Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Dünyada tarım savaşları

Yayınlanma

Nazlı Sarp, Ekonomist

Son yıllarda artan jeopolitik gerilimin sıcak savaşlarla dünyayı çok kutuplu bir kaosa sürüklediği tartışmaları yapılırken; bu kaostan geniş halk kitlelerinin yanı sıra emekçi kesimin de payını almış olduğu bir gerçektir.

Zira ekonomi doğası gereği politik olduğundan aralarındaki ilişki homojen olmayıp ve fakat geçişkendir. Bu nedenle yukarıda değindiğim kaosun sadece jeopolitikte değil ekonomide de yüksek enflasyon ve durgunluk riskleriyle yaşam maliyetini arttıran ve adil bölüşümü bozan ciddi etkileri var…

Son yıllarda İngiltere ve Avrupa’da hatta geçtiğimiz yıl ABD’de bile kitlesel çapta sayılacak grevler gördük fakat hiç biri şu son haftalarda görülen çiftçi grevleri kadar yaygın ve ses getiren türden olmadı diyebilirim. Fransa, Almanya, İtalya, Polonya, Belçika ve Romanya gibi ülkelerdeki çiftçi protestolarının farkı belki de AB’nin iklim politikalarıyla tarım politikalarını bu defa fena halde yüzleştireceğe benzer…

Avrupa’da çiftçiler neden greve gidiyor?

Başta AB manşet enflasyonunun da düşüşüne büyük katkı sağlayan akaryakıt sübvansiyonlarının kaldırılması ve ekstra su tüketimi için tahsil edilen ücretlerden kaynaklanmış gibi gözükse de aslında bu grevlerin AB yeşil dönüşümü çerçevesinde konulan kurallara ve Avrupa’nın tarım ticaretinde önemli bir dönüşümü ortaya koyan AB-Mercosur Anlaşması’na hatta Rusya Ukrayna savaşı sonrası ABD tarafından Avrupa’ya dikte edilen ucuz Ukrayna tahılına kadar pek çok nedeni var.

Aslında çatlak sesler geçtiğimiz yıl Hollanda’daki çiftçilerin toplam azot emisyonunun yarısından sorumlu tutulmasıyla başlamıştı ancak yaklaşan seçimler nedeniyle eylemler bastırılmıştı. Avrupa’daki çiftçi grevlerinin çoğunun altında yatan neden yeşil dönüşümün getirdiği düzenlemeler gibi gözükse de bölgede tarıma yönelik yeşil dönüşümün büyük oranda sağlandığı da görülüyor. Dolayısıyla temelde yatan asıl sorun mevcut sübvansiyonlardan yoksun bırakılma korkusu bağlamında şekilleniyor.

Protestoların yarattığı karmaşa Avrupa basınına da yansımış gibi; birkaç örnek vermem gerekirse:

Avusturya’dan günlük Die Presse gazetesi, çiftçi protestolarının bütün Avrupa Ekonomik Alanı’na zararlar verdiği eleştirisinde bulunuyor. “Emmanuel Macron Salı günü, Avrupa Komisyonu’nun dört MERCOSUR ülkesi Arjantin, Brezilya, Paraguay ve Uruguay ile yürüttüğü serbest ticaret anlaşması müzakerelerinin iptal edildiğini duyurdu.”

Le Temps’in Paris muhabiri Paul Ackermann, Fransa’daki protestoların çabucak sona ermesini beklememek gerektiği yorumunda bulunuyor: Protestoları sarı yeleklilere benzer bir oluşum olarak görüyor ve çiftçilerin farklı ölçekte olduğunu da bu savına gerekçe gösteriyor.

Belçika gazetesi De Standaard, “Marjlar düşük, risk büyük “başlığıyla harekete açık destek veriyor.

Ancak makalenin de ana temasını oluşturan asıl kritik İtalyan La Stampa Gazetesi’nden geliyor. “Hava koşullarıyla yıpranıp sübvansiyonlarla şımartıldılar” başlıklı yazıda iklim koşullarına karşı belirsizlik riski alan tarım kesiminin koşulları zor da olsa; diğer taraftan cömert tarım politikasının karşılıksız devam ettirilmemesi gerektiği yönünde sert bir eleştiri var… Sanki bir yeşiller sloganı gibi ancak hayli opportunist!

Öyleyse nedir bu sübvansiyon hikayesi?

Fransızca’dan dilimize giren sübvansiyon, dilimizde destekleme anlamına gelip, zamanla ekonomik bir terim haline gelmiştir. Devletin kişi ya da kurumlara bir mal, para veya hizmet biçiminde sağladığı karşılıksız yardımları ifade eder. Serbest piyasada devletin ekonomi politikasının şekillenmesi konusundaki sübvansiyon kullanımı aslında tam da Atatürk’ün Devletçilik ilkesine uymaktadır.

Tarımda sübvansiyonlar geçmişte olduğu gibi günümüzde de tarım reformu ve politikasının başat aracı olmaya devam etmektedir. Ancak günümüzde hemen her ülke mevcut küresel düzenin bir parçası olduğundan tarımsal destekler (sübvansiyonlar) da gıda rejimi kavramının bir bileşenidir. Gıda rejimi, ilk kez sistematik olarak, 1989 yılında McMichael ve Friedman tarafından ifade edilir:  Teoriye göre  dönemsel olarak hegemon olan gücün, bölgesel ya da küresel anlamda tarımsal üretim ve ticareti kontrol etmesidir.

Günümüze kadar gelen gıda rejimleri üç dönem halinde incelenir:

Birinci gıda rejimi: (1870-1914)  Emperyal gıda rejimi olarak da adlandırılan süreçte hegemon güç İngiltere olup, temel tarım ürünleri ve canlı hayvan üretimi sömürge devletlere yaptırılmıştır.

İkinci gıda rejimi: (1945-1970) Endüstrileşmenin hız kazandığı bu dönemde bu defa gıda akışı endüstriyel tarım ve gıda bağlamında ABD’den sömürge sonrası devletlere doğru şekillenecek; Artık birlikte hareket eden Avrupa ve ABD’yi tarımda kendine yeterli kılarken, Japonya ve üçüncü dünya ülkelerini ithalatçı ülkelere dönüştürecektir.

Günümüzün en önemli konularından biri olan gıda güvenliği sorununun temelleri aslında tam da bu dönemde mekanik ve kimyasal girdi ile üretilen genetiği değiştirilmiş ürünlerle atılmıştır.

