pasifik’te, Kuzey Kore’nin beş yıl içindeki ilk nükleer denemeye hazırlandığını söylüyor.
Raporda ayrıca Çin ve Rusya’nın, ABD’nin tespit etmesi daha zor olan hipersonik füzelerdeki hızlı kazanımları da not ediliyor. Ayrıca uyduları düşürme veya yörüngeden çıkarma kapasitelerini de geliştiriyorlar.
ABD, hipersonik fırlatmaların tespitini hızlandırmayı ve ayrıca yedeklilik oluşturmayı amaçlayan alçak yörüngeli uydulardan oluşan bir halka inşa ederek bu tehditlere karşı koymak için acele ediyor; bu sayede, bir ABD uydusuna saldırılırsa, halkanın geri kalanı yine de çalışır halde olacak.
[1] Yönlendirilmiş enerji, yoğunlaştırılmış (konsantre bir halde bulunan) elektromanyetik enerjiyi, atomik ve atom altı parçacıkları kapsayan teknolojilere verilen genel ad. (ç.n.)
Çeviren: Erman Çete
İlginizi Çekebilir
-
Washington Güney Çin Denizi gerginliğinde boy gösterdi
-
Xi, Hanoi’nin ‘ABD kampına kaymasını önleme’ hedefiyle Vietnam’a gidiyor
-
Çin’in merakla beklenen üst düzey ekonomi konferansı yaklaşıyor
-
Zelenski Washington’da Biden ile görüşecek
-
Trump’a tam saha pres sürüyor
-
WP: ABD kendi yasalarını gözetmeden İsrail’e on binlerce ton bomba verdi
DÜNYA BASINI
‘Gazze sonrası İsrail-Suudi normalleşmesi mümkün’
Yayınlanma
4 gün önce08/12/2023
Yazar
Harici.com.tr
Aşağıda çevirisini odaklayacağınız makale İsrail-Hamas savaşı ve İsrail’in Gazze’deki saldırılarına rağmen Suudilerin İsrail’le normalleşmesinin hâlâ mümkün olduğunu savunuyor. Makaleye göre Washington, Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan İsrail’in Gazze’den çıkamayacağını düşünüyor. Makalede, “ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor” deniyor.
Makalenin yayınlandığı Londra merkezli yayın yapan Majalla sitesinin Suudi sermayeli olduğunu da hatırlatmakta fayda var.
Gazze savaşından sonra Suudilerin İsrail ile normalleşmesi hâlâ mümkün
KHALED HAMADEH
Kalıcı bir barış için, Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ve Arap ve uluslararası garantörlerin olası formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.
Ateşkes sona erdi ve İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı yeniden başladı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu dünya kamuoyuna meydan okudu ve kalıcı bir ateşkes için yapılan uluslararası çağrıları reddetti.
İsrail kapsamlı bombardımanına geri dönüp silahlarını Gazze’nin güneyine çevirirken, görüşmelerin devam etmesi ihtimali de zayıf görünüyor.
ABD’nin İsrail’e sivilleri korumak için daha fazla çaba göstermesi, askeri hedeflerini ve savaş alanlarını daha net bir şekilde tanımlaması yönünde talimat verdiğini iddia etmesine rağmen İsrail “savaşına” daha da yoğun bir şekilde devam etti.
Çatışmalara ara verildiğinde, 88 İsrailli rehine ve 22 yabancı uyruklu kişi İsrail hapishanelerindeki Filistinli kadın ve çocuklarla takas edildi. Takas nispeten sorunsuz geçti ve bir başarı olarak lanse edildi.
Ancak İsrail, Hamas ile esir takası konusunda yürütülen müzakerelerin Gazze’nin geleceğini tartışmak için bir sıçrama tahtası olarak kullanılmayacağı konusunda kararlıydı.
Kalıcı barış için Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ile Arap ve uluslararası garantörlerin beklenen formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.
Bu durum, ateşkesin sağlanmasına yardımcı olan Mısır ve Katar gibi Arap arabuluculardan oluşan mevcut çevrenin genişletilmesini gerektirebilir.
Zaman kazanma
Sonra İsrail Filistinli sivillere yönelik katliamlarına devam etti ancak bu kez ABD’nin bölgede bulunmaması dikkat çekti.
Bu durum, çatışmanın başında Washington’un savaşın kapsamını genişletecek müdahaleler konusunda bölgesel güçleri uyardığı yoğun diplomatik faaliyetleriyle tezat oluşturuyor.
