Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

İslam ülkeleri Filistin turunda: İlk durak neden Çin?

Yayınlanma

Filistin’in Gazze kentine dönük ABD destekli İsrail saldırıları 45. gününe girerken Arap ve İslam İşbirliği Teşkilatı üyeleri diplomatik temaslarına hız verdi. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Faysal Bin Farhan, Manama 2023 Diyalog Toplantısı sırasında gazetecilere yaptığı açıklamada Arap ve İslam ülkeleri dışişleri bakanlarının pazartesi günü Çin’i ziyaret edeceğini duyurdu. Farhan, Gazze’de acil ateşkes ilan edilmesi, insani yardımların bölgeye ulaştırılması ve Filistin meselesine nihai çözüm için yapacakları ziyaretlerin devam edeceğini söyledi. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning de günlük basın toplantısında ziyareti doğruladı.

Çin’in başkenti Pekin’i ziyaret edecek ülkeler içinde Türkiye’nin yer alıp almayacağı henüz bilinmiyor ancak Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 18 Kasım’da el Cezire kanalına verdiği mülakatta 7 ülkeden mütevellit bir “eylem grubu” kurulduğunu ilan etmişti. Fidan “Farklı çalışmalar yürütülüyor. İslam ülkelerinin Türkiye, Endonezya, Nijerya, Ürdün, Mısır, Katar ve Suudi Arabistan’dan oluşan bir eylem grubu var. Bu ülkelerin dışişleri bakanları, önümüzdeki haftadan itibaren çeşitli ülkelerin başkentlerinde temaslarda bulunacak” ifadelerini kullanmıştı.

ÇİN’E ZİYARETİN ÜÇ TEMEL NEDENİ

Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) üyelerinin Filistin için ziyaretlere başlaması oldukça kıymetli bir adım olarak değerlendirebilir. Zira Gazze meselesini çözümsüzlüğe mahkum eden, dahası insanlık suçunu çağımızın “yeni normali” haline getiren cepheye karşı “uluslararası bir barış cephesine” ihtiyaç olduğu aşikar.

Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ilk durak olarak Çin’i tercih etmesinin 3 temel nedene dayandığı söylenebilir:

Bunlardan ilki ABD liderliğindeki cephenin dengelenme ihtiyacıdır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu (BMGK) üyesi, dünyanın en güçlü ikinci ekonomisine sahip, ABD ile birçok parametrede yarışan ve alternatif değerler/sistemler inşa eden Çin’in sürece dahil edilmesi Washington’a çok kutupluluk hatırlatması yapacağı gibi mücadelenin bölgesel değil uluslararası hale geleceği mesajını veriyor.

İkinci olarak Çin’e yapılacak ziyaret Filistin mücadelesinin “haç ya da hilal” değil insanlık adına yürütüldüğünün göstergesi olacaktır. Böyle bir denkleme kimi Avrupalı aktörlerin kayıtsız kalamayacağını söyleyebiliriz. Örneğin Avrupa Birliği Yüksek Temsilcisi Joseph Borell, AB büyükelçilerinin yıllık konferansının açılış konuşmasında “medeniyetler savaşı” riskine dikkat çekmiş ve “Bu çatışmayı önlemek için elimizden geleni yapmak zorundayız” diye konuşmuştu.

Çin’e yapılacak ziyareti isabetli kılan üçüncü neden ise ev sahibi ülkenin tarihsel ve güncel nedenlerden ötürü daha yoğun bir diplomatik mücadeleye hazır olmasıdır. Çin’in aldığı pozisyonun tarihsel arka planında Filistin davası ile sömürgecilik karşıtlığı temelinde kurulan ilişki yer alıyor. 1988 yılında İslam İşbirliği Teşkilatı dışında Filistin’i ilk tanıyan devlet olan Çin’in pozisyonu ülkenin kurucu lideri Mao Zedung’dan Jiang Zemin’e kadar daimi olarak ilkesel düzeyde ele alındı. Nitekim mevut lideri Xi Jinping de geçen yıl Arap liderleri ile buluştu ve Filistin davasının “ticaretin konusu olmadığının” altını çizdi.

Çin’in Filistin meselesinde aldığı pozisyonun güncel nedeni ise son yıllarda Pekin yönetimin Ortadoğu ile angajmanı. Çin ve Ortadoğu ülkeleri arasındaki yakınlaşmanın nedenleri bir başka yazının konusu olsa da Pekin yönetiminin bölgede teveccüh ile karşılandığı ortada. Küresel Güvenlik İnisiyatifi çatısı altında ihtilaflı konulara çözüm sunmak isteyen Çin’in, S. Arabistan ve İran arasındaki normalleşmeye ev sahipliği yapması rüştünü ispat ettiğinin en önemli göstergesi. Bu normalleşme sadece Körfez-İran ilişkilerinde yeni bir sayfa açılma ihtimalini doğurmakla kalmadı ama aynı zamanda uzun yıllar sonra ilk kez S. Arabistan ve İran liderleri Filistin için 4 saati aşkın telefon mesaisi yapabildi.