Bu dönemde dış ticaret bazlı gıda sübvansiyonları ABD’nin meşhur Marshall yardımları kapsamında elindeki ürün fazlasının iç piyasada fiyatı düşürmesini engellemek amacıyla bazı ülkelere göndermek biçiminde yapılmış.  Bu yardımların bir kısmı aynı zamanda komünizmle mücadele kısmında da kendisine stratejik ülkelerde taraftar toplamasını sağlamıştır.

Ülkemiz tarihinde sağlıklı zeytinyağından doymamış yağ oranı yüksek  margarin, mısırözü ya da ayçiçek gibi sağlıksız yağlara geçişin tarihi de ne tesadüftür ki bu zaman dilimine rastlar.

Soğuk savaşın bitmesi ve küreselleşmenin başlamasıyla dönüşen dünya eko-politiği, tarımda ülkeler arasında ciddi ayrışma yaratmıştır.

1995’de yürürlüğe giren DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) Tarım Anlaşması üçüncü gıda rejimi için bir milat niteliğindedir. Anlaşmaya göre daha adil bir ticaret rekabeti gerekçesiyle yerli üreticilere verilen tarımsal destek ve sübvansiyonların azaltılması gerekmektedir. Anlaşma hükümleri pazara giriş (tarifelerin kolaylaşması), iç destek (yerli üretimi arttıracak destek ve sübvansiyon) ve ihracat sübvansiyonlarının azaltılması olarak üç kategoride yer almaktadır.

Bu süreçten itibaren gelişmiş ülkelerdeki büyük şirketler gübre ve kimyasallar başta olmak üzere çeşitli tarım ürünlerinin üretimlerinde oligopol haline gelmişlerdir.

AB, tarım politikası çerçevesinde, tarım yatırım ve sübvansiyonlarına öncelik vererek teknolojisini arttırmış ve verimliliği yükseltmiştir. Ayrıca ihraç ürünlerine düşük fiyat uygulayarak, sübvansiyon uygulayamayan gelişmekte olan ülkelere karşı hem sektörel bazda hem de ticari olarak avantaj sağlamıştır.

Sonuç olarak neoliberalizmin sembolü olan Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel aktörler, tarımda serbest piyasa mekanizmasının işlevselliğini ön plan çıkarmış olsalar da bitkisel üretimde önemli bir yeri olan dünya tohum pazarının %76’sı, bitki koruma ilaçları pazarının %95’i, kimyevi gübre pazarının da %41’i az sayıda firma tarafından kontrol edilmektedir (Özalp, B.   Bir serbest dönüşüm hikayesi: Türkiye tarımı. Madde, Diyalektik ve Toplum)

Özetle yukarıda sözünü ettiğim La Stampa Gazetesi’ndeki “Hava koşullarıyla yıpranıp sübvansiyonlarla şımartıldılar” başlığı Avrupa için geçerli bir eleştiri olsa da dünyanın “gelişmiş” olarak tabir edilen ülkeler dışında kalan kesimi için yeni bir merkantilizmden söz edilebilir.

Ülkemizdeki duruma bakılacak olursa;

Küresel iklim krizi, pandemi, Rusya Ukrayna savaşı gibi durumlar tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de gıda arz güvenliğini ön plana çıkartmaktadır.  Yukarıda aşamalı olarak aktarmaya çalıştığım dönemlere paralel olarak, Türkiye’de tarım politikalarında farklılaşmaya gitmiş, 1980’li yıllardan itibaren tarıma devlet desteği azalarak, KİT’lerin de özelleştirilmesi sağlanmıştır.

2000 yılından itibaren Dünya Bankası’nın tarımsal destekleme politikalarında bir dönüşümle tüm tarımsal fiyat desteklemelerini ve girdi sübvansiyonlarını kaldırılarak Doğrudan Gelir Desteği sistemine geçilir. Özelleştirmeler devam eder…

2009’da DGD uygulamasına son verilmiş, alan ve ürün bazlı destekleme sistemine geçilmiştir. Burada AB’nin IPARD (Instrument for Pre – Accession Assistance Rural Development)  aracılığıyla tarım sektörünü ve kırsal alanları sürdürülebilir hale getirmek ve Türkiye’yi Ortak Tarım Politikası ile uyumlu hale getirmek için IPARD kapsamında tarıma finansal destekler sağlamaktadır (T.C. Tarım ve Orman Bakanlığı, 2022).

Türkiye’de tarım reformunun hiçbir zaman yapılamadığı ve yıllar itibariyle uygulanan politikaların çiftçiyi yeteri kadar tatmin etmemesiyle kırsaldan kente göçlerin yaşandığı, tarım alanlarının azalarak otel, konut gibi yerleşim alanlarına terk edildiği ve nihayetinde tarım ihracatından ithalata yönelen bir ülke olduğumuz konusu bildim bileli hep vardır…

Tarım ve Orman Bakanlığı Ocak 2024’te tam da bu sorulara yanıt niteliğinde bir kılavuz yayınlamış sitesinde. Dileyen bu linkten ulaşabilir:

https://www.tarimorman.gov.tr/Belgeler/IddialarveGercekler.pdf

Güncel Karne (Tarım Dünyası-Ali Ekber Yıldırım)

Gayri Safi Milli Hasıla  58,6 milyar dolar
Tarımsal destek bütçesi(2024)  91,5 milyar lira
Tarımsal krediler (Kasım 2023)  535 milyar lira
İhracat(2023 11 aylık)  27,1 milyar dolar
İthalat(2023 11 aylık)  22,7 milyar dolar
Gayri Safi Milli Hasılada tarımın payı  % 5,8
Tarımda istihdam edilenlerin sayısı  4,6 milyon
Büyükbaş hayvan varlığı(2022)  16 milyon 687 bin baş
Küçükbaş hayvan varlığı(2022)  53 milyon 274 bin baş

 

Velhasılı kelam bu tartışmaları sahiplerine bırakıp, bir dizi can alıcı noktayı vurgulamak istersem;