Bu arada ABD Başkanı Joe Biden, Dışişleri Bakanı Blinken ve Savunma Bakanı Lloyd Austin ile birlikte Gazze’deki sivil kayıpları en aza indirme ihtiyacını vurgulayarak Gazze’yi çatışmanın “ağırlık merkezi” olarak nitelendirdi. Sivillerin korunmasını hem ahlaki bir sorumluluk hem de stratejik bir gereklilik olarak nitelendirdi.
Austin’in yorumlarına rağmen, ABD bunu yapmanın en iyi yolunun kalıcı bir ateşkese varmak ve ardından bunu düşmanlıklara kalıcı bir son vermeye dönüştürmek olduğunu açıkça ifade etmedi.
Mısır ise İsrail’in Gazze’deki Filistinli nüfusu Sina’ya iterek ikinci bir Nakbe’ye zorlamasından açıkça endişe duyuyor.
Mısır Dışişleri Bakanı Sameh Şükri şunları söyledi: “Dünya tarafından reddedilen ve uluslararası hukukun ihlali olarak görülen zorla yerinden etme ve kitlesel göç İsrail’in hedefi olmaya devam ediyor.”
“Bu sadece İsrailli yetkililerin açıklamaları ve çağrıları yoluyla değil, aynı zamanda Gazze’deki Filistinli nüfusun topraklarından sürülmesini, anavatanlarından tecrit edilmesini ve vatanlarının ele geçirilmesini amaçlayan acı bir gerçeklik yaratarak da gerçekleşmektedir.”
Ancak Mısır ekonomisi zaten zor durumdayken, olası yeni bir zorunlu göç dalgasının etkileri Mısır’ı olduğu kadar, kıyılarında daha fazla göçmen görmek istemeyen Avrupa’yı da endişelendiriyor.
Mısır’ın bu konudaki tutumu üst düzey destek gördü. ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, Dubai’deki COP28 iklim konferansı çerçevesinde düzenlenen bir toplantı sırasında Kahire ile ortak bir açıklama yayınladı.
Her iki ülke de Filistinlilerin Gazze ya da Batı Şeria’dan zorla göç ettirilmesini, Gazze ablukasını ya da Gazze’nin sınırlarının yeniden çizilmesini kesinlikle reddediyor.
İsrail ise tampon bölgenin Gazze için gelecekteki güvenlik planlarının anahtarı olduğunda ısrar ediyor. İsrailli kaynaklar şunları söyledi: “Bu, İsrail’in Gazze’den toprak alacağı anlamına gelmiyor, daha ziyade Filistinlilerin İsrail’e girme kabiliyetlerini sınırlamak için Gazze’nin içinde kendi statüsüyle birlikte güvenli bölgeler kurulacağı anlamına geliyor.”
Reuters’in geçen günlerde geçtiği bir habere göre İsrail, savaş sonrasında bölgedeki durumla ilgili önerilerinin bir parçası olarak, Gazze sınırlarının Filistin tarafında, gelecekteki saldırıları önlemek için bir tampon bölge kurma isteğini bazı Arap ülkelerine bildirdi.
Ancak İsrail’in istediği “tampon bölge” konusunda uluslararası ya da bölgesel aktörlerden herhangi bir resmi yorum gelmedi.
Siyasi belirsizlik
Bu durum ABD’nin pozisyonu ve İsrail’e askeri saldırılarını durdurması için baskı yapması halinde Washington’un ne elde etmek istediği konusunda soru işaretleri yaratıyor.
Washington Arap arabuluculuğunu diğer Arap ülkelerini -özellikle de Suudi Arabistan’ı- kapsayacak şekilde genişletmek mi istiyor, yoksa Hamas’ı onaylamadığı bilinen Riyad’ı görüşme çemberinin dışında mı tutuyor?
Beyaz Saray Orta Doğu’da daha iyi bağlantılar kurulmasını istiyor ve İsrail’i Suudi Arabistan’la diplomatik ilişkiler kurmaya teşvik ediyor olabilir.
New York Times köşe yazarı Thomas Friedman, Kasım ayında şöyle yazmıştı: “İran destekli Hamas’ın Suudi-İsrail normalleşmesini engellemek ve Tahran’ın izole edilmesini önlemek için savaş başlattığını anlamak için Arapça, İbranice ya da Farsça bilmenize gerek yok.”
Suudi-İsrail normalleşmesi hâlâ mümkün
Netanyahu, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının sona ermesinin ardından Suudi Arabistan’la ilişkileri normalleştirmeye devam etme olasılığını gündeme getirdi.
