Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Xi’nin üçüncü dönemi ve Çin modeli

Yayınlanma

Batılı analistler, Çin’in yüksek tasarruflu ve yatırımlı, ihracata yönelik bir ekonomiden, büyük kapitalistlerin çoğunda, özellikle ABD ve İngiltere’de var olan geleneksel tüketici odaklı bir kapitalist ekonomiye geçmediği sürece, bundan sonra makul bir hızda büyüyemeyeceğini iddia ediyor. (…) Bu görüşler Keynes’in bir ekonomiyi tüketimle birlikte büyüten şeyin yatırım olduğu, görüşünü bile görmezden gelen kaba bir Keynesçi analizdir.

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale iktisatçı Michael Roberts’ın kişisel blogunda yayımlandı. Roberts, yalnızca İngiltere’nin değil, belki de dünyanın finans merkezi sayılabilecek City of London’da uzun yıllar iktisatçı olarak çalışan ve dünya ekonomisinin 2007-8’den beri içinde bulunduğu krizi Marksist ‘kâr oranlarının düşme eğilimi yasası’ ile açıklayan bir isim. Roberts, dünyanın belli başlı kapitalist ekonomilerinin 2007-8 krizinden bu yana ‘Uzun Bunalım’ içerisinde yer aldığını düşünüyor. Aşağıdaki makalesinden de anlaşılacağı üzere, Roberts, Çin için bu türden bir bunalım beklemiyor; aksine, Xi yönetimindeki Çin’in, mali sermayeye yönelik ihtiyatlı tutumunun ve devlet müdahalesinden vazgeçmeyişinin Çin için iyi haber olduğunu düşünüyor. Metindeki köşeli parantezler bana aittir.

Çin: Xi’nin üçüncü dönemi – birinci bölüm: büyüme, yatırım ve tüketim

Michael Roberts
16 Ekim 2022

Çin’de Komünist Parti kongresi bu hafta gerçekleşiyor. Bu yalnızca Çin için değil, küresel olarak da önemli bir olay. Batı medyası, mevcut parti lideri Xi Jinping’in, daha önce görülmemiş bir şekilde, üçüncü dönem parti lideri olarak tasdik edileceği ve bu nedenle önümüzdeki Mart ayında yapılacak Ulusal Kongre toplantısında Çin Devlet Başkanı olmaya devam edeceği gerçeğine odaklandı.

Doğal olarak Batılı uzmanlar Xi’nin üçüncü dönemini geçirmesine şiddetle muhalifler. FT’nin [Financial Times] Keynesçi gurusu Martin Wolf, Xi’nin iktidarda kalmasının Çin ve dünya için ‘tehlikeli’ olacağına hükmetti. “Her ikisi için de tehlikeli. Eşsiz liyakata sahip bir yönetici olduğunu kanıtlamış olsa bile bu tehlikeli olurdu. Ama öyle yapmadı. Şu haliyle riskler, yurt içinde katılaşma ve yurt dışında artan ihtilaf riskleridir… On yıl her zaman yeterlidir… Xi’nin önümüzdeki 10 yılının bir öncekinden daha kötü olmasını beklemek tamamen gerçekçidir.” Ve görünüşe göre önceki on yıl da yeterince kötüydü.

Xi’ye ve mevcut liderliğe karşı düşmanlık, Çin’deki demokrasi eksikliği ve tek parti yönetimiyle pek ilgili değil. Batılı uzmanlar ve uluslararası ajanslar, Xi’nin iktidarı devralmasından önceki Çin’e ilişkin geçmiş analizlerinde bundan nadiren bahsettiler. Şimdiki şiddetli husumet aslında iki şeyle ilgili: 1) Xi yönetiminde Çin’in ekonomi siyaseti devlet kontrolünün artması ve kapitalist sektörün nüfuzunun azaltılması üzerinde durdu; ve 2) Xi yönetiminde Çin; ticaret, teknoloji ve küresel nüfuzda büyük bir rakip olarak Çin’in ilerlemesini durdurmaya yönelik artan girişiminde ABD emperyalizmi tarafından kontrol altına alınmaya ve sıkıştırılmaya direniyor.

