DÜNYA BASINI
Çip sarsıntısı
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trAmerika Çin’i, bugüne kadar benzeri görülmemiş biçimde, yüksek teknoloji akışını kesmekle tehdit ediyor. Ta Almanya’ya kadar ulaşabilecek şok dalgalarından korkuluyor.
Almanya’nın Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesinde ABD’nin Çin’e yönelik ‘yüksek teknoloji’ yaptırımlarını ve yarattığı etkileri tartışan ‘Çip Sarsıntısı’ başlıklı makaleyi dikkatinize sunuyoruz:
Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin tarihi bir dönüm noktasında olduğunu düşünüyor. Amerikan hükümetine göre, diğer süper güç olan Çin ile rekabetin nasıl gelişeceğine önümüzdeki yıllarda karar verilecek.
Başkan Joe Biden’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, geçen hafta yaptığı bir açılış konuşmasında, Amerika’nın Çin’le olan yarışı kazanmak ve Çin’in liberal olmayan vizyonunu yaymasını durdurmak için iyi konumlandığını ve bunda kararlı olduğunu söyledi. Sullivan’a göre, Çin, uluslararası düzeni kendi uygun gördüğü şekilde yeniden şekillendirme niyeti olan tek süper güçtür ve bunu yapma kapasitesi giderek artmaktadır.
Çin ile rekabette en önemli silah, yerli üretime dayalı yüksek teknolojidir. Amerikalılar, eski anlayışları rafa kaldıran yeni sanayi politikasının stratejik önemini şöyle gerekçelendiriyor: Geri durmak artık çağa uygun değil. Sullivan, “Evimizde, ekonomik gücümüze ve teknolojik liderliğimize yatırım yaparak modern bir endüstri ve inovasyon stratejisi izliyoruz. Bu, dünyadaki gücümüzün en derin kaynağı” diye anlatıyor.
Mikroçipler söz konusu olduğunda Amerika’nın jeostratejik vizyonu, son derece hassas yarı iletken teknolojisinin Çin’e ihracatı üzerindeki kısıtlamalarla, artık daha somut hale geliyor. ABD, Çin’i askeri kullanım bulabilecek yüksek performanslı çiplerden uzaklaştırmaya çalışıyor. Bu, genel olarak yüksek teknoloji ve özel olarak mikroçiplerin yerli üretimi ve geliştirilmesi için benzersiz bir sübvansiyon programı ile tamamlanmaktadır.
Yeni kısıtlamalar aynı zamanda Amerikan hükümetinin, Amerikan teknoloji endüstrisinin Çin ile olan rekabette kayıplara uğraması konusunda istekli olduğunun da altını çiziyor. Ticaret kısıtlamaları alışılmadık derecede yayıldı ve yarı iletken üretim ekipmanlarının yanı sıra yüksek performanslı çipleri de etkilemeye başladı. Hatta Çin fabrikalarında çalışan ve orada çip geliştirmeyi ve üretimini destekleyen Amerikalılar üzerinde de kısıtlamalar var.
Intel ve Nvidia olumsuz etkilendi
(Kısıtlamaların) etkileri hemen hissedilmeye başladı. Basında çıkan haberlere göre, Çinli en büyük bellek çipi üreticisi Yangtze Memory Technologies’e Amerikalı tedarikçilerden çalışan göçü başladı. Talaş fabrikalarına ekipman tedarik eden Applied Materials, KLA ve Lam Research gibi şirketler de personel çıkarmaya başladı.
Dünyanın en büyük yarı iletken imalat makineleri üreticilerinden biri olan Applied Materials, kısıtlamaların mevcut mali çeyrekte yaklaşık 400 milyon dolar ve sonraki çeyrekte de benzer bir gelire mal olacağı konusunda uyardı.
Yüzde 27’lik satış payıyla Çin, şirket için ana vatanı olan Amerika’dan çok daha fazla öneme sahip. Hatta Çin şirket için en önemli pazar. Ancak, buradaki satışların büyük bir kısmı, kısıtlamalardan muaf olması muhtemel olan Çinli olmayan müşterilerle gerçekleştiriliyor. Hollandalı yarı iletken şirketi ASML de duruma tepki gösterdi.
Bank of America analisti Vivek Arya, düzenlemelerin akıllı telefonlar, kişisel bilgisayarlar veya video oyun konsollarındaki yarı iletkenleri değil, yüksek performanslı çipleri hedeflediğine dikkat çekiyor. Bu nedenle, Amerikan şirketlerinin yaklaşık yüzde 5’lik yönetilebilir ölçüdeki bir kısmının etkileneceğini kaydediyor.
Analist, kısıtlamaların etkilerini hissedebilecek yarı iletken şirketlere Intel ve Nvidia’yı örnek gösteriyor. Hatta Çin’li Yangtze gibi rakipler zayıflatılırsa, Amerikalı bellek çipi üreticisi Micron gibi şirketler bundan faydalanabilirler.
Amerika, tüm kararlılığına rağmen, hukuki pragmatizmiyle de tanınır. Kağıt üzerinde her şey gerçekte olduğundan daha katı görünüyor. Çin’in çip endüstrisinin umutlandığı unsur da budur. Pekin analiz firması Gavekal Dragonomics’ten Dan Wang, yeni kuralların “kesinlikle Çin çip endüstrisini etkileyeceğini” söylüyor. Ancak ne kadar kötüye gideceği ancak önümüzdeki aylarda ortaya çıkacak.
Sonunda yasak, en büyük müşterileri olan Çin’i kaybetme tehdidiyle karşı karşıya olan Amerikalı üreticileri de vuracak. 2021’de dünyada üretilen tüm çiplerin dörtte üçü, yarı iletkenlerin yalnızca yüzde 15’inin üretildiği Orta Krallık’taki (Çin) müşterilere gitti. Gözlemci Dan Wang’a göre, geçmişte olduğu gibi Intel artık yaptırımları atlatmanın yollarını bulabilir; örneğin yabancı yan kuruluşlar aracılığıyla veya çiplerde Amerikan yapımı bileşenler olmadan üretim yapabilirler.
Çin hoşgörü bekliyor
Çin’de, Amerikalı üreticiler için satış kaybı tehdidi göz önüne alındığında, Washington’daki hükümetin başarısız olabileceği ve yaptırımları hafifletebileceği umudu dile getiriliyor. Kasım ayının sonunda Bali’deki G-20 zirvesinden önce, Başkan Joe Biden, Çin’i Amerikan yüksek teknolojisinden daha da fazla mahrum bırakmakla tehdit ederek, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in “ortağı” Vladimir Putin’e karşı daha sert bir duruş sergilemesi için baskıyı artırmak isteyebilir.
Çin’in en büyük çip üreticisi SMIC’nin hisse fiyatı, yeni yaptırım haberlerinin ardından Hong Kong borsasında yüzde 12 düştü. Grup, Çin’in küresel çip endüstrisindeki muazzam açığını simgeliyor. SMIC, 14 nanometre boyutunda çipler üretirken diğer rakipler Tayvan ve Kore, uzun süredir 5 ve 3 nanometre boyutlarında çok daha güçlü çipler üretiyor.