Çin, 7 Ekim sürecinin başından bu yana da Filistin davasının “Hamas-terörizm-meşru müdafaa” parantezine çekilmesine karşı çıkarak söylem düzeyinde uluslararası kampanyanın inşa edilmesine engel oldu. ABD ve İsrail makamlarının “hayal kırıklıklarını” ilettiği Pekin’e göre kriz 7 Ekim’de başlamadığı gibi tarihsel olarak haksızlığa uğrayan Filistin halkı bağımsız ve egemen bir devleti hak ediyor. Söylemin ötesinde iki devletli çözüm için bölge ülkelerini ziyaret eden Çin’in Ortadoğu Özel Temsilcisi son olarak Dışişleri Bakanı Hakan Fidan tarafından ağırlandı. Fidan Ankara’da gazetecilere yaptığı açıklamada Çin’in bir süredir Ortadoğu’ya daha fazla ilgi duyduğunu belirtmiş ve Filistin hususunda Çin ile büyük oranda örtüştüklerini söylemişti. Özetle Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı üyeleri Çin’e yapacakları ziyaret ile Pekin yönetimini daha iddialı bir söylem ve eylem için teşvik edebileceğinin farkında.

ÇİN, FİLİSTİN DAVASI İÇİN NE YAPABİLİR, NE YAPAMAZ?

Çin’e yapılacak ziyaret kadar, Çin’in Filistin davasının çözümü için neler yapıp neler yapamayacağı da değerlendirmeye muhtaç bir alan. Kötü haberden başlayacak olursak; Çin S. Arabistan ve İran arasındaki normalleşmenin bir benzerini Filistin ve İsrail arasında, güncel nedenlerden ötürü, sağlayamaz. Zira İsrail’in gündeminde barış gibi bir seçenek olmadığı gibi sorunun esas muhatabının da ABD olduğu görülüyor. Barışmaya niyeti olmayan bir ülkeyi masaya oturtamayacaklarını ifade eden Çin’in Ningxia Üniversitesi Arap Ülkeleri Araştırma Enstitüsü’nden Li Shaoxian, yaptığımız mülakatta, Çin olarak ABD’ye karşı barış baskısı cephesine dahil olabileceklerini söylemişti. Pekin’in uluslararası bir konferansa ev sahipliği yapma ihtimali bu baskı için işlevsel olabileceği gibi beklentilerle de uyumludur. 11 Kasım’da yapılan Arap İslam Olağanüstü Zirvesi’nden çıkan sonuç metinin 29. maddesinde işgalin sona ermesi ve iki devletli bir çözüm için uluslararası konferans çağrısı yapılmıştı. Çin’in bu zirveye Asya’dan Latin Amerika’ya uzanan geniş bir yelpazedeki dostlarını davet etmesi Washington’da alarm zillerinin çalmasına neden olabilir. Nihayetinde Çin’i sistematik rakip olarak kabul eden Beyaz Saray, Küresel Güney ülkeleri nezdinde bir yenilgi almak istemeyecektir.

Çin’in ayrıca BM nezdinde yapacağı açıklamalar ile İsrail’in sahip olduğu iddia edilen nükleer silahları gündeme getirmesi işlevsel olabilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üzerinde ısrarla durduğu konu 11 Kasım Zirvesi’nin sonuç metninin 22. maddesinde, “Ortadoğu’nun nükleer silahlardan ve tüm diğer kitle imha silahlarından arındırılmış bir bölgeye dönüşmesi için, Birleşmiş Milletler çerçevesinde bir konferansın toplanmasını ve bahse konu tehditle mücadeleyi gündeme almasını önerir” sözleri ile yer bulmuştu.

Çin’in somut olarak eyleme geçebileceği diğer husus ise Gazze’ye yapılacak insani yardım ve şehrin yeniden yapılanmasında uluslararası toplumla elini taşın altına daha fazla koymak olabilir. Yeniden yapılanma hususunun ivedi olarak çözüme kavuşturulması Filistinlilerin tehcir edilmesi senaryolarını da gündemden düşürecektir.

GÖRÜŞ

Neo-Trumpizm, Trump’ı da yutacak: Amerikalı muhafazakârın İsrail sorunu

Yayınlanma

Trump iktidarıyla birlikte Amerikan muhafazakârları ağır bir değişim geçirdi. Bush dönemlerinden aşina olduğumuz şahin Amerikan milliyetçileri, yerini izolasyoncu Amerikan milliyetçilerine bıraktı. “Önce Amerika” sloganı Trump iktidarının belki de en belirgin yapıtaşıydı. Donald Trump, on yıllar boyu devam eden ve Amerikan halkına gram faydası olmayan okyanus aşırı maceraların yarattığı rahatsızlığı oya çevirmeyi başarmıştı.

Trump’ın 4 yılı, diğer başkanlara nazaran sakin olsa da tamamen “izolasyonda” geçmedi. İranlı General Kasım Süleymani Trump yönetimi altında öldürülürken Kudüs ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanındı. Ancak Trump’ın kitlesi “Önce Amerika” cümlesini o kadar fazla duymuştu ki karnı yeni maceralara toktu, kalkışan kişi çok sevdikleri Trump olsa bile…

İşte bugün Trump’ın yarattığı izolasyoncu muhafazakâr canavarını konuşacağız. Bu kitleye canavar diyorum çünkü artık Trump’ın kontrolünde değiller. Kahramanları İsrail yanlısı olarak tanınsa bile İsrail’i desteklemek istemiyorlar. Bu kırılmayı ABD’nin bazı meşhur muhafazakâr figürleri fark ettiler ve doyasıya üzerine oynuyorlar. Peki, kim bu figürler?

