Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Ayakları yere sağlam basan ekonomi

Yayınlanma

Türkiye, on ay gibi kısa bir zaman zarfında iki önemli seçimden de şüpheye mahal bırakmayacak biçimde, demokrasi sınavından geçerek çıktı. İlk seçimden çıkan sonuç; (ekonomiden dış politikaya güvenlik ve küresel meselelere dair ortak bir güç bildirgesinin ortaya konulduğu) netlik beklentisi olurken; ikincisinden çıkansa ekonomik zorluklar ve depremin gecikmiş etkileriydi…

Yerel seçimlerde iktidar bloğu partilerin önemli düzeyde oy kaybederek, ana muhalefet partisi CHP’nin 1977’den bu yana ilk kez oyunu bu denli artırmasının arkasındaki belirleyici güç, hali hazırda ilgili partiler tarafından araştırılıyor. Ancak ağırlıklı nedenin yukarıda belirttiğim üzere ekonomi olduğu söylenebilir. Adıyaman gibi 6 Şubat depreminden etkilenen illerimizde halkın büyük çoğunluğunun konteynerlerde yaşamını sürdürüyor olması tepki oylarına neden olmuşken, büyükşehirler dışındaki küçük ilçelerimizin çoğunda oy sayısının emekli sayısının bile altında kalmasıysa genel ekonomiye dair bir protestodur.

Büyükşehirlerimizde iktidar partisinin 2019’daki oylarının çok altına inmesinin arkasındaki ekonomi dinamiği sadece emekli maaşları olmayıp, ücretliler açısından da yaşam koşullarının artan enflasyon nedeniyle giderek altından kalkılamaz hale gelmiş olmasıdır.

Seçim sonuçları kısmını fazla uzatmadan şu konuları sıralamak isterim. Genel seçimde uygulanan en popülist seçim ekonomisi unsuru EYT olup, 2022 yılında toplam emekli sayısı 13 milyon 933 bin kişiyken Ocak 2024’te bu sayı 16 milyon 98 bin kişiye yükselerek, aktif/pasif oranını 1,64’e düşürdüğü gibi seçmenin de yaklaşık yüzde 26’sını oluşturmuştur. Çoğu göç veren il ve ilçelerde seçimlerde seçmenin yüzde 20’den fazlasını emekli oluşturmuştur. (En düşük emekli maaşı 10k olup, asgari maaşın yaklaşık üçte ikisi kadardır. Bu oran 2003’te asgari maaşın 1,5 katıydı)

Asgari maaş zamları son yıllarda özel kesim temsilcileri tarafında önemli bir tartışma konusu olmuş ancak diğer taraftan hem son açıklanan açlık sınırına yakınsamış hem de büyükşehirlerdeki tek odalı dairelerin bile kirasını karşılayamaz hale gelmiştir. Üstelik toplumun genelinin özel sektörde bu orana yakınsayan maaşları aldığı bilinmektedir.

Seçim belirsizliği geride kaldı; artık yeni şeyler söylemek lazım!

31 Mart’tan önce kendine elverişli zemin bulan spekülatörler devreye girmiş; döviz kuru üzerinde TCMB’nin rijit faiz artışına karşın belirli bir momentum oluşturmayı başarmıştı. Ancak seçimin hemen ardından gerek Sn. Cumhurbaşkanı gerekse de Sn. Yılmaz ve Şimşek’in art arda verdikleri OVP’da kararlılık mesajları şimdiden kur tarafında piyasayı yatıştırmış gözüküyor. Diğer taraftan Goldman Sachs, Deutsche Bank ve Wells Fargo gibi yabancı yatırım kurumlarından gelen piyasa, dış basından gelen seçim yorumlarının genel olarak olumlu olduğu söylenebilir.

Aslında Haziran 2023’ten itibaren Ortodoks ekonomi politikalara geçişle beraber, daha önce Türkiye ekonomisine mesafeli yaklaşan pek çok yabancı ekonomist hatta spekülatörün dahi görüşlerini pozitife evirdiğine şahit olmuştuk. Örneğin daha önce Türkiye ekonomisine dair olumsuz görüşleriyle tanınan İngiliz ekonomist ve Bluebay Varlık Yönetimi Gelişen Piyasalar Kıdemli Stratejisti Timothy Ash, Harici’de  gazeteci  Esra Karahindiba’ya verdiği röportaj, bu bağlamda dikkat çekicidir.

Fakat tüm bu olumlu görüşlere karşın son haftalarda tahvil ve hisse gibi Türk lirası varlıklardan bir çıkış olduğu gözlemleniyordu. Bunun da belirleyicisinin yerel seçimin yaratmış olduğu belirsizlik olduğu söylenebilir. Yerel seçimin doğrudan ekonomiye bir etkisinin olmayacağının bilinmesine karşılık, Türk lirası varlıklarına bu tavrın alınmasındaki dip dalga esasında ekonomi politikalarında son yıllarda sıklıkla değişikliğe gidilmiş olmasıydı.

Ancak seçimin atlatılması ve ekonomik programın kararlılıkla devam ettirilmesi halinde bu anlayış giderek etkisini yitirecektir diye düşünüyorum.

Bütçenin giderler tarafında yapılacak bir şey var mı?

Seçim öncesinde ortaya çıkan spekülasyonlar daha ziyade döviz kuru ve servet vergisi gibi ekstra yükümlülükler üzerinden şekillenmişti. Diğer taraftan bütçenin giderler kısmı çok fazla konuşulmamıştı. Bu konudaki ilk söylemin de seçimin hemen ertesinde Ekonomi Bakanı Sn. Şimşek’ten geldiğini gördük.

Dolayısıyla söylenecek yeni mevzuların başında; bütçenin gider tarafı olduğu düşünülüyor. Ancak lüks araba ya da temsil gideri olarak ifade edilen bu tarz harcamaların tutarının ne yazık ki amiyane tabiriyle devede kulak kaldığını, vatandaşa belki bir miktar moral sağlamanın dışında ekonomiye önemli bir katkısı olabileceğini düşünmem. Zira burada EYT başta olmak üzere seçim harcamaları (yönetilen yönlendirilen fiyatlar da dahil) ve 2024 yılı bütçesinden sosyal yardım ve desteklere 497 milyar lira kaynak ayrılması gibi noktalar mevcuttur. Özetle her ne kadar enflasyonun etkisiyle vergi gelirleri artış kaydetmiş olsa da diğer taraftan deprem başta olmak üzere seçimlerin de desteklediği artan harcamalarla oluşmuş bir dengesizlik…

Gelirler tarafındaysa çözüm yeni vergi midir?