Netanyahu, 27 Kasım’da İsrail’e gelen ve 7 Ekim’de Hamas tarafından saldırıya uğrayan İsrail yerleşimlerinden birini ziyaret eden Amerikalı işadamı Elon Musk ile yaptığı görüşmede şunları söyledi:
“Hamas’ı yendikten sonra Suudi Arabistan ile barışa dönebileceğiz ve inanıyorum ki Arap ülkeleriyle barış çemberini iddialı beklentilerimizin ötesinde genişletebileceğiz… Ama önce kazanmamız gerekiyor.”
Görünen o ki Gazze’deki savaş Netanyahu’nun Riyad’la ilişkileri normalleştirme görüşünü değiştirmemiş.
Eylül sonunda CNN Arabic’e konuşan Netanyahu şunları söyledi: “Suudiler İbrahim Anlaşması’na katılmayarak ve kendilerini bunun dışında tutarak hata yaptılar.”
İsrail’in Suudi Arabistan’la normalleşme karşılığında Filistinlilere ne gibi tavizler vereceği sorulduğunda ise şu yanıtı verdi: “Tüm paketi bir kerede sunmak daha iyi olur. Suudi Arabistan Krallığı ile barış yapmanın ve esasen Arap-İsrail çatışmasını sona erdirmenin Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmemize yardımcı olacağına inanıyorum.”
“Önce Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmeniz ve ardından Arap dünyasına içeriden dışarıya doğru bir yöntem izlememiz gerektiğine inanıyorlar. Bence dışarıdan içeriye yaklaşımın hem Arap ülkeleriyle hem de Filistinlilerle olan çatışmaları sona erdirmek için şansı daha yüksek.”
Netanyahu, Batı Şeria ve diğer belirlenmiş bölgelerdeki İsrailli yerleşimcilerin durdurulmasının masada olup olmadığı sorusuna şu yanıtı verdi: “İsrail’in ulusal çıkarlarını ve güvenliğini tehlikeye atmayacağım ve bunu kamuoyu önünde tartışarak başarıyı riske atmayacağım.”
İki devletli çözüm
ABD’nin Gazze’ye ilişkin tutumundaki belirsizlik, Hamas’ın kovulması halinde Gazze’yi kimin yöneteceği konusundaki endişesinden daha fazlasını yansıtıyor gibi görünüyor. Aslında, iki devletli bir çözüme destek vermeye doğru ilerliyor olması oldukça olası.
Washington, İsrail’in Filistin Yönetimi ile bir barış sürecine ihtiyacı olduğunu ve İsrail’in Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan Gazze’den çıkamayacağını anlıyor.
ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai bir çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor.
DÜNYA BASINI
‘İsrail ABD’ye rağmen Gazze’yi işgal ederse kimse şaşırmasın’
Yayınlanma
4 gün önce07/12/2023
Yazar
Harici.com.tr
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin itirazlarına rağmen İsrail’in yine de Gazze’yi yeniden işgal etme olasılığına odaklanıyor. Makalenin yazarı Steven Cook’a göre ABD’nin ortaya koyduğu ve kimseyi memnun etmeyen ertesi gün planı hem uygulanabilir değil hem de İsrail’in güvenliğini garanti altına almıyor. Cook; “Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı” diyor:
İsrail Neden Muhtemelen Gazze’yi Yeniden İşgal Edecek?
Herkes bunun kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir ama yine de olabilir.
Steven A. Cook
Orta Doğu’da savaşın sürdüğü son iki ay boyunca Washington’da ya da başka bir yerde hiç kimse Gazze Şeridi’ndeki çatışmalar sona erdiğinde ne olması gerektiği konusunda iyi bir fikir ortaya koyamadı. Aynı zamanda herkes İsrail’in Gazze’yi yeniden işgal etmesinin kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir görünüyor. Biden yönetimi İsrail hükümetini bölgede askeri yönetime geri dönülmesini desteklemeyeceği konusunda uyardı bile.
Yine de İsrail işgalinin yenilenmesi ihtimali pek çok kişinin düşündüğünden daha yüksek. Çünkü İsrailliler güvenlik istiyor ve Gazze için mevcut fikirlerin hepsi uygulanamaz ya da siyasi olarak savunulamaz (ya da her ikisi de). Aynı zamanda İsrailliler Hamas’la mücadeleyi varoluş nedeni olarak görüyorlar ve e bu nedenle hayatta kalmanın bedeli ise uluslararası tepkileri göze almaya hazır gibi görünüyorlar.