  • Tarımın ülkemizdeki en belirgin sorunu ithal girdi maliyetleridir. Bu nedenledir ki son aylarda FAO küresel gıda endeksinde düşüş yaşanmasına karşılık, ülkemizde gıda fiyatları enflasyonun birincil nedeni olarak, artışını sürdürmektedir. Ayrıca gıda tedariğinin geçmişte yanlış planlanmış olması; çiftçiden satıcıya gelene kadar ürünün fiyatını arttıran bir başka sorunsaldır.
  • Yine gıda fiyatlarını ve ucuz gıdaya erişimi kısıtlayan bir diğer faktör halihazırda uygulanan dış ticaret rejimidir. Gümrük Birliği’nin halen güncellenmemiş olması, diğer taraftansa AB’nin üçüncü taraflarla STA’lar imzalıyor oluşunun ki Mercosur Ticaret Anlaşması buna en güncel örneği teşkil edebilir, tarım ürünleri ihracatı ve dahi tarım sektörünün gelişiminde önemli bir handikaptır.
  • Yeni Tarım ve Ormancılık Yönetimi’yle tarım sayımı yapılmasına karar verilmiş, canlı sığır ithalatı devlet tarafından kontrol altına alınmıştır ki bunlar olumlu gelişmelerdir. Ancak diğer taraftan tarımda çalışan nüfusun giderek yaşlandığı görülmektedir. Bu nedenle özellikle tarım ve hayvancılığa yönelik olarak verilen sübvansiyonların şehirde hayatından sıkılmış insanlar yerine kırsal kesimdeki genç işsizlere yönlendirilmesi ve bu bağlamda kırsalda bir cazibe merkezi yaratılmasının önü açılmalıdır.
  • Küresel ısınma ve su sorununa yönelik ARGE çalışmalarının bir an evvel hızlanmasını gerektiği aşikarken; sonraki kaos teorisinin gıda güvenliği bile değil doğal gıdaya erişim olacağı, çokça yazılıp, çizilmektedir!

 

GÖRÜŞ

Hindistan ve istihbarat üzerine -1

Yayınlanma

CIA ve KGB’nin Hindistan’ı etkileme mücadelesi, 1985 casus skandalı

Onlarca yıldır Hindistan yabancı casusların ana hedefiydi. Hindistan dünyanın en büyük demokrasisiydi ve gelişmekte olan ülkeler arasında etkili bir güçtü. Amerika ve Rusya Hindistan’ı kontrol etmek için gizli bir savaşa girmişti. Ajanları Hint partilerini finanse etti, medyayı manipüle etti ve sırları çaldı. Hem Amerika’nın Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA hem de Sovyetler Birliği’nin KGB’si, Hindistan siyasetini kendi lehlerine etkilemek için mücadele etti.

Hindistan’a ilk ulaşanlar Amerikalılardı. 1947’den sonra bağımsız Hindistan’ın istihbarat teşkilatlarını kurma konusunda yardıma ihtiyacı vardı ve destek için Amerika’ya başvurdu. 1949 yılında İstihbarat Bürosu Direktörü TG Sanjevi, Amerika’da CIA, FBI ve Dışişleri Bakanlığı ile görüştü. CIA ile görüşmeler iyi geçti ve iki kurum istihbarat işbirliği kurdu. 1950’li yıllarda CIA’in Hindistan’daki varlığı güçlendi; Çin’e karşı Tibet direnişini desteklemek için Hindistan hava sahasını kullandı. Ayrıca Hindistan çapında istasyonlar genişletti ve kurdu.

CIA Hindistan’ın iç siyasetine de müdahale etmeye başladı; Kongre Partisi’ne para verdi ve 1959’da Kerala’daki komünist hükümetin devrilmesine yardım etti. Ayrıca, Hintlere Amerikan yanlısı bir söylem yaymak için Asya Vakfı gibi kuruluşlara da fon sağladı. Sovyet Rusya ile Soğuk Savaş kızışırken Amerika, Hindistan ile daha yakın bir ilişki kurmaya istekliydi. 1962 Hindistan-Çin savaşından sonra CIA, Çin sınırını güvence altına almak için Hindistan ile birlikte çalıştı. Nehru’nun bağlantısızlığına karşın CIA, 1960’larda Hindistan hükümetine derinden müdahil oldu; bu durum Hindistan’da CIA’e karşı kuşku yarattı. Nehru’nun özel sekreteri Mac Mathai’nin dahi Amerikan istihbaratı için çalıştığından kuşkulanılıyordu; Hint tarihçi Sarvepalli Gopal, “CIA’in, Nehru’nun Sekreterliği’nden geçen her belgeye erişimi vardı” diye yazmıştı.

Ama Sovyet Rusya da geri kalmıyordu; 1960’larda Sovyetler, gelişmekte olan ülkeler arasında Amerika’ya meydan okumak istiyordu…

Ve böylece Hindistan onlar için bir savaş alanı haline geldi…

1960’ların sonlarında Sovyetler ve onun KGB istihbarat teşkilatı Hindistan hükümeti içinde de derin ağlar kurmuştu; Kongre Partisi’ne ve iki Komünist Partiye siyasi fon sağladı. Başbakan Indira Gandhi’nin siyasi bağış toplama etkinliği Lalit Narayan Mishra, KGB ile yakın işbirliği içinde çalıştı; üst düzey Kongre liderleri (bir bakan dahil) 1967 seçimlerinde KGB’den para aldı.

KGB ajanı Oleg Kalugin şöyle diyordu: “Görünüşte tüm ülke satılıktı ve KGB ile CIA Hindistan hükümetine derinlemesine nüfuz etmişti. Bir süre sonra her iki taraf da düşmanlarının ertesi gün bu konuda her şeyi öğreneceğini fark ederek hassas bilgileri Hintlere emanet etmedi.”

CIA ve KGB Hindistan siyasetini etkilemek için yoğun bir mücadele verdi… Ancak 1965 Hindistan-Pakistan savaşından sonra Hindistan-ABD ilişkileri kötüleşirken Hindistan’da CIA, Hindistan’ın siyasetine müdahale ettiği gerekçesiyle saldırıya uğradı. CIA ve Amerika’nın itibarı zedelenirken Sovyet Rusya daha fazla güç kazandı. 1967’de CIA’in Hindistan’da Amerikan yanlısı bir söylemi yaymak için bir takım örgütlere gizlice fon sağladığına dair haberler çıktı. CIA’e yönelik kuşku o kadar arttı ki 1967’de Hindistan hükümeti CIA’in Hindistan siyasetine müdahalesine ilişkin bir soruşturma emri vermek zorunda kaldı.

Bu arada KGB, 1967 seçimlerinde bazı Kongre ve Sol politikacıları finanse ederek gücünü artırdı. Aynı zamanda seçim sırasında CIA’i eleştiren hikayeleri yaymak için gazetecileri yetiştirdi ve gazete ve dergilere fon sağladı. Indira Gandhi’nin yurtiçinde solcu siyaseti ve yurtdışında Sovyetler’e yakınlığı, 1970’ler boyunca KGB’nin üstünlüğe sahip olduğu anlamına geliyordu.