Servet üzerinden konulacağı düşünülen ilave vergilere gelince; vergi tahsilatının yüzde 65’lik kısmı harcamalar üzerinden tahsil edilen dolaylı vergilere dayalı. Ayrıca servet üzerinden tahsil edilen vergilerin toplam içindeki payı ise sadece yüzde 3 civarında. Bu aralar, kira mükelleflerinden vergi tahsil edilmesine yönelik bir çalışma var ancak yüzdesel olarak bakıldığında ve son yıllarda yurtdışına konut yatırımının artış kaydettiği düşünüldüğünde önemli bir katkısı olacağını düşünmem.

Özetle maliye tarafında zaten deprem gibi zaruri harcamalarla bozulmuş olan dengenin mevcut vergi sistemiyle onarılması bir hayli zor gözüküyor. Ya da araba markalarının değişimiyle…

Dolayısıyla bu bağlamda söylenecek asıl yeni söz; vergi sisteminin yapısal bir dönüşümden geçmesiyle mümkün olabilir.

Mevcut ekonomik programda hali hazırda en işlevsel kısım TCMB’nin yürüttüğü para politikasıdır. Burada amaç, paranın fiyatı olan faizi yükselterek, parasal aktarım mekanizmasıyla bir tür sıkılaşma yaratmaktır. Bunlar mevduat, kredi, döviz kuru, varlık fiyatları ve beklenti olarak sıralanabilir.

Türk ekonomi tarihi incelendiğinde en sıklıkla görülen anomalinin kur üzerinden şekillendiği ve belki Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi hiperenflasyon yaşanmadığı ancak kontrollü dönemlerde bir gecede yapılan devalüasyonlar, günümüzde ise sert bir biçimde yukarı çıkan kurla milli paranın değer kaybına uğradığı görülmektedir. Dolayısıyla ülkemizde kur kırılganlığı yüksek ve büyük oranda beklentiye dayalı şekillenmektedir.

Nitekim Haziran 2023’ten önce makro ve mikro ihtiyati programlar eşliğinde KKM enstrümanıyla kontrol edilen döviz kurunun, ardından yoğun bir sıkı politikaya geçilmesine karşın önemli ölçüde değer kaybederek, amaç enflasyonla mücadele edilmesi olmasına karşın, geçişkenlik göstererek fiyat artışlarına katkı sağladığı da görülmektedir.

Diğer taraftan BDDK haftalık verilerine göre 29 Mart haftası toplam TL mevduat 8,7 trilyon lira seviyesindeyken, KKM +  yabancı para mevduat toplamının 9 trilyon liradan fazla olması gerçek dolarizasyonun yüzde 50’nin üzerinde olduğunu göstermektedir.( IMF yüzde 30’un üzerindeki bir dolarizasyonun çok yüksek olduğunu ifade etmektedir. )

Diğer parasal aktarım mekanizmaları yoluyla amaç büyük ölçüde iç talebin baskılanarak, ekonominin soğutulması olup, bu kısımda da dikkat edilmesi gereken tarafın PPK metinlerinde de ifade edildiği üzere tasarrufların reel anlamda değerlenmiş Türk lirasına gidiyor oluşudur. Aksi halde enflasyonda durgunluk nedeniyle oluşacak fiyat artışındaki azalış hızı, döviz kurunun enflasyona geçişkenliği nedeniyle sekteye uğrayarak, stagflasyona neden olabilir.

Kur kırılganlığın asli nedeni zaman içerisinde kronikleşmiş hale gelen cari açıktır. Turizm gelirlerindeki artışa karşılık, yıllar içerisinde yüksek seyreden dış ticaret açığının nedeniyse ithal bağımlılığıdır.

Yıllar içerisinde rekorlar kırarak, büyük bir hacme ulaşan ihracata karşılık; ithal girdi bağımlılığı özellikle enerji ve emek yoğun sektörlerde kendini önemli düzeyde göstermektedir.

Neoliberal büyüme bakışı daha fazla kırılganlık ve eşitsizlikle büyüme yarattı!

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Dünya Bankası’nın gelişen ülkelere dikte ettiği program daha fazla büyümeydi… Ancak zaman içerisinde Çin hariç dünyanın diğer gelişen bölgelerinde görüldü ki küreselleşme, bu ülkelerde iki önemli sonuç ortaya çıkardı: İlki dünyada ücretlerin ve döviz kurunun üzerinde yaratılan baskı, ikincisiyse dünyadaki özellikle 1990’lı yılların başından itibaren hızı artarak büyüyen likidite genişlemesi ve sermaye hareketlerinin, özellikle bu ülkelere sağladığı kısa vadeli yabancı kaynakların oluşturduğu kırılganlık oldu. Dolayısıyla üretimden çok finans sektörü aracılığıyla büyüme gelişen ekonomilerde adaletsiz gelir dağılımının da yolunu açmış oldu.

Günümüzde teknolojik dönüşüm, kırsaldan kente imalat yapmak üzere kurulan emek yoğun sektörlerin refah yaratacağı inancını yıkmaktadır. Bunun yerine eğitimli, yüksek vasıflı ve teknolojik becerileri olan kişiler, hizmet sektörlerinde kendilerine bir alan açabilmekte, eğitim konusunda vasıflı olmayanlarınsa gelirden aldıkları pay düşüş kaydetmektedir.

Teknoloji ilerliyor, tedarik zincirleri değişiyor ve siyasi gerilimler ticaret kalıplarını yeniden şekillendiriyor.  ABD’de Trump’ın seçilmesi, Rusya-Ukrayna Savaşı ve Çin rekabetinden sarsılan Avrupa ekonomilerine ilave ticaret tarifeleriyle büyük bir gelir kaybı yaşatabilir. Gelişen ülkeler tarafındaysa sanayileşmenin bir zamanlar sağladığı mucizevi büyümeyi hâlâ sağlayıp sağlayamayacağına dair şüpheler artıyor. Dünya nüfusunun yüzde 85’ini (6,8 milyar insan) barındıran gelişmekte olan ülkeler için bunun sonuçları derindir.

Türkiye kısa vadede enflasyonu düşürmek için ilk etapta portföy akımlarını çekmeyi önceleyecektir.