Gazze’de “ertesi günü” düşünürken, İsrail’in 2005’te bölgeden çekilmesiyle ilgili bazı ayrıntıları anlamak önemli. Dönemin Başbakanı Ariel Şaron, İsrail’in Gazze Şeridi’ni işgalinin artık maliyetine değmeyeceğine karar verdiğinde, birçok İsrailli de aynı fikirdeydi. Kalmak için ikna edici bir neden yoktu.
Batı Şeria’nın aksine Gazze Şeridi hiçbir zaman tarihi İsrail topraklarının bir parçası olmadı. Ve İkinci İntifada’nın son günlerinde orada güvenlik sorunu devam etse de İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) liderliği, askerler artık bölgede olmasa bile, bunun yönetilebilir olduğuna inanıyordu. Dahası, İsrail yerleşim yerlerini boşaltıp bölgeyi terk ettiği için dünya çapında itibar kazanacaktı. Açıkça belirtilmeyen şey ise Şaron için Gazze’den çekilme, Batı Şeria’nın her zaman İsrail kontrolünde kalmasını istediği kısımlarında İsrail’in kontrolünü sıkılaştırma çabalarını sürdürmek için tüm kaynaklarını kullanabileceğiydi.
İsrail’deki pek çok kişi için Gazze Şeridi’nin işgali Haziran 1967 zaferinin zehirli kadehiydi ve burayı Filistin Yönetimi’ne (FY) devretmek bir kazanım gibi görünüyordu. Ancak tüm İsrailliler böyle destekleyici değildi. Yerleşimciler Şaron’un ihaneti olarak algıladıkları bu durumu kınadılar ve bazıları direndi. Dönemin Ulaştırma Bakanı Avigdor Lieberman muhalefeti nedeniyle hükümetten ayrılmak zorunda kaldı. Ve Likud partisi bölündü. Şaron, Ehud Olmert ve Tzipi Livni gibi tanınmış Likud üyeleriyle birlikte Kadima adında yeni bir parti kurdu. Lieberman ve aralarında eski Knesset Başkanı Yuli Edelstein’ın da bulunduğu diğer muhaliflere göre Gazze’den çekilmenin iyi niyet ya da güvenlik getireceğine inanmak hataydı. Şaron’un aksine, egemen İsrail’de İsraillilerin güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun Gazze’nin işgalini sürdürmek olduğuna inanıyorlardı.
Takip eden yıllarda, çekilmeden bu yana Gazze’den atılan roketler düzenli aralıklarla İsrail’e düşerken ve Birleşmiş Milletler İsrail’i birçok İsraillinin var olmadığını söylediği bir işgal nedeniyle eleştirmeye devam ederken, İsrail sağı Şaron’un çekilmesinin büyük bir hata olduğunu savundu. Bu görüş, 7 Ekim’deki terör saldırılarından bu yana İsrail’de daha fazla taraftar bulmuşa benziyor. Kısa bir süre sonra yapılan bir ankette İsraillilerin yüzde 30’u Gazze’nin işgalini ve askeri yönetimini destekliyordu.
Elbette bu anket, devlet tarihindeki en büyük güvenlik başarısızlığının hemen ardından yapılmıştı. Hiç şüphesiz, kanlı ve yaralı İsrail’de duygular çok yoğundu (ve hâlâ öyle). Anketin yansıttığından çok daha az İsrailli Gazze’yi yeniden işgal etmek istiyor olabilir. Ancak bu durum 2005’teki çekilmeye karşı çıkanların o zaman olduğundan daha ikna edici bir anlatıya sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor: İsrail, Gazze Şeridi’ni işgal ettiğinde göreceli bir sükûnet vardı ve ülkeye çok az roket düşüyordu; IDF çekildiğinden beri ise mini savaşlardan (2008-09, 2012, 2014, 2021) başka bir şey olmadı ve şimdi de tam ölçekli bir çatışma yaşanıyor.
Bana söylenenlere göre İsrail savunma teşkilatında hiç kimse -Hamas’ın planlarına ilişkin uyarıları yıllarca görmezden gelen aynı kişiler- Gazze’yi yeniden işgal etmek istemiyor. Savunma Bakanı Yoav Gallant, savaşın üçüncü aşamasının “İsrail’in Gazze şeridindeki sorumluluğunu ortadan kaldırmayı ve İsrail vatandaşları için yeni bir güvenlik gerçekliği oluşturmayı gerektireceğini” söyleyecek kadar ileri gitti ve Hamas yok edildikten sonra IDF’nin Gazze’yi terk edeceğini ve İsrail’den izole edileceğini öne sürdü. Bu onun (gerçekçi olmayan) niyeti olabilir ama başkalarının söylediği tam olarak bu değil.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu 6 Kasım’da ABC News’e verdiği demeçte “İsrail belirsiz bir süre için … [Gazze’de] genel güvenlik sorumluluğuna sahip olacak çünkü sahip olmadığımızda neler olduğunu gördük” dedi. Elbette başbakan IDF’nin savaştan sonra Gazze’yi işgal edip yöneteceğini kesin bir dille ifade etmedi ancak bunu da reddetmedi.
