Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Foreign Affairs Ukrayna konusunda ne diyor, neden diyor?

Yayınlanma

Foreign Affairs’te Amerikan Dış İlişkiler Konseyi Fahri Başkanı Richard Haass ve aynı konseyden, Georgetown Üniversitesi profesörü Charles Kupchan ortak imzasıyla yayınlanan makaleyi bir dostumun dikkatimi çekmesi sayesinde okudum; belli başlı noktalarını özetlemekle kalmayıp yorumlamak gerek. Bu, Amerikan müesses nizamının Ukrayna’da gelecek projeksiyonunu aydınlatmakta önem taşıyacak.

Makalenin ana fikri şu: Kiev rejimi 2023’te koyduğu hedeflerine askeri yöntemlerle ulaşamadı; öngörülebilir gelecekte de bunun gerçekleşmesi beklenemez. Kırım ve Donbass’ın yeniden ele geçirilmesi için mücadele sadece kazanılması mümkün olmayan bir savaş değildir; bu aynı zamanda batının desteğini de zamanla kaybetme riski oluşturur. Rejim, dolayısıyla rejimin gerçek sahipleri, yani ABD stratejiyi değiştirmeli, kaybedilen yüzde 20’yi taarruz yoluyla geri almaktan vazgeçip kalan yüzde 80’i savunmaya geçmeli.

Bu, Kiev’deki devlet başkanı etiketli eski komedyeni mukaddes kabul edip tapan bir avuç kurşun asker dışında herkes açısından yeterince açık bir hakikat; ama gene de Haass ve Kupchan’ın Foreign Affairs platformunda dile getirmeleri önemsiz sayılmaz, çünkü bütün argümanları belli bir projeksiyon için kullanılmış.

Öncelikle şunu vurgulamak gerek: burada esas mesele ABD ve Britanya arasındaki gerilimdir (Avrupalı yöneticileri saymaya gerek yok, çünkü siyasi olarak tamamen gereksiz, bütünüyle kuklalaşmış, hatta Londra ve Washington arasında manevra yeteneklerini bile büsbütün kaybetmiş hak düşmanı bir kasttan başka bir şey değiller). Gerilim, ideal bir yenisömürge olarak Ukrayna’da siyasi mücadelede ortaya çıkıyor: halkın sıradan evlatları doğru düzgün askeri eğitim almadan savaş alanında ölmeye gönderilirken Vogue’a kapak olmakta sakınca görmeyen, bunu kişisel piyasa çalışmasının pivotu yapan eski komedyenin arkasında gerilimi azami ölçeğine tırmandırmaya çalışan Londra var, Washington ise mevcut durumu hiç değilse dondurma yanlısı, bu yüzden “başkumandan” Zaslujnıy’a oynuyor. Foreign Affairs’in Zalujnıy’ın The Economist’e verdiği sansasyonel beyanatını anması boşuna değil: “Büyük ihtimal derin ve harika bir altüst oluş yaşanmayacak.”

Kiev rejiminin başı, son Washington ziyaretinde Amerikan baskısıyla nisanda seçimlere prensip olarak evet demişti; ama “karakoldan” dönünce “şaştı”. Zalujnıy için başta rejim silahlı kuvvetleri olmak üzere yaygın bir örtük seçim kampanyasına başlandı bile; rejimin başının ikna olması için son olarak eski danışmanı Arestoviç de devreye girdi ve duruma göre yıl sonuna kadar rejimin başı ve diğer yöneticilerle ilgili bir takım gerçekleri (kirli çamaşırlar olsa gerek; veya, temiz çamaşır olamayacak kadar yolsuz bir rejim olduğu herkes tarafından kabul edildiğine göre, en kirli çamaşırlar) ortaya koyacağını söyledi.

Bununla birlikte, Foreign Affairs yazarlarının dediği gibi, rejimin başını “ikna etmek” kolay bir iş değilse eğer, Londra’nın Kiev’deki siyasi etkisinin gücüne yormak gerek.

Yeni bir şey yok; ama öyle diye bu iki yazarın söylediği her şeyi doğru kabul etmeye de gerek yok. Bütün bu söylenenlerin altında yatan olguları ortaya çıkarmak gerek.

Mesela şu iddia: yazarlar, savunma pozisyonuna geçmenin ve Kiev tarafından mütareke teklifinin Rusya’yı bir ikileme sokacağını ileri sürüyorlar: Onlara göre bu durumda Rusya ya savunmadan daha “karmaşık, riskli ve masraflı” hücum girişiminde bulunacak, ya mütareke inisiyatifini reddederek siyasi inisiyatifi kaybedecek ve kendisini belirsiz bir duruma sokacak, ya da görüşmelere başlayacak. Yazarlar bu son ihtimalin çok küçük olduğunu düşünüyorlar.

Bu yanlış, zira:

1) Kiev rejimi güçleri karşı-taarruzun daha ilk haftalarından itibaren aslında taarruz değil savunma pozisyonundalar, çünkü hücumları Rusya’nın sağlam savunma hattına çarparak dağılmakla kalmadı, aynı zamanda karşı tarafın tali hücumlarıyla da ek alan kaybetti.

2) Rusya’nın stratejisi, daha Kiev ve Harkov’dan çekildiği geçen yılın nisan-mayıs aylarından beri (Clausewitz’in deyişiyle) negatif (savaşın yarattığı aşırılıkların düşmanın tamamen imhası noktasına kadar tırmanmasını gerektiren teorik niteliğine aykırı) bir çizgide: Rusya Odessa’ya veya başka yerlere piyade gücüyle ulaşmak yerine yıpratma savaşı veriyor ve başarılı oluyor. Dolayısıyla Kiev’in, yani ABD’nin mütareke (gerçekte öyle de değil; aşağıda geleceğim) teklifi karşısında Rusya’nın savunma ve saldırı arasında tereddüde düşeceği kabulü yanlış; aslında yıpratma savaşına devam edeceğini ve piyade yayılmasını zamana yaymasını beklemek gerek. Bu, rejimin batılı patronlarının savaşın gidişatına dair halen fikrisabitle bağlı oldukları ilk kritik hatası.