Muhafazakâr medyada İsrail kavgası

Hikâye doğal olarak 7 Ekim’de başladı. Hamas’ın Aksa Tufanı saldırısı sonrası Demokrat Parti’de kıyamet kopuyordu. Malum, Müslüman oylarına ihtiyacı olan Demokratlar, İsrail’den yana tavır alırken kırk takla atıyorlardı. Ancak Cumhuriyetçiler için böyle bir sorun yoktu. Partinin her kesimi İsrail destekçisiydi. Değil mi?

Pek sayılmaz. Evet, Trump’ından Mitch McConnell’ına partinin tüm demirbaşları kayıtsız şartsız destek açıklıyor, Biden’a caydırıcı olmadığı için eleştiride bulunuyorlardı. Ama bir sorun vardı. Kitlede aykırı sesler çıkmaya başlamıştı. Sonuç olarak 1 buçuk yıldır Ukrayna üzerinden kendilerine anlatılan politikaların tam tersi yapılıyordu. Bazıları sordu; “neden İsrail’e para harcıyoruz? Kendi altyapımız bu kadar zayıfken, sınır güvenliğimiz delik deşik olmuşken, gençlerimiz uyuşturucu bağımlılığından sokaklarda sürünürken neden başka ülkelerin sorunlarına odaklanıyoruz ki?”

Bu rahatsızlığı medyada birileri yakalamayı başardı; Tucker Carlson ve Candace Owens. Tucker Carlson’ın ABD’de bir efsane olduğunu söylesek yanlış olmaz. Fox News’da yıllardır yaptığı anchormanlikten ayrılan gazeteci Carlson, yıllar içinde ABD’li liberalin nefret objesine, muhafazakârın ise idolüne dönüştü. Carlson, Trump tipi (ancak Trump’ı sevmeyen) bir muhafazakârdı. ABD’nin çoğu dış politika hamlesini hatalı buluyor, ABD müesses nizamıyla doğrudan kavga ediyordu. FBI’ın Carlson’u takip ettirdiği bile ortaya çıkmıştı.

Carlson, Fox’ta çalıştığı dönemde sadece müesses nizamı eleştirmekle kalmadı, daha ağır konuşan sol merkezli figürleri de ekrana çıkarmaya başladı. Bu size pek şaşırtıcı gelmeyebilir ancak Fox’un muhafazakârların en çok izlediği kanal olduğu düşünüldüğünde sol figürleri orada görmek devrim niteliğinde bir olaydı.

Tucker Carlson ve temsil ettiği fikirler sol-sağ fark etmeksizin müesses nizam nefretinde birleşmişti. Carlson, Fox’tan ayrıldıktan sonra Elon Musk’ın X’inde program yapmaya başladı. Musk’ın da reklamını yaptığı şov izlenme rekorları kırdı. İşte bu Carlson, ufak ufak İsrail desteğine dokundurmaya başladı. “İsraillileri çok severim çünkü kendilerini düşünürler. Biz neden kendimizi düşünmüyoruz?” diyerek ilk kurşunu sıktı. Carlson, ABD’nin onca sorunu arasında başka ülkeleri korumak gibi bir misyonunun olmadığını söylüyordu.

Bu cümleler halkta karşılık bulmuştu. Carlson muhafazakâr camiada tabu bir konuya giriyordu. ABD’nin İsrail’e milyarlarca dolar destek vermesi tartışmaya açık bir konu değildi. Ancak artık pandoranın kutusu açıldı. Hani “Önce Amerika’ydı?”

Asıl kavga ise siyasi yorumcu Candace Owens ile başladı. Owens, İsrail’e muhalefeti bir adım daha ileri taşıdı. Carlson’ın pragmatik bakış açısının ötesinde İsrail’i doğrudan soykırımla suçladı. Konuyla ilgili yaptığı paylaşımda “hiçbir şey bir devlete soykırım yapma hakkı tanımaz” dedi.

Owens, İngilizce Youtube izleyicilerinin “Shapiro feminist üniversitelilere haddini bildiriyor #83” başlıklı videolardan tanıyacağı muhafazakâr fikir önderi Ben Shapiro tarafından topa tutulacaktı. Shapiro, Owens ile aynı kanalda yani Daily Wire’da çalışıyordu. Kendisi bir Yahudi ve açık İsrail destekçisi olan Shapiro, Owens’ın 7 Ekim sonrası yaptığı yorumları “utanç verici” olarak nitelendirdi. Bunun üzerine Owens da Tucker Carlson’ın programına çıkıp Shapiro’ya “duygusal ve kontrolden çıkmış biri” diyerek cevap verdi. Shapiro’nun “Gerçekler, duygularınızı umursamaz” isminde bir kitap yazdığı ve bu cümleyi tüm münazaralarında kullandığı düşünüldüğünde kendisine duygusal denmesi herhangi bir hakaretten daha ağır sayılabilir.