KGB’nin Hindistan’daki varlığı çok geçmeden dünyanın neredeyse her yerinden çok daha yoğun bir hal aldı…

1971 ve 1977 seçimlerinde Kongre’yi destekledi; Rus istihbaratı Hindistan’daki komünist partileri Indira Gandhi hükümetini desteklemeye itti. Ayrıca Hindistan medyasını Amerika hakkında olumsuz hikayeler yayınlamak için kullandı; CIA’i 1967 seçimlerine hile karıştırmak ve Indira Gandhi’ye suikast düzenlemekle suçlayan sahte haberler üretti. Bu kampanya son derece başarılı oldu ve Başbakan Gandhi, ulusal krizlerden CIA’i veya “yabancı unsurları” sorumlu tuttu. 1972’de Hintler enflasyon ve işsizliği protesto ediyorlardı ve Gandhi, CIA’i sorumluluk almak yerine ülkeyi istikrarsızlaştırmaya çalışmakla suçladı.

Gandhi’nin CIA’e yönelik açık saldırıları Hindistan-ABD ilişkileri açısından büyük bir sorun haline geldi; Washington Hindistan’a ekonomik yardımı kesti, ülkedeki diplomat sayısını azalttı ve Yeni Delhi’ye daha az öncelik verdi; CIA operasyonlarının neden olduğu güvensizlik, Hindistan-ABD ilişkilerini onlarca yıl zehirledi. Bu arada Sovyet Rusya, 1970’ler ve 1980’ler boyunca istihbarat oyununa hakim olmaya devam etti.

1985 yılında Başbakanlık Ofisi ve Savunma Bakanlığı yetkililerinin Sovyet Rusya’ya sır sattıkları ortaya çıktı…

Ancak Hindistan aynı zamanda Sovyetler’e sert davranmamaya da karar verdi…

1980’lerin sonunda Amerika ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş sona erdi; Hindistan’ın siyasetini ve Soğuk Savaş’taki konumunu etkilemeye yönelik büyük savaş da sona erdi. Ancak ABD-Sovyet nüfuz savaşı onlarca yıl sonrasında da Hindistan siyasetini şekillendirdi…

***

Son paragrafın bir cümle öncesinde, 1985 yılında Başbakanlık Ofisi ve Savunma Bakanlığı yetkililerinin Sovyet Rusya’ya sır sattıkları ortaya çıktı, demiştik; hadi şimdi biraz da bu konuyu deşelim…

Evet, 1985’teki bu olay Hindistan’ın en büyük casus skandalıydı; Hindistan hükümetinin en üst kademeleri sırları yabancı casuslara satarken yakalandı; Fransa ve Rusya, Hindistan’ın en büyük sırlarına tam erişim elde etti. Hikaye Ocak 1985’te başlıyor; Hindistan İstihbarat Bürosu aylardır hükümet sırlarının Fransa gibi yabancı güçlerin eline geçmesinden kaygılanıyordu; üst düzey yetkililerin hükümet belgelerini yabancı ülkelere sızdırdığından kuşkulanılıyordu. 16 Ocak 1985’te bu kuşkunun doğru olduğu kanıtlandı; İstihbarat Bürosu yetkilileri Başbakanlık Ofisi’nde çalışan Pookat Gopalan ve işadamı Coomar Narain’i tutukladı; Gopalan hassas Başbakanlık Ofisi belgelerini Narain’e verirken yakalandı. İstihbarat Bürosu’nun daha sonra bulduğu şey büyük bir skandala dönüştü; soruşturmalar, Başbakanlık Ofisi ve Savunma Bakanlığı’ndaki üst düzey yetkililerin Narain’e sır sattığını ortaya çıkardı. Narain de bu sırları Fransa, Polonya, Doğu Almanya ve Sovyet Rusya gibi istihbarat servislerine sattı.

Narain’in hikayesi 1970’lerde başladı; Narain bir ticaret şirketi olan SLM Maneklal’da çalışıyordu; şirketinin yararına olacak gizli bilgileri kendisine iletmek için küçük yetkililere para ve içkiyle rüşvet vermeye başladı. Çok geçmeden Narain bir muhbirler ağı kurdu; Narain’in ağı kısa sürede yabancı ülkelere yardım etmeye başladı. Narain, memurlar ve Hint iş adamlarından oluşan bir ağ aracılığıyla komünist ülkelere istihbarat satmaya başladı; bağlantıları, çok gizli hükümet belgelerini Polonya’ya, Doğu Almanya’ya ve hatta Sovyet Rusya’nın korkulan KGB istihbarat servisine aktardı. Belgeler arasında, Hindistan’ın atom enerjisi programı, askeri uydular, hükümet elektronik sistemleri ve olası askeri uçak, savaş gemileri ve silah satın alımları da dahil ülkenin savunma planlamasına ilişkin çok gizli belgelerin yer aldığı söyleniyor. Belgeler ayrıca Hindistan’ın dış istihbarat teşkilatı Araştırma ve Analiz Kanadı (RAW) ve İstihbarat Bürosu’nun Pakistan, Çin ve hassas iç güvenlik sorunlarına ilişkin raporlarını da içeriyordu.

1980’lerin başında Fransa’nın da bu işe dahil olduğu söyleniyor ki Fransa, Hindistan’dan milyarlarca dolarlık savunma sözleşmesi almayı umuyordu ve bu bilgi ona yardımcı oldu…

Bütün bunlar İstihbarat Bürosu’nun dikkatini çekmeye başladı ve araştırıldı ve bu, 16 Ocak 1985’te Narain ve onun Başbakanlık Ofisi’ndeki bağlantısı Gopalan’ın tutuklanmasına yol açtı. Hindistan hükümeti ancak o zaman ne kadar bilginin sızdırıldığını öğrendi.

Gopalan, Başbakan Rajiv Gandhi’nin Baş Sekreteri ve ülkenin en güçlü adamlarından biri olan P.C Alexander’ın kişisel asistanıydı. Alexander skandalın sorumluluğunu üstlenmek için görevinden istifa etti; kısa süre sonra üç Başbakanlık Ofisi yetkilisi daha tutuklandı. Başbakan Rajiv Gandhi, Hint ve küresel basında skandalın boyutuyla ilgili manşetlere yer verilirken Parlamento önünde bir açıklama yaptı. Soruşturmanın tamamlanmasının ardından 18 kişiye suç duyurusunda bulunuldu; birçoğu Başbakanlık Ofisi ve Savunma Bakanlığı’nda kilit pozisyonlardaydı.