Mevcut programın kararlılıkla devamı Türkiye’nin kredi notlarının artırılması, CDS risk priminin düşmesi gibi olumlu değerlendirmeleri beraberinde getirecektir ancak yabancı sermayenin gelebilmesi sadece ülkemizdeki sıkılaşmanın dozuna değil, diğer taraftan küresel koşullara da büyük ölçüde bağlıdır.

Küresel finansman koşullarına bakılacak olursa; dikkatler başat merkez bankası Fed ve ECB’nin gevşeme adımlarına çevrilmektedir.  Fed’in Haziran sonu itibariyle en az iki en fazla üç faiz indirimine gitmesi şu anda kuvvetli bir beklenti dahilindedir. ECB’nin ise son alınan enflasyon oranlarına ve oluşan ekonomik durgunluk neticesinde daha erken bir faiz indirimine gitmesi olasılık dahilinde bulunmaktadır. Tüm bu koşullar rijit bir biçimde faizi yükseltip, kur istikrarını sağlamış Türk lirası varlıklara yönelimi beraberinde getirebilir ancak geçmişte olduğu gibi bu akımın hacimli olması için yurtdışı swap kanallarının açılması gerekebilir. Bu durum borsa ve Türk lirası varlıklarda yabancı payını arttıracağından, durgunluk açısından elzem olmakla birlikte, kırılganlıklarımızı da baki bırakmaktadır.

Diğer taraftan dünyada soğuk para dediğimiz doğrudan yabancı sermayenin gelişiyse hem siyasi faktörlere hem de artık teknolojik dönüşüme bağlıdır. Günümüzde Orta Doğu’daki sermayenin bile artık markalar (futbol kulüpleri, formula yarışları…) ve teknoloji ya da yeşil dönüşüm bağlamında değerlendirildiği bir fauna mevcuttur.

Dolayısıyla ekonomide zorlu geçecek önemli bir sürece girmiş bulunmaktayız ancak faturanın hangi kesime çıkacağı henüz belli değil.

Son aylarda rekor seviyede artan iç tüketim talebini düşürmek, uygulanan enflasyonla mücadele politikasının birincil amaçlarından olup, kredi kartı gibi ödeme sistemlerinin daha da sınırlandırılması ve asgari maaş artışlarının da ikiden bire indirilmesi gibi bir takım önlemler, aynı zamanda sabit gelirli kesimin var olan geçim yükünü daha da artıracaktır.

Ancak iç tüketim talebindeki artışın ana nedeninin de enflasyon beklentisi olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla acı reçetenin faturasının sadece bir kesime çıkarılması hakkaniyetli olmayacak bilakis toplumun tüm paydaşlarının bu beklentiyi rasyonele döndürmek açısından kendi sorumluluğunu yerine getirmesi sosyoekonomik dengenin tesis edilmesinde bir başarı hikayesi oluşturacaktır.

Enflasyonu düşürmek aslında bir amaç değil zorunluluk olup, ülkemizi küresel zeminde üst noktalarda rekabet edebilir hale getirmek adına amaç edinmemiz gereken bütüncül alanlar; hukuk, vergi ve ekonomi tarafındaki yapısal dönüşümlerdir.  Aksi halde şimdilerde olduğu gibi güçlü ama ekonomik açıdan kaygan bir zeminde konumlanmaya devam edebiliriz.

GÖRÜŞ

Abhazya’da seçimler ne getirecek? – 2

Yayınlanma

Yazar

Aşiret sistemi

Aşiret sistemi üzerinde özellikle durmak gerek.

Aslında Abhazya’da iç içe geçmiş üç ayrı kriz var. Birincisi, Bjaniya’nın düşmesine neden olan siyasi kriz. Bu kriz görünürde Rusya ile yatırım anlaşmasıyla ilişkili. İkincisi, bu siyasi krizi ortaya çıkaran iktisadi kriz — ve bunun en görünür yüzü enerji krizi, ne var ki arkasında ülkenin tarım ve turizm imkanlarının (başka bir imkan da yok zaten) on yıllardır geliştirilmemesi yatıyor. Ve bu hiç de Rusya ile ilişkilerin sonucu değildi — tersine bu, Rusya ile ilişkilerin bile hafifletemediği veya ancak iflastan kurtarabilecek kadar hafiflettiği bir krizdi.

Üçüncüsü ise sosyal kriz ve bu, aşiret yapısından kaynaklanıyor.

Gelenekçilik bazı durumlarda ilerici rol oynayabilir. Abhazya’da Gürcistan’a karşı mücadelede öyle olmuştu; o zaman direnişte, üyelerinin iradeleri üzerinde ordudakini andıran doğal bir örgütsel disiplini temsil eden güçlü bir sosyal organizasyon olarak aşiretler önemli rol oynamıştı. Ancak gelenekler birçok durumda gerici rol de oynarlar. Milli birliğin aşiretler üzerinde kurulması, aşiret bağlarını milli bağlardan daha güçlü kılar.

Bu sistem üstyapıdaki feodal ilişkilerin sonucudur ve bu ilişkilerin bütün temel niteliklerini az çok yansıtır, ama tamamen çarpık bir formda. Kapitalizm kişisel bağımlılık ilişkilerine yer vermez, oysa aşiretler kişisel bağımlılık ilişkilerine dayanır. Kapitalizmde ekonomi dışı zor sınırlanmıştır, ama aşiret sistemi hemen bütünüyle iktisadi egemenliğin ekonomi dışı zor yoluyla sağlanmasına dayanır. Kısmen Rus etnisitesinin yoğunluğu yüzünden Kazakistan hariç Orta Asya’daki hemen bütün eski Sovyet cumhuriyetlerinde görülür bu durum ve Özbekistan ve Türkmenistan’da neredeyse başı üstünde duran bir  monarşinin kurulmasına yol açmıştır.

