DÜNYA BASINI
FP: ABD’nin 30 yıllık politikası nasıl felaketle sonuçlandı?
Yayınlanma

Hamas’ın İsrail’e karşı başlattığı operasyona yanıt olarak İsrail, Gazze’ye bomba yağdırmaya devam ediyor. ABD başta olmak üzere Batılı hükümetlerin desteğini arkasına alan İsrail, tüm dünyanın gözü önünde her türlü insan haklarını ve savaş hukukunu çiğnemeye devam ediyor. Binlerce sivil Filistinlinin hayatını kaybettiği saldırılar devam ederken ABD’nin İsrail-Filistin politikasına yönelen eleştiriler de artıyor.
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, yaşanan savaşta Hamas’ın mı yoksa İsrail’in mi daha hatalı olduğunu tartışmanın diğer önemli hataları gizlediğine dikkat çekiyor. Stephen M. Walt’un kaleme aldığı ve Foreign Policy’de yayınlanan analizde bugünkü savaşın kökeni “ABD’nin Orta Doğu meselelerinde rakipsiz bir dış güç olarak ortaya çıktığı ve kendi çıkarlarına hizmet edecek bölgesel bir düzen inşa etmeye çalıştığı 1991 yılına” dayandırılıyor. ABD’nin dış politika hatalarının sorunu savaşa dönüştürdüğünü anlatan analize göre, Biden’ın dış politika ekibi “hem dünyanın hem de Orta Doğu’nun nereye gittiğini çok yanlış okuyorlar” ve krize buldukları çözüm “sadece 7 Ekim öncesi statükoya geri dönmek olursa, dünyanın geri kalanı dehşet ve itiraz içinde başını sallayarak izleyecek ve farklı bir yaklaşımın zamanının geldiği sonucuna varacak.”
***
Amerika, İsrail ve Filistin’in Son Savaşının Temel Sebebidir
ABD’nin 30 yıllık politikası nasıl felaketle sonuçlandı?
Stephen M. Walt
İsrailliler ve Filistinliler ölenlerin yasını tutarken ve kayıplardan gelecek haberleri korkuyla beklerken, suçlayacak birini arama eğilimine karşı koymak pek çok kişi için imkânsız. İsrailliler ve destekçileri tüm suçu, İsrailli sivillere yönelik korkunç saldırıda doğrudan sorumluluğu tartışmasız olan Hamas’a yüklemek istiyor. Filistin davasına daha sempati duyanlar ise bu trajediyi onlarca yıllık işgalin ve İsrail’in Filistinli tebaasına yönelik sert ve uzun süreli muamelesinin kaçınılmaz bir sonucu olarak görüyor.
Diğerleri ise suçlanacak çok şey olduğunda ısrar ediyor ve bir tarafı tamamen masum, diğer tarafı ise tek sorumlu olarak gören herkesin adil yargılama kapasitesini yitirdiğini söylüyor.
Kaçınılmaz olarak, hangi tarafın daha hatalı olduğunu tartışmak, Siyonist İsrailliler ve Filistinli Araplar arasındaki uzun süreli çatışmanın sadece genel hatlarıyla ilişkili olan diğer önemli nedenleri gizliyor. Ancak mevcut kriz sırasında bile bu diğer faktörleri gözden kaçırmamalıyız, çünkü etkileri mevcut çatışmalar durduktan çok sonra bile yankılanmaya devam edebilir.
Nedenlerin izini sürmeye nereden başlayacağımız doğal olarak keyfidir (Theodor Herzl’in 1896 tarihli kitabı Yahudi Devleti mi? 1917 Balfour Deklarasyonu mu? 1936 Arap isyanı mı? 1947 BM taksim planı mı? 1948 Arap-İsrail savaşı mı yoksa 1967 Altı Gün Savaşı mı?), ancak ben ABD’nin Orta Doğu meselelerinde rakipsiz bir dış güç olarak ortaya çıktığı ve kendi çıkarlarına hizmet edecek bölgesel bir düzen inşa etmeye çalıştığı 1991 yılından başlayacağım.