Kriz içeride büyük bir skandalken diplomatik krize de dönüştü…

Fransa’nın Delhi’deki askeri ataşe yardımcısı Yarbay Alain Bolley’e ülkeyi terk etmesi söylendi; Hindistan, Fransa’dan Yeni Delhi’deki Büyükelçisini geri çağırmasını dahi talep etti. Hindistan, Polonya ve Doğu Almanya’nın istihbarat başkanlarını sınır dışı etti, eski diplomat Chinmaya Gharekhan’ı geri çağırdı. Ancak olaya KGB’nin (Sovyetler Birliği’nin ana istihbarat teşkilatı) de dahil olması nedeniyle konu hassastı…

Sovyetler Hindistan’ın en önemli diplomatik müttefikiydi…

Bu arada Fransa, Hindistan’ın önemli bir savunma tedarikçisiydi…

Gharekhan, Rajiv Gandhi’nin meseleleri hassas bir şekilde ele almaya karar verdiğini ifade ediyor; Fransa’nın yeni bir büyükelçi atamasına izin verdi ve konuyu çözmek için bir elçi de gönderdi; Fransa Cumhurbaşkanı da kardeşini Hindistan’a gönderdi. Fransa krizi çözdüğü için rahatlarken Hindistan aynı zamanda Sovyetler’in Hindistan’ın dış politikası açısından ne kadar önemli olduğu dikkate alınarak Sovyetler’e çok fazla sert davranmamaya karar verdi.

Acil kriz çözümlenirken konu Hindistan hükümeti açısından utanç verici bir skandala dönüştü…

Sanığın davası 2002 yılına kadar 17 yıl sürdü; Başbakanlık Ofisi ve Savunma Bakanlığı’ndaki çok sayıda yetkili hapse mahkum edildi. Ancak sır satarak yaklaşık 1 milyon dolar kazanan Coomar Narain, 2000 yılında duruşma sona ermeden öldü. Ve bu Hindistan’ın en büyük casus skandalının sonuydu…

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Yunanistan’la yeni sayfa hangi şartlarda açılabilir?

Yayınlanma

Yazar

Yunanistan ile yeni bir sayfa, pozitif gündem derken Başbakan Kiryakos Miçotakis bugün Ankara’ya geliyor. Bu, teknik olarak geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Atina’ya yaptığı ziyaretin karşılığı; ama pek sıradan bir iade-i ziyarete de benzemiyor. Yunan Başbakanı bir Türk (Milliyet, 12 Mayıs) Cumhurbaşkanı Erdoğan da bir Yunan (Kathimerini, 12 mayıs) gazetesine röportaj verdiler. Her iki liderin üslubunda dikkat ve özen hâkim. Belli ki, ‘yeni bir şeyler’ kotarılmaya çalışılıyor.

Yıllardır Türk-Yunan gerginliğini, krizlerini, zaman zaman ortaya çıka(rıl)an yumuşama dönemlerini epeyce yakından takip eden birisi olarak pişmiş aşa su katmaya hiç niyetim yok; ancak, pişen aşın ne olduğunu, kimin için, nasıl ve kimler tarafından pişirildiğini tam bilemediğim için bir takım endişelerimi paylaşmak ve yıllardır üzerinde kafa yorduğum bu sorunların nasıl çözüme kavuşturulabileceğine dair düşüncelerimi/değerlendirmelerimi paylaşmak isterim.

Önce bu yumuşama dönemine neden ve nasıl gelindiğini tahlil etmekle işe başlamak gerekir. Hatırlayacağınız gibi, 2020 yılının ikinci yarısında bir dizi krizin (Rusya ile İdlib krizi, Ocak-Şubat 2020 ve Mısır ile Libya krizi 2020 yazı) ardından bu defa da Yunanistan ile tam bir diplomatik-askeri krizin içinde buluvermiştik kendimizi. Uygulamakta yıllarca ısrar ettiğimiz yanlış ve ideolojik içerikli dış politika sonucu bütün bölgeyi aleyhimize döndürmüş, Mısır ve İsrail gibi Türk-Yunan sorunları konusunda her zaman tarafsız kalarak bizden yana bir tavır sergileyen ülkeleri dahi kendimize düşman etmiş ve Atina’yı bile askerî açıdan bize diş geçirebileceği hayallerine yönlendirmiştik. Neden olmasındı?

YUNANİSTAN EGE’DE ASKERİ OLARAK TÜRKİYE İLE ÇATIŞMA SİYASETİNDEN BUGÜNLERE NASIL VE NEDEN GELDİ?

Türkiye Mısır ile Libya konusunda kapışır – ki, 2020 yazında çok ciddi bir senaryoydu – ve silahlı çatışmalarda İsrail de Mısır’a biraz destek verirse, aynı anda Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile adeta kan davalık görünen Türkiye’ye karşı Yunanistan Ege’de bir oldu-bitti operasyonu neden yapmasındı? Üstelik öyle bir senaryoda Fransa bile Yunanistan’a bir gecede yeterli sayıda Rafale uçağı ‘satabilirdi’. Hatta Ermenistan da Azerbaycan’a karşı Tovuz üzerinden açacağı cepheyi genişletir ve Türkiye’ye gününü göstermek mümkün olabilirdi. Atina 2016 yazında 15 Temmuz darbe girişimi olduğunda böyle bir askerî harekât yapabilecek derecede hazırlıklı olmadığına epeyce hayıflanmıştı. O yıllarda böyle bir yalnızlığın dış politika sanatının ruhuna aykırı olduğundan hareketle ciddi bir gözden geçirmeye ihtiyacımız olduğunu anlatmaya çalıştığımda nev-zuhur dış siyaset uzmanları (!) tarafından epeyce çemkirilme seanslarına tabi tutulduğumu da burada not etmeliyim.

Adeta en kötü dış politikaya en güzel örnek yaratmak yarışmasında finale kalmışçasına ısrar edilen hatalı politikaların sürdürülemez olduğunu sonuçta Ankara da anlamak zorunda kaldı. Türkiye-Rusya hattında yaşanan normalleşmenin hızla ‘yakınlaşmaya’ dönüşmesi Türkiye’nin kırk dört günlük savaşta tam destek verdiği Azerbaycan’ın tarihi zaferini getirirken Ankara hızla Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve hatta İsrail ile ilişkilerini toparladı. Üstelik bunu bir yıl gibi bir süreye sığdırmayı başardı. Bu serinin aksayan ayağı olarak Suriye kalmış olsa da özellikle 2021 yılının ikinci yarısından itibaren yaklaşan Ukrayna savaşına yönelik geliştirdiği fevkalade dengeli ve dikkatli politikası Yunanistan’ın ham hayallerini bir kez daha kursağında bıraktı.