Bir de Netanyahu’nun en yakın danışmanlarından biri olan İsrail Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer var. Dermer geçen günlerde gazetecilere yaptığı açıklamada İsrail ordusunun 17 yıldır Gazze’de bulunmadığını ve dolayısıyla Batı Şeria’da rutin olarak gerçekleştirdiği güvenlik operasyonlarını yapamadığını belirterek 2005’teki çekilmenin İsrail’in güvenliğini tehlikeye attığını ima etti. “Açıkçası (bunu) tekrarlayamayız” diyerek Netanyahu’nun daha önce söylediklerini, özellikle de IDF’nin Gazze’de “süresiz olarak öncelikli güvenlik sorumluluğuna” sahip olacağını teyit etti.
Buradan, İsrail’in güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun işgalden geçtiğini öne sürdükleri anlaşılıyor; ancak elbette her iki adamın sözlerinde de belli bir miktar dolambaçlı ifade var. Bununla birlikte, yeniden işgale karşı olsalardı, “İşgale karşıyız, ancak X, Y ve Z’yi yaparak egemen İsrail’i güvence altına alacağız” demek kolay olurdu.
Netanyahu söylediklerinde ciddi olsun ya da olmasın hatta İsrail siyaseti savaştan sonra şu ya da bu şekilde onu iktidardan alsa bile çatışmanın sonunda Gazze Şeridi’nin yeniden işgali edilebilir. Bir beyin fırtınası yapalım: İsrail yönetiminin Gazze Şeridi’ni işgal etmek istemediğini ancak Hamas’ın yok edilmesinin İsrail’in hedefi olmaya devam ettiğini varsayalım. Ve İsrail halkının oldukça şahin olduğunu düşünelim. Şimdi ne Washington’un ne de diğer büyük küresel ya da bölgesel güçlerin savaş sonrası Gazze için uygulanabilir ve siyasi olarak savunulabilir bir plan geliştiremediğini durumda İsraillilerin tam olarak neyle karşı karşıya kalıyor?
Biden yönetiminin, bazı kısımları Dışişleri Bakanı Antony Blinken tarafından kamuoyuna açıklanan mevcut planına göre, yeniden canlandırılmış bir Filistin Yönetimi kontrolü ele alana kadar Gazze’de bir tür uluslararası istikrar sağlanacak ve ardından ABD’nin iki devletli çözüm arayışı yeniden başlayacak.
Bu planın hiçbir aşaması gerçekçi değil. Gazze’de çok uluslu bir güç olması pek olası değil çünkü İsrail, Hamas’ı İsrail’in güvenliğini tehdit edemez hale getirse bile bu son derece tehlikeli olacaktır. Filistin Yönetimi yolsuzluk, işlevsizlik ve meşruiyet eksikliği nedeniyle -İsrail’e bağımlılığı ve İsrail’le koordinasyonunun yanı sıra Filistin lideri Mahmud Abbas’ın seçimlere katılmayı reddetmesi nedeniyle- yardım edilemeyecek kadar zor durumda. Reforme edilse bile Netanyahu ve danışmanları Filistin Yönetimi’ni bir ortak olarak görmediklerini açıkça ortaya koydular ve Ramallah’taki Filistinli liderler de İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki vekili olmayacaklarını açıkça belirttiler. Son olarak, ABD’li politika yapıcıların İsraillileri ve Filistinlileri barışa zorlamak için daha önce denenmemiş pek bir şey sunması mümkün görünmüyor.
İsrail halkının Gazze Şeridi’ni işgal etmek isteyip istemediği açık bir soru olmaya devam ediyor, ancak İsrailli dostlarımın ve muhataplarımın son iki aydır bana aktardığı üzere, mevcut çatışmada imkânsız bir durumla karşı karşıyalar. Filistin meselesinden ellerini çekmek ve güvenliğe kavuşmaktan başka bir şey istemiyorlar. Gazze’den çekilmenin bu hedefleri gerçekleştireceğini düşünüyorlardı ama 7 Ekim saldırıları bu inançlarını yerle bir etti. Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı. Güvenlik isteyen İsrailliler için muhtemelen başka seçenek yok.
