Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Türkiye’nin ikili stratejisi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Geopolitical Futures’ta (GPF) yayımlandı. GFP’nin kurucusu ünlü George Friedman; konuyla ilgili okurlar onu “Gölge CIA” olarak da bilinen Stratfor’un başkanlığından hatırlayacaktır. Makalede, Türkiye’den ABD’nin “eski müttefiki” olarak bahsedildiği dikkat çekecektir. Yazar, ABD’nin ikili bir siyaset izlemesi gerektiğini savunuyor: Kafkasya-Orta Asya hattında, daha genel olarak Avrasya’da, Türkiye’nin “yayılmacı” özlemlerine ket vurulmamalı, hatta el altından desteklenmelidir; Doğu Akdeniz söz konusu olduğundaysa Yunanistan-Kıbrıs hattında kurulan Türk karşıtı kordon devam etmelidir. Zaten Avrasya havucu, Türkiye’nin dikkatini Doğu Akdeniz’den çekmek için gündeme getirilmektedir. Kafkasya’dan Orta Asya’ya bir ‘Türk koridoru’nun oluşması ve Çin’in bu güzergahı Rusya’ya tercih etmesi, yazara göre ABD’nin desteklemesi (veya göz yumması) gereken bir gelişmedir, çünkü böylece Rusya’nın Hint Okyanusuna erişimi engellenecektir ve ABD’nin esas rakibi Çin’i kontrol etmek de kolaylaşacaktır. Bu siyaset, aynı zamanda, Türkiye’nin İran karşıtı tutumunu da belirginleştirecektir. Tüm bunların yanında yazar, Türk dış politikasının ve jeopolitiğinin ABD-Rusya dengesine artık bağlı olmadığını düşünmektedir. Kafkasya’da ABD ile taktik yakınlaşma, Akdeniz’de ABD’ye karşı Rusya ile birleşik cephe kurma ihtimalini dışlamamaktadır. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.

Daniele Santoro
20 Ekim 2022

1. Ukrayna’daki savaş, Türkiye’nin on yıldan fazla bir süredir kendisini pençesine alan ikilemi çözmesini sağladı. Yıllardır Washington ile Moskova ve Atlantik seçeneği ile Avrasya vehimleri arasındaki yol ayrımında sıkışıp kalan Ankara, 24 Şubat’tan bu yana süper güç [ABD] ile onun gerileyen rakibi arasında daha kolay hareket etmeye başladı, stratejik özerklik konusundaki iddialı söylemini başarılı bir şekilde ispat etti ve Putin’in Ukrayna’daki intiharıyla çağdışı hale gelen iki kutuplu mantıktan kurtuldu. Erdoğan’ın Ukrayna satranç tahtasında yaptığı hamleler, ABD ile Rusya arasındaki taktik dengeleme hareketini hiçe sayıyor; bu hamleler Türkiye’nin jeopolitik yakınlığı hakkında herhangi bir genel sonuç ima etmiyor ve yalnızca Türkiye’nin stratejik zorunluluklarına yanıt veriyor.

Ankara’yı gaz pedalına basmaya iten şey, tam da Rusya’nın Ukrayna’daki yenilgisiydi. Ayrıca Moskova’nın kaynaklarını ve dikkatini batı cephesinde yoğunlaştırma ihtiyacı vardı, bu da Kremlin’i yıllarca şiddetli Türk-Rus rekabeti ile karakterize edilen sektörleri tüketmeye kaçınılmaz olarak zorladı. Bu, Türkiye için çatışmanın arifesine kadar düşünülemeyecek manevra sınırlarının açılmasına yol açtı. Bu, Türklerin vicdansız duruşlarını daha da vurgulamalarına, Rusya’ya giderek artan bir utanmazlıkla meydan okumalarına ve aynı zamanda Rusya’nın güçlüklerini fırsata çevirerek ikili ticaret, enerji ve hatta askeri ilişkileri kendi çıkarları doğrultusunda pekiştirmelerine olanak sağladı.