Doğu Akdeniz’de Mısır ve İsrail ile ilişkilerini onaran, Suudi Arabistan ve BAE ile yeni ve temiz sayfalar açan, üstelik Ukrayna savaşında Atina’nın Moskova ile ilişkileri dip yaparken kendisi Rusya ile münasebetlerini her alanda geliştiren bir Türkiye’ye karşı Ege’de macera Mitsotakis ve Yunanistan için kelimenin tam anlamıyla intihar olurdu. Tovuz’a saldıran Ermenistan’ın başına gelenleri Atina’nın iyi incelemiş olduğuna hiç şüphe olamaz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘bir gece ansızın gelebiliriz’ sözü hiç de yabana atılacak gibi değildi. İşte bu noktada 2023 depremi kurtarıcı oldu. Tıpkı 1999 yılında olduğu gibi bu defa da Yunanistan kurtarma ekipleri gönderdi ve gerek Türk gerekse Yunan medyası bu konuyu köpürterek pozitif gündem ve yeni bir sayfa siyasetinin başlangıcı yapıverdi.

YENİ DÖNEMDE YENİ RİSKLER

Yunanistan konusunun iç kamuoyunda fazlaca ciddi bir gündem oluşturmadığı Türkiye’de Atina ile uzlaşmak, sorunları çözmek gibi laflar ortaya atıldığında karar alıcılar her zaman rahat hareket edebilirler; çünkü bu ülkeyle yaşanan sorunlar bizim iç politikamızda prim yapmak amacıyla pek kullanılmaz. Hatta dış politikayı iç politik gündem yapan bu hükümet zamanında bile bu konu fazlaca kullanılmadı. Fakat Yunanistan tarafında durum böyle değildir. Demokrasinin kötüye kullanılması diye adlandırılabilecek şekilde her parti ve her iktidar Türkiye konusunu adeta vıcık vıcık kullandı ve her sorunu içeriği, Yunan tezleri, kırmızı çizgileriyle kamuoyuna mal etti.

Bu yüzden Yunan hükümetleri açısından al-ver esasında bir müzakere süreci neredeyse imkânsız hale geldi. Bu yüzden Yunan hükümetleri hep bu mazerete sarılırlar. İşin kötü tarafı ise bu müzakerelere çoğu zaman aracılık eden Avrupa ve Amerika da ‘siz büyük devletsiniz, kendinizi Yunanistan ile mukayese etmeyin, daha cömert olabilirsiniz’ diyerek bütün siyasileri/kara alıcıları pohpohladılar. Bu defa buna izin vermemek gerekir. Eğer Yunanistan ile bir pozitif gündem oluşturulacaksa – ki, çok kutuplu dünya gerçeğinin Türkiye lehine ve Yunanistan aleyhine olduğunu Atina gayet iyi biliyor – o zaman Yunanistan ile sorunlarımızın Türkiye-AB gündemi içinde ele alınmasına veya sanki gerçekten varmış farz edilen Türkiye’nin AB üyelik perspektifine dayandırılmasına müsaade etmemek lazımdır. Kısacası sorunlar ikili müzakereler yoluyla ele alınmalı ve bugüne kadar Türkiye-AB müktesebatının kirlettiği/zehirlediği çerçevenin dışına taşınmalıdır.

Dendias’ın Ankara şovunda söylediği gibi, Yunanistan açısından mesele basittir: Türkiye-AB müktesebatına Atina’nın gayretleri ve Türkiye’nin üye olmasını istemeyen bilumum AB üyesi ülkelerin suç ortaklığıyla derç edildiği gibi Ankara Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ni Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanımak ve Ege’de Yunan tezleri doğrultusunda tek sorunun en doğudaki Yunan egemenliğindeki adalarla Türkiye ana karası arasındaki kıta sahanlığının nereden geçeceğinin belirlenmesi için konunun Lahey Adalet Divanı veya Hakemlik Mahkemesi’ne gönderilmesini kabul etmek zorundadır. Bunun dışındaki sorunlar, örneğin Yunanistan’ın uluslararası hukuka aykırı bir şekilde 12 mil hava sahası iddiası, gayri askeri statüdeki adaları silahlandırması, Ege’de statüsü belirlenmemiş adalar, bitişik adalar ve kayalar konusu vb. bütün meseleler Türkiye’nin Yunanistan’ın haklarını tartışmaya açmak amacıyla uydurduğu şeylerdir ve Yunanistan bu konuların müzakere edilmesini reddeder.

YUMUŞAMA HAVASI YARATILSA İYİ OLMAZ MI?

Olabilir ama ciddi riskleri de beraberinde getirir. Mesela Kıbrıs sorununun iki devlet temelinde çözülmesi gerektiği tezimizden milim taviz vermeden Yunanistan ile Ege’de bir yumuşama yaratabiliyorsak ne ala! Fakat hep yaptığımız gibi Atina’yı ürkütmeyelim, aman gücendirmeyelim diyerek gereksiz nezaket sergileyip kendi içimizde birbirimizi çözüm isteyenler ve istemeyenler diye suçlamaya gideceksek böyle bir yumuşama olmamalı; çünkü, KKTC’nin tanınması yönünde atılacak adımların tavsamasına yol açacağı gibi, KKTC içinde de federasyon yanlılarının ‘biz size söylemiştik, Türkiye iki devlet diye birkaç laf eder sonra da geri adım atar’ tezine haklılık kazandırırız.

Unutmamak lazımdır ki, Yunanistan İmparatorluğun son yüzyılında Osmanlı ile kavgalı olduğu zamanlarda da dost olduğu dönemlerde de hep kazançlı çıkmayı başarmıştır. Bunun sebebi de Avrupa’nın çoğu zaman Yunanistan lehinde tavır sergilemesidir. Bu lanet döneme Atatürk son noktayı koymuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Kıbrıs meselesi ve oradan Ege’ye genişleyen Türk-Yunan sorunlarında Ankara her zaman teyakkuzda olmuş ve Batı’nın Yunanistan lehinde girişimlerde bulunmasına izin vermemiştir. Fakat kabul etmek lazımdır ki, bu politikalar AB konusunun Türkiye’ye büyük bir medya kampanyasıyla yutturulduğu 1990’ların ikinci yarısına kadar sürdürülebilmiş ve ardından gelen yaklaşık yirmi yılda Avrupa Birliği süreci içerisinde Türkiye’nin Kıbrıs ve Yunanistan politikaları adeta altüst olmuş/edilmiştir. Son zamanlarda gösterilen basiret ve çok kutupluluk sayesinde elde edilen üstünlük ve avantajlar olmayan bir AB perspektifine heba edilmemelidir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hindistan’ın ulusal seçim atmosferi nasıl ilerliyor?