Çin ekonomisinin güncel durumu ve gelecekteki beklentileri söz konusu olduğunda, Batılı analistler (ve özellikle Hong Kong, Tayvan vs. dolaylarında yerleşik olanlar), Çin ekonomisinin rekor seviyede borcun ve emlak krizinin ağırlığı altında patlamak üzere olduğu hesabından; demografi, talep eksikliği ve verimliliğin yavaşlaması nedeniyle (Xi’nin piyasaya karşı devletin yanında taraf oluşundan kaynaklı) uzun vadeli durgunluk hesabına doğru yön değiştiriyorlar.

Batılı araştırmacılar on yıllardır, artan borç ve devlet kontrolünün ağırlığı altında Çin’in batışını ve çöküşünü öngörmekteler. Bu gerçekleşmedi. Şimdi asıl vurgu, Çin’in milli hasılasını artık makul bir hızda artıramayacağını ve ‘orta gelir tuzağı’ denilen şeyden kurtulamayacağını ve böylece kentleşmiş bir nüfusun ihtiyaçlarını karşılayamayacağını –devlet odaklı ekonomisinden kopmadığı ve kapitalist sektörün gelişen orta sınıfın tüketim taleplerini karşılamak için gelişmesine izin vermediği sürece – iddia ediyor.

Fakat Çin’in ekonomik geleceğine ilişkin bu görüş, son yirmi yılda benimsenen Çin’in patlamak üzere olduğu görüşünden daha mı doğru? Öncelikle, ekonominin güncel durumu nedir? 1990’lardan bu yana ilk kez Çin’in reel GSYİH büyümesi bu yıl ve gelecek yıl büyük ihtimalle Doğu Asya bölgesinin ortalamasından daha az olacak. Bu yıl, ekonomik büyüme muhtemelen %3’ün altında olacak ve gelecek yıl %4,5 civarına yükselecek. Bu, yıllık yaklaşık %5’lik uzun vadeli hedefin oldukça altında.

Neden böyle? İki nedeni var. Birincisi, Kovid’in ve Çin’in sıfır Kovid siyasetinin etkisi. Batı hiçbir zaman böyle bir siyaset izlemedi, nihayetinde yaşam ve sağlık üzerindeki en kötü Covid etkilerinin üstesinden gelmek için yalnızca aşılamaya yaslandı. Ancak virüs çeşitli biçimlerde ekonomiler arasında yayılmaya devam ediyor, daha fazla ölüme ve hepsinden önemlisi milyonların çalışmasını engelleyen kalıcı “uzun süreli Kovid” hastalıklarına neden oluyor. Çin, bu ‘ekonomiyi açma’ yaklaşımını reddetti. Bunun yerine, enfeksiyonun yayılmasına dair ilk işarette katı ve sert karantinalar uyguladı, hâlâ da uyguluyor. Hükümet, Wuhan’daki ilk patlamanın felaketini tekrarlamaya hazır değildi. Sonuç itibariyle, Çin dünyadaki en düşük Kovid ölüm oranına sahip.

Çin Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi, ülkenin Birleşik Krallık ve ABD gibi ülkeler tarafından kabul edilen dışa açılma stratejilerini izlemesi halinde, salgının toplumun büyük kısmına yayılması durumunda, bunun günde yüz binlerce vakaya neden olacağı ve vakaların 10 binden fazlasının ciddi semptomlar göstereceği konusunda uyardı. Merkez, “Yalnızca belirli batılı ülkeleri tarafından savunulan, aşılamanın sağladığı sürü bağışıklığı hipotezine dayanan ‘açılma’ stratejilerini benimsemeye hazır değiliz” diye yazdı.