Bu geniş bağlamda, geçen iki haftada yaşanan trajik olaylara gelmemize yol açan en az beş kilit olay ya da unsur var.
Bunlardan ilki 1991 Körfez Savaşı ve sonrasında gerçekleşen Madrid Barış Konferansı’dır. Körfez Savaşı, Saddam Hüseyin’in bölgesel güç dengesine oluşturduğu tehdidi ortadan kaldıran ABD askeri gücünün ve diplomatik sanatının çarpıcı bir gösterisiydi. Sovyetler Birliği’nin çöküşe yaklaşmasıyla birlikte ABD artık kontrolü eline almıştı. Dönemin Başkanı George H. W. Bush, Dışişleri Bakanı James Baker ve deneyimli bir Orta Doğu ekibi bu fırsatı değerlendirerek Ekim 1991’de İsrail, Suriye, Lübnan, Mısır, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve ortak bir Ürdün/Filistin delegasyonundan temsilcilerin yer aldığı bir barış konferansı topladı.
Konferans, nihai bir barış anlaşması bir yana, somut sonuçlar üretmemiş olsa da barışçıl bir bölgesel düzen inşa etmek için ciddi bir çabanın temelini atmıştır. Bush 1992’de yeniden seçilebilseydi ve ekibine çalışmalarına devam etme fırsatı verilseydi neler başarılabileceğini düşünmek heyecan verici.
Yine de Madrid, gelecekte yaşanacak pek çok sorunun tohumlarını eken vahim bir kusur da içeriyordu. İran konferansa davet edilmedi ve dışlanmasına “retçi” güçlerin katıldığı bir toplantı düzenleyerek ve daha önce görmezden geldiği Hamas ve İslami Cihad dahil Filistinli gruplara ulaşarak yanıt verdi. Trita Parsi’nin Treacherous Alliance (Hain İttifak) adlı kitabında gözlemlediği gibi, “İran kendisini büyük bir bölgesel güç olarak görüyor ve masada bir koltuk bekliyordu” çünkü Madrid “sadece İsrail-Filistin çatışması üzerine bir konferans olarak değil, yeni Orta Doğu düzeninin oluşturulmasında belirleyici bir an olarak görülüyordu.” Tahran’ın Madrid’e tepkisi ideolojik olmaktan ziyade stratejikti: ABD ve diğerlerine, çıkarları dikkate alınmadığı takdirde yeni bir bölgesel düzen yaratma çabalarını raydan çıkarabileceğini göstermeye çalıştı.
İntihar saldırıları ve diğer aşırılık yanlısı şiddet eylemleri Oslo Anlaşması müzakere sürecini sekteye uğrattı ve İsrail’in müzakere edilmiş bir çözüme olan desteğini zayıflattı. Zaman içinde, barışın sağlanması zorlaştıkça ve İran ile Batı arasındaki ilişkiler daha da kötüleştikçe, Hamas ile İran arasındaki bağlar daha da güçlendi.
İkinci kritik olay ise 11 Eylül 2001 terör saldırıları ile 2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinin bir araya gelmesiydi. Baasçı Irak, Filistin davasına çeşitli şekillerde destek vermiş olsa da Irak’ı işgal etme kararının İsrail-Filistin çatışmasıyla sadece dolaylı bir ilişkisi vardı. George W. Bush yönetimi, Saddam’ı devirmenin Irak’ın sözde kitle imha silahları tehdidini ortadan kaldıracağına, düşmanlara ABD’nin gücünü hatırlatacağına, terörizme daha sağlam bir darbe vuracağına ve tüm Ortadoğu’nun demokratik çizgide radikal dönüşümünün önünü açacağına inanıyordu.