Yayınlanma

Takip edenler bilirler, 19 Nisan’da Hindistan 18. genel seçim sürecine başladı ve 900 milyonun üzerindeki Hint seçmen 1 Haziran’a kadar 7 kademede sandık başına gidip, iki dönemdir iktidar koltuğunda oturan Başbakan Narendra Modi’nin Halk Partisi’nin (BJP) başını çektiği Demokratik ittifakının (NDA) veya muhalefetteki Kongre Partisi’nin başını çektiği Hindistan (INDIA) ittifakının lehine oyunu kullanacak. Şimdiye dek, 7 aşamalı olarak yürütülen bu seçim sürecinin tam ortasındayız, hatta ortasını da biraz geçtik. Dolayısıyla Hindistan’da tüm gündem seçim, Hint halkının tüm dikkati seçim… Peki, ulusal seçim atmosferi nasıl ilerliyor?

İlk söylememiz gereken şu, Hint halkının tüm dikkati seçim dedik ama seçmenin bir kısmı bunu katılımcı olarak değil de daha çok izleyici olarak gerçekleştirmeye karar vermiş gibi. Yani şu ana kadar katılım oranı genel itibarıyla beklenenden düşük düzeylerde seyrediyor. Beklenen yüzde 80 civarı idi, şimdilik gerçekleşen yüzde 60 küsurlarda. Bu ilk başta iktidar kanadını kaygılandırdı. Bunun temelinde BJP’nin kampanyasında merkezi bir temanın bulunmaması yatıyor. Bu, Modi’nin, Hindistan’ı küresel merkez sahnesine çıkaran küresel bir lider olarak projeksiyonuyla başladı, ardından 2047’ye kadar bir “viksit Bharat” (gelişmiş Hindistan) sunma vaadi ile beraber Ayodhya’daki Ram Tapınağı için Modi’yi yüceltmeye yöneldi. Ancak seçmen katılımının düşük olması genel seçimlerin ilk üç aşamasına da yansıdığı için bunların hiçbirinin seçmeni heyecanlandıramadığı anlaşılmış olmalı. Ki özellikle BJP seçmeninde bir kayıtsızlık ve alışılmamış bir moralsizliğin belirgin olduğuna ilişkin söylemler duyuluyor.

Aynı zamanda, her şeye karşın düşük katılımın ilk akla gelen nedeni, her iki tarafa oy verecek olan seçmen için de, nasıl olsa Modi üçüncü dönemi de kazacak, düşüncesi olabilir. Yani, oylama rakamlarında bildirilen düşüşe çok fazla anlam yüklememek gerekiyor. Ancak 2019’da Hint kuşağında elde ettiği muhteşem zaferin, BJP’nin ülke çapındaki yaklaşık 200 sandalyenin yüzde 90’ını kazanmasına yol açmış olduğu bölgelerde, iktidardaki doğal düzene ilişkin siyasi hayal kırıklığını gözden kaçırmak zor. Ve ilkini destekleyici bir diğer ilk akla gelen neden ise bazı seçim bölgelerindeki zorlu coğrafya koşulları olabilir. Ve bir üçüncü destekleyici neden olarak da beklenen seçim kampanyaları ile gerçekleşen seçim atmosferinin farklı bir hal alması biraz kafaları karıştırmış ve Hint seçmenine biraz da olsa etki yapıyor olabilir.

Evet, seçim süreci nadiren beklenilen konular üzerinden işliyor, çoğunlukla hem iktidar hem de muhalefet taraflarının kampanyaları beklenmedik yönlerde gelişiyor. Narendra Modi çoğu zaman kampanyalara Hindu-Müslüman unsurunu dahil etmeyi başarmış olsa da (özellikle Gujarat siyaseti yaptığı dönemlerde) aslında 2014 seçimleri büyük ölçüde Hindu-Müslüman meseleleri ve çatışmalarından uzak geçti. Modi konuşmalarında kalkınmadan ve seçildiği takdirde Hindistan’ı nasıl dönüştüreceğinden bahsetti; kadınların güvenliği, kişi başına 1,5 milyon rupi, her yıl 20 milyon iş gibi sözler verdi. 2019’da Pulwama-Balakot aracılığıyla ulusal güvenlik, seçimleri kazanmanın ana propaganda teması haline geldi. Bütün süreç boyunca Müslüman karşıtı söylem gizli bir akım olarak kaldı.

2024 seçimlerinde Ram tapınağı etrafındaki coşkunun propagandanın ana dayanak noktası olması bekleniyordu. Açık olan şu ki RSS-BJP’nin temel modülü, özellikle tarihin çarpıtılması ve geçmişin yüceltilmesi yoluyla Müslümanların ötekileştirilmesine dayanır. Seçimler söz konusu olduğunda RSS cepheleri zaman zaman çeşitli temalara başvurdu. Burada da ilk ana tema, Ram tapınağı kampanyasının gizli mesajı olan Hindu tapınaklarının Müslüman krallar tarafından yıkılmasıydı. Bu kez buradan mobilize olan / olduğu düşünülen (Hindu) seçmen düşüncesinin vermiş olduğu rahatlık ile Modi’nin kalkınma vaadini yerine getirdiği ve Hindistan’ın yakında büyük bir dünya gücü haline geleceği üzerine bir seçim mücadelesi vermesi bekleniyordu. Ancak üçüncü genel seçiminde Başbakan Modi’nin Gujarat’ta kullandığı söylemin bir kısmına geri döndüğü anlaşılıyor. Konuşmalarında tekrar tekrar Müslüman azınlığa gönderme yapılıyor.

Kongre manifestosu üzerine Kongre’nin iktidarı kazanması durumunda Hindistan’ın evli kadınlarının boyunlarındaki mangalsutraları (evli Hindu kadınların taktığı kutsal kolye) sökeceğini ve köylünün sahip olduğu bazı bufalolara el koyacağını defalarca öne sürdü. Dahası, Kongre manifestosundaki röntgen benzetmesi ile kast sayımı vurgusu Modi’nin Müslüman karşıtı anlatısı ile ilişkilendirildi. İkisi arasında bağlantı kurarak, Kongre’nin altın, para gibi değerli eşyaları bulmak için bir x-ray makinesi kullanmak ve bunları daha fazla çocuğu olanlara veya casus olanlara (her iki durumda da Müslümanlar kastediliyor) vermek istediğini ileri sürdü. Modi ayrıca Pakistan’ın Hindistan’da zayıf bir hükümet istediğini belirterek, Pakistan faktörünü de devreye soktu. Modi’nin iddiası, Pakistan’ın Balakot tipi bir tepkiden korktuğu ve Rahul Gandhi’yi Başbakan olarak istediği yönünde.