Baidu, Alibaba veya Bytedance gibi Çinli internet devleri, eğer Amerikan çiplerine ulaşamazsa, bu öncelikle yapay zeka alanındaki gelişmelerini yavaşlatacaktır. Daha önceden sadece Çinli akıllı telefon üreticisi Huawei için geçerli olan kural, Washington’dan gelen yeni talimatlarla değişti. Artık Amerikan çip teknolojisi 28 Çinli şirkete (yaptırım listesindeki) satılamayacak.
Pekin güçsüz değil ve yeni yaptırımlara misilleme ile yanıt verebilir. Ancak analist Dan Wang, Çin hükümetinin kısa vadede kendisini geri planda tutacağına inanıyor. Şimdiye kadar Pekin, daha fazla Amerikalı üreticiyi Çin’e yatırım yapmaya ikna etmeye odaklandı ve böylece Uzak Doğu’daki en büyük müşteriye karşı yaptırımlarda aşırıya kaçmamaları için Washington’daki “şahinler” üzerindeki baskıyı artırdı.
Bununla birlikte partinin (ÇKP), Çin’in, ABD’nin önceki teknolojik liderliğini yakalayabilecek kendi yapay zekasını geliştirmesi konusunda, Amerika’nın Çin’i yavaşlatmak istediğine dair hiçbir yanılsaması yok. Pekin, ABD’nin Çin rekabetinin ”diz kapağını vurma” girişimlerine ”er ya da geç karşılık verebilir”, örneğin Apple’ı, gelecek vaat eden Çin pazarında kısıtlayabilir.
Amerikan yaptırımlarını bu kadar karmaşık yapan şey, küresel işbölümünde aşırı bir şekilde organize olan teknoloji endüstrisinin yapısıdır. Bu değer zincirini bozmak Amerika için bile maliyetlidir. Bu nedenle, Doğu Asya’daki önemli yarı iletken üreticilerinin yönetici katlarında, en azından dış dünyaya karşı temkinli bir gevşeme var. Güney Kore’deki SK Hynix ve ayrıca Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi (TSMC), Washington’daki Ticaret Bakanlığı’ndan özel bir lisans olmaksızın bir yıllığına yarı iletken tesisleri için ekipman ve makineleri Çin’e ithal etmek için zaten izin aldı. Basında çıkan haberlere göre, Amerikalılar Samsung Electronics’e geçici bir özel izin de verdiler. Ancak Samsung, süreç hakkında şu ana kadar halka açık bir yorumda bulunmadı. Muafiyet izniyle, KLA gibi Amerikan şirketlerinden SK Hynix’e yapılan teslimatlara da izin verilmeye devam edilmelidir. Muafiyet sona erdikten sonra işlerin nasıl devam edeceği ise belli değil. Amerika’nın muafiyetler sebebiyle Güney Kore ve Tayvan’ı kızdırmak istemediğine dair spekülasyonlar var. Washington’daki hükümet de Amerikan ekonomisini olumsuz sonuçlardan korumakla ilgileniyor.
Apple için de risk var
Buna örnek (Apple) bellek çipleridir. Güney Koreli Samsung Electronics ve SK Hynix firmaları dünya pazarında geçici DRAM bellek piyasasının %70’ini ve kalıcı NAND bellek piyasasının da %50’den fazlasını kapsıyor. Elektronik bellek modülleri, diğer şeylerin yanı sıra her akıllı telefonda ve her bilgisayarda bulunabilir. Amerikan ihracat düzenlemeleri sonucunda bu pazarlarda aksaklıklar olsaydı bu Apple gibi Amerikan şirketlerini de etkilerdi.
Samsung, NAND bellek öğelerinin %30’undan fazlasını Çin’in Xian kentinde üretiyor. SK Hynix, DRAM belleğinin yüzde 40’ından fazlasını Wuxi’de üretiyor ve Intel’in Çin’deki NAND bellek işini satın alma sürecinde. Olağanüstü durumlarda, Çin’deki Güney Koreli şirketlerin üretimi başarısız olursa, ancak Micron gibi Amerikalı rakipler tarafından yalnızca kısmen dengelenebilir.
Dünyanın en büyük fason yarı iletken üreticisi olan Taiwan Semiconductor Manufacturing Company, ihracat düzenlemelerinin sonuçlarını gösteren başka bir örnektir. TSMC başkanı C.C. Wei, ihracat düzenlemesinin sonuçlarının “sınırlı ve yönetilebilir” olduğunu söylüyor. Şirket, Çin’in Nanjing kentindeki fabrikasında mikroçip üretimi için Amerikalılardan muafiyet aldı. Bu, fabrikadaki üretimin genişlemesinin devam edebileceği anlamına gelir.
TSMC Çin’in Nanjing kentinde 16 ve 28 nanometre boyutlarında yarı iletkenler üretiyor. Bu eski çipler ABD ihracat düzenlemelerine tabi değildir. Orada yaklaşık 14 nanometre ve daha az boyutlarda yüksek performanslı çipler var. TSMC bu tür modern çipleri Çin’de değil, Tayvan’da üretiyor ve gelecekte de Arizona’daki yeni fabrikasında üretecektir. İhracat düzenlemesinin TSMC gibi şirketler üzerindeki dolaylı etkileri şu anda pek tahmin edilemez.
Diğer büyük soru ise, Amerika’nın yeni jeostratejik vizyonunun Almanya gibi müttefikleri nasıl etkileyeceği. Almanya, Washington tarafından yaptırım rejimine zorlanılacak mı? Ve Almanya hala teknolojik olarak ayak uydurabilir mi? Federal hükümet şu anki gelişme konusunda çok endişeli. Ekonomi Bakanı Robert Habeck bu hafta Alman makine üreticilerine “çökmekte olan dünya ekonomisinin” büyük bir tehdit olduğunu söyledi.
Tehlike sadece Çin’den gelmiyor. Habeck, ABD hükümeti tarafından bu yıl hayata geçirilen enflasyonla mücadele programını “geleceğin teknolojisi için bariz bir sübvansiyon programı” olarak nitelendirdi. Habeck’e göre, 400 milyar doları aşacağı planlanan harcama, Almanya ve Avrupa’daki yatırımları engellemekle tehdit ediyor. Çip Yasası örneğinde olduğu gibi, bakanın (Habeck) da aklında bir Avrupa yanıtı var: “Büyük bir Avrupa yatırım paketine ihtiyacımız var.”