3) Bu strateji, herhangi bir başka stratejiden daha “karmaşık, riskli ve masraflı” değil. Gerçekte savunma sanayisi devlet sektöründe motor işlevi görüyor ve tıpkı Sovyet döneminde olduğu gibi kalkınmanın kaldıracı potansiyeli taşıyor; dolayısıyla bunun daha avantajlı olduğunu söylemek bile mümkün, nitekim 2024 bütçesinde savunma harcamalarının toplam bütçe harcamalarının yüzde 29,4’ü olarak öngörülmüş olması, açıkça buna tanıklık ediyor. Böylece batılıların ikinci siyasi hatasıyla karşılaşıyoruz: Rusya’nın savunma harcamaları hiç de onların sandığı gibi masraf değil. Öte yandan, savaş esas itibariyle düşmanın iradesini kırma mücadelesi olduğuna göre, Kiev subaylarının toplu eğlencedeki yüz ifadelerine bakarsak eğer Rusya’nın stratejisinin “riskli” olduğunu da söylemek mümkün değil. Ve son olarak, “karmaşıklık” bu kompleks durumu analiz edebilecek kadrolarla ilgilidir; Rusya en azından Vagner kalkışmasından beri ve Kiev rejiminin karşı-taarruzu boyunca bu kadrolara sahip olduğunu ve karmaşıklığın artık analitik ve lojistik bir sorun olmadığını da yeterince gösterdi.

Foreign Affairs iki seçenek olduğunu öne sürüyor: 1) rejime muazzam miktarda silah vermeye devam ederek Rusya’yı yenebilecek bir güç haline getirmek; 2) askeri olarak bölgesel savunma ve onu destekleyecek bir dizi siyasi-diplomatik girişim. Birinci seçeneğin başarılı olamayacağı açık; zira, yazarların da söylediği gibi, rejim karşı-taarruz sırasında bile ele geçirdiğinden daha fazla toprak kaybetti. Foreign Affairs bununla birlikte rejimin kayıplarının Rusya’ya nihai bir avantaj sağlamaktan uzak olduğunu da belirtiyor. Bu, bir kez daha, Rusya’nın savaşının en azından Kiev ve Harkov çekilmesinden beri yanlış değerlendirildiğinin bir başka kanıtı sayılmalı; zira Rusya ani bir darbeyle zafer peşinde değil, tersine yıpratma savaşı sürdürüyor. Tekraren: bu strateji, rejimin stratejisinden kökten farklı, dolayısıyla bir karşılaştırma yapılamaz, rejimin stratejik hedeflerinin benzerlerini gütmediği için Rusya’nın da başarısız olduğu ileri sürülemez.

Gene de Foreign Affairs burjuva darkafalılığı içinde mevcut durumun teorik temellerini büsbütün yanlış değerlendirse bile olgusal durumu açık seçik görüyor: “Yaptırımlar Rusya ekonomisine ancak mütevazı bir etkide bulunurken Rusya enerjisi için yeni pazarlar buldu. Putin siyasi açıdan güvende görünüyor ve ordu ve güvenlik organlarından medya ve kamuoyu anlatısına kadar iktidar vasıtaları üzerinde kontrole sahip.” Bu olgusal durumun, Foreign Affairs itiraf etmese bile, troyka açısından nihai değilse de bir yenilgi olduğu açık.

Yazarlar, seçimler yaklaşırken Cumhuriyetçilerin Kiev siyasetine muhalefetinin büyüdüğünün de altını çiziyorlar ve dahası, Trump’ın kazanma ihtimalini vurguluyorlar. Üstelik daha da ileri gidiyor ve Trump’ın “Rusya’nın yanında yer alma, Ukrayna da dahil ABD’nin ortaklarından uzaklaşma geçmişi” olduğunu söylüyorlar. Ne var ki bu da Amerikan siyaseti açısından abartılı bir yaklaşımdır. Bu siyasetin özü şudur: müesses nizam her zaman bildiğini okur; bunun tek geçici istisnası seçimler öncesi kısa dönemlerdir. İktidarda kim olursa olsun seçimlere savaş sloganlarıyla girmez; tersine, savaşları bitirme vaatleri arşa yükselir. Ama seçimler biter bitmez müesses nizam geri döner. Trump’ın seçilmesi halinde Amerikan siyasetinde izolasyonizme döneceği beklentileri, bu yüzden, saçmadır; Trump’ın başkanlık döneminin tarihi bu saçmalığın tanığıdır. Oğlu tarafından özel yazışmalarında pedofil olduğu söylenen Amerikan başkanı henüz Beyaz Saray’da çiçeği burnundayken Rusya Dışişleri sözcüsü Zaharova bunu açıkça belirtmiş ve Trump döneminin Rusya-ABD ilişkilerinin en fazla zarar gördüğü dönem olduğunu söylemişti. O zamana kadar, demek gerek elbette. Kaldı ki, Ukrayna’da gerilim 2014 darbesinden beri kesintisiz yükseliyor ve Trump yönetimi hiç de bir istisna değil.

Dolayısıyla, Trump sopasının Kiev rejimini Amerikan aklıselimine (Ukrayna’da pax Americana) zorlamak için kullanıldığı anlaşılıyor; tıpkı ABD’nin rejime desteğinde “sallantıların” Avrupa’nın desteğinde de “sallantıya” neden olduğu vurgusu gibi. Bunun bir doğruluk payı var kuşkusuz; ancak argümanı güçlendirmek için verilen örnek, Slovakya’nın Kiev’e askeri yardımı durdurma kararı, tamamen ilgisiz ve aslında büsbütün başka bir gelişmeyi gösteriyor: bu, Avrupa’da küçük ve daha önemlisi orta burjuvazinin, sanayi sermayesinin gücenik kesimleriyle ortaklık içinde güçlenmesidir. Daha önce çağdaş dögolcülük diye tanımlamıştım bunu ve şöyle demiştim: “… solla küçük ve orta burjuvazinin olası ittifakının siyasi çerçevesini siyasi bağımsızlık, iktisadi çerçevesini orta ve küçük burjuvazinin büyük burjuvaziye karşı desteklenmesi oluşturacaktır.” Slovakya’dan başka, daha önemlisi, sadece Avrupa sanayisinin değil Avrupa’da bütün sosyal hareketlerin de gerçek döl yatağı Almanya’da Wagenknecht’in yükselişi, bunu açık seçik gösteriyor. Başka deyişle, ABD açısından tehdit, müesses nizamın seçimlere kadar savaş yerine barış maskesi giymeye ihtiyacı olmasının Avrupa’nın Kiev rejimine desteğinde dalgalanma ve kırılmalara yol açabileceği kaygısı değil, Avrupa’nın otuz senedir kurumsallaşmış, soysuz ve (yüzlerine hangi maskeyi geçirirlerse geçirsinler) ideolojik olarak alabildiğine gerici, siyasi olarak alabildiğine diktatoryal elitlerinin, tabandan yükselen ve solla ittifak halindeki bu dögolcülük karşısında yalpalamasıdır.