Durum şaşırtıcı bir şekilde Orta Asya cumhuriyetlerini andırıyor. (Gerçi orada bu aşiret bağları hiçbir zaman ilerici dinamiklere sahip olmadı.) 2020’de Kırgızistan’daki karşıdevrim girişimini incelediğim yazımda durmuştum bunun üzerinde; şöyle demiştim: “Sosyalizm, feodal alışkanlıkları baskı altına aldı, ama ani çöküş ve kapitalizmin hızla yükselişi, bunları tekrar su yüzüne çıkarmakla kalmadı, ülkenin siyasi eliti haline de getirdi.” Aynı şey Abhazya’da da ortaya çıktı. Ankvab, Bjaniya, Hacimba, Ardzinba — her biri farklı aşiretleri temsil ediyor ve bunlar siyasi partiler gibi davranıyor, ancak arkalarındaki destek, toplumun farklı sınıf ve kesimlerini temsil eden seçmenler değil, esas itibariyle kendi aşiretleri; bu nedenle iktidar mücadeleleri aşiretler arası mücadeleler ve aşiretler arası koalisyonlar şeklinde cereyan ediyor.

Aşiret sistemiyle ilgili yakın tarihli bir örnek vereceğim; bu aynı zamanda, ülkedeki atalet ve yıkımın altında en çok bu sosyal sorunun yattığını da gösteriyor.

19 Aralık’ta Suhum’daki parlamento binasında silahlar patladı ve Vahtang Golandziya meslektaşlarını ayırmaya çalışırken başına aldığı kurşunla vurularak öldü. Çatışmanın tarafları Adgur Haraziya ve Kan Kvarçiya’ydı aslında, bu ikincisi aynı zamanda devlet başkanlığına adaylığını koymuştu ve kavga, kripto madenciliğini tamamen yasaklaması beklenen kanun tasarısı yüzünden çıkmıştı. Atışma kavgaya dönüşmüş, Haraziya silahını çekmişti; sonuçta Golandziya ölürken Kvarçiya da omzundan yaralı olarak hastaneye kaldırıldı.

Haraziya ve Kvarçiya iki önemli klanın temsilcisiydi. Çatışma, Abhazya siyasetinde klanların rolünü, siyasi ve iktisadi krizin bu sosyal temelini göstermesi açısından önem taşıyor.

Kvarçiya hakkında çokça suçlama var; cinayetten adam kaçırmaya, adam kayırmadan yolsuzluğa kadar uzanıyor bunlar. Her birinden sıyrılmayı başarmış. Bu da ülkedeki aşiret sistemi sayesinde. Dedikodulara bakılırsa kripto “madenciliğiyle” de yakından ilgili Kvarçiay.

Kasım ayındaki olaylar sırasında şiddet eylemlerinin Kvarçiya ve ekibi tarafından örgütlendiği iddiaları da var. Doğruluğunu teyit etmek imkansız bunların, aşiretler arası denge de suçun tespitine izin vermiyor zaten; ama darbeler, böyle durumlarda yeni kariyer fırsatları anlamına gelir. Sanırım Rusya açısından en tehlikeli aday, buydu; çünkü hırsı ve ilişkileri, klan sistemini temsil etmesi, söylemini milliyetçilik üzerine kurmuş olması yüzünden tamamen öngörülemezdi ve bu durum bir milli güvenlik tehdidi olarak da algılanmıştı.

Kriptonun günahı

“Muhalefetin” seçimlerdeki adaylarından Adgur Ardzinba dikat çekici bir kariyere sahip. 2015-2020 arasında başbakan yardımcısı ve ekonomi bakanı. Milli bankacılık konseyi üyesi, İktisadi Kalkınma ve Reform Konseyi koordinatörü, Rusya-Abhazya arasında hükümetler arası sosyal-iktisadi işbirliği komisyonu başkan yardımcısı ve 2020 güzünden bu yana da “muhalefetteki” Abhaz Halk Hareketi başkanı.

Abhazya’da beni en çok şaşırtan şeylerden biri, Ardzinba’nın iktidarda olmasına rağmen kendisini iktidarın günahlarından sıyırmaktaki becerisi. Stefan Zweig’in Fouché biyografisi, montanyarlardan jirondenlere, bonapartistlerden burbonculara kadar bu her devrin ve herkesin adamının benzersiz bir portresidir. Ardzinba bana onu hatırlatıyor.

Bugün herkes kripto para işinden sıyrılmaya çalışıyor. Oysa aslında her şey 2017’de Ardzinba’nın ekonomi bakanlığı sırasında başladı ve dahası, ülkeyi “madencilik” çiftliği halinde getiren furyanın ilk inisiyatifi de ondan gelmişti. 7 Ekim’de Moskova’da “Blockchain: geri dönüş yok” adlı konferansta Abhazya’nın potansiyel kripto para üretim merkezi olarak sunumu ve reklamı yapıldı. Abhazya’da o sıralar (ve kimileri tarafından bugün de) ekonomi dehası olarak sunulan Ardzinba da ekonomi bakanı sıfatıyla katılmıştı konferansa, üstelik 15 Ekim’de, Moskova/Troitsk’te kurulalı henüz 6 gün olmuş Blockchain Consulting ile 6 milyon rublelik anlaşma imzaladı; buna göre şirket, “kripto para cennetinin” kurulmasında Ardzinba’nın bakanlığına danışmanlık hizmeti verecekti. Kripto çılgınlığının bütün dünyadaki ilk günleriydi ve mesela Nova Blockchain Solutions, “Abhazya’nın kripto para dolaşımını yasallaştırarak ve ulusal sanal para Abkhazian Coin’u dolaşıma sokarak ülkenin altyapısını, özellikle de enerji sektörünü yeniden inşa etmeyi planladığını” açıklıyordu.

Ardzinba’nın bu dahice “kripto cenneti” projesi kriptocular için neredeyse hakiki bir cennet projesiydi: “madenciler” vergiden muaf tutulacaktı, elektrik düşük fiyattan verilecekti. Şu açıklama da Ardzinba’ya aitti: “Abhazya’nın kendi kripto parası bu güz piyasaya çıkabilir, hükümet bu parayı ülke ekonomisinde tam kapsamlı olarak 2018 baharında dolaşıma sokmayı planlıyor. Fırsatı kaçırırsak pişman oluruz.”