Çeviren: Gülçin Akkoç
İlginizi Çekebilir
-
Almanya’da ünlü iklim aktivisti Neubauer, uçakla yaptığı seyahatler nedeniyle eleştirilerin hedefinde
-
Alman Dış İlişkiler Konseyi: Küresel Güney ile ilişkilerde kibre son verilmeli
-
Almanya, Çinli EV’lere yönelik gümrük vergilerine karşı lobi yapıyor
-
Wolfgang Streeck: Kapitalizm evcilleştirilmelidir
-
Intel, mali sorunlar nedeniyle Polonya ve Almanya’daki fabrika inşaatlarını erteledi
-
Almanya, Kazakistan’daki sanayi ve altyapı projelerine 200 milyar tengenin üzerinde yatırım yapacak
DÜNYA BASINI
The National: İsrail dijital dünyanın silahlandırılmasına öncülük ediyor
Yayınlanma
1 saat önce19/09/2024
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in Lübnan’da iletişim cihazları üzerinden geçekleştirdiği saldırıların tarihsel gelişimine ışık tutuyor. Makalenin yazarı, bu saldırıların Hizbullah’ın uzun vadede dijital misillemesini tetikleyebileceği görüşünde.
***
İbrahim Al-Marashi
Lübnan genelinde meydana gelen bir dizi çağrı cihazı patlaması ve ertesi gün telsizlere yönelik ikincil saldırılar çok sayıda Hizbullah mensubunun yanı sıra aralarında çocukların da bulunduğu çok sayıda sivilin ölümüne ve sakat kalmasına neden oldu. Saldırılarda aralarında İran’ın Beyrut Büyükelçisi’nin de bulunduğu binlerce kişi de yaralandı.
Genelde yabancı topraklardaki saldırıların sorumluluğunu üstlenmeyen İsrail bu saldırıları da üstlenmedi ancak Savunma Bakanı Yoav Gallant çarşamba günü yaptığı bir konuşmada Mossad’ın sabotajdaki rolüne dair güçlü işaretler verdi.
Gallant ayrıca neredeyse bir yıldır Gazze’de Hamas’la mücadele eden İsrail’in savaşta yeni bir aşamaya geçtiğini söyledi. “Ağırlık merkezi kuzeye doğru kayıyor, yani güçlerimizi, kaynaklarımızı ve enerjimizi giderek daha fazla kuzeye yönlendiriyoruz” diye ekledi.
Lübnan saldırıları İsrail’in uzak mesafeden vurma yeteneğini gösteriyor; bu da bir tür caydırıcılık sağlarken makul bir inkâr olasılığı yaratıyor ve Washington’un Başbakan Binyamin Netanyahu’ya Hizbullah’a saldırmaması yönünde baskı yaptığı bir dönemde ABD’nin tepkisinden kaçınma imkânı sunuyor. Bununla birlikte, Lübnanlı grubun da dijital dünyayı silahlandırma yeteneği var, bu da şiddet yanlısı devlet dışı aktörlerin düşmanlarına misilleme yapma ve dijital savaşı yapay zekâ alanına taşıma olasılığını artırıyor.
Son birkaç gündeki saldırılara yönelik belirsiz imalar bir yana, tarihsel örnekler, iletişimin silahlandırılmasının İsrail devletinin bir çalışma yöntemi olduğunu gösteriyor.
1972 yılında Münih Olimpiyatlarında 11 İsrailli sporcunun öldürülmesine misilleme olarak Mossad ajanları Filistinli yetkili Mahmud Hamşari’nin Paris’teki evinde telefonuna yerleştirdikleri bir patlayıcıyı infilak ettirmişlerdi. O telefon analog bir cihazdı, ancak dijital devrim İsrail için uzun mesafeli suikastları daha kolay hale getirdi. Başka bir telefon 1996 yılında silah haline getirildi; bu sefer İsrail’in iç güvenlik servisi Şin Bet, Hamas’ın bombacısı Yahya Ayyaş’ın Motorola Alpha cep telefonunu hedef aldı. Bir Filistinli işbirlikçisiyle çalışan Şin Bet, cihaza 50 gram patlayıcı yerleştirerek, Ayyaş telefonu kulağına götürdüğünde onu öldürmeyi başardı.
Son dönemde Lübnan’da yaşanan ölümler, postmodernizmin bir örneğidir; dijital kültürün, bilgiyi kolayca düzenleme olanağı sunan bir dönemin ürünü. Bilim ve teknoloji, mesafeleri neredeyse yok eden bir şekilde bilgiyi değiştirme ve kodlar üzerinden kolayca manipüle etme imkânı sağlıyor.
Countdown to Zero Day: Stuxnet and the Launch of the World’s First Digital Weapon kitabı, İsrail’in 2010 yılında Stuxnet olarak bilinen kötü amaçlı bir dijital kod ile İran’ın Natanz nükleer tesisinin bazı bölümlerini yok etme yeteneğine atıfta bulunuyor. Bir USB sürücüsüne gizlice yerleştirilen bu kod, nükleer santrifüjlerin kendilerini imha edecek kadar hızlanmasına neden oldu.
Buna karşılık, 1981’de İsrail F-15 ve F-16 uçakları, Irak’ın Osirak nükleer tesisini yok etmek için uzun mesafeler kat etmek, havada yakıt ikmali yapmak ve bombalar atmak zorundaydı; bazıları hedefi bile ıskaladı. İsrailli pilotlar vurulma veya kaza yapma riski taşıyordu ki bu, Bağdat dışındaki hedeflerine giderken telefon tellerine takılmaktan kıl payı kurtulduklarında bu risk neredeyse gerçekleşiyordu.
Stuxnet, İran’ın nükleer tesisini hedef alırken hiçbir İsrailli ajanı riske sokmadı. Bu kod, geleneksel bir bombanın aksine kolayca düzenlenebilir, bir USB sürücüsüne yüklenebilir, uzun mesafeler kat edebilir, hedefine ulaşabilir ve İsrail’in sorumluluğunu inkâr etmesine olanak sağlayabilirdi.
Binlerce haberleşme cihazına müdahale etmenin teknolojik zorluğuna rağmen, İsrail son iki gün içinde Lübnan’ın dört bir yanındaki, hatta komşu Suriye’deki hedefleri nispeten kolaylıkla vurabildi, zira bireyleri hedef almak için hiçbir ajanının orada bulunması gerekmiyordu. Bu, uzaktan kumandayla gerçekleştirilen bir suikasttı.
Caydırıcılık oluşturmak, bir düşmana zarar verebilme yeteneğini göstererek ve sinyaller vererek sağlanır. Can kaybı nispeten düşük olmasına rağmen, İsrail, Lübnan’ın egemenliğini ihlal etmek zorunda kalmadan, Hizbullah’a üyelerinin ülkelerinde hiçbir yerde güvende olmadığı mesajını verdi.
Ne yazık ki bu saldırıların bir başka etkisi daha oldu: sivillerin ontolojik güvenliğini bozdu. Bu, gündelik yaşamın düzeninden ve sürekliliğinden, hatta sıradanlığından kaynaklanan zihinsel durumu ifade eder. Elektrik kesintileri nedeniyle ülkede tıbbi çalışanlar bile çağrı cihazları kullanıyor ve her vatandaş cep telefonunun silah haline getirilip getirilmediğini merak ediyor.