DÜNYA BASINI
Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler
Yayınlanma
4 gün önce07/12/2023
Yazar
Emre Köse
Çevirmenin notu: Batı’nın uzun yıllardır ucuz iş gücü fırsatları için sanayisizleşmeyi göze alması karşısına Çin gibi bir tehlikeyi çıkardı. Ve Çin ve onun şirketleri, ABD ve AB’nin boşalttığı yerleri mükemmel bir şekilde dolduruyor. Afrika’nın ve Asya’nın tamamında ve ayrıca Latin Amerika’da, akıllara seza devasa altyapı projelerinin çoğunun altında Çin’in imzası var. Pekin kaz gelecek yerden tavuk esirgemiyor ve gittiği yerlerdeki muhataplarını borçla harçla uğraştırmıyor. Bu fena bir dönüşümün belirtileri ve sancılar şiddetli.
Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler
Natalya Eremina
Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC)
4 Aralık 2023
İngiliz küresel stratejisindeki (“Küresel Britanya”) Afrika tarafı pek açık tanımlanmadı, İngiliz devletinin kıtadaki hedeflerini belirlemedi ve Birleşik Krallık parlamentosundaki Afrika gündemine ilişkin tartışmanın da gösterdiği üzere hem iş dünyası hem de siyaset kurumu arasında soru işaretlerine yol açıyor. Bu nedenle, Britanya’nın Afrika’daki stratejisi şu anda, gözlerimizin önünde şekilleniyor ve hala ülkenin sömürge deneyimine dayanıyor. Ne de olsa bu, daha önce dominyon (mesela Güney Afrika), Britanya İmparatorluğu’nun protektorası (mesela Nijerya), koloni (mesela Gambiya, Kenya, Malavi, Sierra Leone, Uganda, Zambiya) ya da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra manda bölgesi (mesela Tanzanya) olan ülkelerden oluşan İngiliz Milletler Topluluğu’na dayanıyor. Ayrıca İngiliz Milletler Topluluğu, olumsuz bir sömürge tadı taşıyan ortak bir tarihle (Mozambik, Gabon, Ruanda) Britanya’ya bağlı olmaksızın fayda arayan Afrika ülkelerini de içeriyor. Ayrıca Afrika ülkelerinin İngiliz Milletler Topluluğu’ndan ayrıldıklarında bir süre sonra yeniden üye olduklarını da gözlemlememiz gerek (Güney Afrika, Gambiya). Yalnızca Zimbabve 2003 yılında ayrıldığı örgüte geri dönmedi. Dolayısıyla aslında Birleşik Krallık, Afrika’nın yönünü önemli ve umut verici olarak görmese bile kıtadaki varlığını her zaman sürdürdü. Fakat yaklaşık beş yıl önce durum değişmeye başladı: Çin kendi ticari ve iktisadi ilişkiler ağını kurarak Afrika’da net bir yer edindi, Rusya güvenlik ve iktisadi işbirliği projeleriyle Afrika’ya geri döndü, AB, Global Gateway programı çerçevesinde Afrika’nın önemini ilan etti, ABD, Afrika’da yeni bir strateji açıkladı ve genel olarak, büyüme ve iktisadi kalkınma hususlarının küresel Güney denilen bölgeye kayması belirginleşti, bu da özellikle Birleşik Krallık için yatırım konusunu keskinleştirdi. Çeşitli Avrupa ülkelerinin sömürgecilik sorunu ve sömürgecilik sonrası yaklaşımlarının tam da şu anda aktif bir şekilde ele alınması ve yeniden değerlendirilmesi tesadüf değil ve bunun için diğerlerinin yanı sıra İngiliz siyaset kurumunun ve İngiliz kalıtsal aristokrasisinin temsilcilerinin sorumluluk alması gerekiyor. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Birleşik Krallık, Afrika’nın önemini ve ülkenin kıtadaki hedeflerini ifade etme ihtiyacı sorusunu gündeme getirme konusunda ortaklarını takip etti (Afrika Stratejisi 2019’da yayımlandı ve aynı yıl Afrika Birliği ile mutabakat zaptı imzalandı, Afrika yönü de ülkenin dış politika incelemelerinin bir parçası olarak kabul edildi). Mevcut koşullarda Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine yönelik önerdiği yaklaşımların güçlü ve zayıf yönlerini kısaca ele alalım.