Böylece Abhazya’da ucuz elektrik ve vergi muafiyeti için “bitcoin’a hücum” devri başladı. “Çiftlikler” mantar gibi çoğaldı, ama enerji sistemi bu yükü kaldırabilecek durumda değildi, çünkü Sovyetler Birliği’nden beri ülkenin enerji sistemine bir çivi çakılmış değildi. Bunun nedeni bir tür Hollanda sendromunda yatıyordur belki de; Rusya’nın mali yardımı nasılsa akıyordu ve çivi çakmaya gerek yoktu. Ama bir başka neden de sosyal yapının klanlar üzerinde kurulması olmalı; zira klanların milli servetten aldığı pay aynı zamanda onların iktidardaki nüfuzunun da göstergesi. Öyle olunca zenginliğin gerçek kaynağı olarak emtia üretimi Rusya’ya giden kamyonlardaki mandalinanın ötesine geçmedi, turizm de aynı nedenle geliştirilmedi; bu sosyal yapıda en uygun düşecek şey, belki de gerçekten, feodal derebeylerinin ganimet seferlerini hatırlatan kripto para çılgınlığıydı. Nihayet 2018 aralık sonunda kripto üretimi “geçici olarak” yasaklandı; ertesi yılın başında ise 15 kripto “çiftliğinin” elektriği kesildi.

Kripto para madenciliğiyle “mücadele” bu tarihten sonra akla geldikçe veya elektrik kesintileri arttıkça yapılan baskınlarla tekrar tekrar gündeme geldi. Şu sayılara bakın: 2021 martında 400 “çiflik” basıldı ve kapatıldı, ama bu sırada hâlâ “çiftliklerin” elektrik ücretlerini artırarak legalize etme fikri vardı; 2023 martında “mücadele” tekrar hatırlandı ve toplam 1147 cihaza el konuldu; 2024’te ilk 11 ayda bu sayı 1097’ydi; 2024 aralığında enerji bakanı Cansuh Nanba her gün 1 milyon kilovatsaat elektrik enerjisinin yasadışı “madencilikte” kullanıldığını söylemişti. Bakanın dediğine göre, Abhazya’nın günlük ortalama elektrik tüketimi 8,5 milyon kilovatsaatti. Hükümet 2024’te enerji sistemini desteklemek için 700 milyon ruble ödenek ayırmıştı ve bunun 425 milyonu Rusya’dan elektrik alımına gidiyordu. Aralık ortasındaki elektrik krizinin ve Rusya’nın insani amaçlı elektrik vermeye başlamasının ardından bakan, günlük enerji harcamasının 7,5 milyon kilovatsaat olduğunu ve bunun 6 milyonunun Rusya’dan alındığını söyledi. 22 Aralık’ta Abhazya devlet elektrik kurumunun müdürü, yılda 350 milyon kilovatsaat elektriğin “madeniler” tarafından kullanıldığını ve bunun da elektrik açığının yarısından fazlasını oluşturduğunu açıkladı.

En azından geçen yılın ortalarına kadar yasağın çok da işlemediği anlaşılıyor. Abhazya üzerine çalışırken Suhumi’de çalışan bir sosyal medya kullanıcısının yorumuyla karşılaştım. Şöyle yazmıştı:

“Madencilikle [kripto “madenciliği” — bn.] mücadeleniz mi? Şehrin merkezinde, Dinamo stadyumunda gece sesleri yükselen cihazlar var! Siz de bilmiyormuş gibi yapıyorsunuz!”

Demek ki, bu işin sorumlusu herkes; ama en çok Ardzinba. Bunda da aşiretler arası ilişkiler ve bu ballı görünen çörekten pay almak için kurulan koalisyonlar etkili olmalı.

Neticede para, öyle kabul edildiği için paradır. Eğer tuvalet kâğıdı üretimi üzerinde kontrol sağlarsanız ve insanlara onu para olarak kabul ettirebilecek gücünüz varsa pekâlâ tuvalet kâğıdı da para olabilir. Para itibari bir şeydir; onun ödeme ve dolaşım aracı, bütün malların eşdeğeri olarak kabul edilmesi için devlet iradesi gerekir. Kripto para ham haliyle diğer para birimlerinden farklı olarak bir değer birikimini de (elektrik enerjisi) ifade ediyor; ancak evrensel eşdeğer niteliği zayıf ve bu nedenle son derece spekülatif. Böyle bir para birimi, diyelim ki, başka para birimlerine kolaylıkla ve hızla çevrilebileceği yerlerde ödeme aracı olarak kullanılabilir. Ama bunun için bütün paralar için gerekli olan önşart sağlanmış olmalıdır: onun eşdeğer olarak kullanılabileceği mallar bulunmalıdır. Eğer hâlâ kaldıysa, ilkel kabilelerin yaşadığı bir adada karaya vuran ve içinde, diyelim ki, 1 milyar dolar, bin ton altın, birkaç yüz milyon avro, yüzbinlerce sikke kripto para, her tür değerli maden bulunan bir gemi hiçbir anlam ifade etmez, çünkü bütün bu “paraların” eşdeğeri olacak mal yoktur.

Abhazya’da durum tam da buydu. Bütün geliri mandalina, Rusya’dan gelen yazlıkçılar ve Rusya’nın bütçe hibelerinden ibaret olan bir ülkede dünyanın bütün altınları da toplansa servete yol açmaz; hatta tam tersine, en iyi durumda, Amerikan altınının İspanyol imparatorluğu üzerindeki yıkıcı etkisini yaratır. Yurtdışına (özellikle de yaptırımlardan sonra esas itibariyle Türkiye’ye) çıkma imkânı olanlar için “madencilik” gayet kârlı, çünkü ülkede bulunmayan mala orada sahip olabilir veya ister kripto olarak ister başka paralara çevirerek istif edebilir; bu durumda istif, eşdeğeri olduğu için servet birikimi anlamına gelir. Ama bunun ülkeye hiçbir yararı olmaz, bu ülke için sadece zaten yıkımın eşiğinde olan enerji sisteminin gerçek bir iflasına ve diğer sorunların katmerlenmesine yol açar.

Yatırım anlaşmasının geleceği

Geçen ayın sonunda Abhazya’yı bir Kremlin heyeti ziyaret etti. Heyetin başında Rusya başkanlık idaresi birinci başkan yardımcısı Sergey Kiriyenko vardı. Önemli bu, zira Kremlin’in Abhazya işlerini mesela Krasnodar valiliğine veya herhangi bir bakan yardımcısına değil doğrudan Putin’e bağlı Kiriyenko’ya tevdi ettiği anlaşılıyor. Görüşmelerde üç ekonomik proje gündeme geldi: kuzeyde “Adler” sınır kontrol kapısının modernizasyonu, Sohum havaalanının 1 Mayıs’a kadar işletmeye açılması ve turizm imkanlarının artırılması. İlk ikisi de bununla ilgili aslında, dolayısıyla bu konuda bir “reset” yapılması planlanıyor. Ayrıca çok sayıda insani nitelikli proje buna eklenmiş.