Ancak caydırıcılık ölçülemez. İsrail, Hizbullah’ı caydırmak yerine, grubun misilleme yaparak itibarını koruma baskısı altında kalmasına yol açabilir. İsrail’in 1970’lerde bölgeye getirdiği ve temmuz ayında İsrail’i uzun mesafeli bir insansız hava aracıyla doğrudan vuran Husiler de dahil düşmanları arasında yaygınlaşmasına neden olan insansız hava aracı teknolojisinden ders alması gerekirdi.
Ortadoğu’da insansız hava araçlarını ilk kez 1973 yılında İsrail kullanmış ve bölgede bu konuda tekel olmuştu. Ancak Beyrut Amerikan Üniversitesi profesörü Rami Khouri’nin bir keresinde insansız hava araçları konusunda dünyanın en önde gelen uzmanı Peter W Singer’a söylediği gibi “İHA’lara verilecek yanıt kendi İHA’larınızı elde etmektir. Onlar sadece savaş araçlarıdır. Her araç bir karşı tepki doğurur.” Nitekim, 2024’e gelindiğinde Hizbullah, İHA’larının İsrail’in egemenliğini ihlal ettiğini ve Hayfa kentine ulaştığını gösteren videolar yayımladı.
Yapay zekâ destekli İHA’ların kullanılıp kullanılmadığı belirsiz olsa da İsrail’in Gazze’deki askeri harekâtı için Gospel adlı bir yapay zeka programını hedef belirlemek amacıyla kullandığı biliniyor.
Dijital alanın silah haline getirilmesiyle birlikte Hizbullah misilleme yapma ihtiyacı hissedecektir. Ancak bu misillemenin İsrail’in önleyebileceği kaba bir roket ya da füze saldırısı olması pek olası değil. Grup, kendi dijital zaferini kazanmak için uzun vadeli bir strateji izleyebilir ve belki de bu hedefe ulaşmak için yapay zekayı silahlandırma yoluna başvurabilir.
DÜNYA BASINI
Baldwin’in 45 yıl öncesinden seslenen mektubu: İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı
Yayınlanma
6 saat önce19/09/2024
Çevirmenin notu: 20. yüzyılda, ABD’deki siyah hakları için kafasıyla ve vücuduyla mücadele edenleri saymaya kalksak, James Baldwin bunlar arasında nadide bir yerde duracaktır. O medeni haklar hareketi, siyahların ötesinde, dünyadaki tüm ezilenlerle de kendilerini aynı yerde görmüş ve “canavarın ağzında”, ABD’de mücadele etmenin bilinciyle kendilerini aynı davanın bir parçası olarak hissetmişlerdi. Öyle ki, İkinci Dünya Savaşı bitiminde, ezilen bir siyah, ataları kölelik zulmünü, plantasyonları görmüş bir siyah, “bir zenci”, demişti, “kendini Yahudi ile özdeşleştirir.” Aynı Baldwin’in, 1961’de İsrail’e gidince, Arapların Yahudiler tarafından “kontrol edildiğini” ve “mülksüzleştirildiğini” görerek İsrail devletine karşı tutum almaya başlaması da bu nedenle şaşırtıcı değildir. Baldwin, İsrail devletinin şahsında, acılı Yahudi halkının kurtuluşunu değil, batılı sömürgecilerin koçbaşını görüyordu. Dolayısıyla ezilen siyahların kendini özdeşleştirdiği “kimlik”, tersine dönüyordu: Baldwin, Amerika’da Yahudiyi, beyaz adam olarak teşhis ediyor ve yeni siyasetini buna göre düzenliyordu. İsrail, Avrupa’nın “suçlu Hıristiyan vicdanı” ile Filistinlilere çektirdiği acının adıydı. Aşağıdaki mektup da, dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’ın, BM Büyükelçisi Andrew Young’ı Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) temsilcisiyle görüştüğü için kovmasına yönelik öfkesinin bir ürünüdür. Mektup, yayınlandığı andan itibaren büyük tartışma yaratmıştı. Malum antisemitizm suçlamalarına Baldwin’in ironiyle verdiği cevap ise, “siyahların antibeyaz oldukları için antisemitik de oldukları” yönündeydi. The Nation, tam 45 yıl sonra, Baldwin’in mektubunu yeniden yayınladı.
Yeniden Doğmuşlara Açık Mektup
James Baldwin
The Nation
29 Eylül 1979
Bu makale ilk olarak The Nation dergisinin 29 Eylül 1979 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Andrew Young’la tanışmadan önce Martin Luther King Jr. ile tanışmıştım. Andy ile tanışmamızın Martin sayesinde olduğunu biliyorum. Andy bana göre Martin’in “sağ kolu” idi, kendisini öyle tanımladığı için değil. O oradaydı, kesinlikle oradaydı. Neler olduğunu gördü. Bildiklerini bilme ve gördüklerini görme sorumluluğunu kendi üzerine aldı. Andy’nin kendisini tanımlamaya çalıştığını sadece bir kez duydum: o da benimle ilgili bir şeyi bir başkasına açıklamaya çalışırken. Böylece, bir akşam, Hıristiyan ibadetinin onun için ne anlama geldiğini öğrendim. Bunu biraz açıklayayım.
Metin Matta İncilinden, 25:40: En basit kardeşlerimden biri için yaptıklarınızı, benim için yapmış oldunuz.
Batı dünyasına iletmem gereken haberler olduğu için yorucu ve sıkıcı olmaktan uzak bir konumdayım – örneğin: siyah, köle ile eşanlamlı değildir. Size tavsiyem, bu çarpıcı, hantal ve istenmeyen mesaja karşı kendinizi savunmaya kalkışmayın. Bunu tekrar duyacaksınız: gerçekten de Batı dünyasının bundan sonra duyacağı tek mesaj bu olacaktır.
Bunu biraz sert bir üslupla ifade ediyorum çünkü gerekli ve çünkü şimdi bir kölenin torunu, yeniden doğmuş bir Hıristiyan’ın soyundan gelen biri olarak konuşuyorum. Countee Cullen’ın dediği gibi, benim ihtidam pahalıya mal oldu / Ben İsa Mesih’e aitim. Ayrıca Müjde’nin eski bir hizmetkârı ve dolayısıyla yeniden doğanlardan biri olarak konuşuyorum. Bana açları doyurmam, çıplakları giydirmem ve hapistekileri ziyaret etmem emredilmişti. Gençliğimden ve babamın evinden çok uzaktayım ama bu talimatları unutmadım ve asla unutmamam için ruhumla dua ediyorum. Bugün kendilerini “yeniden doğmuş” olarak adlandıran insanlar, dünyanın en zengin, en seçkin özel kulübünün, Celileli adamın girmeyi umamayacağı ya da istemeyeceği bir kulübün üyeleri haline gelmişlerdir.