Foreign Affairs yazarları, Ukrayna’da olası bir ateşkesi pişirmek için bunun BM veya AGİT himayesi altında geniş uluslararası denetim altında yapılması gerekeceğini ileri sürüyorlar. İkincisi son derece şüphelidir; Avrupalı yöneticilerin kukla oluşundan başka Rusya’nın AGİT’le ilişkilerinin tamamen dondurulmuş olduğunu hatırlamak gerek. Birincisi ise her ne kadar alternatifsiz görünüyorsa da kendi onayladığı Minsk-2 mutabakatlarının bile arkasında duramayıp çatışmanın olgunlaşmasına seyirci, hatta teşvikçi olduğunu hatırlamak gerek.

Sadece bu da değil; yazarlar, Rusya’nın savaş alanındaki “ağır kayıplarının”, NATO’nun kuzey Avrupa’da daha da yayılmasının, Kiev rejiminin “Rusya’nın nüfuz alanında olmayı asla kabul etmeme kararlılığının” Rusya için de “kan dökülmesini durdurma ve Rusya’yı soğuktan kurtarma fırsatı” olabileceğini ileri sürüyorlar. Ancak satır arasında, önerilecek olası bir ateşkesin aslında kabul edilmemesi için kabul edilmeyecek şartlarda önerileceği de anlaşılıyor; zira: “Kremlin’in bir ateşkesi reddetmesi batı hükümetlerinin Rusya’ya karşı yaptırımları sürdürmesine ve Ukrayna’nın uzun vadeli askeri ve iktisadi desteği garantiye almasına yardımcı olacaktır.” Demek ki ateşkes şartları arasında savaş tazminatı veya hiç değilse Rusya’ya yeni katılan oblast ve cumhuriyetlerin askerden arındırılmış bölge sayılması dayatmaları da olacaktır ve bunlar, olağanüstü bir gelişme olmazsa eğer, Rusya tarafından kuşkusuz kabul edilmeyecektir, zira Rusya görüşmelerin “olgusal durumu kapsamasında” ısrarcı.

Böylece olası bir ateşkes teklifinin Rusya’ya karşı siyasi oyunda manivela olarak kurgulandığı anlaşılıyor. Ama Foreign Affairs gene de rejimin savunma stratejisine çekilmesinde ısrarcı. Bunu yaparken de iki şeyi yeni stratejinin ana bileşenleri olarak tanımlıyor: 1) şu anda elindeki bölgeleri tutmak ve yeniden inşa etmek, 2) iyi mevzilenmiş ve geniş hava savunma sistemleriyle donatılmış birlikler sayesinde savunma-saldırı dengesi oluşturmak. Ama bu bile çatışmayı dondurmaya çok uzak, “dondurma” değil hazırlık öngörüldüğü çok açık, çünkü yazarlar, rejim kuvvetlerinin bunu yaparken Rusya’nın derinlerine ve Kırım’a örtük operasyonlar da yapabileceğini belirtiyor, onlara göre bu şekilde Rusya’nın askeri kapasitesi veya iradesi sarsılırsa rejim kuvvetleri tekrar saldırı stratejisine geçebilir.

Eğer rejim bunu kabul ederse, veya daha doğru bir formülasyonla Kiev’deki ABD ve Britanya mücadelesi rejimin Amerikan baskısına boyun eğmesiyle sonuçlanırsa (bunun ne kadar zaman alacağı veya neye, doğum gününde pastanın patlamasıyla ölen Zalujnıy’ın yardımcısı örneğini takip edersek kimlerin başına mal olacağını kestirmek güç ama kaçınılmaz olduğu açık), Foreign Affairs yazarlarına göre, ABD ve “seçilmiş” NATO üyeleri “Ukrayna’nın bağımsızlığını garanti ederek” uzun vadeli iktisadi ve askeri yardım taahhüdünde bulunmalı. Bu ikincisi, sopayla birlikte sallandırılan havuçtan başka bir şey değil; ama birincisi önemli, zira NATO anlaşmasının “üye bir devletin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlığı veya güvenliği” tehdit altında olduğunda derhal istişareler öngören 4’üncü maddesine benzer bir formül öneriyor. Buna yönelik iştahı biliyoruz; bu, NATO genel sekreterinin en azından iki yıldır söylediği şey. Ama bu, Ukrayna’nın (şu veya bu biçimiyle) NATO’ya girmesi demetir ve Rusya’nın çatışmaya girişirken başlıca saik olarak ileri sürdüğü temel endişesini güçlendirmek, yani çatışmayı tırmandırmak, hiç değilse tırmanma potansiyelini korumak anlamına gelir.

Ya Avrupa? Başta da dediğim gibi, Avrupalı yöneticiler bir hiçten de azıdır; onlar Foreign Affairs yazarlarının olası davranışlarını inceleyeceği aktörler değil talimat verilen uşaklardır. Avrupalı yöneticiler, kendileriyle “would” veya “could” diye değil “should” diye konuşulması gereken çürümüş bir elitten başka bir şey değildir: “Avrupa Birliği … Ukrayna’nın üyelik takvimini hızlandırmalı ve geçici olarak özel, hafif bir AB düzenlemesi önermelidir. Batılı müttefikler Rusya’ya karşı yaptırımların büyük bölümünün Rusya kuvvetleri Ukrayna’dan ayrılmadıkça yürürlükte kalacağını ve Ukrayna’ya toprak bütünlüğünün yeniden tesis edilmesi için görüşme masasında yardım edeceğini açıkça belirtmelidir.”

GÖRÜŞ

Pekin Deklarasyonu Orta Doğu’da barış için yeni bir umut doğurdu

Yayınlanma

Prof. Ma Xiaolin

Çin Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi
Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

23 Temmuz’da 14 Filistinli grup Pekin’de Bölünmüşlüğe Son Verilmesi ve Filistin Ulusal Birliğinin Güçlendirilmesine ilişkin Pekin Deklarasyonunu (bundan böyle Pekin Deklarasyonu olarak anılacaktır) imzaladı. Bu, geçen yıl mart ayında Suudi Arabistan ve İran arasında gerçekleşen ve uluslararası toplum tarafından büyük övgüyle karşılanan tarihi uzlaşmanın ardından Çin’in Orta Doğu diplomasisinde bir başka dönüm noktasıdır ve zorlu ve dolambaçlı Orta Doğu barış süreci için yeni fırsatlar yaratmış ve yeni bir umut aşılamıştır.

Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (El Fetih), Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İslami Cihad gibi dünyanın yakından tanıdığı gruplar, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ilk kez kendi sınırları dışında, büyük istişareler, uzlaşmalar ve ulusal birlik taahhütleri bağlamında bir araya gelmişlerdir ki bu, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ender görülen bir durumdur. Bu aynı zamanda Filistin ve İsrail arasında Oslo Anlaşmalarının imzalanmasından bu yana geçen 31 yıl içinde de eşi benzeri olmayan bir olaydır ve Orta Doğu ile dünyanın siyasi ve diplomatik tarihine geçecektir.

Pekin Deklarasyonu, başta Filistin-İsrail çatışması olmak üzere Orta Doğu meselesinin çözümünün desteklenmesine belirgin bir Çin damgası vurmuştur. Çin’in büyük güç diplomasisi, çok taraflı diplomasi ve barış diplomasisinin en son meyvesi, Çin’in büyük bir gücün sorumluluklarını somutlaştırma, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirme ve dünya barışını ve kalkınmasını teşvik etme çabalarının bir başka şaheseri ve Çin’in Orta Doğu’nun yönetimine derinlemesine ve aktif katılımına yaratıcı bir katkıdır. Çin’in bölgesel meselelerle ilgilenirken Çin markası altında kamu hizmetleri sunma kararlılığına, yeteneğine, stratejisine ve araçlarına sahip olduğunu kanıtlamaktadır.

Mevcut Filistin Anayasası uyarınca geçici bir ulusal uzlaşı hükümetinin kurulması, Gazze’nin yeniden imarı ve mümkün olan en kısa sürede genel seçimlere hazırlanması; yeni bir ulusal konseyin (yasama organı) oluşturulması; geçici birlik ve kolektif liderlik kurumlarının ve operasyonel mekanizmaların etkinleştirilmesi, ortak karar alma ve deklarasyon hükümlerinin bir takvimle tam olarak uygulanması kararlaştırılmıştır.

Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi ve Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Wang Yi, Pekin Deklarasyonu’nun değerini özetleyerek, mevcut İsrail-Filistin çatışmasının çözümünün “Gazze’de ateşkes” gerektirdiğine işaret etti. Mevcut Filistin-İsrail çatışmasının çözümüne yönelik üç adım, “Gazze’de ateşkes”, “Filistinlilerin Filistinlileri yönetmesi” ve “Birleşmiş Milletler’e hızlandırılmış katılım”dan oluşuyor. Gözlemciler Pekin Deklarasyonu’nun iki temel engeli ortadan kaldırdığına inanıyor: Hamas ve diğer radikal grupların iki devletli çözümü kabul etmesi ve FKÖ’nün yüce otoritesinin ve tek meşru temsilinin tanınması; bu da çeşitli grupların devlet olma ve siyasi liderlik istekleri açısından ilk kez birleşmesini sağlayacak.

Pekin’den gelen açıklama dünyayı bir bahar şimşeği gibi sarstı ve pek çok kişi tarafından takdirle karşılandı. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Arap Ligi, Türkiye, Pakistan, Malezya ve diğer uluslararası örgütler ve önemli ülkeler Filistinli grupların uzlaşma çabalarına desteklerini ifade etmiş ve Çin’in oynadığı eşsiz ve yapıcı rolü takdirle karşılamışlardır.

Filistin sorununun ortaya çıkışından bu yana Arap ülkeleri ve İsrail uzun bir savaş ve çatışma dönemine girmiş, Filistin direniş hareketi belirli bir tarihsel arka planın ve karmaşık iç ve dış faktörlerin etkisi altında birçok fraksiyona dönüşmüştür. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dünya ve Ortadoğu büyük ölçüde değişmiş, El Fetih’in hakim olduğu ve uzun süredir sürgünde olan FKÖ, İsrail ile “Oslo Anlaşmaları”na varma fırsatını yakalamış, özerkliğe geçiş ve laik bir Filistin devletinin kurulmasının ardından nihai statüyü müzakere ederek “iki devletli çözümü” hayata geçirmeye çalışmış; işgal altındaki topraklarda kök salan Filistin devleti de birçok fraksiyon oluşturmuştur. Teokratik ve milliyetçi ideolojileri bir arada barındıran Hamas ve Cihad, Oslo Anlaşmalarını reddederek ve İsrail’in varlığını kabul etmeyerek silahlı ve şiddet içeren mücadelelerini sürdürmektedir.

Barış süreci aksamaya ve gerilemeye devam ederken, El Fetih ve Hamas’ın İsrail’e karşı oyunlarındaki hedefleri, stratejileri, araçları ve yol gösterici ideolojilerindeki farklılıklar giderek daha belirgin hale geliyor ve İsrail, “çimleri biçme” stratejisi ve böl ve yönet taktiklerinin yardımıyla, Filistinli gruplar arasında kasıtlı olarak bölünmeler, düşmanlıklar ve sürtüşmeler yarattı; bu da Filistin’de iki güç merkezinin ortaya çıkmasına ve ciddi bir iç çatışmaya yol açtı ve aynı zamanda sağcı İsrail güçlerine görüşmeleri sürdürmeyi reddetme ve işgal altındaki topraklara tecavüz etmeye devam etme fırsatı verdi.

Pekin Deklarasyonu’nun Filistinli gruplar ve siyaset arasındaki kaosa son vermesi, siyasi, askeri ve hukuki düzenler arasında koordinasyon ve birlik sağlaması, İsrail ile müzakerelerin talep, ilke ve stratejilerini belirlemesi, bir bütün olarak ulusun gücünü artırması ve İsrail’e karşı güçlü bir oyun oluşturması beklenmektedir.

Ancak Pekin Deklarasyonun başarılı bir şekilde uygulanmasının önünde ciddi zorluklar da mevcuttur. ABD ve İsrail hala Hamas ve diğer grupların meşruiyetini tanımayı reddediyor ve İsrail’deki sağcı güçler özellikle Filistin ulusal birliğinin ve cephelerin birliğinin sağlanmasından korkuyor ve bu nedenle kapsayıcı bir Filistin geçici yönetim sistemine karşı pasif ve hatta dirençli olmaya mahkumlar. El Fetih ve Hamas birçok kez uzlaşma ve işbirliği konusunda fikir birliğine varmış olsa da samimiyet eksikliği sonuçta bir çözüme ulaşılamamasına neden olmuştur. Buna ek olarak, iki grubun kamuoyu tabanları uzun süredir kademeli olarak tersine dönmüş ve Ulusal Konsey uzun süredir felç olmuştur, bu da FKÖ’nün prestijini ciddi şekilde aşındırmıştır. Dolayısıyla Filistinli güçlerin entegrasyonu konusunda kat edilmesi gereken uzun bir yol var.