Fakat bu hamleler, Amerika Birleşik Devletleri’ne simetrik bir yakınlaşma veya ondan simetrik bir uzaklaşma anlamına gelmiyordu. Rus değişkeni Türk-Amerikan jeopolitik denkleminde artık bir faktör değil. Moskova’nın Levant[1], Kafkasya ve Orta Asya’daki etkisine yönelik saldırı, bir dereceye kadar Washington’a hoş geliyor, çünkü süper güç, Rus kayıplarının Türk kazanımlarına dönüştüğünün çok iyi farkında. Ukrayna ihtilafının dinamikleri ve kıtasal sonuçları, Türkiye’nin süper güç için jeopolitik önemini kat be kat artırdı, ama Türkiye’nin büyüyen yayılmacılığının doğasında var olan tehdidin büyüklüğünü de eşit derecede, göze çarpan bir şekilde artırdı. Bu durum ABD’yi, eski müttefiğinin hırslı özlemlerine göre ayarlanmış bir yaklaşımı benimsemeye sevk etti. Washington, Ankara’nın emperyalizmini Anadolu çerçevesine daha fazla sıkıştıramayacağının farkına vardı. Washington, Türkiye’nin dışarıya yönelik önlenemez eğilimine mutlaka bir çıkış yolu vermelidir: Bunu Türkiye’yi Rusya ile rekabetin daha belirgin olduğu cephelere yönlendirmeyi teklif ederek yapabilir. Böylece iki rakip (Türkiye ve Rusya) arasındaki çifte çevrelemeyi daha da teşvik etmiş olur. Ve Rusya’yı Türk etkisinin bir güç çarpanı olarak hareket edeceği düzlemlerde kontrol altında tutabilir. Diğer bir deyişle Amerika Birleşik Devletleri Kafkasya – Orta Asya kara hattı boyunca Ankara’nın elini görece serbest bırakır ve aynı zamanda Trakya ile Kıbrıs arasında anti Türk bir koridor oluşturarak Türkiye’nin Akdeniz’e yönelik projeksiyonuna köstek olur. Amaç, Türklerin denizle ilgili saçma isteklerini bastırmak ve onları Avrasya mücadelesinin içine itmek, aynı zamanda denizden uzaklaştırıp karaya konsantre olmalarını sağlamaktır.

2. Türkiye, Ukrayna savaşını, esas olarak Ukrayna dışında veriyor. Ankara, Rusya’nın Kiev’e yürüyüşünü engellemeye yardım ederek çatışmadaki ana stratejik hedefine ulaştı. Kendisini önceden teçhiz ederek Ukraynalılara 2019 gibi erken bir tarihte ünlü Bayraktar TB2 insansız hava araçlarını sağladı. Fakat Türkiye-Ukrayna askeri işbirliğinin doğası, Erdoğan’ın kaygılarının oldukça göreceli olduğunu ve Türklerin Don’un batısında Rusların karşılaşacağı zorlukları bir ölçüde öngördüklerini ortaya koyuyor. Batılı ülkelerden farklı olarak Türkiye –Polonyalılar, Litvanyalılar ve Ukraynalılar tarafından düzenlenen duygu yüklü yardım toplamalarının ardından ücretsiz olarak dağıtılan insansız hava araçlarının kısmi istisnaları hariç– Kiev’e hiçbir zaman tek bir kurşun bile vermedi. Ankara için, çatışmanın mevcut dinamikleri –Ruslar çıkmaza girmiş ve saldırı altında, Ukraynalılar Amerikan istihbaratının körüklediği geri dönüşe rağmen galip gelemiyorlar– Erdoğan’ın savaşanlar arasında dürüst çöpçatan rolünü başarılı bir şekilde oynamasına ve böylece rakibinin temel çıkarlarını korumaya özen göstererek Rusya’nın talihsizliklerinden yararlanmasına izin verdiği için neredeyse cennet gibi bir durum oluşturuyor. Putin’in artık her gün Türk cumhurbaşkanının bilgeliğini övmesi bunun bir göstergesi ve Kremlin’de hüküm süren çaresizliğin açık bir işareti.