En basit kardeşlerimden biri için yaptıklarınızı, benim için yapmış oldunuz. Bu zor bir söz. Bununla yaşamak zor. Birbirimize karşı sorumluluğumuzun acımasız bir tanımı. İnsanın ahlaki seçimini yaptığı o sert ışık. Batı dünyasının ahlaki seçim diye bir şeyin var olduğunu unutmuş olması, benim tarihim, bedenim ve ruhum için bir ibret vesikasıdır. Dünyanın en ünlü yeniden doğmuş Hıristiyan’ının Bay Andrew Young’ı içine atmayı başardığı çıkmaz da öyle.
Batı dünyasının “enerji” krizi olarak adlandırdığı şeyin, piyasaları artık kontrol edemediğinizde, sömürgelerinize zincirlendiğinizde (tam tersi yerine), köleleriniz tükendiğinde (ve hâlâ sahip olduğunuzu düşündüklerinize güvenemediğinizde) neler yaşandığını, titizlikle düşündüğünüzde Deniz Piyadelerini ya da Kraliyet Donanmasını herhangi bir yere gönderemeyeceğinizi ya da küresel bir savaşı göze alamayacağınızı, müttefikiniz olmadığını, sadece iş ortaklarınız ya da “uydularınız” olduğunu ve herhangi bir yerde, herhangi birine verdiğiniz her sözü tutmadığınızı beceriksizce gizlediği bariz gerçekler olduğunun üzerinde fazla durmayalım. Neden bahsettiğimi biliyorum: büyükbabam vaat edilen “kırk dönümlük araziyi ve bir katırı” asla alamadı, o soykırımdan kurtulan Kızılderililer ya rezervasyonlarda ya da sokaklarda ölüyorlar ve Birleşik Devletler ile Kızılderililer arasında yapılan tek bir antlaşmaya bile uyulmadı. Bu büyük bir rekor.
Yahudiler ve Filistinliler verilen sözlerin tutulmadığını bilirler. Balfour Deklarasyonundan bu yana (I. Dünya Savaşı sırasında) Filistin beş İngiliz mandası altındaydı ve İngiltere hangi atın önde göründüğüne bağlı olarak toprakları Araplara ya da Yahudilere vaat etti. Siyonistler –Yahudi olarak bilinen insanlardan farklı olarak– birinin deyimiyle “mevcut siyasi mekanizmayı”, yani sömürgeciliği, örneğin İngiliz İmparatorluğunu kullanarak İngilizlere, bölgenin kendilerine verilmesi halinde İngiliz İmparatorluğunun sonsuza kadar güvende olacağı sözünü verdiler.
Fakat kimse Yahudileri umursamıyordu ve Yahudi olmayan Siyonistlerin sıklıkla antisemitik olduğunu gözlemlemek ilginçtir. Siyah köleleri Liberya’ya (Firestone Kauçuk Fabrikası için hâlâ köle olarak çalıştıkları yere) göndermekten sorumlu olan beyaz Amerikalılar bunu onları özgür bırakmak için yapmadılar. Onları adam yerine koymuyor ve onlardan kurtulmak istiyorlardı. Lincoln’ün niyeti köleleri “özgürleştirmek” değil, kölelerine “kaçmaları” için bir neden vererek Konfederasyon Hükümetinin “istikrarını bozmaktı.” Özgürlük Bildirisi, tam olarak, henüz bir Birlik olarak teminat altına alınamayan bir ülkenin Başkanının yetkisi altında olmayan köleleri serbest bıraktı.
Örneğin Franco’nun İspanya’sı ile İspanyol Engizisyonu; Hıristiyan kilisesinin ya da daha açık bir ifadeyle Katolik Kilisesi’nin Avrupa tarihindeki rolü ile Yahudilerin kaderi; Yahudilerin Hıristiyan dünyasındaki rolü ile Amerika’nın keşfi arasındaki bağlantıyı kimsenin kuramaması beni her zaman hayrete düşürmüştür. Çünkü Amerika’nın keşfi, Engizisyon ve Yahudilerin İspanya’dan kovulmasıyla aynı döneme denk gelmiştir. Hiçkimse Venedik Taciri ile Tefeci(*) arasındaki bağı görmüyor mu? Bu iki eserde de, sanki zaman hiç geçmemiş gibi, Yahudi, Hıristiyan’ın çıkar amaçlı pis işlerini yapıyor olarak tasvir edilir. Gördüğüm ilk beyaz adam kirayı tahsil etmek için gelen Yahudi yöneticiydi ve binanın sahibi olmadığı için kirayı o tahsil ediyordu. Aslında, yetişkin ve ünlü bir adam olana kadar, içinde uzun süre temizlik yaptığımız ve acı çektiğimiz binaların sahiplerinden hiçbirini görmedim. Hiçbiri Yahudi değildi.
Ve aptal değildim: örneğin bakkal ve eczacı Yahudiydi ve bana ve bize karşı çok çok iyiydiler. Polisler beyazdı. Şehir beyazdı. Tehdit beyazdı ve Tanrı da beyazdı. Hayatımda bir an bile “İsa’yı Yahudiler öldürdü” gibi aşağılık ve korkakça bir suçlama yankılanmadı. Bir katili gördüğümde tanırdım ve beni öldürmeye çalışan insanlar Yahudi değildi.
Fakat İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı; Batının çıkarlarının kurtuluşu için kuruldu. Artık netleşen şey budur (benim için her zaman net olduğunu söylemeliyim). Filistinliler otuz yılı aşkın bir süredir İngiliz sömürgeciliğinin “böl ve yönet” politikasının ve Avrupa’nın suçlu Hıristiyan vicdanının bedelini ödüyorlar.
Nihayet: Avrupa’nın olanca kibriyle Orta Doğu (Avrupa ne anlar ki? Hindistan’a bir geçit bulmakta bu kadar başarısız olduktan sonra) olarak adlandırdığı yerde Filistinlilerle muhatap olmadan barışı kurmak katiyen –tekrar: katiyen– umut edilemez. İran Şahı’nın çöküşü sadece dindar Carter’ın “insan hakları” konusundaki endişelerinin derinliğini ortaya çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’e kimin petrol ve İsrail’in kime silah sağladığını da ortaya çıkardı. Hecelemek gerekirse, bu beyaz Güney Afrika idi.
Pekâlâ. Yahudi, Amerika’da beyaz bir adamdır. Öyle olmak zorunda, çünkü ben siyah bir adamım ve onun varsaydığı gibi, onu Amerika’ya sürükleyen kadere karşı tek korumasıyım. Ama hâlâ Hıristiyanların kirli işlerini yapıyor ve siyahlar bunu biliyor.
Arkadaşım Bay Andrew Young, muazzam bir sevgi ve cesaretle ve sessiz, kusursuz, tarif edilemez bir asaletle, bir soykırımı önlemeye çalıştı ve ben onu korkakların ihanetine uğramış bir kahraman olarak ilan ediyorum.