Çin’in Kovid’i frenlemek için aşıların yanı sıra kapanmayı benimsemesinin temel nedenlerinden biri, nispeten zayıf halk sağlığı hizmetleri ve en etkili son teknoloji MRNA aşılarının olmayışıydı. Çin, kaynakları yetersiz hastanelerden oluşan düzensiz bir şebekeye, ağır hastalık riski yüksek olan büyük bir yaşlı nüfusa ve ayrıca etkinliği nispeten düşük yerli üretim aşılara sahip. Çin’de kişi başına düşen hastane yatağı ABD ve Birleşik Krallık’takinden daha fazla olsa da, mevcut yoğun bakım yatağı sayısı –Covid-19 ile enfekte hastaları hayatta tutmak için çok önemli– OECD ortalamasının dörtte biri. Kaynaklar özellikle büyük kentlerin dışında seyrekleşiyor; kırsal alanlar, kentsel alanlara göre kişi başına düşen doktor ve yatak sayısının ancak yarısına sahip.

Çin, ilk aşı dalgasını baş döndürücü bir hızla başlattı. Günde 22 milyondan fazla insanı aşılayarak zirveye ulaştı. Yurt içinde, ülkedeki bir milyar 400 milyon insana 3 milyar doz aşı uygulandı. Çin, gelişmekte olan ülkelere yaklaşık 1milyar 600 milyon doz aşı gönderdi ve bu da onu dünyanın en büyük aşı ihracatçısı haline getirdi. Çinli sağlık yetkilileri ve uzmanları, en az 200 milyon enfeksiyon ve 3 milyon ölümü önlediklerine inanıyor.

Bununla birlikte –patojenin öldürüldüğü veya kopyalanamayacak şekilde değiştirildiği– geleneksel inaktif aşıyı kullanan yerli aşıların, Moderna ve BioNTech/Pfizer’de kullanılan daha yeni haberci RNA aşılarına ve Johnson & Johnson ve AstraZeneca’daki viral vektör teknolojisine göre Kovid-19 virüsüne karşı kazandırdığı bağışıklığın daha zayıf olduğuna dair belirtiler var. Son 12 ayda, son derece bulaşıcı Delta ve Omicron varyantlarının yayılması, bu aşıların azalan etkinliğine dikkat çekti. Kapanmalar bu yıl boyunca aralıklarla devam etti ve bu, ekonomik iyileşmeyi sonuç olarak daha kesintili ve daha zayıf hale getirdi.

Fakat Çin, hayat kurtarmayı, ekonomik büyümeye tercih etti. Tabii ki Batılı analistler Çin’in kapanmacı ‘sıfır Kovid’ siyasetinin daha ziyade nüfusun otokratik bir rejim tarafından kontrolüyle ilgili olduğunu iddia ediyorlar. Her ne kadar ‘karantina yorgunluğunun’ etkide bulunmaya başladığı doğru olsa da, bunun başlıca nedeni, sadece yukarıdan dayatılan sağlık politikası üzerinde demokratik bir karar alma mekanizmasının olmamasıdır. Ancak geçmişteki çoğu kamuoyu anketi, halk arasında bu siyasete geniş destek olduğunu gösterdi.

Çin’in ekonomik büyümesinin bu yıl gerilemesinin diğer nedeni, dünyanın geri kalanında ekonomik durguluğa doğru genel yavaşlamadır. Belli başlı kapitalist ekonomiler tedarik zinciri tıkanıklığına, düşük yatırım oranlarına ve şimdi de yükselen faiz oranlarına ve kesin küresel resesyonla tehdit eden enflasyona saplandı.

Dünya ticaretindeki büyüme geriledi. Dünya Ticaret Örgütü, toplam mal ihracat ve ithalatının 2023’te sadece %1 oranında büyüyeceğini tahmin ediyor. En son Dünya Bankası tahminleri, Çin’in bu yılki GSYİH büyümesini, başlangıçtaki %5’lik tahmininden %2,8’e, Asya’nın geri kalanının oldukça altına çekti.

Fakat Çin, G7 ekonomileri gibi bir ekonomik durgunluğa doğru ilerlemiyor. Aslında, hem Dünya Bankası hem de IMF, Çin’in reel GSYİH’sinin gelecek yıl %4’ün üzerinde artmasını beklerken, çoğu G7 ekonomisi küçülecek veya sıfıra yakın bir büyüme gösterecek.