17. yüzyılın sonundan beri Ruslar Türklere, Türklerin Boğazlardan geçmelerine izin verip vermeme eğilimine hiç bu kadar bağımlı olmamıştı. Bu anlamda Ankara, Moskova’ya net sinyaller gönderdi. İstanbul ve Çanakkale boğazlarını savaş gemilerine kapattı, fakat zamanlama Rusların Ukrayna’daki savaş operasyonlarına zarar vermedi. Stratejik boğazlardan geçiş ücretini beş katına çıkardı, ama aynı zamanda (aslında Sovyetler tarafından yazılmış) Montrö Sözleşmesini yeniledi ve Kanal İstanbul’da başlaması gereken çalışmaları geçici olarak durdurdu. Çatışmanın Moskova aleyhine dönmeye başladığı sırada silah yüklü Rus ticari gemilerinin Boğazlardan geçmesine izin verdi –örneğin Suriye’den Ukrayna’ya nakledilen S-300’ler– ve aynı zamanda Kiev’e silah tedarikini daha “dikkatli” değerlendireceğini duyurdu. Bu dinamikler, genel güç dengesini eski haline daha da yaklaştırdı ve Türkiye’nin Rusya karşıtı yaklaşımını, Orta Asya’dan Afrika’nın derinlerine bir yay boyunca uzanan ve odağı sadece coğrafi olmayan bir çok düzlemdeki anlaşmazlığın, özellikle Güney Kafkasya’da önemli ölçüde sertleştirmesine izin verdi.

3. Bu aşamada, Kafkasya düzlemindeki araçsal Türk-Amerikan taktik yakınlaşmaları net ve önemlidir. Ankara’nın emperyal hırslarına karasal bir çıkış sağlamayı garanti etmek ve onları (Türkleri) önemli Akdeniz rotasından uzaklaştırmak amacıyla ABD çıkarları için stratejik olmayan bir bölgeye yönlendirmek Washington’un çıkarınadır. Amaç, Türkleri İranlılar, Ruslar ve Çinlilerle bir çatışma rotasına girmeye ikna etmek ve Erdoğan’ın Şanghay İşbirliği Örgütüne tam kabul talebinde bulunduğunda yeniden başlattığı bir seçenek olan olası bir Avrasya bloğunun ortaya çıkmasını yapısal olarak engellemektir. Simetrik olarak, Ermenistan’ın istikrarsızlaştırılması ve Erivan için Rus-Amerikan rekabeti Türkiye’nin ekmeğine yağ sürüyor, çünkü bu dinamikler Azerbaycan’ın şiddet bakımından çatışma seviyesini yükseltmesine ve Ermenileri alçaltıcı bir uzlaşı aramaya zorluyor. Özellikle de bugün Kafkas ihtilafında mevzubahis asıl mesele (artık) Dağlık Karabağ değil, Rusların açıkça savunamadığı ve Amerikalıların ancak Erivan’ın Moskova’ya sırtını döndüğü takdirde koruyabileceği, Ermenistan’ın toprak bütünlüğü olduğu için. Her şeye rağmen, Rusya’nın bu Kafkas ülkesine yansıtabileceği devam eden ticari, enerji, kültürel ve askeri etkinin ışığında, bu ihtimal yakın gelecekte pek olası değil. Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın 13-14 Eylül gecesi parlamentoda yaptığı ve teslimiyet belgesini imzalamaya hazır olduğunu açıkça kabul ettiği konuşma bu anlamda dikkate değerdi. “Birçok insanın [onu] eleştireceğini ve kınayacağını ve [ona] hain demesini” kabul etmeye hazır olduğunu, hatta “görevden uzaklaştırma” riskini göze aldığını söyledi. Ermeni gizli servislerinin Eylül sonunda iki PKK’lı teröristin Türkiye tarafından yakalanmasına katkıda bulunması ve Azerbaycan’ın saldırganlığına rağmen Ankara ile Erivan arasındaki normalleşme sürecinin –sınırın üçüncü ülke vatandaşlarının geçişine açılması ve iki ülke arasında ilk doğrudan ticari uçuşların başlaması bağlamında– herhangi bir aksama yaşamaması da aynı derecede belirleyicidir.