Ne yazık ki elde ettikleri, Irak’ta maliyetli bir bataklık ve İran’ın stratejik konumunda çarpıcı bir iyileşme oldu. Körfez’deki güç dengesindeki bu değişim Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerini endişelendirdi ve İran’dan gelen ortak tehdit algısı, bazı Arap ülkelerinin İsrail ile ilişkilerini değiştirmek de dahil bölgesel ilişkileri önemli oranda yeniden şekillendirmeye başladı. ABD öncülüğündeki “rejim değişikliği” korkusu da İran’ı gizli bir şekilde nükleer silah peşine düşmeye teşvik ederek uranyum zenginleştirme kapasitesinin sürekli artmasına ve ABD ile BM yaptırımlarının giderek sıkılaşmasına yol açtı.
Geriye dönüp baktığımızda, üçüncü kilit olayın dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’la 2015 yılında imzalanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) vazgeçmesi ve bunun yerine “azami baskı” politikasını benimsemesi olduğunu görüyoruz. Bu aptalca kararın birçok talihsiz etkisi oldu: KOEP’den çekilmek İran’ın nükleer programını yeniden başlatmasına ve gerçek silah kapasitesine çok daha fazla yaklaşmasına olanak sağladı ve maksimum baskı politikası İran’ın Basra Körfezi ve Suudi Arabistan’daki petrol sevkiyatlarına ve tesislerine saldırmasına yol açarak ABD’ye onları zorlama ya da devirme girişiminin bedelsiz ve risksiz olmadığını gösterdi.
Bekleneceği üzere, bu gelişmeler Suudilerin endişelerini artırdı ve kendi nükleer altyapılarını edinme konusundaki girişimlerini hızlandırdı. Ve realist teorinin öngördüğü gibi, İran’dan gelen tehdidin artığına dair algılar İsrail ile bazı Körfez ülkeleri arasında sessiz ama önemli güvenlik işbirliği biçimlerini teşvik etti.
Dördüncü gelişme, Trump’ın KOEP’den çekilme kararının bazı açılardan mantıksal bir uzantısı olan sözde İbrahim Anlaşmalarıydı. Amatör stratejist (ve Trump’ın damadı) Jared Kushner’in buluşu olan bu anlaşmalar İsrail ile Fas, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Sudan arasındaki ilişkileri normalleştiren bir dizi ikili anlaşmaydı. Eleştirmenler, anlaşmaların barış davasını ilerletmek için nispeten az şey yaptığını, çünkü katılan Arap hükümetlerinin hiçbirinin İsrail’e aktif olarak düşmanlık yapmadığını veya ona zarar verme kapasitesine sahip olmadığını belirtti. Diğerleri ise İsrail kontrolü altında yaşayan 7 milyon Filistinlinin kaderi çözülmediği sürece bölgesel barışın zor olacağı uyarısında bulundu.
Biden yönetimi de aynı yolda ilerlemeye devam etti. İsrail’in giderek aşırı sağcı hale gelen hükümetinin, son iki yılda Filistinlilerin ölümlerinde ve yerlerinden edilmelerinde artışa neden olan aşırılık yanlısı yerleşimcilerin şiddet eylemlerini desteklemesini durdurmak için anlamlı hiçbir adım atmadı. KOEP’ye derhal yeniden katılma yönündeki kampanya vaadini yerine getiremeyen Biden ve ekibi, asıl çabalarını Suudi Arabistan’ı, bir tür ABD güvenlik garantisi ve belki de ileri nükleer teknolojiye erişim karşılığında İsrail ile ilişkileri normalleştirmeye ikna etmeye odakladı.
Ancak bu çabanın motivasyonunun İsrail-Filistin ile pek ilgisi yoktu ve daha çok Suudi Arabistan’ın Çin’e yaklaşmasını engellemeyi amaçlıyordu. Suudi Arabistan’a güvenlik taahhüdünü normalleşmeyle ilişkilendirmek, öncelikle ABD kongresinin Riyad’la tatlı bir anlaşmaya yönelik isteksizliğini aşmanın bir yoluydu. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve kabinesi gibi ABD’li üst düzey yetkililer de Filistinli grupların bu süreci rayından çıkaracak ya da yavaşlatacak veya dikkatleri yeniden kendi kötü durumlarına çekecek hiçbir şey yapamayacaklarını varsaymış görünüyorlar.