Daha uzun vadeli bakıldığında, Batılı analistler Çin’in çok daha yavaş bir büyümeye doğru gittiğini ve bunun Xi’nin geleceğini tehdit edeceğini düşünüyorlar. Çin’in benzeri görülmemiş ekonomik büyüme rekoru, şimdiye kadar yüksek yatırım oranlarına ve dünyanın geri kalanına mamul mal ihracına dayanıyordu.

Fakat Kovid bunalımı ve darbe alan küresel ekonomik toparlanma, ihracat büyümesini sert bir şekilde vurdu. İhracat, Kovid bunalımı yılında dolar cinsinden %1 düştü ve sonrasında küresel toparlanma yılı 2021’de %21’le kesin şekilde arttı. Fakat bu yılın (2022) ilk sekiz ayında ihracat, bir önceki yılın aynı dönemine göre %7,1 düştü. Bunun sonucunda, endüstriyel üretim yalnızca %3,6 yükseldi ve perakende satışlar yalnızca %0,5 arttı. Sabit varlık yatırımı bir önceki yıla göre, artan altyapı yatırımlarına (yol, demiryolu, köprü ve kamu hizmetleri) bağlı olarak yaklaşık %6 yükselişle güçlü kalmaya devam etti.

Bu noktadan sonra Batılı analistler, Çin’in düşük büyüme dönemine gireceğini ve pek çok sözde yükselen ekonominin içine düştüğü ‘orta gelir tuzağı’ndan kurtulamayacağını iddia ediyorlar. Çin, daha önce beklendiği şekilde ABD’nin GSYİH düzeyine bile yetişemeyecektir.

Bu iddia iki varsayıma dayanıyor. Birincisi, Çin’in yaşlanan nüfusu ve azalan çalışma çağındaki kesimi, büyüme oranlarını düşürecek ve ikincisi, Çin büyümesinin yüksek tasarruf ve yatırıma dayanan modeli artık işe yaramayacak.

 

Çalışan nüfus azaldıkça Çin eskisi kadar hızlı büyüyemeyecek ve bunu telafi etmek için artırılacak işgücü verimliliği yetersiz kalacak. Batılı uzmanların, Çin’in azalan çalışma çağındaki nüfusu ve yavaşlayan verimlilik artış hızının, onun başarısız olmaya başlayacağı anlamına geldiği yönündeki bu iddialarını önceki yazılarımda uzun uzadıya tartıştım. Argümanlar zayıf ve kusurlu. Gerçekte, Kovid dönemi esnasındaki düzeltilmiş (A) [adjusted] Batılı işgücü verimliliği artışı ölçüleriyle bile Çin, ‘dinamik’ ABD’den çok daha iyisini yaptı.

Daha uzun vadede IMF, Çin’in yılda %5 gibi düşük bir oranda büyüyeceğini tahmin ediyor. Fakat bu oran yine de ABD’nin iki katından ve G7’nin geri kalanının dört katından daha hızlı olacaktır – ve bu, önümüzdeki beş yıl içinde G7 ekonomilerinde herhangi bir ekonomik bunalım olmayacağını varsayıyor.

Batılı analistlerin diğer argümanı, Çin’in yüksek tasarruflu ve yatırımlı, ihracata yönelik bir ekonomiden, büyük kapitalistlerin çoğunda, özellikle ABD ve İngiltere’de var olan geleneksel tüketici odaklı bir kapitalist ekonomiye geçmediği sürece, bundan sonra makul bir hızda büyüyemeyeceğidir. Bu görüşün alışageldik dayanağı, Çin’de kişisel tüketim oranlarının çok düşük olması ve bunun talep kaynaklı büyümeyi engelleyeceğidir.