Kitlelerde izolasyonculuğun karşılığı

Candace Owens ve Tucker Carlson gibi popülist karakterlerin böyle politikaları benimsemeleri muhafazakâr kitlelerde bunun bir karşılığı olduğunu gösteriyor. Bu figürler, Trump’ın başlattığı “Önce Amerika’yı” bir adım daha ileri taşıdılar. Trump sonrası muhafazakâr siyaset için örnek oluşturdular. Hemen hemen benzer düşüncelerdeki Elon Musk’ın X’inde kendilerine yer buldular. Bu “Neo-Trumpizm’in” bayrağını kim taşıyacak henüz bilmiyoruz.

Bildiğimiz bir şey var ki Amerikan muhafazakârının kafası karışık. Önceden tamamen İsrail yanlısı bilinen bu kitlede İsrail’e silah verilmesine karşı olanların sayısı yüzde 43’ü buldu. Bu sayı tarih boyu İsrail desteklemiş bir parti için çok yüksektir. Bundan sonra Cumhuriyetçi siyasetçiler ne kadar Yahudi lobi gruplarının desteğini isterlerse istesinler, bu kitleyi görmezden gelerek siyaset yapamazlar. Bunu hisseden siyasetçilerden biri genç başkan adayı Vivek Ramaswamy oldu. Kendisi Trump tipi popülist politikalarla ön seçimlerde Trump’ın arkasında ikinciliğe yerleşti. Ancak bu bayrağı devralabilecek kadar tutunabilecek mi onu göreceğiz. Cumhuriyetçilerin yeni yıldızı olarak parlatılan Ron DeSantis de kısa süre içinde unutuldu gitti.

Tabii bunları düşünmek için çok erken. Hala tahtta oturan bir kral var ve o kral 2024’te zafer ilan etmeye niyetli. Eğer Trump, 2024’te başarısız olursa hemen şimdi, kazandığı takdirde ise 2028’de bu değişimi daha net göreceğiz. Trump 2024 için başkan yardımcısı olarak “Tucker Carlson’ı isterim” demişti. Olur mu olmaz mı bilinmez ancak Carlson ismini bundan sonraki seçimlerde daha sık duymaya hazır olun. Her şekilde Neo-Trumpizm, her savaş başladığında biraz daha büyümeye devam ediyor. Bu da bize gelecekte Trump’ın aksine yarım yamalak olmayan ve gerçekten izolasyoncu politikalar güden bir akımın güçleneceğini söylüyor. Neyse, hele bir 2. Trump devrini görelim, Neo-Trumpizmi o zaman düşünürüz.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hintlerin gözünden Henry Kissinger

Yayınlanma

Dünyanın en etkili ve en tartışmalı diplomatlarından, uluslararası ilişkilerin ve diplomasinin ileri gelen isimlerinden biri olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger 30 Kasım 2023 tarihinde 100 yaşında hayatını kaybetti. Kissinger, 1969-1977 yılları arasında ABD’nin Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Başkan Richard Nixon yönetimindeki Dışişleri Bakanı olarak oynadığı rol ile tanınıyor. Aynı zamanda 1970’li yıllardaki ABD-Çin yakınlaşmasının mimarı olarak biliniyor. Ancak kaleme aldığım bu değerlendirme için Kissinger konusunun bizi ilgilendiren kısmı, Bangladeş’in Kurtuluş Savaşı olarak tarihe geçen 1971 savaşında Pakistan’ı desteklemesi ve Çin’i Hindistan’a saldırmaya teşvik etmesi.

Yani, Henry Kissinger’ın mirası Hintler için toksik. Öyle ki Hintler için onun 1971 savaşındaki rolü, onu son derece tartışmalı bir isim hâline getirdi. Öncelikle biraz arka plana ihtiyacımız var. 1971 savaşı Pakistan’daki iç gerilimlerden kaynaklandı. İngilizlerin alt kıtadan çekilmesi ile Hindistan için söz konusu olan 1947’deki Hindistan ve Pakistan olarak yaşanan bölünmeden sonra Pakistan coğrafi olarak iki ayrı kanattan oluşuyordu: Batı Pakistan (Punjab, Sind, vs.) ve (1971’den itibaren Bangladeş olarak bağımsız bir ülke olan) Doğu Pakistan (Bengal). Ancak Pakistan, Batı Pakistan’dan gelen elitlerin hâkimiyetindeydi. Pakistan vatandaşlarının çoğunluğunun Doğu Pakistan’da yaşamasına karşın Pakistan halkı ayrımcılığa uğradığını ve güçlerinin kesildiğini hissediyordu. Pakistan’ın 1970’teki ilk demokratik seçiminde, Doğu Pakistan’daki hoşnutsuzluk dalgası Awami Birliği’ne ezici bir zafer kazandırdı. Sheikh Mujibur Rehman liderliğindeki Awami Birliği, Doğu Pakistan’a daha fazla özerklik verilmesini savundu. 1970’teki ezici zaferi ona ulusal mecliste çoğunluğu sağladı. Ancak Pakistan, iktidarı devretmeyi reddeden ordusu tarafından yönetiliyordu. Bu durum politik krizi beraberinde getirdi. Doğu Pakistan protestolarla çalkalandı. Krizi çözmeye yönelik görüşmelerde uzun bir çıkmazın ardından Pakistan Ordusu Mart 1971’de Doğu Pakistan’da ölümcül bir baskı başlattı. Dhaka’daki Amerikalı diplomatların “soykırım” olarak nitelendirdiği bu baskı politik aktivistleri ve azınlıkları hedef alıyordu. Tarihe “Searchlight Operasyonu” olarak geçen bu askeri baskıda yüzbinlerce kişi öldürüldü. Awami Birliği’nin lideri Sheikh Mujib, Bangladeş’in kurulması adına bir Bağımsızlık Bildirgesi imzaladı. Bu, milyonlarca kişinin mülteci olarak Hindistan’a kaçmasına neden olan bir iç savaşı tetikledi. Ve bu da bizi yol açtığı 1971 savaşına getiriyor ki işte, Henry Kissinger’ın devreye girdiği yer de burası.