Birleşik Krallık’ın Afrika ajandasının güçlü yönleri
Afrika, farklı aktörlerin çıkarları arasında önemli bir kesişme noktası olarak nitelendiriliyor ve Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine katılımı kaçınılmaz olarak ülkenin profilini ve uluslararası ilişkilerdeki önemini artırıyor.
Birleşik Krallık, küresel enerji katılımı ve yatırımları açısından Afrika’nın iktisadi önemi konusunda oldukça net. Bu durum, 2020 yılında Afrika ile yapılan İlk Yatırım Zirvesi’nde de ortaya konmuştu. O dönemde İngiliz tarafı, Afrikalı ortaklarına 2027 yılına kadar tüm G7 ülkelerinden 80 milyar dolara kadar özel sektör yatırımı sağlama sözü bile vermişti. İngilizler, Afrika’daki çeşitli projeler için yaklaşık 4 milyar pound (bunun 2,4 milyar pound’u özel yatırım) toplamaya hazır olduklarını söylediler. İlk zirvede ayrıca 6,5 milyar pound değerinde sözleşmeler de yapıldı. Nisan 2024’te Birleşik Krallık Afrika ile İkinci Yatırım Zirvesi düzenlemeyi planlıyor (24 Afrika ülkesinden delegasyon bekleniyor: Cezayir, Angola, Kamerun, Fildişi Sahili, Kongo, Mısır, Etiyopya, Gana, Kenya, Malavi, Moritanya, Mauritius, Fas, Mozambik, Namibya, Nijerya, Ruanda, Senegal, Sierra Leone, Güney Afrika, Tanzanya, Tunus, Uganda ve Zambiya). Buna ek olarak, İngiliz hükümeti, işletmelerini riskleri azaltmaya ve Afrika’da yeni ortaklar bulmaya davet eden yatırım araçları oluşturdu. Bu araçlar arasında İngiliz Uluslararası Yatırım grubu, UKEF (Britanya İhracat Finansmanı) ve Growth Gateway programı bulunuyor.
Birleşik Krallık için Afrika’daki varlığının oldukça ciddi olumlu yönlerinden biri de askeri ortaklıkların ve hatta askeri üslerin varlığı. Kenya ve Nijerya, siyasi-askeri alanda sürekli bir ilişkinin olduğu iki Afrika ülkesi olarak öne çıkıyor. 2018 yılında Birleşik Krallık ile Nijerya, İngilizlerin Nijeryalı askerleri eğittiği ve ekipman tedarik ettiği Güvenlik ve Savunma Ortaklığı Anlaşması imzaladı. Kenya’da ise İngilizler 1963’ten bu yana düzenli olarak güncellenen bir savunma anlaşması aracılığıyla yakın askeri işbirliği geliştirdi.
Afrika, Birleşik Krallık’ın imaj hedeflerinin gerçekleştirilmesi açısından önemli bir bölge olmaya devam ediyor; zira ülke, gayri safi milli gelirinin yüzde 0,5’ini başta Afrika olmak üzere insani yardıma ayırmakla iftihar duyuyor. Ayrıca İngilizler, iç çatışmalar ve doğal afetler nedeniyle ülkelerinden kaçan Afrikalı mültecilere verdikleri desteği de vurguluyor (şu anda 1,5 milyondan fazla kişi kendisini siyah, siyah İngiliz, siyah Galli, Karayipli veya Afrikalı olarak tanımlıyor).
Britanya’nın Afrika ajandasındaki zayıflıklar
Afrika, Britanya’nın dış politika ajansında bir “yüze” sahip değil, hala küresel Güney’in bir parçası olarak görülüyor ve mevcut bağlamda farklı Afrika ülkeleri için farklı yaklaşımlar formüle etme girişimi dahi yok. Dolayısıyla, Afrika hala tek bir varlık olarak algılanıyor ve daha ziyade Arap Afrika’sı için bir istisna yapılıyor ama bu durum Afrika stratejisinin metninde ortaya konmuyor. Buna ek olarak, söz konusu kıta İngiliz çıkarlarının “geniş çevresi” kavramına dahil, yani ülkenin dış politika öncelikleri hiyerarşisinde son sırada yer alıyor. Aynı zamanda Afrika, bir işbirliği bölgesi olmaktan ziyade Çin ve Rusya ile bir rekabet alanı olarak görülüyor.