Pekin Deklarasyonun uygulanmasının, geleneksel olarak Filistin’e dost ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan Çin ve Rusya’nın yanı sıra Filistin davasını uzun süredir destekleyen iki büyük Arap ülkesi Mısır ve Cezayir tarafından denetleneceği bilinmektedir ve şüphesiz çeşitli grupların bir “kimyasal reaksiyon” gerçekleştirmesini ve ikisinin harmanlanmasını sağlayacak bir yol haritası hazırlanacaktır.

Pekin Uzlaşısı hayali gerçeğe dönüştürürken, Filistin sorununun İsrail’in Lübnan ve Suriye ile olan toprak anlaşmazlıklarını da içeren Orta Doğu’daki anlaşmazlıkların merkezinde yer aldığı da kabul edilmelidir. Filistin-İsrail ihtilafının basit bir çözümü bile İsrail’in olumlu tepkisini, ABD ve diğer büyük ülkelerin pozitif enerjisini ve Birleşmiş Milletler kararları ve örgütleri çerçevesinde ortak çabaları gerektirmektedir.

Çin Hükümeti ve Filistinli gruplar tarafından barışçıl ve müreffeh bir ortam için ekilen yeni bir umut tohumu olan Pekin Deklarasyonu’nun, çatışmanın sürdüğü Orta Doğu’da filizlenip filizlenemeyeceği, çiçeklenip çiçeklenemeyeceği ve meyve verip veremeyeceği, Filistinli grupların ortak iradesine, çatışmanın taraflarının iki yönlü yürüyüşüne ve kalıcı, adil ve kapsamlı bir barış için çaba gösterme yönündeki güçlü iradeye, halkın bilgeliğine ve büyük cesaretine bağlıdır.

* Orta Doğu’yu iyi bilen bir isim olan Prof. Ma, Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak uzun yıllar görev yapmıştır. Akademik çalışmalarını Orta Doğu, Arap coğrafyası, Çin-Orta Doğu ilişkileri üzerine yoğunlaştırmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Birleşik Krallık’ta Muhafazakar Parti’nin seçim hezimeti 

Yayınlanma

Doç Dr.  Dilek YİĞİT*

Birleşik Krallık’ta 4 Temmuz 2024 genel seçimlerini kazanan İşçi Partisi 2010 yılından bu yana süren Muhafazakar Parti iktidarını sonlandırmış oldu. Seçim öncesi yapılan anket çalışmaları İşçi Partisi’nin seçimlerden “ezici üstünlük” ile çıkacağını öngörmüş olduğundan seçim sonuçları kimse için sürpriz olmadı. Fakat İşçi Partisi’nin seçim zaferi “ezici üstünlük” olarak okunacak ise, bunun %33.7 oy oranından değil, Muhafazakar Parti’nin yüzde % 23.7’lerde kalmasından yani Muhafazakar Parti’ye desteğin hızla düşmüş olmasından kaynaklandığını belirtmek gerekir.  1918’den itibaren yapılan hiçbir genel seçimde oy oranı bu kadar düşmemiş olan Muhafazakar Parti 1997 seçimlerini kaybettiğinde bile seçmenin % 30’undan fazlası tercihini Muhafazakar Parti’den yana kullanmıştı.

Muhafazakar Parti’nin iktidara geldiği 2010 yılından bu yana yapılacak bir değerlendirme partinin son genel seçimlerde başarısız olmasının nedenlerini kolaylıkla açıklayabilir. Muhafazakar Parti iktidarı boyunca birbiri ardına gelen zorlu sorunlarla ve süreçlerle karşılaştı. İktidara geldiğinde yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlardan ilki 2008 yılında başlayan küresel ekonomik krizin Birleşik Krallık’a yansımaları oldu. Ekonomide büyüme oranları Muhafazakarlar iktidara gelmeden 2008’de ve 2009’da negatif değerlere düşmüştü ama Muhafazakar Parti iktidarında 2014 yılına kadar küresel kriz öncesi 2007 yılındaki ekonomik büyüme seviyesi yakalanamadı. 2008’den itibaren hızla artan işsizlik oranları Muhafazakar Parti iktidarında 2012 yılında % 8.3 ile zirve yaptı ve 2007 yılındaki işsizlik oranı ancak 2015’de yakalandı. 1990’ların başından itibaren enflasyon sorunu yaşamayan Birleşik Krallık’ta 2008’de enflasyon artmıştı ama 2011 yılında % 5.2 ile tekrar zirveyi gördü. Kısaca Muhafazakar Parti ekonomik sorunları çözme konusunda epeyce yavaş kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleşmek zorunda kaldığı bir diğer sorun ise, İşçi Partisi’nin muhafazakarlara bıraktığı “mirastı”. Avrupa Birliği (AB) Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini içerecek şekilde genişlerken, İşçi Partisi iktidarının 2004 yılında iş gücü piyasasını AB’nin yeni üyelerinden gelecek işçilere açma kararı sonucu Birleşik Krallık’a yönelik göç öngörülemeyecek hızda artmıştı. Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’a yönelik artan göç hareketinin Britanyalılar arasında yarattığı memnuniyetsizliğin farkında olsa da, AB içinden gelen göçü engelleyemedi ve 2016 yılında gerçekleştirilen AB referandumuna kadar AB vatandaşlarının Britanya’ya göçü de, Britanyalıların kültürel ve ekonomik tehdit olarak gördüğü göç hareketine tepkisi de artmaya devam etti. Muhafazakar Parti göç sorununu çözme ve göç karşıtı Britanyalıların kaygılarını giderme konusunda da yetersiz kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleştiği ilk sorun küresel ekonomik kriz kaynaklı, ikinci sorun ise İşçi Partisi’nin göç politikasının “mirası” idi; bu sorunlardan hiçbirinin sorumluluğu Muhafazakar Parti’ye yükelenemezdi belki ama Muhafazakar Parti bizzat kendi çabası ile üçüncü bir sorunu İskoçya’da bağımsızlık referandumu yapılmasına rıza göstererek yarattı. Muhafazakar Başbakan David Cameron’ın 15 Ekim 2012’de İskoçya Birinci bakanı Alex Salmond ile yaptığı Edinburg Antlaşması (Referandum Antlaşması) aracılığıyla referandum için yasama yetkisi İskoçya Parlamentosu’na devredildi. Muhafazakar Parti iktidarının Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olma riski taşıyan böylesine bir referanduma izin vermiş olmasının kolaylıkla anlaşılabilir bir yanının olmadığını kabul etmek gerekir; ama Cameron İskoçya’da İskoç milliyetçisi İskoç Ulusal Partisi’nin (SNP) yükselişi karşısında referandum kararı almaktan başka “tercihi” olmadığını düşünüyordu.