(*) Tefeci (The Pawnbroker) Sidney Lumet’in 1964 yapımı filmi. Filmde Rod Steiger, Doğu Harlem’de küçük bir rehinci dükkânı işleten, Holokost’tan sağ kurtulan bir Alman-Yahudi’yi canlandırır ve çaresiz müşterilerle olan günlük etkileşimleri ile gitgide kararan bir kişi haline gelir. (ç.n.)
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz mülakat, kapitalizm üzerine araştırmalarıyla bilinen sosyolog Wolfgang Streeck ile Die Zeit’te yapılmış ve Thomas Fazi tarafından İngilizceye çevirmişti (her nedense, Fazi bu mülakatı yayınladığı sayfayı yayından kaldırmış). Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) “entelektüel beyni” olarak da görülen Streeck, eşitlikçi dünya görüşünü bir tür refah devleti savunusu (veya nostaljisi?) ile birleştiriyor ve demokratik bir yenilenme için ulus-devlet ölçeğine dönmeyi (veya o ölçeği yeniden kazanmayı) vaaz ediyor. Streeck’in BSW’den asgari beklentisi, kapitalizmin altın çağında, kapitalizmi de evcilleştiren dayanışma mekanizmalarının ortadan kalkmasının ardından, yeni dayanışma mekanizmalarını başka bir düzlemde yeniden kurmasından ibaret görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
“Kapitalizm evcilleştirilmelidir”
Wolfgang Streeck’in Die Zeit için Lars Weisbrod’a verdiği röportajın İngilizce çevirisi. [Orijinal röportaj]
Wolfgang Streeck, Köln’deki Max Planck Toplum Araştırmaları Enstitüsü’nün emeritus direktörü olan Alman sosyolog ve politik iktisatçıdır. Streeck’in çalışmaları kapitalizm ve demokrasi arasındaki gerilimlere, özellikle de iktisadi sistemlerin toplumsal ve siyasi yapıları nasıl etkilediğine odaklanmaktadır. Önemli kitapları arasında neoliberal politikaların uzun vadeli sonuçlarını incelediği Buying Time: The Delayed Crisis of Democratic Capitalism [Zaman Kazanmak: Demokratik Kapitalizmin Ertelenmiş Krizi] yer almaktadır. Streeck, gelişmiş ekonomilerde kapitalizmin geleceğine ilişkin tartışmalara yaptığı katkılarla tanınmaktadır.
Zeit: Şu anda ne düşünüyorsunuz, Bay Streeck?
Wolfgang Streeck: On yıllardır politik iktisat üzerine çalışan benim gibi biri, bugün, toplumlara bakış açımızın uzun zamandır sınırlı olduğunu, çünkü genellikle ulusal toplumlarla uğraştığımız gerçeğini göz ardı ettiğimizi fark etmekten kendini alamıyor. Örneğin demokratik kapitalizmin tarihi, ancak tek tek ulusal toplumlar ile küresel toplum arasındaki bağlantıları incelediğimizde anlaşılabilir.
Zeit: Sahra Wagenknecht’in siyaseti üzerinde önemli bir entelektüel etkiye sahip olduğunuz düşünülüyor. Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) Saksonya ve Thüringen’deki başarısından memnun musunuz?
Streeck: Tanrım, nadiren memnun oluyorum ama büyük bir sempati ile bakıyorum. Alman siyasi sisteminin krizi yadsınamaz ve bu sadece Almanya’ya özgü bir olgu olmayıp tüm Batılı kapitalist toplumlarda gözlemlenebilir: merkezin çöküşü, sosyal demokrasinin gerilemesi ve daha önce yerleşik parti yelpazesinde yeri olmayan çıkar ve değerleri temsil eden yeni partilerin ortaya çıkışı. Bu genellikle bir çürüme süreci olarak tanımlanır, en azından eski partilerin perspektifinden bakıldığında bu şekilde görülebilir. Fakat demokrasiyi vatandaşların farklı deneyimlerine yer veren, bu deneyimleri ifade etmelerine ve siyasete taşımalarına olanak tanıyan bir kurum olarak anlıyorsanız, bunu bir demokratik yenilenme süreci olarak da tanımlayabilirsiniz. Bu yeni partilerin birçoğu gerçekten de hiç sempatik değil: örneğin Trump ve Hollanda, İtalya, Fransa’daki benzerleri. Fakat demokrasiyi başarısız siyasi elitleri oylama fırsatı olarak anlıyorsanız, o zaman yine de şunu kabul edebilirsiniz: evet, demokrasi seçmenlerin iradesinin bu tür bir şekilde ifade edilmesi için vardır.
Zeit: Fakat bu sağcı popülist partiler antidemokratik hedefleri takip ediyor.
Streeck: Evet, eğer demokrasiyi birbirimize iyi davranmak, Habermasçı bir söylem kültürünü sürdürmek ya da başkalarının sahip olmadığı bazı değerlere sahip çıkmak olarak tanımlıyorsanız, bu tanıma göre bu yeni partiler kesinlikle demokrat değildir. Fakat seçimlerle ilgili yorumlarda yeterince tartışılmayan bir konu, bu iki federal eyalette seçime katılımın yaklaşık yüzde on puan artmış olmasıdır. Bu sansasyonel bir durum, zira seçimlere katılım sürekli olarak düşmekteydi. İnsanların bu seçimleri yeniden ciddiye almaya başlaması, bir demokrasi destekçisi olarak benim kötü olarak görmediğim bir şey. Özellikle de Wagenknecht’in partisi daha önce oy kullanmayan seçmenleri harekete geçirdi. Ayrıca tüm bu merkezci mobilizasyon çabalarının –çoğunluğu yüz binlerle ifade edilen duyarlı insanların sokaklara döküldüğü bu gösterilerin– AfD’nin sonuçları üzerinde gözle görülür bir etkisi olmadığı da ortaya çıktı. Bu da benim merkezci endoktrinasyon olarak adlandırdığım şeye karşı nüfusun bazı kesimlerinde ilginç bir direnç olduğunu gösteriyor. Merkezci siyasetin bariz sorunlarını bir cephe yaratarak örtbas etmeye çalışan bir endoktrinasyon: “Biz, demokratlar, otoriterliğe karşıyız!” Bu arada, kendinden menkul demokratik güçler altyapının çürümesinden, eğitim sisteminin sefaletinden, okullardan, kreş eksikliğinden, demiryollarından, 1960’lar ve 1970’lerden kalma fiziksel ve kurumsal altyapının çöküşünden sorumludur; buna bir de göçmen politikasını ekleyin. Merkez, bu sorunlar karşısında durmakta ve bu konuda nasıl hiçbir şey yapılamadığına hayret etmektedir. Ve sonra bu harekete geçememe durumu, sözde popülistler tarafından verilen sözde basit cevapların aksine, karmaşık sorunlara karmaşık bir yanıt olarak ilan ediliyor.