Ne yazık ki, söylentilere konu olan anlaşma Hamas’a bu varsayımın ne kadar yanlış olduğunu göstermek için güçlü bir teşvik sağladı. Bu gerçeği kabul etmek hiçbir şekilde Hamas’ın yaptıklarını ve özellikle de saldırıların kasıtlı vahşetini haklı çıkarmaz; sadece Hamas’ın bir şeyler yapma kararının ve özellikle de zamanlamasının, önemli ölçüde başka kaygılar tarafından yönlendirilen bölgesel gelişmelere bir yanıt olduğunu kabul etmektir.
Son köşe yazımda da belirttiğim gibi, beşinci faktör tek bir olaydan ziyade ABD’nin sözde barış sürecini başarılı bir sonuca ulaştırma konusundaki süregelen başarısızlığıdır. Washington, Oslo Anlaşmalarından bu yana (adından da anlaşılacağı üzere Norveç’in arabuluculuğuyla gerçekleşmişti) barış sürecinin yönetimini tekeline almıştı ve yıllar boyunca gösterdiği çeşitli çabalar sonuçta hiçbir yere varmadı. Eski ABD Başkanları Bill Clinton, George W. Bush ve Barack Obama, sözde tek kutuplu dönemini yaşayan dünyanın en güçlü ülkesi ABD’nin iki devletli çözüme ulaşmaya kararlı olduğunu defalarca ilan ettiler, ancak bu sonuç artık her zamankinden daha uzak ve muhtemelen imkânsız.
Bu arka plan unsurları önemli, çünkü gelecekteki küresel düzenin doğası tartışmaya açık ve birkaç etkili devlet, ABD’nin on yıllardır savunduğu zaman zaman liberal ve tutarsız bir şekilde takip edilen “kurallara dayalı düzene” meydan okuyor. Çin, Rusya, Hindistan, Güney Afrika, Brezilya, İran ve diğerleri açıkça gücün daha eşit paylaşıldığı çok kutuplu bir düzen çağrısında bulunuyor. ABD’nin artık sözde vazgeçilmez güç olarak hareket etmediği, başkalarının kendi kurallarına uymasını beklerken, kendisine uymadığında bu kuralları göz ardı etme hakkını saklı tuttuğu bir dünya görmek istemiyorlar.
Ne yazık ki ABD için, az önce anlattığım beş olay ve bunların bölge üzerindeki etkileri (Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in geçen hafta işaret etmekte gecikmediği gibi) revizyonist pozisyon için güçlü bir cephane sağlıyor. “Sadece Orta Doğu’ya bakın” diyebilirler: “Amerika Birleşik Devletleri otuz yılı aşkın bir süredir bölgeyi tek başına yönetiyor ve ‘liderliği’ ne getirdi? Irak, Suriye, Sudan ve Yemen’de yıkıcı savaşlar görüyoruz. Lübnan yaşam destek ünitesine bağlı, Libya’da anarşi var ve Mısır çöküşe doğru sürükleniyor. Terörist gruplar şekil değiştirip mutasyona uğrayarak birçok kıtada korku saçıyor ve İran nükleer bombaya yaklaşmaya devam ediyor. İsrail için güvenlik yok, Filistinliler için de ne güvenlik ne de adalet var. Washington’un her şeyi yönetmesine izin verirseniz olacağı budur, dostlarım. Niyetleri ne olursa olsun, ABD liderleri kendileri için bile olumlu sonuçlar doğuracak bilgelik ve tarafsızlıktan yoksun olduklarını bize defalarca gösterdiler.”