Hindistan’da birçok seçmenin zorlu sosyo-ekonomik koşulları göz önüne alındığında, tapınak teması tek başına BJP yöneticileri tarafından umdukları oy toplayıcı mekanizma işlevini yap(a)mamış gibi. Öyleyse partinin zaman içinde test edilmiş taktiğine, yani Müslüman karşıtı propagandaya geri dönmesi gerekli görülmüş gibi. Modi, Kongre’nin sosyal adalet önerilerini kasıtlı olarak yanlış sunarak, BJP’nin toplumsal gündemini Kongre manifestosuna bağlıyor gibi. Şu ana kadar Hindistan toplumunun zayıf kesimleri için adalet RSS’nin zayıf noktası oldu. Rahul Gandhi’nin rezervasyon ve pozitif ayrımcılık vurgusunun büyük çekiciliğiyle karşı karşıya kalan BJP, kotalara karşı çıkmadan Kongre’ye karşı çıkmayı deniyor. Bu nedenle Modi, Kongre’nin Müslümanlara rezervasyon hakkı tanımak istediği ve bunu geri sınıflar ve Planlanmış Kastlar/Kabileler (SC’ler/ST’ler) için ayrılan kotaları keserek yapacağı yönünde bir iddia da gündeme getirdi.

Modi, Müslümanların oylarına ihtiyacı olmadığını düşünüyor gibi görünüyor. Görünen o ki iktidar kanadında zafere giden yol, Hindu oylarını harekete geçirmekten ve Hindu mağduriyetine dair geleneksel iddia ve retorikleri canlandırmaktan geçiyor. Burada açıkça varılan sonuç şu olabilir: Başbakan Modi görevdeki geçmişinden ne kadar gurur duysa da bunun kendisine hak ettiğini düşündüğü görevi alması için yeterli olmadığına inanıyor gibi. Dolayısıyla duygusal, kimlik temelli konuları kullanma ve Kongre gündemini çarpıtma ihtiyacı hissediyor olabilir. Hindistan’da pek çok kişi onun muazzam popülaritesi, on yıllık görev süresi ve Kongre’nin sönük genel seçim performansları göz önüne alındığında, onun Kongre’yi küçümseyerek görmezden geleceğini düşünüyordu. Oysa şimdi bunun yerine konuşmalarında Kongre her zaman karşımıza çıkıyor.

Öte yandan, Modi’ye karşı çıktığı on yıl boyunca her şeyi denemiş olan Rahul Gandhi’nin, kendi tarzındaki siyasetin işe yaramayacağına karar verdiği anlaşılıyor. Onun eski aile geleneğine, Indira Gandhi tarzı retoriğe dönmesinin çok daha iyi olacağı kanaati hakim olmuş gibi. Rahul Gandhi dine odaklanmıyor ancak Hindistan’da başka bir kimliğe dayalı keskin sadakate hitap ediyor: kast. Bunu eski tarz kıskançlık siyaseti ve zenginliğin yeniden dağıtılması vaadiyle birleştiriyor. Dolayısıyla Kongre kampanyası da beklenmedik bir hal almış gibi. Son genel seçimde Rahul Gandhi, doğrudan Başbakan Modi’ye karşı çıkmayı gözeten bir siyaset izledi ve seçmenler ona inanmadığı ve Modi’nin dürüstlüğüne inandığı için BJP’nin ezici bir üstünlük elde ettiğini gördü. Ancak bu kez Rahul Gandhi annesinin ve büyükannesinin yaklaşımlarına geri dönmüş gibi.

Annesi Sonia Gandhi 2004 ve 2009’da yoksullara seslenmiş ve onlara Kongre’nin refah tedbirleriyle onların çıkarlarını gözeteceğini söylemişti. 1971’de büyükannesi Indira Gandhi sanayi işçi sınıfına ve köylüye, zenginlerin onları fakir tutması nedeniyle fakir olduklarını söylemişti. Eğer seçilirse zenginleri kısıtlayacağına, onların haksız yere elde ettikleri servetlerini alıp fakirlere dağıtacağına söz vermişti. Rahul Gandhi’nin mesajı bu kez annesinin 2004’te yetiştirdiği seçmen kitlesine hitap ediyor ancak seçmenlere vaat ettiği şey çok farklı. Sonia Gandhi zenginleri tehdit etmeden fakirlere yardım edeceğine söz vermişti, ancak Rahul Gandhi zamanda daha da geriye giderek, büyükannesi Indira Gandhi’nin retoriğini benimsemiş gibi.

Konuşmalarının çoğu doğrudan kast piramidinin en altındakilere hitap ediyor. Üst kastların Hindistan’da iş dünyasından hükümete, adaletten medyaya kadar her şeye nasıl hakim olduğuna defalarca dikkat çekiyor. Kasıtlı bir çarpıtma ile BJP’nin Anayasayı değiştirebilmek ve rezervasyonları kısıtlayabilmek için Parlamentoda 400 sandalye istediğini öne sürüyor. Bu, BJP’nin Kongre’nin Hindu mandalarını Müslümanlara vermek istediği yönündeki iddiaları kadar kasıtlı bir çarpıtma gibi görünüyor. Bu, Rahul Gandhi’nin ılımlı söylemlerden agresif söylemlere doğru bir kayma yaşadığına dair bir tanıklık.

Şu an itibarıyla BJP’nin açık ara önde olduğu ve üst üste iki dönem görev yaptıktan sonra son 10 yılda müthiş bir IT hücresi ile beraber aşırı olumlu ana akım medyanın desteği aracılığıyla yürütülen propagandaya karşın hükümet sicilini göz ardı ederek RSS ötekileştirme siyasetini ana kampanya malzemesi olarak seçen Narendra Modi’nin bir sonraki hükümeti kuracağı neredeyse kesin görünüyor. Peki Hindistan nüfusunun yaklaşık yüzde 15’ini kasıtlı olarak yabancılaştırmaya kalkıştıktan sonra, görevde kaldığı on yıl boyunca sergilediği otoriteyle ülkeyi yönetebilecek mi?

Ve olur da muhalefet hükümeti kurarsa, o zaman Rahul Gandhi’nin seçim kampanyası aslında bir kast fırsatçılığı ise? Indira Gandhi’nin zenginleri baskılama politikasının Hindistan ekonomisine verdiği ciddi zarar? Bunlar ancak seçimler bittikten sonra Hindistan’ın karşı karşıya olabileceği potansiyel sorgulamalardan ilk akla gelenler ya da en çarpıcı olanlar… Bekleyip göreceğiz…

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English