Ne var ki bence (bu ziyaretle ilişkili olsa bile) daha önemlisi, yatırım anlaşmasının geleceğine dair Rusya başbakan yardımcısı Novak’ın açıklamasıydı. Gunba geçen gün Rusya Maliye bakanı Siluanov ile görüştü ve Abhazya devletinin maaş ödemeleri için Rusya’nın 343 milyon ruble hibe edeceğini açıkladı. Rusya başbakan yardımcısı Novak da yatırım anlaşmasının karşılıklı gözden geçirileceğini söyledi. Buna göre “Abhazya halkının ve iş dünyasının menfaatlerini dengelemek gerek”. Novak anlaşmanın eski halinde kalmayacağını özellikle vurguladı.

Böylece, öyle görünüyor ki, yeni anlaşma Rusya’dan büyük şirketlerin yatırımlarında denetim ve ortaklık şartı getirecek. Bu, turizmin devlet denetimi altında, kontrollü ve özel şirketlerin yırtıcılığını engelleyecek şekilde geliştirilmesini sağlayabilir. Anketlere bakılırsa küçük bir ihtimalle ilk turda, büyük bir ihtimalle ikinci turda Gunma seçimleri kazanacak; eğer başlıca vaatlerini (kripto işine tamamen son verilmesi ve aşiret sisteminin tedricen geriletilmesi) yerine getirirse ülke gerçekten de istikrar kazanabilir.

Abhazya’da seçimler ne getirecek? – 1

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Elveda Rusya, Elveda Lenin: ‘Enerji bağımsızlığı’ Baltık ülkelerine ne getirdi?

Yayınlanma

Yazar

Estonya, Letonya ve Litvanya’nın elektrik sistemi, Sovyetler Birliği döneminde 1950’lerde kurulan BRELL (Belarus, Rusya, Estonya, Letonya, Litvanya) elektrik şebekesine bağlıydı. Bu sistem, başlangıçta 16 iletim hattından oluşuyordu ve Baltık ülkelerini Rusya ile doğrudan kara bağlantıları, Belarus üzerinden hatlar ve Baltık Denizi’ndeki su altı kablolarıyla birleştiriyordu .

Sovyetler’in dağılmasından sonra bile, 1990’larda bağımsızlıklarını kazanan bu ülkeler, enerji altyapılarını kontrol edemiyor ve frekans stabilizasyonu için Moskova’ya bağımlı kalıyordu. Özellikle IPS/UPS adı verilen ve Rusya tarafından yönetilen şebeke, Baltık ülkelerini Kaliningrad gibi Rus eksklavlarına da bağlıyordu. Bu bağlantılar, uzunca bir süredir Avrupa siyaseti tarafından ‘Rusya’ya bağımlılık’ olarak nitelendiriliyordu.

Elektrik de dahil olmak üzere, Rusya’ya yönelik her türlü ‘bağımlılık’, Rusya-Ukrayna savaşıyla başlayan süreçte birer birer sonlandırıldı. Bu konudaki son adım ise, Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta düzenlenen törenle atıldı.

Bu ülkeler, Sovyet döneminden kalma elektrik bağlantılarını tamamen keserek 9 Şubat 2025 itibarıyla Avrupa kıtasının elektrik şebekesine resmen entegre oldu. 

Bu ülkelerin AB iç pazarına katılımını sağlayan bu adım, 1,23 milyar euro’luk AB hibesiyle finanse edildi ve yatırımın yüzde 75’i AB fonlarından karşılandı. Ukrayna ve Moldova da 2022 yılında elektrik sistemlerini AB şebekesine entegre ederek benzer bir adım atmıştı.

İlk aşamada kendi başlarına Polonya frekansını sürdüren ülkeler, frekans eşleşmesi sağlandıktan sonra Polonya ile ortak bir enerji sisteminde birleşti. Yani bu, Baltık ülkelerinin önce Polonya ile aynı elektrik frekansını bağımsız olarak kontrol edebildiğini, ardından iki tarafın frekanslarının tam uyum sağlamasıyla ortak bir enerji sistemine geçiş yaptığı anlamına geliyor.

Nihayetinde gerilim düzenleme ve senkronizasyon testlerini başarıyla tamamlayan Baltık ülkeleri, ilan ettikleri ‘zaferi’ Litvanya’nın başkenti Vilnius’taki devlet başkanları ve Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in katıldığı törenle kutladı. 

Letonya Cumhurbaşkanı Edgars Rinkēvičs, süreci “Bunu başardık” ifadeleriyle aktardı. Litvanya lideri Gitanas Nausėda ise, geçişi “Elveda Rusya, elveda Lenin” sözleriyle kutladı. Estonya ve Polonya liderleri ise savunma harcamaları ve enerji altyapısının jeopolitik önemine vurgu yaptı.

Ancak kutlamalar, elektrik faturalarındaki ani artışla gölgelendi. Letonyalı gazeteci Arnis Kluinis, Neatkarīgā Rīta Avīze (NRA) için kaleme aldığı yazıda, bir hanenin elektrik faturasının 17.68 euro’dan 22.06 avroya yükseldiğini aktardı. Bu, ilk günden yüzde 24.8’lik bir artış yaşandığı anlamına geliyor. 

Yetkililer ise, ‘senkronizasyonun etkisi yüzde 5’i geçmeyecek’ diyordu. Ancak gerçek artış, tahminlerin 5 katına yükseldi. Estonya İklim Bakanı Yoko Alender, Baltık ülkelerinin Rusya’dan koparak AB şebekesine bağlanmasının ortalama bir tüketiciye aylık 1 euro ek maliyet getireceğini iddia ederek, “Bu, bağımsızlık ve güvenlik için ödenmeye değer bir bedel” demişti. 

Baltık ülkeleri, Avrupa’nın en yüksek elektrik fiyatlarıyla mücadele ediyor. 10 Şubat itibarıyla bölgedeki ortalama fiyat 146,83 EUR/MWh seviyesinde. Örneğin İskandinavya yarımadasındaki 8,83 EUR/MWh gibi düşük ortalamalar, ortaya çıkan uçurumu gözler önüne seriyor. Ignalina Nükleer Santrali’nin kapatılması ve Finlandiya-Estonya denizaltı kablosu projesinin başarısızlığı gibi faktörler ise, enerji maliyetlerini kronik hale getirdi.