İskoçya bağımsızlık referandumu 18 Eylül 2014 tarihinde gerçekleşti; seçmenin % 55’i İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılmasına “hayır” deyince, Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olan parti olarak tarihe geçmekten kurtuldu. Referandum sonucuna istinaden “İskoçya sorununun” Britanya’nın gündeminden düşmüş olduğunu düşünmeye başlayanlar,  Muhafazakar Parti’nin bir başka girişimiyle, bu şekilde düşünmek için acele etmiş olduklarını anladılar. Cameron 2015 genel seçimlerini kazandığı taktirde Birleşik Krallık’ın AB üyeliğini referanduma sunma sözü vermişti; seçimleri kazanınca da sözünü tuttu ve 23 Haziran 2016 tarihinde gerçekleştirilen AB referandumunda seçmenin % 52’si AB üyeliğine “hayır” deyince, Birleşik Krallık Ocak 2020’de AB’den çekildi ve böylelikle de “İskoçya sorunu” gündeme tekrar ve hızlıca taşındı. Zira AB referandumunda İskoçya’daki seçmenin % 62’si tercihini AB üyeliğinin sürdürülmesinden yana kullanmıştı; kendi iradelerinin aksine AB’den çıkan İskoçlar ikinci bağımsızlık referandumu talebiyle Muhafazakar Parti iktidarı üzerinde hep bir baskı yarattılar.

Muhafazakar iktidarın AB referandumu kararı sadece İskoçya’nın bağımsızlık meselesini tekrar gündeme getirmekle kalmadı, ayrıca AB üyeliği konusunda Muhafazakar Parti içindeki çatlakları da gözler önüne serdi.  AB referandumunun bu etkisi partiye İskoçya’nın bağımsızlığı meselesinden çok daha fazla zarar verdi. Referandum öncesi Muhafazakar siyasetçilerin bir kısmı AB üyeliği lehinde, bir kısmı AB üyeliği aleyhinde kampanya yaparken, referandum kararı alan Cameron’ın seçmeni AB üyeliğinin sürdürülmesi yönünde oy vermeye ikna etme çabaları oldukça ilginçti. Cameron AB üyeliği lehinde propaganda yaparken, haleflerinden biri olacak muhafazakar siyasetçi Boris Johnson ise seçmeni üyeliğe hayır demeye davet ediyordu. Böylelikle Muhafazakar Parti bizzat kendi girişimleriyle belli bir yönü, ortak ve tutarlı bir politikası olmayan bölünmüş parti imajı yaratmış oldu.

Yine de bu uzun süreçte Muhafazakar Parti’nin, kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmeyen seçmen nezdindeki kredisi tükenmemişti. 2015’de gerçekleştirilen genel seçimlerden % 36.8 oy oranı ile, 2017 seçimlerinden 42.3 ile, 2019 seçimlerinden % 43.6 ile  Muhazakarlar birinci parti olarak çıkmayı başardı. 2010 yılından itibaren partinin oylarını artırıyor olması çok dikkat çekici  idi. Bu gidişatı değiştiren ise ekonomiyi olumsuz etkileyeceği zaten öngörülmekte olan Brexit’e küresel pandemin etkilerinin eşlik etmesi sonucu Britanya ekonomisinin adeta sarsılması oldu. Birleşik Krallık’ta 2019 yılında GSYİH % 1.6 büyümüştü, ancak 2020’de büyüme oranları % – 10.4 gibi negatif değere düştü. GSYİH’de artış 2021 yılında % 8.7 olarak gerçekleşti, fakat sonrasında büyüme hızı tekrar yavaşladı. İsşizlik oranları 2021 yılında  % 5.3’e yükseldi; enflasyon ise 2022 yılında % 11.1 ile zirve yaptı. Küresel ekonomik krizin olumsuz etkileri karşısında Muhafazakar Parti’den vazgeçmeyen seçmen, Brexit’in ve pandeminin ekonomik etkilerine maruz kalırken de partiden desteğini esirgemeyebilirdi, ama Muhafazakar Parti 2016’dan bu yana sıklıkla lider değiştirerek seçmenine “iktidarda olmaktan yorulduğu” mesajını verdi. Belli ki seçmen de bu mesajı aldı. Dolayısıyla 2024 seçimleri aslında İşçi Partisi’nin kazandığı değil de seçmendeki kredisini tüketmek için uğraşır görünen Muhafazakar Parti’nin kaybettiği seçimler oldu.

Üstelik Muhafazakar Parti sadece İşçi Partisi’ne karşı değil, siyasetin sağ kanadındaki rakibi, kurulu düzen ve göçmen karşıtı  Reform UK’ye karşı da kaybetmiş oldu. “Aşırı sağ” olarak nitelendirilen Reform UK % 14.3 oy oranı ile seçimlerden üçüncü parti olarak çıkarken 2015 genel seçimlerinde UKIP’ın başarısını tekrarlamak suretiyle, aşırı sağ diye adlandırılan söylemlerin Britanyalılar tarafından rağbet görmekte olduğunu kanıtladı.

Kısaca Muhafazakar Parti 2024 seçimlerinden hezimetle çıktı. 20. yüzyılın başından itibaren ülkeyi en uzun süre yöneten parti olması dolayısıyla “doğal hükümet partisi” olarak tanımlanan partinin bu seçim hezimetini, özellikle de muhafazakar seçmenin desteğini alan Reform UK’nin yükselişini gerekçe göstererek, parti için “sonun başlangıcı” olarak okuyanlar mevcuttur. Ancak Britanya seçmeninin genel seçimlerde kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmiyor olduğu gerekçesiyle, bu seçim sonucunu Muhafazakar Parti için şimdilik “ne kadar süreceği belli olmayan muhalefet döneminin başlangıcı” olarak okumak daha yerinde olacak gibidir.