Zeit: BSW ile kişisel bir ilişkiniz var mı?
Streeck: Ben bir sempatizanım, ama aynı zamanda 78 yaşındayım ve çok sabırsız olduğum için artık parti toplantılarına katılamıyorum. Aktif bir üye değilim. Fakat son yıllarda yazdıklarımın çoğunun parti çevrelerinde kabul gördüğünü görüyorum ve bence bu iyi bir şey. Yeniden siyasi sorumluluk alabileceğimiz bir yere ihtiyacımız var ve bu yer de ancak demokratik ulus-devlet olabilir. Dahası, Almanya’da sorulması gereken önemli sorular şu anda sadece marjlardan gelebilir; CDU, SPD veya [FDP’li Christian] Lindner’den gelemez. Fakat Wagenknecht gibi kendi metinlerini yazarak kendini diğerlerinden ayıran bir siyasetçi bunu yapabilir.
Zeit: Az önce birçok siyasi sorunu sıraladınız ve ardından göç konusunu eklediniz. Ama Solingen’deki saldırıdan bu yana asıl mesele bu değil mi?
Streeck: Sorun sadece insanların festivallerde bıçaklanmak istememesi değildir. Toplumlar kendilerini, yeni gelenlerin de benimsemesini bekledikleri önceki anlayış ve anlaşmalarla tanımlarlar. Ve burada, Avrupa toplumları artık büyük ölçekli göçle nasıl başa çıkacakları konusunda hiçbir fikre sahip değil. İnsanları nasıl entegre edersiniz, gettoların oluşmasını nasıl engellersiniz? Bizler “Habermasçı insanlar” değiliz; ortak bir anayasanın dayanıksız temeli üzerinde sosyalleşmiyoruz, fakat tabiri caizse, belirgin görünümleri güveni teşvik eden gelenek ve görenekler var. Ayrıca, göç koşulları altında ortaya çıkan yabancılaşma etkisinin siyasi olarak yönetilebilir olması gerekir; bunun için bir şeyler bulmalısınız. İnsanları ırkçı olmamaları konusunda uyarmakla yetinemezsiniz. Bu ülkedeki göçmenlerin büyük çoğunluğunun toplumun merkezine girmeyi başarmasını sağlamak zorundasınız. Çünkü bunu başaramayanlar, bu topluma karşı siyasi açıdan verimsiz ve tehlikeli hınçlar biriktiriyor.
Zeit: Siz ve Wagenknecht kendinizi kapitalizm eleştirmeni olarak görmeye devam ediyorsunuz. O halde bu tür kültüralist kategorilere başvurmak tuhaf değil mi? Rekabetçi bir toplumun zorunlu olarak ürettiği kaybedenlerin şehrin bazı bölgelerinde varlıklarını sürdürmelerine yol açan iktisadi nedenler vardır. Bunun kültürel farklılıklarla hiçbir ilgisi yoktur.
Streeck: “Kapitalizm eleştirmeni” terimine katılmıyorum. Ben bir kapitalizm teorisyeniyim. Kapitalizm eleştirisinin sosyolojik, tarihsel ve siyaset bilimi geleneğini, kapitalizmin sürekli değişen biçimiyle neyle ilgili olduğunu anlamak istediğim anlamında ciddiye alıyorum. Mesele sadece belirli insanların rekabetçi bir ortamda kaybetmeleri değil, bu konuda bir şeyler yapabilecek kaynakların ortaya çıktığı bir yaşam bağlamında var olup olmadıklarıdır. Sosyalleşme ve eğer böyle adlandırmak isterseniz, sömürü kolayca birbirinden ayrılamaz. Kapitalizmde siyaset aynı zamanda onun yaratıcı yıkıcı gücünü kontrol altına alma girişimidir ve bunun ön koşullarından biri dayanışmadır. Fakat dayanışma koşulları artık karşılanmıyorsa, o zaman kapitalizm evcilleştirilemez. Ve evcilleştirilmelidir, aksi takdirde cinayet ve adam öldürme hüküm sürecektir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilen dayanışma kaynaklarının çoğu –güçlü sendikalar veya kitlesel siyasi partiler gibi– neoliberal yıllarda temelden zayıfladı. Kitlesel siyasi partiler üye kaybediyor, reklam profesyonellerinden –ya da ısıtma uzmanlarından (Almanya’nın tartışmalı ısıtma yasasınabir gönderme)– oluşan bir çekirdeğe doğru küçülüyor. Geriye kalan yerel dayanışma toplulukları göçmenleri entegre etmeyi başarmalı ve ardından birlikte mücadele etmelidir. Bugün federal düzeyde bile sözde göçmen kökenli insanlardan çok güçlü bir şekilde etkilenen IG Metall gibi iyi örnekler her zaman vardır. Fakat tüm bunların öğrenilmesi ve inşa edilmesi gerekiyor ve hiçbir şekilde bir gecede gerçekleşemez.
Zeit: Bunun için neden Sahra Wagenknecht İttifakı’na ihtiyacınız var? CDU’da da benzer şekilde göçe şüpheyle yaklaşan pozisyonlar bulabilirsiniz.
Streeck: Çünkü doğru sorular sorulmalı ve çünkü sorulara boş cevaplar verilmemesini sağlamalısınız. Parlamento ne için vardır? Kürsünün arkasında hükümetin hayatını zorlaştıracak kadar bilgili insanların olması içindir. AfD bunu yapamaz; sadece kızgınlıklara hitap eder. Başka bir örnek vermek gerekirse, göç politikasının yanı sıra: dış politikamız hakkında gerçek bir tartışma nerede yapılıyor? BSW dışında doğru soruları kim soruyor? Şansölye bir basın toplantısında 2026’dan itibaren Almanya’da nükleer kapasiteli orta menzilli Amerikan füzelerinin konuşlandırılacağından bahsediyor. Arkasından hiçbir tartışma gelmiyor. Aslında bu, Avrupa’nın güvenlik mimarisinde benzersiz bir değişiklik. Bunu istiyor muyuz? BSW parlamentoda bu tür soruları gündeme getirmeyi başarabilir ve böylece bu sorulardan artık kaçınılamaz. Amaç, eski merkezin üstünü örtmeye, piyasaya bırakmaya veya Brüksel’e kaydırmaya çalıştığı gerçek sorunları ele almak için ulusal siyasi arenayı geri kazanmaktır. Belki de yeniden canlanan demokratik bir kamusal alanda duyarlı bir devleti yeniden tesis etmeyi başaracaktır. Her şey burada başlar; demokrasinin dayandığı kaynak budur. “Otoriterlere karşı demokratlar” gösterileriyle gerçek soruların üstünü örterek bu kaynağın kasıtlı olarak etkisizleştirilmesi, kasıtlı olarak altını oymaktadır. O zaman resmi sözde söylem şu hale gelir: “Wagenknecht milliyetçidir!” Evet, başka ne olabilir ki, ulus-devletlerimiz var ve nihayetinde bu, bir toplum olarak çıkarlarımızı formüle etmek ve savunmak için potansiyel olarak etkili tek aracımız.