Baltık ülkelerinin ‘enerji bağımsızlığı’, jeopolitik bir zafer olarak selamlansa da, bu zafer ekonomik bedeli artıran bir yüke dönüşebilir, ilk günün tablosu, gidişatın bu yönde olduğunu gösteriyor.

Avrupa’nın bu sınavdaki başarısı, ‘güvenlik’ anlatısının zorunlu kıldığı önlemlerle halkların ekonomik istikrar arayışını dengeleyebilme becerisine bağlı. Şimdilik, Rusya’dan kopuşun ideolojik değeri ile Avrupalıların kabaran faturaları arasında doğrudan bir etkileşim olduğu net bir şekilde ortaya çıkmış durumda. 

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump Gazze’de ısrarcı ama işi pek kolay değil

Yayınlanma

Yazar

Trump’ın Gazze’de yerleşik Filistinlileri söküp atma fikrine hemen herkes karşı çıktı/çıkıyor. Gazze halkının zorla sürülüp atılması yani etnik temizlik anlamına gelen bu saçma teklifin doğrudan muhatabı olan Mısır ve Ürdün kabul etmeyeceklerini defalarca açıkladılar. Bölgedeki diğer Arap devletleri Mısır ve Ürdün ile bir araya gelerek bu projeyi/düşünceyi reddettiler; ancak Trump bu konuda ısrarcı görünüyor.

Geçen hafta Vaşington’da misafir ettiği ilk yabancı devlet/hükümet başkanı olan Netanyahu ile görüşmesinde konu defalarca gündeme geldi ve Trump ısrarını sürdürdü. Ağzı kulaklarına değen Netanyahu tam tamına körün istediği bir göz Trump verdi iki göz dercesine Trump’ı fazlaca bir şey söylemeden dinledi; çünkü böyle bir teklif/proje İsrail’in kurulmasından bu yana bir Amerikan başkanından duyabilecekleri en güzel şeydi muhtemelen…

TRUMP VAZGEÇER Mİ?

Amerika ile onlarca yıldır gayet iyi ilişkiler içerisinde yaşayan Arap devletleri – Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Kuveyt, Katar – Trump’ın bu konuşmaları karşısında şok olmuş bir görüntü sergilerken aynı zamanda açık kapı bırakmamak için ha bire kabul etmeyeceklerini söyleyip duruyorlar. Gelen eleştiriler karşısında Amerikan Dışişleri Bakanlığı ve Beyaz Saray sözcüleri başkanlarının öyle demek istemediğini, Amerikan askerlerini Gazze’ye sokmak gibi bir niyetinin olmadığı açıklamaya kalkışınca Trump ‘beni düzeltmesinler’ dercesine aynı çizgisini sürdüren açıklamalarına devam etti. Bunun üzerine Beyaz Saray sözcüsü ‘Başkanımızın müzakere kabiliyetini hafife almayın’ anlamında yeni sözlerle medya mensuplarına cevaplar yetiştirmeye çalıştı.

Özetle söylemek gerekirse proje/teklif hatta belki de Amerikan politikası şu: Gazze’de İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük soykırıma tabi tutulmuş olan Filistinliler bölgeden boşaltılarak Mısır ve Ürdün’e yerleşecekler veya daha doğru bir ifade ile yerleştirilecekler. Ve Gazze Türkiye’de özellikle rant piyasasında sıklıkla kullanılan bir ifadeyle imara açılacak; Akdeniz’in en güzel kıyılarından birisini oluşturan bu bölgeye lüks rezidanslar, turistik tesisler vs. yapılacak ve bir manada Gazze 1960’lardaki Beyrut gibi olacak. Hatta sadece turizm değil aynı zamanda finans merkezi haline de dönüştürülebilir.

Beyrut 1975 yılında patlak veren iç savaşa kadar kültürel ve turistik manada Orta Doğu’daki Paris ve özellikle finans merkezi özelliğiyle de Londra gibiydi. Fakat 1975 yılında başlayan ve on beş yıl boyunca ülkeyi mahveden iç savaş ve İsrail’in sık sık yaptığı saldırılar ve işgallerle birleşince ülke bir daha o eski özelliklerini bir araya getiremeyecek derecede büyük bir çöküşe sürüklendi. Kıbrıs Rumlarının Beyrut’un yerini tutması için 1970’lerde yaptıkları Varoşa bölgesi ise Barış Harekâtı (1974) sonrasında Rumların gerçekçi bir federasyon çözümünü reddetmeleri yüzünden âtıl kaldı. Öyle anlaşılıyor ki, büyük çaplı emlak projelerinin adama olan Trump şimdilerde Gazze’ye öyle bir mantıkla yaklaşıyor. Damadı Jareed Kushner de kendisi gibi büyük çaplı emlak işiyle uğraşan birisi ve onun da Abraham anlaşmalarının kotarılması sürecinin mimarı olduğunu biliyoruz.

Fakat buradaki mesele emlak piyasasındaki ‘parası neyse verelim, alalım’ mantığıyla çözümlenemeyecek kadar çetrefil. En başta ortada iki milyonu aşkın bir nüfus var. Çoluk-çocuk, kadın-erkek, genç-yaşlı denilmeden İsrail’in bombaladığı ve konuyu yakından takip eden bütün uzmanların açıkça soykırım olarak nitelendirdiği suç var ve bunun davası bir yandan Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (UCM) devam ediyor. Toprakları/vatanı için mücadele eden ve yaşadıkları soykırıma rağmen hiçbir yere gitmeyeceklerini, etnik temizliğe sonuna kadar direneceklerini söyleyen bilenmiş bir halk oradan nasıl sökülüp atılacak? Bunun için gerekirse Amerikan birliklerinin kullanılabileceğini ima eden Trump’ın bu sözünden hemen geri adım attığını not edelim.

Bu arada 7 Ekim 2023 Hamas saldırısının hemen sonrasında İsrail operasyonları başlarken bölgede 2.2 ila 2,3 milyon insan yaşadığı söylenirken şimdilerde toplam nüfusu önemsiz derecede az göstermek istercesine 1.7 veya 1,8 milyon kişiden söz ediliyor. Bu rakamlar da az olmamakla birlikte 2024 yılı ortalarında ünlü Tıp Dergisi Lancet’te yayımlanan incelemenin sonuçlarını ortaya koyan bir makalede Gazze’de ‘en azından’ 186.000 kişinin öldürülmüş/hayatını kaybetmiş’ olması ihtimalinden bahsediliyordu (https://x.com/hasanunal1920/status/1810247483836014928). O zaman çok dikkatimi çeken ve sosyal medya hesabımdan yayımladığım bu makalede sözü edilen ihtimaller acaba doğru mu? Başka bir ifadeyle Gazze’de ölenlerin/kaybolanların sayısı çok mu yüksek?