Ankara ile Washington arasındaki Kafkas sinerjisi orta vadede devam edebilir ve Türklerin bu düzlemde izledikleri stratejik hedeflerin gerçekleştirilmesini teşvik edebilir. Türkiye açısından, Güney Kafkasya ihtilafında söz konusu olan kilit mesele, Mustafa Kemal’in ‘Türk geçidi’ olarak adlandırdığı bir toprak şeridi üzerinden Azerbaycan ile Türkiye sınırındaki Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti arasında bir kara bağlantısının açılmasıdır. Böyle bir operasyon, Ankara’nın İstanbul ile Hazar arasında doğrudan bir bağlantı kurmasına, Türkiye’yi yapısal olarak Türki Asya’ya bağlamasına ve böylece Erdoğan ve Bahçeli’nin jeopolitik anlatısının giderek daha fazla paravan haline gelen, büyüleyici Pan-Türkçü söylemini gerçekleştirmesine olanak sağlayacaktır. Washington, projeyi alenen engellerken, disiplinsiz eski müttefikinin genişlemesini teşvik etmemek ve Rusya’nın bölgedeki hakimiyetine ölümcül bir darbe indirmemek için, Ankara’nın Avrasya projeksiyonunu görmezden gelebilir ve hatta masanın altından cesaretlendirebilir; zira süper güç için, Güney Kafkasya’nın Türkiye yörüngesine kayması, Moskova’nın devam eden etkisinden daha endişe verici bir tehdit oluşturuyor. Gelgelelim Amerikalılar, Türk-Azerbaycan koridoru aracılığıyla, birbiriyle pek de ilgisiz olmayan iki taktik hedefe ulaşabilirler.

Birincisi, Ankara’nın Kafkasya manevrası, ABD’nin, İsrail’in İran’a kuzeyden baskıyı artırmak –süper güç tarafından daha az acil olarak algılanan– arzusunu tatmin etmesine izin verecektir. Türkiye ile Azerbaycan arasında doğrudan bir bağlantı kurmanın ana sonuçlarından biri, aslında, İslam Cumhuriyetinin Anadolu Levhasını atlayarak Ermenistan, Gürcistan, Karadeniz, Bulgaristan ve Yunanistan üzerinden Akdeniz ve Rusya’ya ulaşmayı planladığı kuzey-güney altyapı koridorunu daha başlangıçta durdurmak olacaktır. Bu, Hint-Ganj Ovası ve Hint Okyanusunu Baltık Denizine bağlamaya yönelik daha büyük Rus-Hint projesinin asli bir bölümünü oluşturacaktır. Tahran, riskin doğasını o kadar açık bir şekilde anladı ki, son Ermeni-Azerbaycan çatışmalarının başlangıcında, İran Dışişleri Bakanı, Kafkasya’daki sınırların yeniden şekillendirilmesine karşı olduğunu açıkça ifade etti; İslam Cumhuriyetinin, Türkiye-Azerbaycan koridoru meselesinin Bakü’nün Ermeni topraklarını ilhak etmesiyle sona ereceğinden –oldukça makul bir şekilde– korktuğunun bir göstergesidir, ki bu, onu Ermenistan sınırından mahrum bırakacak ve ‘Türkiye’ ile olan sınırını Zagros’tan Hazar’a kadar genişletecek bir durum