Kissinger ve Nixon’ın rolü

Bu kısa arka planın ardından, konunun hızla Kissinger’ın rol aldığı kısmına geçelim. Kriz patlak verdiğinde Kissinger ve Başkan Nixon Pakistan Ordusu’nu desteklemeye istekliydi. Bunun en temel nedeni, ABD’nin 1970-71 yılları arasında komünist Çin ile ilişkilerin önünü açmak için Pakistan’ın askeri yöneticisi Yahya Khan’ı kullanmasıydı. Bu “arka kanal” stratejisinin Çin açısından önemi dikkate alındığında ABD, birlikleri Doğu Pakistan’da binlerce kişiyi öldüren Yahya Khan’a “herhangi bir baskıda bulunmamak” konusunda istekliydi. Dhaka’daki Amerikan diplomatların Washington’ın şiddeti durdurmak için müdahale etmesini talep etmelerine karşın Nixon ve Kissinger çok az şey yaptı. Ve Kissinger, Pakistan Ordusu’na yardımda kilit rol oynadı. ABD’nin önde gelen yayıncılarından New York Times 1971 yılı boyunca, ordunun cinayetleri başladıktan sonra dahi ABD’nin Pakistan’a silah sevkiyatı yaptığını bildiriyordu. Bu, ABD’nin 1965’teki Hindistan-Pakistan savaşından sonra Pakistan’a uyguladığı silah ambargosunu da ihlâl ettiği anlamına geliyordu. Başkan Nixon ayrıca iç savaşın olumsuz etkileri nedeniyle Pakistan’a ekonomik yardım sağlamak için de çalıştı. Bu, Amerikan Kongresi’nin Pakistan’da işlenen zulümler dikkate alındığında yabancı yardımı durdurma yönünde oy kullanmasına karşın gerçekleşti. Ama zaten  Nixon bunu “amaca zararlı” olarak eleştirmişti.

Bangladeş askeri direnişi büyüdükçe Hindistan’ın devreye girdiğini görüyoruz. Hindistan da Bangladeş’in bu büyüyen askeri direnişine yardım etmeye başladı ki milyonlarca mültecinin Hindistan’a akın edişi Hint hükümetini zaten alarma geçirmişti. Hindistan ayrıca Doğu Pakistan sınırına da asker yığdı. Ve bundan öfkeye kapılan Kissinger, Hintlerden “gayrimeşrular” diye söz ediyordu ki o dönemde Kissinger’ın en büyük önceliği Çin’di ve Pakistan da bunun anahtarıydı. Temmuz 1971’de Kissinger, Çin’e tarihi bir ziyarette bulundu ve bu ziyaret, “iki eski düşman” arasında diplomatik bağların yolunu açtı. Daha sonra Amerikan politikası hızla “açıktan” Pakistan yanlısı bir politikaya dönüştü ki Kissinger ve Nixon, kriz büyüdükçe ABD’nin Pakistan’ın arkasında durması gerektiğine inanıyordu. Pakistan, 1950’lerden beri Soğuk Savaş’ta Komünizme karşı mücadelede Washington’ın sıkı bir müttefikiydi. Dolayısıyla Washington’ın “güvenilirliğini” korumak için müttefiki desteklemek gerekiyordu. Amerikan inancı bu yöndeydi. Kissinger, eğer ABD Pakistan’ı desteklemeseydi Çin gibi ülkelerin onu zayıf göreceğine inanıyordu. Bu, yeni Çin-ABD ilişkisini riske atmak olurdu. Bu iki isim ayrıca Hindistan’ın, Soğuk Savaş’ta ABD’nin müttefiki olan Pakistan’ı küçük düşürmek için Sovyetler Birliği ile birlikte çalıştığına da inanıyordu.

Kasım 1971’de kriz tırmanırken Hindistan Başbakanı Indira Gandhi Washington’da Nixon ve Kissinger ile zor bir görüşme gerçekleştirdi. Bu çok zorlu bir görüşmeydi. Amerikalılar Hindistan’ı Pakistan’a baskı yapmaması konusunda uyarıyordu. Ama bu zorlu görüşme her iki tarafın konumunu değiştirmek adına pek de etkili olmadı. 3 Aralık 1971’de Pakistan Hindistan’a saldırdı ve savaş başladı. Hindistan ve Bangladeş direniş güçleri Pakistan ordusunu yenilgiye uğratmaya başlayınca Nixon ve Kissinger hasar kontrolüne geçti. Kissinger açıkça yetkililere Nixon’ın Pakistan’a destek çıkmak istediğini söyledi. Hindistan’a ekonomik yardımlar kesildi, Pakistan’a silah göndermeye başlandı, İran gibi Ortadoğu’daki üçüncü ülkeler Pakistan’a askeri destek göndermeye yönlendirildi. Ayrıca ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) ateşkes kararı verilmesi için baskı yaptı. Bu, Hindistan girişimini durdurabilirdi. Ancak Sovyetler Birliği bu öneriyi engelledi. Ama Nixon ve Kissinger daha sonra Sovyetler’i Hindistan’a baskı yapmaya ve savaşı durdurmaya ikna etmeye çalıştı.