Zeit: Liberalizm ve kapitalizm de sağ tarafından özenle teorize ediliyor ve eleştiriliyor. Sizin pozisyonunuzu muhafazakâr ya da gerici bir pozisyondan ayıran nedir?
Streeck: En önemli hocam New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Amitai Etzioni adında bir adamdı. Sosyologların sosyoloğuydu. İlginç bir hayatı vardı. Köln’de doğmuş, İsrail’de bir kibbutzda büyümüş, Martin Buber’in öğrencisi olmuş ve doktorasını Berkeley, Kaliforniya’da yapmıştı. Etzioni daha sonra komüniteryanizmin mucidi olarak kabul edildi. Bu teori, Etzioni’nin toplumlar arasındaki yaşam deneyimini ve belirli topluluklarla olan bağlantısını bir araya getirmiştir. Örneğin kibbutz onu hiç terk etmedi. Deneyimleri, insanların bir topluluğa entegre olamazlarsa ve kendilerini diğer gruplardan ayıran bir ortaklık duygusu geliştiremezlerse yaşayamayacakları yönündeydi. Fakat aynı zamanda insanlar, herkesin eşit derecede insan olduğu bir bağlama uyum sağlamaya da muhtaçtır. Bu, Habermasçı evrenselcilerde ortaya çıkan ve insan topluluklarının aslında ahlaki açıdan meşru tek bir insan topluluğu olan bir bütün olarak insanlık olana kadar daha da yukarılara çekildiği aşırı seyreltmeye bir alternatiftir. Etzioni’nin komüniteryanizmi böyle bir kavramın sosyolojik olmadığını ve bu nedenle de başarısız olmaya mahkum olduğunu anlamıştır. Günümüz koşullarında sorun bana, gerçekte sadece depolitizasyon ve teknokrasi anlamına gelen bir evrenselciliğin nasıl daha da ilerletileceği değil, gerçek “çeşitliliğin” kendi evinde olduğu taban denilen şeye nasıl biraz daha inileceği gibi görünüyor. İnsanlar içinde yaşadıkları somut topluluklarda kendilerini nasıl güçlendirebilirler?
Zeit: Eğer durum buysa, neden AfD’yi ve Björn Höcke’yi desteklemiyorsunuz?
Streeck: Aman Tanrım. Höcke ve takipçilerinin tek bir tutarlı düşüncesini bile bilmiyorum. Hepsi alaycı sembolik provokasyonlardan ibaret. Ama bir şekilde muhafazakâr olsaydı bile, onunla hiçbir işim olmazdı. Sağ muhafazakârlar doğal bir hiyerarşiye, daha iyi olanların daha az iyi olanlara ne yapmaları gerektiğini söylemek için orada olduğu bir dünyaya inanırlar. Fakat ben din değiştirmemiş bir eşitlikçiyim: tüm insanlar eşit değerdedir. Dahası, sağcı muhafazakârlar bu dünyada barış olamayacağına inanırlar: Schmittçi varoluşsal düşmanlar vardır ve ancak onların yaşamasına izin vermezsek yaşayabiliriz. Bu sonuncusu, Amerikan neoconlarının ve dışişleri bakanımız da dahil olmak üzere Avrupalı NATO muhafazakârlarının ana teması haline gelmiştir.
Zeit: Annalena Baerbock’u Höcke ile mi kıyaslıyorsunuz?
Streeck: Eğer bu savaşın ancak Putin’i Lahey’e teslim ettiğimizde sona erebileceğini söylüyorsanız, bu nihai zafer anlamına gelir: Alman tankları Moskova’da. Ben de bunu tekrar düşünmemiz gerektiğini söylüyorum.
Zeit: Bu retoriğe eleştirel bir gözle bakabilirsiniz, fakat aslında bu evrenselci değerler adına bir taleptir – Schmittçi düşman düşüncesi adına değil. Tam tersi: tikelci, cemaatçi konumunuz aslında kendinizden farklı bir düşmanın varlığına dayanıyor.
Streeck: Of, hadi ama. Dünyada başkalarının da olduğu gerçeği, başa çıkmamız gereken bir gerçektir. Onları sevmek zorunda değilsiniz ama onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek zorundasınız. Etzioni’ye geri dönecek olursak: dünya topluluklardan oluşur ve siyasetin görevi, şans ve beceri ile bunları mümkün olduğunca iyi bir şekilde topluluklar topluluğu olarak organize etmektir; bu arada, bu oldukça orijinal olmayan bir şekilde Birleşmiş Milletler Şartı’nda yazılmıştır. Bir kez daha, herhangi bir sağcı gruba katılmamın neden imkansız olduğunu anlıyorum: aşağı yukarı hepsi, doğal olarak ait oldukları bir azınlığın çoğunluğa ne yapması gerektiğini söyleme hakkına sahip olduğu varsayılan elitist bir dünya görüşüne bağlılar. Ben bunu destekleyemem; ben son derece eşitlikçiyim. Benim için her insanın yaşam deneyimi eşit derecede değerlidir, işte bu nedenle bir demokraside, Nobel Ödülü sahibi olsun ya da olmasın, herkesin lise notlarına göre ağırlıklandırılmamış tam olarak bir oyu ve yalnızca bir oyu vardır. Buna karşı çıkan biri benim arkadaşım olamaz. BSW ile ilgili olarak: siyasi hareketleri kültürel olarak özgürlükçü veya muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici veya liberal olmak üzere iki boyutta kategorize edebilirsiniz. Bu dört çeyrek oluşturur ve bunlardan üçü doludur. Dördüncü çeyrek, kültürel olarak muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici, şimdiye kadar işgal edilmemiştir. BSW’nin kalıcı olarak yerleşebileceği ve benim de kendimi rahat hissettiğim yer burasıdır.
Japonya’nın Ishiba’sının Asya NATO önerisi ABD’de ‘fantezi’ olarak görüldü
Putin ve Lula da Silva, Brezilya’nın barış girişimini görüştü
Almanya’da ünlü iklim aktivisti Neubauer, uçakla yaptığı seyahatler nedeniyle eleştirilerin hedefinde
ABD ve Hindistan, Hint Okyanusu konusunda ilk diyaloğu gerçekleştirecek
Alman Dış İlişkiler Konseyi: Küresel Güney ile ilişkilerde kibre son verilmeli
Çok Okunanlar
-
ASYA1 hafta önce
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1
-
RUSYA2 hafta önce
Putin, Doğu Ekonomi Forumu’nda konuştu
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 2
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Sovyet basınında 12 Eylül – 1
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Hedef Finlandiya’nın NATO içinde yerini sağlamlaştırmak’
-
RUSYA2 hafta önce
Lavrov, Ukrayna Dışişleri Bakanı Kuleba ile Antalya’da yaptığı görüşmeyi anlattı