Örneğin, Hong Kong Üniversitesinde Çin finansı ve ekonomisi profesörü Chen Zhiwu’nun şu görüşünü alalım. Chen, Xi yönetiminde özel sektöre, tüketici odaklı ekonomilere yönelik büyük reformların kenara itildiğini iddia ediyor. “60 reform, tüketimin ve özel girişimlerin rolünü büyük ölçüde genişletecekti” diyor. “Fakat piyasa odaklı reform gündemi büyük oranda bir kenara bırakıldı… bu devletin daha büyük rol oynaması ve özel sektörün rolünün daralması sonucunu doğurdu.” Chen’e göre bu, bundan böyle Çin ekonomisinin durgunlaşacağı anlamına gelmektedir.

Bir diğer önde gelen ve geniş çapta takip edilen Batılı analist, Şanghay’da yaşayan Michael Pettis de benzer bir iddiada bulunuyor. Yani, Çin’i Japon tarzı durgunluğa itecek olan, artan borçlar yoluyla kişisel tüketimi ve yatırımları genişletmeye devam etmedeki başarısızlıktır. Bana göre bu iki analistin de finans sektöründen gelmesi tesadüf değil.

Yine de, G7’nin olgun “tüketici odaklı’ ekonomilerinin istikrarlı ve hızlı ekonomik büyüme sağlamada başarılı olduğunu veya orada reel ücretlerin ve tüketimde büyümenin daha güçlü olduğunu nasıl iddia edebilir? Gerçekten de, G7 kapitalist ekonomilerinde tüketim ekonomik büyümeyi sağlamada başarısız oldu ve ücretler son on yılda reel olarak durağanlaşırken, Çin’de reel ücretler fırladı.

Esas mesele bu. Yatırım daha yüksek olduğu için Çin’de tüketim, G7’ye göre daha hızlı artıyor. Biri, diğerini takip eder; bu sıfır toplamlı bir oyun değildir. Pettis’in görüşü, Keynes’in bir ekonomiyi tüketimle birlikte büyüten şeyin yatırım olduğu, görüşünü bile görmezden gelen kaba bir Keynesçi analizdir.

Ve bütün tüketim ‘kişisel’ olmak zorunda değildir; daha önemlisi ‘toplumsal tüketim’dir; yani, sağlık, eğitim, ulaşım, iletişim ve konut gibi kamu hizmetleridir; sadece otomobil ve ıvır zıvır değil. Temel toplumsal hizmetlerin artan tüketimi, kişisel tüketim oranlarına dahil edilmemektedir. Çin’in toplumsal tüketimde de kat etmesi gereken uzun bir yol var, fakat birçok toplumsal alanda yükselen piyasa emsallerinden çok ileride ve 100 yıldan fazla bir süre önce yola çıkan lider G7 ekonomilerinin çok da gerisinde değil.

Çin ekonomisine ilişkin son geniş kapsamlı araştırmalarında Citibank iktisatçılarını kabul ediyorum. “Bir başka deyişle, Çin ekonomisinin, politikasında tüketim özel bir hedef olmasa da tüketim için daha büyük fırsatlar sunması oldukça mümkündür.” “Hanehalkı harcanabilir geliri, son birkaç yılda (2016 hariç) reel olarak GSYİH’den daha hızlı büyüyor ve bu eğilimin geleceğe yayılması muhtemel. Aynı zamanda, refah etkisinin[1] ortaya çıkması da tüketiciye yardımcı olacaktır.

Çin’in ekonomik geleceğindeki asıl zorluk, yatırımlarının çoğunun, şu anda ciddi sorunlara yol açan finans ve emlak gibi verimsiz alanlara gitmesinden nasıl kaçınılacağıdır. Ve bir de, Çin’de devlet ve kapitalist sektörleri arasında artan çelişkilerin Xi’nin üçüncü döneminde nasıl ele alınacağıdır.

İkinci bölümde, bu meseleleri ele alacağım.

[1] Refah etkisi (wealth effect): Algılanabilir refahtaki artışa eşlik eden harcamalardaki artış. Davranışsal iktisadın bu terimi, bireylerin varlıklarının değerinin artması durumunda harcamalarının da artacağını anlatır. (ç.n.)

Çeviren: Erman Çete

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English