Toksik miras

Ve dahası, Çin’e de yaklaştılar ve Pekin’in Yeni Delhi’yi tehdit etmek için Çin-Hindistan sınırına asker göndermeyi düşünüp düşünmeyeceğini sordular. Burada Kissinger’ın niyeti Nixon’a söylediği ifadelerden açıkça anlaşılıyordu: “Şimdi Hintleri ikna etmeliyiz, onları Batı Pakistan’a saldırı yapmamaları için korkutmalıyız.” Ancak Çin bunu yapmayı reddetti. Bunun üzerine Nixon ve Kissinger, uçak gemisi USS Enterprise başkanlığındaki bir görev gücünü derhâl Hint Okyanusu’na gönderme kararı aldı. Bu, Hint stratejistleri savaşı hızla bitirmeye itti. Hindistan güçleri zafere yaklaşırken ABD, 13 Aralık’ta BMGK Kararı yoluyla çatışmayı durdurmak için başka bir çaba gösterdi. Ancak karar veto edildi ve yalnızca üç gün sonra Doğu Pakistan’daki Pakistan güçleri Hindistan’a teslim oldu.

Politikalarının başarısız olmasına karşın hem Nixon hem de Kissinger, Batı Pakistan’ı Hindistan egemenliğinden kurtarmaya yardım ettiklerini iddia etti. Ayrıca Kissinger, yeni Hindistan-ABD ortaklığının son yıllardaki gücünden de övgüyle söz ediyordu. Ancak tarihte hiç olmadığı kadar gelişen bu Hint-Amerikan ortaklığına, Henry Kissinger’ın Hintler üzerinde bıraktığı bu toksik mirasına karşın tanıklık ediliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Filistin’in geleceği – 4  

Yayınlanma

Yazar

Son olarak savaşın diğer tarafına, İsrail’e bakmak gerek.

Tel Aviv yönetiminin “büyük İsrail”i kurmak istediği düşüncesi çok yaygın. Tanımı genellikle belirsiz bir şey “büyük İsrail”. Bununla eğer Ortadoğu’nun büyük bölümünü ele geçirecek bir İsrail devleti kastediyorsa, hezeyandan başka bir şey değildir. İster islamcılar, ister sağcı siyonistler, ister Türk veya ister Kürt milliyetçileri olsun, kimin tarafından savunulduğunun da hiçbir önemi yoktur.

Toprak fetişizmi, yüzölçümü hesapları, en ideal örneği televizyon karşısında elinde ekmek bıçağı kafasında tasla nara atan Türk, Arap, Yunan, Kürt, Yahudi vb. milliyetçileri yahut neoosmanlıcılar gibi çoktan mevta olmuş imparatorlukların heveslileri için anlam taşıyabilir; ama onların nostaljisini güttüğü köleci ve feodal imparatorluklar bile toprak için toprak sahibi olmuyorlardı. Toprağın önemi harita üzerinde kapladığı yer değil ondan sızdırılan köle veya çeşitli biçimleriyle vergiydi.

Kapitalizm ise selefi sosyal-iktisadi formasyonlara göre çok daha rasyoneldir. Kapitalizm toprağı harita üzerinde bakıp da geviş getirmek için almaz, köle veya vergi sızdırmak için de almaz; onu işlemek, emmek, altında, üstünde ve üzerinde ne varsa sömürmek için alır. Ne var ki bunun için işgücüne ihtiyacı vardır — bu, bütün kapitalist üretim tarzının baş çelişkisine yol açar. Kendi devlet sınırları içinde bile yaklaşık 10 milyon nüfusuyla işgücü ihtiyacını karşılayamadığı için başta apartheid rejimine maruz tuttuğu ve sayıları 5,5 milyonu bulan Filistinliler ve Araplar olmak üzere pek çok ülkeden işgücü kiralayan İsrail sermayesi, sözümona “büyük İsrail”in yaratacağı işgücü ihtiyacını hiçbir surette karşılayamaz.

İsrail sermayesinin bölgeye yayılmasıyla İsrail devletinin sınırlarının genişletilmesi aynı şey değildir. İsrail, başta ABD olmak üzere batı sermayesinin organik bileşeni olan tekelci sermayesiyle ilkini amaç olarak güder; ne var ki bunun için bölge devletleriyle barışa ihtiyacı vardır. Tablo tam da budur: İbrahim anlaşmaları tasarısında görüldüğü gibi İsrail, işbirlikçi Arap sermayesine yeni ve alabildiğine geniş imkânlar vaat ederek işbirlikçi Arap rejimlerine barış teklif ediyor.