Britanya’nın Afrika kıtasındaki konumunun bir başka zayıflığı da özellikle uzun bir sömürgecilik mazisinden (halkların sömürgeciler tarafından ayrılması) kaynaklandığı için, krizleri önlemek ve dengelemek üzere operasyon başlatma konusunda bağımsız bir kabiliyete sahip olmaması. Birleşik Krallık askeri operasyonlar yürütmek için çoğunlukla Fransa ile işbirliği yapmak zorunda kalıyor. Bu durumda Birleşik Krallık, kendi stratejisinden ziyade Fransa’nın stratejisinin yerine getirilmesinin altında kalıyor. Aynı durum Birleşik Krallık’ın ABD ile ortaklığı için de geçerli. Aynı zamanda, İngiliz tarafının Afrika ülkelerindeki iç krizleri ortaklarıyla birlikte bile çözemeyeceği kabul ediliyor. İngilizler, Afrika’nın geleneksel olarak krizlerle boğuşan bu bölgelerine Sahel bölgesini de dahil ediyor. Afrika’daki iç risklerin çokluğu, askeri işbirliğini haklı gösterse de İngiliz tarafının iktisadi varlığını güçlendirmesini engelliyor. Bu nedenle Britanya, Afrika’daki güvenlik programlarında tek başına hareket etmiyor, yalnızca uluslararası işbirliğine ve makro-bölgesel sürdürülebilirliğe bel bağlıyor. Diğer hususların yanı sıra Britanya, bu amaçla Afrika Birliği ile bir anlaşma imzaladı.
Birleşik Krallık’ın sözde yumuşak gücü son derece karmaşık bir konu olmayı sürdürüyor. Bir yandan British Council, 19 Afrika ülkesinde faaliyet gösteriyor ve eğitim programları (örneğin Chevening programı) bulunuyor. Fakat bu tür programlar hala pek çok Afrika ülkesi için erişilmez olmaya devam ediyor. Buna ek olarak, Afrika’da sömürgeciliğin kalkınmadaki rolü ya da her zaman iktisadi ortaklık eksikliğinden kaynaklanan “kalkınamama” konusunda son derece aktif bir tartışma mevcut. Afrika’dan çıkarılan değerli eşyaların iadesi konusu sık sık gündeme geliyor.
Sonuçlar
Britanya, Afrika’daki konumunu güçlendirmek için mevcut iktisadi (yatırım) programlarını ve kurumlarını oluşturabildi, girişimcilerine Afrikalı ortaklarıyla daha rahat etkileşim yolları sunabildi; bu sadece ülkenin Afrika’daki imajı ve konumu için değil, aynı zamanda İngiliz iş dünyasının kendi hükümetine olan güvenine de katkıda bulunuyor. Ancak krizlere yalnızca iktisadi araçlarla karşı koymak mümkün değil. Bunun yanında Afrika’da hala Britanya’ya bağımlı bir grup ülkeden bahsedebiliriz. İngiliz Milletler Topluluğu içinde Britanya ile işbirliklerini analiz edersek İngiliz askeri üslerinin varlığı da dahil olmak üzere askeri-politik işbirliği faktörünün yanı sıra ticaret ve iktisadi etkileşime ilişkin mevcut verileri, Afrika ülkelerinin Britanya ve bir bütün olarak Batı dünyasıyla dayanışma sergilemek için önemli olan Rusya karşıtı kararlara ilişkin tutumlarını dikkate alırsak, Britanya’ya en “koşullu bağımlı” ülkeler olarak (bağımlılığın zayıflama sırasına göre) şu ülkeleri seçebiliriz: Sierra Leone, Malawi, Zambiya, Kenya, Nijerya ve Zambiya. Afrika ülkeleriyle işbirliği geliştirmeye çalışan Rus karar alıcıların bu koşulları göz önünde bulundurmaları muhtemelen mantıklı olacaktır.

Washington Güney Çin Denizi gerginliğinde boy gösterdi

OPEC ülkelerinin fosil yakıt tartışmalarına itirazı COP28 bildirgesinde etkili olacak

Xi, Hanoi’nin ‘ABD kampına kaymasını önleme’ hedefiyle Vietnam’a gidiyor

Scholz sosyal yardımlarda kesinti yapılmayacağını söyledi

Zelenski ile Orban arasında diyalog
Çok Okunanlar
-
AMERİKA2 hafta önce
Kısa Kissinger portresi: Akıllı, gerçekçi, gaddar
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
İran’ın Gazze savaşına doğrudan dahil olmamasının 7 nedeni
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Batı aklının ‘büyülü kurbanı’ Ukrayna
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Filistin’in geleceği – 3
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
‘Gazze’deki çatışma Batı medeniyetinin gerçek yüzünü gösterdi’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Napoléon Efsanesi