Daha da kötüsü, Azerbaycan’ın askeri başarıları ve teritoryal bir sürekliliğe sahip ‘Batı Türkistan’ın ortaya çıkışı, ölçülü tahminlere göre İran nüfusunun yaklaşık dörtte birine tekabül eden İslam Cumhuriyetinin büyük Türk azınlığına benzeri görülmemiş bir Pan-Azeri milliyetçi duygu aşılama riski taşıyor. Bu vaziyet İranlıların ellerini bağlıyor. Kafkasya’nın artan biçimde “Türkleşme”sinin doğasında var olan tehdit ve Ermenistan ile kara sınırını kaybetme riski, Tahran’ın, Erivan’ın savunulmasına müdahale etmesine sebep olmalıdır. Bununla birlikte, açıktan açığa Azerbaycan karşıtı bir yaklaşım benimsemek İran’ın Azerilerinin sadakatine olumsuz biçimde etki edebilir. Bu durum, İranlılara, İsraillilere mutluluk veren bir şekilde, Türklerin bölgedeki aktivizmini hüsran dolu bir endişeyle izlemekten başka bir seçenek bırakmıyor. İkinci Dağlık Karabağ Savaşında Bakü’ye verdiği destek sayesinde İsrail, İran’ın Suriye’de yarattığı sınır tehdidine karşılık olarak ve İslam Cumhuriyetindeki Azerbaycanlı azınlığı kışkırtarak, düşmanı kuzey cephesinde de kendisini savunmak zorunda bırakma niyetiyle, kendisini Azerbaycan’a yerleştirmeyi başardı. İsrail’in eklektik Bakü büyükelçisi George Deek tarafından Ayetullahlara verilen “Tebriz’in gizemleri” hakkındaki şifreli mesajın da gösterdiği gibi.[2]

Türkiye-Azerbaycan koridorunun olası açılışı, ABD’nin kendisini Rusya ve Çin arasındaki krize sokmasına ve “tesadüfi çiftin” ayrışmasını körüklemesine de izin verecektir. Şi Cinping’in 15 Eylül’de Semerkant’ta, iki lider arasında Ukrayna’da savaşın başlamasından bu yana ilk yüz yüze görüşmede Vladimir Putin’e ifade ettiği endişeler, Pekin’in çatışmanın gelişimiyle ilgili artan rahatsızlığına işaret ediyor. Gerçekten de ‘özel askeri operasyon’, Yeni İpek Yolunun kuzey güzergahını, Halk Cumhuriyetinin kendi Pasifik limanlarını Rusya ve Ukrayna aracılığıyla kıta Avrupasına bağlamayı arzuladığı güzergahı –belki de tamiri imkânsız biçimde– riske attı. Batının Moskova’ya yaptırımları ve Ukrayna kavşağının elverişsizliği bu duruma yol açtı.

Çin alternatifleri araştırıyor ve risksiz olmasa da, Kazakistan, Hazar, Azerbaycan ve Gürcistan aracılığıyla Pekin’i İstanbul’a bağlayan Türk koridoru şu anda tek uygulanabilir seçenek. 1990’ların sonunda Ankara’nın Kafkasya-Orta Asya güzergahını adlandırdığı şekliyle ‘orta koridor’un Gürcistan bölümü aslında potansiyel olarak ölümcül Rus baskısı ile karşı karşıya. Bu durum, Moskova’nın istikrarsızlaştırıcı eylemlerine daha az maruz kalan Ermeni kolunu Pekin için özellikle değerli kılıyor. Çinliler, Şi Cinping’in Semerkant’ta Putin ile görüşmesinden bir gün önce, 14 Eylül’de Nur-Sultan’a yaptığı ziyarette Kazakistan’ın toprak bütünlüğünü savunmaya verdiği desteği ifade ettiğindeki kararlılığının gösterdiği gibi, Moskova’nın eylemlerine karşı giderek artan bir tahammülsüzlük sergiliyor. Kendi açılarından Amerikalılar ise Türk-Çin koridorunun açılmasına göz yumabilirler, çünkü böyle bir dinamik Çin-Rus ayrışmasını kolaylaştıracak, Rusya, Hindistan ve İran arasındaki altyapı bağlantısını engelleyecek ve böylece Moskova’nın kara yoluyla Hint-Pasifik’e ulaşmasını engelleyecektir. Fakat hepsinden önemlisi, Washington, ana rakibinin Avrasya projeksiyonunun ana arteri haline gelecek olan bölgeyi giderek daha fazla kontrol edeceği için [buna göz yumabilir].