Bununla birlikte sermayenin genişlemesi birincisi serbest işgücünün bulunması, ikincisi sermayenin hareket serbestliğinin sağlanması ölçüsünde mümkündür. Bunların her ikisi de İsrail tarafından özgün bir apartheid rejimini gerektirir, çünkü Filistinlilerin milli direnişi her ikisi için de tehdittir. Başka deyişle, İsrail’in “meşru müdafaa” iddiası hukuki açıdan doğru değildir ama “güvenlik” argümanı da büsbütün demagojik değildir; zira İsrail rejimi, dinci manyaklığa sadece teslim olmayıp teşvik de ederek yerleşimci siyasetini sürdürürken kendi halkının güvenliğini de tehlikeye atıyor ama bunu mukaddes sermayenin güvenliği için yapıyor. İsrail rejiminin menfaatlerini emperyalizmin ve bölgedeki Arap işbirlikçilerinin menfaatleriyle örtüştüren şey de budur zaten.

Böylece, hayata harita fetişizmi üzerinden bakanlar değil ama “büyük İsrail” derken Filistin’in ilhakının tamamlanmasını öngörenlerin kastettikleri siyasi proje nesnel bir anlam kazanır. İlhak isteğinin kuşkusuz ideolojik bir veçhesi vardır; ancak ideolojik veçheler iktisadi ve sosyal temellerle ve onların tetiklediği siyasi tedbirlerle örtüştüğü ölçüde önem taşır. Bu yazıyı hazırlarken tartışma ve görüşlerinden yararlanma fırsatı bulduğum Emir Aşnas, İsrail siyasetinde artık Filistin ve Golan dışında ilhaktan söz eden kalmadığını vurgulamıştı. Bununla birlikte demografik bir problemin de Filistin meselesinin “nihai çözümünü” zorladığını hatırlatmıştı: “Esasen İsrail vatandaşlığının kendine has yapısının da (yani dünyada yalnızca akredite hahambaşılıklar tarafından onaylanmış Yahudilerin vatandaşlığa kabul edilebilmesi) etkisiyle demografik bir sorunu vardır. … Gazze’nin tehciri için bu kadar istekli olmalarının temel bir nedeni de budur.” Kaldı ki bütün dünyadaki Yahudiler İsrail’e göçmeyi kabul etseler bile (olmayacak bir şey) nüfus yoğunluğu çok düşük kalmaya devam edecektir.

İsrail kapitalizmi mevcut gerilim devam ederken de bugüne kadar olduğu gibi işlemeye devam edebilir. Savaştaki her yeni tırmanışın ve her yeni savaşın doğuracağı sarsıntıyı az çok rahatlıkla absorbe edebilecek kadar esnek bir sermayedir bu. Ama esnekliğin kârdan zarar kalemi olmasından başka, bunun da bir sınırı vardır. Bu sınırı yaklaştıran, bugüne kadar hep İsrail’in avantajına işleyen diaspora meselesidir. İsrail’in başlıca müttefiki olan ülkelerde kendini Filistinli hisseden onbinlerce ve yüzbinlerce insanın örgütlenerek müesses nizama baskıda bulunması ise orta vadede İsrail’in varlığını tartıştırabilecek kadar ciddi bir sorundur. Filistin halkının tehciri yönündeki baskının diğer bir nedeni de budur. Filistinli kalmazsa Filistin meselesi de kalmaz.

Demek ki Filistin meselesinin çözümü, yani Filistin milli mücadelesinin bütünüyle etkisizleştirilmesi, İsrail sermayesi için kaçınılmazdır. Sorun bunun hangi yoldan gerçekleştirileceğidir.

Filistin’in geleceği – 3

Birinci yol: Filistin milli mücadelesinin fiziki olarak tasfiye edilmesi, yani sadece Filistinli savaşçıların değil Filistin halkının da yok edilmesi. Bunun bir iktisadi bedeli olacak, İsrail’in işgücü piyasasında sıkıntılar doğacaktır; ama yeterince esnek olan İsrail sermayesi bu sıkıntıları yüksek ücret ödenen ancak hukuki hakkı bulunmayan gastarbeiter formülüyle orta vadede kolaylıkla aşabilir. Siyasi haklara gelince, yerli işgücünün siyasi hakları bile artık genel bir emperyalist-militarist siyaset olarak her yerde budanıyor; dolasıyla İsrail’de yabancı işçilerin siyasi hakları bulunmadığından yakınmak fazla kaçar. İşgücünün kıt olduğu bütün Ortadoğu monarşilerinin formülüdür bu ve üstelik gayet işlevsel bir formüldür. Gastarbeiter ne kadar kalifiye emek sunarsa o kadar fazla ücret alır; ne kadar niteliksiz olursa o kadar köle emeğine yakınsar. Yüksek teknoloji ülkesi olarak İsrail, gastarbeiterlere Körfez monarşilerinden çok daha geniş fırsatlar sunar.