*Doç. Dr., lisans derecesini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden,  lisans üstü derecelerini ise İngiltere Essex Üniversitesi’nden ve Ankara Üniversitesi’nden aldı. Başkent Üniversitesi’nde ve Atılım Üniversitesi’nde Avrupa Birliği üzerine yüksek lisans dersleri verdi. Dilek YİĞİT’in Avrupa Birliği, Birleşik Krallık tarihi ve siyaseti ile İngiliz edebiyatına dair çok sayıda akademik yayını bulunmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Barış Harekâtı elli yaşında: Şimdi yeni hamle zamanı

Yayınlanma

Yazar

Türk Silahlı Kuvvetleri bundan tam elli yıl önce bir pazartesi günü sabahın çok erken saatlerinde Kıbrıs adasına amfibi çıkarma harekâtına başladı. Önce büyük gemilerin yanaşmasına müsait geniş limanı ve göreceli sığ sahiliyle Kıbrıs Türklerinin Mağusa dediği bugünkü Gazi Magosa’dan çıkılabileceği intibaı verildi. Sonra Girne’den bugün tanınmış bir tatil köyünün sığ bölgesinden çıkılacağı Kıbrıs mücahitleri olarak bilinen TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) güçlerine ulaştırıldı; ama oradan da çıkılmadı ve daha derin ve kıyıya yanaşılması oldukça zor bir bölge olan Karaoğlanoğlu koyundan çıkarma başlatıldı.

Uluslararası ortam daha iyi olamazdı. Türkiye kuvvet, mekân ve zaman kavramlarından oluşan kurmay stratejisinin bütün koşullarını oluşturmuştu. Rumların 1963 sonlarında giriştikleri katliamlar 1964 yılında da devam etmiş ve Türkiye askeri müdahalede bulunabileceğini ima edince Amerika Johnson mektubunu göndermişti. Oysa Türkiye adaya gerçekten müdahale etmekten ziyade Amerika ve İngiltere’nin NATO dayanışması adına Yunanistan’a baskı yaparak katliamları durdurmalarını beklemekteydi. Katliamlar duracak ve 1960 Antlaşmalarına göre kurulan ancak Rumların saldırıları sonunda fiilen Rum devleti haline dönüştürülen, yetki paylaşımı esaslı Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimine geri dönülebilecekti. Sadık müttefik olarak hareket eden Türkiye’nin NATO üyeleri arasında savaş çıkmasını önlemek için bu kadarcık bir beklentisi olması hiç de abartılı değildi.

JOHNSON MEKTUBU VE SONRASI

Ankara’daki hava böyleydi; ama 4 Haziran 1964 tarihinde ABD Başkanı Lyndon Johnson imzasıyla koalisyon hükümetinin başbakanı İsmet İnönü’ye ulaşan ve Türk-Amerikan ilişkilerinde lanetli bir belgeye dönüşen bu mektup üç konuda Ankara’yı sert ifadelerle uyarıyordu: Amerika’nın 1947’den itibaren verdiği silahları böyle bir çıkarmada kullanamazsın. Ayrıca Kıbrıs’a ‘saldırmanız’ Sovyetler Birliği’nin de size saldırmasına yol açarsa NATO’nun sizi koruması mümkün olmayabilir. Ve ima yollu da olsa hatırlatılan Akdeniz’deki 6. Filo yani istersek sizi durdurabiliriz.

Bu mektup Türk-Amerikan ilişkilerine atılmış bir balistik füze gibi oldu. Türkiye’nin sert tepkilerinden dolayı Amerika’nın durumu yumuşatma çabaları ve İnönü’nün Vaşington’a davet edilerek ‘hayır öyle demek istemedik, bir yanlış anlama oldu galiba’ seansları ikili ilişkilerin devamını sağladı. Fakat Türkiye artık 1950’li yılların çizgisini geride bırakması gerektiğini anlamıştı. Soğuk Savaş’a rağmen ve NATO’da kalarak Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler (özellikle sanayi ve ticaret alanlarında) geliştirmek, Arap ülkeleri ile münasebetlerini tamamen gözden geçirerek onları Yunan-Rum tarafından koparmak gibi adımlar atmayı öğrendi Ankara ve çok yönlü denilebilecek bu politikadan büyük faydalar temin etmeyi de başardı.

Yunan-Rum tarafı ise Johnson Mektubu’nu yanlış okumayı sürdürdü; ama bedelini de ödedi. İki ay sonra yani Ağustos başlarında Erenköy’de Türk köylerine ve TMT mevzilerine kapsamlı bir saldırı başlatan Rum birlikleri Türk Hava Kuvvetleri’nin alçak uçuş yaparak uyarıda bulunmasına rağmen durmadılar. Ve ertesi gününden itibaren THK 72 uçakla Rum mevzilerini sürekli vurarak hallaç pamuğuna çevirdi. Birkaç gün devam eden bombardımanın ardından Rumlar perişan şekilde geri çekilmek zorunda kaldılar. Mücahitler ise karşı saldırıya geçtiler.

ENOSİS POLİTİKASINDA ISRAR

Rumlar ve Yunanistan için Enosis amacında hiçbir değişiklik olmasa da taktik düzeyde nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda anlaşmazlıklar oluşmasına sebep olan ve Şehit Cengiz Topel’i kaybettiğimiz bu operasyon sonrasında da Rum saldırıları durmadı. Dahası Rumlar 1960 Antlaşmaları ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Türklerle paylaşmaya hiç niyetli değillerdi. Makarios hükümeti Türklere hayatı yaşanmaz hale getirerek çekip gitmeleri için her yola başvururken EOKA-B olarak Albay Grivas tarafından yeniden kurulan terör örgütü ise silahlı saldırılarını sürdürdü.

Taraflar arasındaki görüş ayrılıkları 1974 yılının temmuz ayında iyice açığa çıktı. Atina’daki askeri cuntanın (1967 yılında Papadopoulos liderliğinde Albaylar Cuntası olarak yönetime el koymuştu) kendisini devirme hazırlıkları içinde olduğuna iyice kanaat getiren Makarios Yunanistan Cumhurbaşkanı Gizikis’e bir mektup yazarak Yunanistan devletinin Kıbrıs’ı işgal hazırlıkları olarak gördüğü bu çabaları tek tek ifşa etti. Ve mektubu da basında yayımladı.

Makarios endişelerinde haklıydı ama korkunun ecele faydası olmadı. Adadaki Yunan alayı, gizlice gönderilen Yunan asker ve subayları ile Rum kuvvetlerinin içindeki Yunanistan yanlıları harekete geçerek 15 Temmuz günü bir darbe ile Makarios’u devirdiler. Bu, 1959-1960 antlaşmalarına göre oluşmuş olan anayasal düzenin toptan ortadan kaldırılması ve Garanti ve İttifak Antlaşmalarının açık ihlaliydi. Türkiye kayıtsız kalamazdı. Nitekim kalmadı ve darbeden sadece 120 saat sonra Girne açıklarından çıkarma başladı.