4. Ankara ile Suriye hükümeti arasında son zamanlarda ivmelenen uzlaşma –Ağustos gibi erken bir tarihte Erdoğan ve Bahçeli tarafından etkili biçimde onaylanmıştı– Rusya’nın Ukrayna’daki güçlüklerinin bir başka yansımasıdır ve Akdeniz bağlamında da Türk-Rus güç ilişkilerinin yeniden dengelendiğini gayet güzel biçimde doğrulamaktadır. Türkiye Avrasya’da, iki gücün çıkarlarının örtüştüğü tüm düzlemlerde Rusya’nın nüfuzuna saldırırsa, Akdeniz’de kendi artan hırslarını rakibinin stratejik mecburiyetleri ile eşleştirmeye çalışır. Türkiye için bu kaçınılması mümkün olmayan bir zorunluluk meselesidir. Erdoğan’ın önceliği yakın vadede, Rusya’nın Levant’taki küçülen varlığının İran’ın Akdeniz’e yönelik tasarısını desteklemesini önlemek; İsrail ile anlaşmasına rağmen Ankara henüz [İran’la] doğrudan karşı karşıya gelmeye hazır hissetmiyor. Stratejik açıdan, Ruslar, kendi iç denizlerinde Birleşik Devletleri çifte biçimde çevrelemeye zorlamak için Türklere hizmet ediyorlar. Türk-Rus İçsel Aile Sistemleri Terapisi[3] oyunu kısmen nihayete ermek üzere, çünkü Amerikalılar uyandı ve kahvenin kokusunu aldı. Artık söz konusu olan, Türkiye’nin bakış açısına göre, Rusya’yı, süper gücün gözünde denizlerdeki dışa dönüklüğünü haklı çıkarmak için taktik bir kaldıraç olarak kullanmak değil, Akdeniz’de çakışan stratejik çıkarları, Washington tarafından Doğu Akdeniz ile Ege Denizi arasında kurulan kordonu delmek için kullanmaktır.

Türkiye ve Rusya, okyanussal bir boyut kazanma zorunluluğunu giderek daha fazla algılayan, radikal biçimde karada yerleşik iki güçtür. Ruslar için Karadeniz-Akdeniz-Hint Okyanusu güzergahı Amerikan kuşatmasından yegane çıkıştır. Türkler için Ak-Okyanus[4] [MedOcean] projeksiyonu emperyal görkemin restorasyonu ile eşanlamlıdır. Başlangıç ​​koşulları, parabolün eğimi ve motivasyonları farklıdır ancak temel amaç benzerdir. Ve ABD’nin saldırgan duruşu, Avrasya’dan farklı olarak, Türk-Rus çıkarlarının mükemmel bir şekilde örtüşmesinin Ankara ve Moskova’yı birleşik bir cephe oluşturmaya teşvik etmesi anlamına geliyor.

Türkiye ve Rusya’yı sıkıştırmak, Amerikalılar tarafından Yunanistan ve Kıbrıs eksenleri üzerinde düzenlenen ikili çevrelemedir. Mayıs ayında Yunan Parlamentosu, ABD ile Karşılıklı Savunma İşbirliği Anlaşmasındaki değişikliği onaylayarak süper güce Girit Adasındaki Suda’da yer alana ek olarak üç askeri üs daha kullanma hakkı tanıdı. Bunlardan en stratejik olanı, Amerika Birleşik Devletleri’nin, Ankara ve Moskova’nın Ak-Okyanus’taki dışa dönüklüğünü izleyebileceği ve muhtemelen önleyebileceği liman kenti Alexandropoli/Dedeağaç’ta bulunandır. ABD şimdi Yunan yarımadasını, açık bir şekilde, Atina’nın nazikçe verdiği askeri teçhizatları resmi olarak Rusları, gizlice Türkleri ve esasen her ikisini de kontrol altına almak için kullanmak amacıyla, Akdeniz, Doğu Avrupa, Orta Doğu ve Afrika’ya yönelik tasarılarının ileri karakolu olarak seçti.