Bu yol savaşın “pozitif” biçimde, teorik sınırlarına, yani kendi teorik mantığı içinde “mutlak ve son şekline” kadar varmasını, yani hasmın tamamen silahsızlandırılmasını gerektirmekle kalmaz. Bu yol hasmın bir sonraki savaşa hazırlanması için vakit kazanmasını engelleyip tamamen kurutulmasını da gerektirir. Çünkü sermaye, demografi ve onlarla ilişkili olarak lobicilik sorunları, hasım ne kadar vakit kazanırsa bir dahakine İsrail’i çok daha güçlü tehdit edebilecek şekilde ortaya çıkmasına yol açacaktır. “Hasım bozguna uğratılmadıkça onun beni bozguna uğratacağından endişe edebilirim; dolayısıyla kendi eylemlerimin efendisi değilimdir.” (Clausewitz s. 38) Böyle bir durumda hukukun ve siyasetin sınırı da aşılır, çünkü askeri mantık ile siyasi hedef çakışmıştır. “Bunun [hasmı silahsızlandırma hedefinin] kendisine uluslararası hukuk adetleri görünümü altında koyduğu göze çarpmayan, söz etmeye bile pek değmeyecek sınırlamalar, şiddete, onun etkisinin özünü zayıflatmadan eşlik eder.” (Clausewitz s. 35.) “Endlösung” böylece halkın tehciri olarak karşımıza çıkar. Çünkü:

“Eğer savaşın soyut kavranışına dönmekle başlarsak … şimdi genel bir düzenin unsurları olan, geri kalan her şeyi kapsayan üç şeyi ayırt edeceğiz. Bunlar silahlı kuvvetler, toprak ve hasmın iradesidir. Hasmın silahlı kuvvetleri yok edilmeli, yani mücadeleye devam edemeyeceği bir duruma sokulmalıdır. … Toprak fethedilmelidir, çünkü yeni silahlı kuvvetlerin kaynağı olabilir. Ama bunlardan birine ya da diğerine erişildikten sonra bile savaş (düşmanca gerginlik ve düşman kuvvetlerin eylemi) sona ermiş sayılamaz, ta ki hasmın iradesi kırılıncaya, yani hasmın hükümeti ve müttefikleri barış imzalamaya mecbur kalıncaya yahut halk boyun eğdirilinceye kadar.” (Clausewitz s. 60.) Bunun tek bir darbeyle veya aşağı yukarı eşzamanlı bir dizi darbeyle yapılması gerekmez; bu yıpratma yoluyla da yapılabilir. İsrail saldırılarının Filistin direnişini hızla kıramadığı doğrudur, ama siyasetteki dumur halinin aşılmasıyla birlikte aynı amaca ulaşmak için kendi kayıplarını azaltarak zamana yaymayı tercih ettikleri görülüyor. Aynı şey Filistin açısından da doğrudur.

Tekrar etmeli: her bozgun savaşın sonu demektir, ancak mücadelenin sonu demek değildir. Savaşta bozgun, eğer savaş teorik sınırlarına kadar taşınmıyor, yani zaferi kazanan taraf bozguna uğrayan tarafı tamamen yok etmiyorsa mücadeleyi tekrar alevlendirebilir ve yeni bir önderlik, yani irade ortaya çıkartabilir. Ama mücadele, irade, önderlik… bunların hepsi de halk varsa anlam taşır. Halk tüketilirse hiçbiri kalmaz.

İkinci yol: Filistin’de, esas itibariyle de çatışmanın merkez üssü durumundaki Gazze şeridinde bir işbirlikçi sınıf yaratılması; bu sınıfın önüne İsrail sermayesiyle ortaklaşa zenginleşme imkânı serilmesi. Dönemin savunma bakanı faşist Liberman tarafından daha 2018’de Gazze için Singapur formülünün ileri sürülmesi boşuna değildir. Bu faşist o zaman şöyle demişti: “Biz kendi açımızdan gecekondu mülteci kamplarını Ortadoğu’nun Singapur’una dönüştürme işinde sizin için mükemmel ortaklar olabiliriz. … Eğer sizi yönetenler bunu kabul etmiyorlarsa sizi yönetenleri değiştirin.”

Bu, Filistin’in halk toprağının kurutulmasının bir başka ve daha kalıcı yoludur; Filistin halkından, en genelde Arap halklarından, dolayısıyla dünya halklarından başka herkes için en ideal formüldür.

Karl von Clausewitz. О войне [Savaş Üzerine]. Moskova: Логос & Наука, 1998.

Vladimir Lenin. Пол. соб. соч., т. 24 [Bütün Eserler, c. 24]. Moskova: Политическая литература, 1974.

Vladimir Lenin. Пол. соб. соч., т. 39 [Bütün Eserler, c. 39]. Moskova: Политическая литература, 1974.

Mihail Frunze. Избранные произведения [Seçme Eserler]. Moskova: Воениздат, 1950.

Mao Zedung. Избранные произведения, т. 1 [Seçme Eserler, c. 1]. Moskova: Иностранная литература, 1952.

Sun Tzu, U-Tzu. Трактаты о военном искусстве [Savaş Sanatı Üzerine Risaleler]. Moskova: Астрель, 2011.

Ali Şeriati. Kapitalizm Uyanıyor mu? (Çev. F. Yalçınkaya.) İstanbul: Dünya, 1992.

Frantz Fanon. Yeryüzünün Lanetlileri. (Çev. Ş. Süer.) Versus: İstanbul, 2002.

Fyodor Dostoyevski. Собрание сочинений [Bütün Eserler]. Moskova: Наука, 1995.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English