Çinli bir yetkilinin şunu ekleyeceği kolayca hayal edilebilir: “Bölgedeki herkesle iyi ilişkilerimiz olduğunu ve buradaki tek hayati çıkarımızın enerjiye güvenilir erişim olduğunu belirtmek isterim. Bu nedenle bölgenin sakin ve barışçıl kalması konusunda kararlıyız ve geçen yıl İran ve Suudi Arabistan’ın ilişkilerini yeniden kurmalarına yardımcı olduk. ABD’nin oradaki rolünün azalması ve bizim rolümüzün artmasının dünyanın yararına olacağı açık değil mi?”
Eğer böyle bir mesajın Atlantik ötesi toplumun müreffeh sınırları dışında yankı bulmayacağını düşünüyorsanız, o zaman dikkatinizi vermemişsiniz demektir. Ve eğer yükselen Çin’in yarattığı sorunla başa çıkmanın en önemli öncelik olduğunu düşünen biriyseniz, ABD’nin geçmişte yaptıklarının mevcut krize nasıl katkıda bulunduğunu ve geçmişin gölgesinin gelecekte ABD’nin dünyadaki konumunu nasıl zayıflatmaya devam edeceğini düşünmek isteyebilirsiniz.
Geçen hafta boyunca Biden ve dış politika ekibi en iyi yaptıkları şeyi, yani en azından kısmen kendi yarattıkları bir krizi yönetmeyi başardılar. Hasarı sınırlandırmak, çatışmanın yayılmasını önlemek, iç siyasi yansımaları kontrol altına almak ve (umarım olur) şiddeti sona erdirmek için fazla mesai yapıyorlar. Hepimiz çabalarının başarılı olmasını ummalıyız.
Ancak bir yıldan daha uzun bir süre önce belirttiğim gibi, yönetimin dış politika ekibi, dünya siyasetinin kurumsal mimarisinin giderek daha fazla sorun olduğu ve yeni planlara ihtiyaç duyulduğu bir dönemde, mimarlar değil, yetenekli mekanikçiler olarak görülüyor. Kısa vadeli sorunları çözmek için ABD gücünün araçlarını ve hükümet mekanizmasını kullanmakta ustalar, ancak çeşitli Orta Doğulu müşterilerini nasıl ele aldıkları da dahil Amerika’nın küresel rolüne ilişkin modası geçmiş bir vizyona takılıp kalmış durumdalar. Orta Doğu’nun nereye gittiğini çok yanlış okudukları açık ve bugün yara bandı uygulamak- enerji ve beceriyle yapılsa bile- altta yatan yaraları tedavi edilmeden kapatacak.
Eğer Biden ve Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın şu anki bakanlıklarının nihai sonucu sadece 7 Ekim öncesi statükoya geri dönmek olursa, korkarım ki dünyanın geri kalanı dehşet ve itiraz içinde başını sallayarak izleyecek ve farklı bir yaklaşımın zamanının geldiği sonucuna varacak.
İlginizi Çekebilir
-
ABD, Rusya’nın talebine rağmen Ukrayna’ya istihbarat desteğini kesmeyi reddetti
-
Zelenskiy, Rusya’nın enerji tesislerine saldırıları durdurmayı kabul etti
-
Trump: Çin ile Rusya’nın yakınlaşmasını istemiyorum
-
Çin, stratejik mineraller için devlet fonlarını artırıyor
-
Trump yönetimi NATO’nun Avrupa’daki komutasını bırakmayı düşünüyor
-
Lula, Brezilya’nın uçak üreticisi ve gıda devi şirketlerinin yöneticileriyle Vietnam’ı ziyaret edecek
DÜNYA BASINI
Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde
Yayınlanma
1 gün önce19/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun sabah saatlerinde “kent uzlaşısı ile teröre destek” ve “yolsuzluk” iddiaları ile gözaltına alınmasının yankıları sürüyor.
Batı medyasında İmamoğlu’nun gözaltısı, genel olarak olası Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibine yönelik bir hamle olarak görülüyor.