Türkiye bit yeniğini sezdi ve Amerika’nın blöfünü görmeye kararlı. Atina ile kesin karşı karşıya gelişteki duruşunu sertleştiriyor, Yunanlıları düelloya davet ediyor ve Ege’deki deniz sınırlarını güç kullanarak yeniden şekillendirmekle tehdit ediyor. Washington, Dışişleri Bakanlığının Yunanistan’ın toprak bütünlüğünü ve Ege adaları üzerindeki Yunan egemenliğini koruma ihtiyacına, Akdeniz’deki güçlü rekabetin en büyük risklerine ilişkin neredeyse her gün yaptığı göndermelerin gösterdiği gibi, Türk baskısını artan bir korkuyla hissediyor. Rusların ise Türk-Yunan anlaşmazlığının tırmanmasını teşvik etmede ve Amerikan kuşatmasından kurtulmaya yönelik hayati girişimi kesin olarak etkileyebilecek bir çatışmada, Türkiye’yi kenardan desteklemede her türlü çıkarı var. Böylece Türkiye ile ABD arasındaki çatlağı genişletmeye, Amerika’nın Akdeniz’den çekilmesinin sonuçlarını derinleştirmeye ve Akdeniz’in tarihi rakibiyle [Türkiye] yakınlaşmasını kamçılamaya çalışıyorlar.

Bu tür dinamikler, Ankara’nın emperyal projeksiyonunu açıkça ikiye bölüyor. Avrasya’da Türkler, süper güçle geçici bir uyum içinde Rusya’ya karşı oynuyorlar. Akdeniz’de, Amerikan deniz kuşatmasını kırmak için Ruslarla birleşik bir cephe inşa ediyorlar. Fakat Türk sarkacı Washington ile Moskova arasında salınmayı durdurdu. İki güçle taktik yakınlaşmaların stratejik bir önemi yok. Bunlar, dönme merkezi artık Anadolu’ya bağlı olan ve Rus ve Amerikan uçlarını göz ardı eden Türkiye’nin jeopolitik ekseninin yönünü değiştirmiyorlar.

Çeviren: Erman Çete

Dipnotlar:

[1] Akdeniz’in doğu kıyısında bulunan bölgeye verilen ad. Bilad’üş Şam ya da Bereketli Hilal olarak da bilinen bölge Nil’den Mezopotamya’ya ve Kızıldeniz’den Kilikya’ya kadar olan toprakları kapsar. Bugünkü Suriye, Lübnan, Filistin, İsrail, Ürdün ve Mısır bu tarihi alanda yer almaktadır. (ç.n.)

[2] Yazar burada, İsrail’in Azerbaycan Büyükelçisi George Deek’in 20 Temmuz 2022 tarihinde kişisel Twitter hesabından yaptığı paylaşıma atıf yapıyor. Deek bu paylaşımında, “Geçenlerde bana verilen bu harika kitapta Tebriz’deki Azerbaycan tarihi ve kültürü hakkında çok şey öğreniyorum. Millet, siz bu aralar ne okuyorsunuz?” demişti. Deek’in paylaşımına İran’ın Azerbaycan Büyükelçisi Abbas Musevi, “Bu maceraperest çocuğun bilgisine: Biricik Tebrizimiz, İran’ın gururlu tarihinde ilkler diyarı olarak bilinir. Görünüşe göre ilk kötü siyonist de Tebriz’in gayretli halkı tarafından gömülecek. Kırmızı çizgimizi asla geçmeyin, asla!” diyerek tepki göstermişti. (ç.n.)

[3] Internal Family Systems veya (yazarın metinde kullandığı şekliyle) Parts Work Therapy: Kişinin duygusal dünyasında iyileşmeyi engelleyen, birbiriyle çatışan ve farklı “gündemleri” olan parçaların uyumlu hale getirilmesini hedefleyen terapi türü. (ç.n.)

[4] Osmanlı’nın Atlantik’e kadar tüm Akdeniz’i kontrol ettiği döneme atıf. (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English