Şimdilik bunu bir ihtimal veya konuyu önemsizleştirme amaçlı ifade olarak kabul edip esas analize dönecek olursak, Gazze’nin boşaltılabilmesi korkunç bir savaş ve soykırımsal bir etnik temizlik ile mümkün olabilir. Buna İsrail veya Amerika’nın cüret edebilmesi ihtimali azımsanmayacak ölçüde olsa da bölgedeki dengelerin hepsini alt üst etme riskleri dolayısıyla söz konusu devletlerin girişmeleri şimdilik kaydıyla ‘zayıf’ ihtimal olarak düşünülmelidir. Burada Hamas’ın İsrail tarafından hiç de bitirilmemiş olduğunu, ateşkes görüşmelerine doğru İsrail’e saldırılarını artırdığını ve esir takası sırasında da varlığını kanıtladığını ayrıca not etmek lazım.

MISIR VE ÜRDÜN SEÇENEKLERİ

Gazze halkının Mısır’ın Sina yarımadasına ve Ürdün’e yerleştirilmesi ilk bakışta mümkün gibi görünmekle birlikte pek kolay olmayacaktır. Trump’ın, İsrail’in topraklarını haritada kalem ucu olarak göstermesi ve İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeyi Filistin Devleti kurulması şartına bağlayan Suudi Arabistan’a cevap verirken Netanyahu’nun ‘çok meraklılarsa Filistin devletini Suudi Arabistan içinde kursunlar; onların toprakları geniş’ demesi masa başında yapılan hesaplar açısından mümkün. Bu hesaba göre, Gazze halkının yarısı veya biraz fazlası Amerikan veya Körfez ülkelerinin finansmanıyla Sina’ya yapılacak yeni yerleşim merkezlerine kaydırılabilir. Aynısı Ürdün’de için de geçerli. Bu plana göre, bölge önce Amerika himayesinde yeni Beyrut olarak bir süre kalır, Gazze açıklarındaki doğal gaz ve deniz dibindeki diğer varlıklarla birlikte bir süre sonra İsrail’e devredilir ve olur biter…

GERÇEKLER FARKLI

Fakat alandaki gerçekler bu kadar basit değil. Öncelikle Gazze halkının zorla sürülmesi kolay olmaz. Sonra Mısır ve Ürdün’ün bu insanları bu şekilde kendi topraklarına kabul etmesi Arap dünyası açısından Filistin topraklarında iki devletli bir çözüm şartından vazgeçilmesi anlamına gelir ki, böyle bir durum Arap halklarının ortak gururunun ayaklar altına alınması anlamına gelir. Ve Batı ile çok yakın ilişkiler içerisindeki Ürdün ve Mısır yönetimleri dahi böyle bir projeye razı olamazlar. Harita üzerinde ve sayısal olarak bakıldığında kolay gibi görünen bu iş söz konusu ülkelerin toplumsal/siyasal yapılarını zora sokar ve mevcut yönetimlerin altını oyar.

Nüfusunun belki de yarısı Filistinli olan Ürdün özellikle sıkıntı yaşar. Ürdün’e yerleştirilecek görece radikal bir milyon Filistinli on iki milyonluk nüfus yapısı üzerinde epeyce etkili olur ve hatta Filistinlilerin 1970 yılının Eylül ayında yaptıkları gibi bir kere daha yönetimi ele geçirmek isteğiyle harekete geçmelerine sebep olabilir. Tarihte ‘Kara Eylül’ olarak bilinen o olaylarda Arafat liderliğindeki El Fetih örgütü yönetimi ele geçirmek amacıyla harekete geçince Ürdün Silahlı Kuvvetlerinin tepkisi sert olmuş ve binlerce Filistinli hayatını kaybetmişti.

Onlarca yıldır Batı dünyası ile oldukça yakın ilişkiler içerisinde bulunan Ürdün’ün istikrarsızlaştırılması ihtimalini göz ardı etmemek gerekir. Ayrıca Batı Şeria’daki Filistinlilerin geleceği ne olacak? Hamas’ı bahane ederek Gazze’deki Filistinlileri önce soykırıma tabi tutup sonra da topluca etnik temizlik yapan zihniyet bile Batı Şeria konusunda zorlanacaktır. Orayı da Ürdün’e bırakma niyetinde olabilirler mi? Eğer öyleyse Ürdün’ü mevcut Haşimi ailesinin yönetimi altında tutmak kolay olacak mı? Filistin devletine dönüşen bir Ürdün mücadeleden tümden vaz geçer mi? Bütün bu insanlık felaketi karşısında Avrupalılar ne diyebilirler? Hala demokrasi, insan hakları, özgürlükler teraneleriyle durumu idare etmeleri mümkün olabilecek mi? Yoksa Amerika ile zaten bozuşmakta olan Avrupalılar bütün bu konularda ‘muhalif’ bir çizgiye mi kayarlar ve bunun olaylar üzerindeki etkileri nasıl olur? Ve en önemlisi içinde Filistinli olmayan bir Filistin oluşturulurken Arap devletleri istiflerini bozmadan durumu seyretmeye devam edebilirler mi?

Soruları artırmak mümkün ama gereksiz. Trump Ukrayna savaşını bitirme konusunda spekülatif laflar etse de silah ve mühimmat sevkiyatını durdurmak suretiyle savaşı bitirme konusunda önemli adımlar atmış görünüyor. Ve yaptığı gayet rasyonel. Grönland ve Kanada’yı isterken ve Panama’dan alırken de gayet rasyonel; ama İsrail lobisinin bitmeyen hırsları dolayısıyla Orta Doğu’da atmak istediği adımlar bataklıkla yürümek gibi. Ayrıca Trump’ın genel politikalarıyla ve Amerika’nın ulusal çıkarlarıyla da uyumlu değil; fakat başka bir yol belirlemesi de imkansız gibi… Eğer ısrarcı olursa, o bataklık kendisini de yavaş yavaş hatta belki de hızlı bir şekilde içine çekebilir. Bakalım…

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English