Örneğin Financial Times, “Türk polisi Erdoğan’ın başlıca siyasi rakibini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Devlet medyası İmamoğlu’nun çarşamba günü gözaltına alınmasının terörle bağlantılı olduğu iddiasıyla yürütülen bir soruşturmanın parçası olduğunu belirtirken, muhalefet bu hamleyi bir ‘darbe girişimi’ olarak nitelendirdi ve tutuklama Türk para biriminin ve piyasalarının düşmesine neden oldu,” dedi.
Yatırım yönetimi zinciri T Rowe Price analisti Tomasz Wieladek FT’ye verdiği demeçte, gözaltıyı “herkes için bir uyandırma çağrısı” olarak nitelendirdi.
Wieladek, Türkiye Merkez Bankası’nın TL’yi savunmak için ‘sınırlı bir ateş gücüne sahip olduğunu’ öne sürerek, “Varlıklar muhtemelen daha fazla satılmaya devam edecek,” dedi.
Bloomberg, sabahtan öğle saatlerine kadar Türk bankalarının TL’ye destek için 8 milyar dolar sattığını yazmıştı.
Piyasalarda sabah saatlerinden itibaren yaşanan çalkantılara dikkat çeken Bloomberg, bir başka haberinde ise, “Türkiye piyasaları çarşamba günü, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibinin gözaltına alınmasının ardından, siyasi kargaşanın son dönemdeki yatırımcı dostu ekonomi politikalarını baltalama riski taşıdığı endişesiyle sarsıldı,” dedi.
Haberde görüşlerine yer verilen Londra’daki Monex Europe’un makro araştırma müdürü Nick Rees, “Bu sistem için biraz şok oldu. Piyasalar giderek daha kayıtsız hale gelmişti ve şimdi bu büyü bozuldu, tüccarlar Türkiye’nin siyasi risk primlerini yeniden fiyatlandırırken dramatik sonuçlar ortaya çıktı,” diye konuştu.
Coex Partners’tan Henrik Gullberg, hamlenin büyüklüğünün “şaşırtıcı” olduğunu, fakat siyasi baskı haberlerinin daha az şaşırtıcı olduğunu söyledi ve “Pratikte, bunun piyasaya duyarlı ekonomik politikalar açısından pek bir şey değiştireceğinden emin değilim,” dedi.
Haberde, Borsa İstanbul 100 Endeksi’nin de açılışta yaklaşık %7 düştüğü, 10 yıllık devlet tahvillerinin getirisinin ise 139 baz puan artarak %29,58’e yükseldiği belirtildi.
Alman Der Spiegel, “Türk yetkililer en önemli Erdoğan muhalifini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Türk makamları İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik baskıcı önlemlerini genişletiyor,” denildi.
Haberde İmamoğlu’nun, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş ile birlikte Erdoğan’ın en güçlü rakibi olarak görüldüğüne dikkat çekiyor.
DW Türkçe’nin aktardığına göreİmamoğlu’nun gözaltına alınması Alman siyasetinde de geniş yankı buldu. Gelişme, “Erdoğan’ın baş rakibini devre dışı bırakma girişimi” diye değerlendirildi, ciddi sonuçlar doğurabileceği uyarısı yapıldı.
SPD Eş Genel Başkanı Lars Klingbeil da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını ‘Türkiye’deki demokrasiye ağır saldırı” sözleriyle sert bir şekilde eleştirdi.
Klingbeil, “Türk hükümeti böylece artık adil seçimler ve bağımsız bir hukuk devleti istemediğini göstermiş oluyor. Atılan adımlar orantısızdır, güven ve inandırıcılığı yok etmektedir. Bunun tüm ülke açısından dramatik sonuçları olacaktır,” ifadelerini kullandı.
Alman Federal Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu üyesi ve Alman-Türk Parlamenterler Grubu Başkanı Max Lucks da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını Cumhurbaşkanlığı seçimleri ışığında adil seçim ve adil rekabete yönelik bir saldırı diye nitelendirdi.
İngiliz The Times ise, “Erdoğan seçim rakiplerine baskı yaparken İstanbul Belediye Başkanı gözaltına alındı” başlıklı haberinde, “Türk liderin başkanlık için en büyük tehdidi olarak görülen Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından şehir genelinde protestolar yasaklandı,” ifadeleri kullanıldı.