ULUSLARARASI ORTAM FEVKALADE LEHİMİZEYDİ

Türk birlikleri Karaoğlanoğlu mevkiinden karaya çıkmadan yirmi dört saat önce darbeden canlı kurtulan ve adadaki Ağrotiri İngiliz üssüne sığınarak önce Londra’ya sonra da New York’a ulaşan Makarios BM Güvenlik Konseyi acil oturumunda yaptığı konuşmada kendisinin devrilmesinin bir iç olay olmadığını, Yunanistan’ın ülkesini işgal ettiğini, Güvenlik Konseyi’nin zecri tedbirlere başvurarak ülkesini işgalden kurtarmasını istemişti. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye ve Yunanistan’a ilaveten üçüncü garantörü olan İngiltere ile yapılan görüşmeler de Ankara’nın çıkarma yapma stratejisine diplomatik dayanak sağlamıştı. Londra müdahale etmeyeceğini, ancak müdahaleye de karşı çıkmayacağını söylüyordu. Amerika 1964 krizinden ders aldığı için bu defa Ankara’yı kızdırmamak adına çok daha dikkatli bir tavır içerisindeydi. Moskova ise bu darbeyi Üçüncü Dünya yanlısı politikalar izleyen Makarios’un devrilmesini Vaşington’un tertiplediğini düşünüyor ve karşı çıkıyordu. Kısacası Ankara’nın önü diplomatik/siyasi olarak açılmıştı.

Bu denli uygun bir uluslararası atmosferde başlayan çıkarmanın ikinci safhasında (14 Ağustos) özellikle Amerika ve İngiltere aleyhte tavır sergilediyse de hiç kimse Türk birlikleri ve TMT mücahitlerinin adanın üçte birinden fazla kısmını kontrol altına almasına engel olmadı. BM aracılığıyla güneyde kalan Türklerin kuzeye ve kuzeydeki Rumların da güneye gönderilmesinin ardından Kıbrıs meselesi bir türlü bitmeyen uzun soluklu müzakerelerin konusu oldu.

FEDERASYONDAN İKİ EGEMEN EŞİT DEVLETE GEÇİŞ İÇİN ULUSLARARASI ORTAM ÇOK UYGUN

Çıkarma operasyonunun iki aşamalı olarak tamamlanmasının ardından kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Yönetimi (1975) ve Rumlarla bir ortaklık kurulamamasından sonra ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (1983) Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye açısından önemli adımlardı; ancak federasyon görüşmelerinden bir sonuç alınamadı. Önce Amerikan yönetiminin (Carter’ın seçim vaatleri ve ilk yılları) Ankara’ya karşı politikaları sonra da Avrupa Birliği üyesi yapılan (1981) Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı güç toplaması federasyon görüşmelerini sonuçsuz bıraktı.

Rum tarafı BM genel sekreterleri tarafından hazırlanan toplam üç çözüm paketini (de Cuellar Paketi, 1986, Ghali Fikirler Dizisi, 1992 ve Annan Planı, 2004) de reddettiler; çünkü eski Rum dışişleri bakanlarından Nikos Rolandis’in dediği gibi hiçbir Rum ve Yunan lider gerçek manada yetki paylaşımı esaslı bir federasyon istemedi. Güneydeki Rum devletinin egemenliğini kuzeye genişletecek bir yapıdan yana oldu. Türkler ise azınlık haklarından biraz fazla bir şeyler alabilirlerdi. Bu dönemde özellikle İngiltere ve Amerika’nın Kıbrıs’ı Türkiye’ye yedirmemek şeklinde izah edilebilecek Rumları ve Yunanistan’ı şımartan politikaları ve Soğuk Savaş’ın 1980’lerde yeniden hız kazanmasının yarattığı uluslararası şartlar ne federasyonu mümkün kıldı ne de Türkiye’nin alternatif tezlere yönelmesine imkân tanıdı.

Avrupa Birliği propagandasının Türk dış politikasını tümden esir aldığı yıllarda Türkiye açısından KKTC’nin tasfiyesi ve ada üzerindeki haklarının kaybı 2004 yılında referanduma iki tarafta ayrı ayrı sunulan Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesiyle önlenebildi. Maalesef Ankara’nın Kıbrıs konusundaki yanlış tutumunun devam ettiği 2017 yılına kadar yapılan, son raundu Crans-Montana’da gerçekleştirilen ve Türk tarafının garantörlük de dahil birçok konuda epeyce tavizkar davrandığı görüşmelerde sonuç alınamaması da Rum-Yunan tarafının fanatizmi sayesinde oldu.

Dünyanın çok kutupluluğa evrildiği günümüzde Kıbrıs sorununda Türkiye’nin elinin fevkalade güçlendiğine hiç şüphe yok. Sonuçta bu sorunu iki devlet temelinde çözümleyebilecekken Türkiye’yi adadan çıkarmayı hedefleyen ve bunu da çözüm lafının içine sokan Amerika ve İngiltere ile sonradan onlara katılan Avrupa Birliği alanda çözülmüş olan bir sorunu kabullenmek yerine değişik yol ve yöntemlerle güya çözüm bularak Türkiye’yi Kıbrıs’tan çıkarmaya çalıştılar. Fakat Denktaş’ın bizlere her zaman söylediği gibi Rum-Yunan tarafının fanatizmi Türkiye’nin önemli hatalar yapmasını engellemiş oldu.

Sorunu adeta içinden çıkılmaz hale getiren Batı dünyasının gücünün dengelendiği çok kutuplu bir dünyada KKTC’nin tanıtılması daha uygun şartlarda yapılabilir. Azerbaycan ve diğer dost ülkeler (Pakistan, Bangladeş) ve iyi ilişkiler içinde olduğumuz başka bazı devletlerle başlayacak tanınma Rum-Yunan tarafı ile ilişkileri tamamen bozulmuş durumdaki Rusya ve başka ülkelerden de gelebilir. Bunun için bir eylem planına ihtiyaç olduğuna hiç şüphe yok. Örneğin bugünlerde Gazze ve Batı Şeria’daki Filistin halkı için her şeyi yapıp, İsrail’i tam manasıyla karşımıza alırken Arap ülkelerine KKTC’yi sürekli hatırlatmak gayet yerinde olur.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English