Tokyo merkezli Nikkei Asia’daki haberde de Türk yetkililerin “Erdoğan’ın ana rakibini” gözaltına aldığı ileri sürülürken, muhalefetin bu hamleyi “darbe” olarak nitelendirdiğine dikkat çekildi.

Amos Harel / Haaretz
İsrail’in Gazze operasyonuna yeniden başlaması, rehine görüşmelerindeki çıkmazı aşma ve Hamas’ı yenilgiye uğratma çabası olarak sunuluyor. Ancak Netanyahu’nun asıl amacı, acil siyasi hedeflere ulaşmak: Ben-Gvir’i hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonunu sağlamlaştırmak.
Bunu başka türlü açıklamak mümkün değil: İsrail, iki ay önce imzaladığı ateşkes anlaşmasının tüm şartlarını yerine getirmek istemediği için, ABD onayıyla, kasıtlı olarak ateşkesi ihlal etti.
Hamas, bir terör örgütü ve savaş, 7 Ekim’de İsrail’in güneyine düzenlediği sürpriz saldırıyla tamamen onun inisiyatifi ve sorumluluğunda başladı. Ancak son rehinelerin serbest bırakılma süreçlerinde Hamas’ın rehinelere ve ailelerine yönelik psikolojik istismarı, örgütün anlaşmayı büyük ölçüde ihlal ettiği şeklinde yorumlanamaz.
İsrail hükümeti, son haftalarda orduyu Gazze Şeridi’nden özellikle Gazze-Mısır sınırındaki Philadelphia Koridoru’ndan çekmeyerek anlaşmayı ihlal etti.
Hamas, Amerikalılar rehinelerin serbest bırakılması konusunda yeni bir müzakere süreci yürütüyor diye İsrail’in bu ihlaline göz yummadı. Bu da müzakerelerin tıkanmasına yol açtı. Buna karşılık İsrail, salı sabahı erken saatlerde yeniden saldırıya geçti.
Hamas’ın açıklamalarına göre, Gazze’de düzenlenen bir dizi hava saldırısında 320’den fazla Filistinli öldürüldü; bunlar arasında Hamas’ın üst düzey yetkilileri ve örgütün hükümet birimlerinde çalışan isimler de vardı.
Son iki ayda serbest bırakılan bazı rehinelerin ifadelerinden açıkça ortaya çıkan bir gerçek var: Hamas, rehineleri sürekli olarak farklı yerlere taşıdı.
İsrail güvenlik birimlerinin, rehinelerin nerede olduğu konusunda gerçek zamanlı ve kesin istihbarata sahip olmadığı anlaşılıyor. Bu da hava saldırıları ve kara operasyonları sırasında rehinelerin zarar görmeyeceğinden emin olmayı imkânsız hale getiriyor.
İsrail’in Gazze saldırısından bir gün önce, ABD ve Birleşik Krallık, Yemen’deki Husilere karşı yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlattı.
ABD Başkanı Donald Trump, Husilere şimdiye kadar görülmemiş bir sertlikle saldırı düzenleyeceği tehdidinde bulundu. Ancak özellikle dikkat çeken, İran’a yönelik doğrudan tehdidiydi. Trump, Husiler tarafından Amerikalılara yönelik herhangi bir saldırıyı, Tahran’daki rejimin gerçekleştirdiği bir eylem olarak değerlendireceğini söyledi.
Bu tehdit, ABD’nin İran’ı nükleer programını durdurmaya yönelik müzakerelere geri döndürme çabasının bir parçası olsa da aynı zamanda iki ülke arasındaki askeri gerilimi artırıyor.
Gazze’deki ateşkesten bu yana Husiler, İsrail’e roket ve insansız hava aracı saldırılarını durdurmuştu. Ancak şimdi, Hamas’la dayanışma adına İsrail’in merkezi bölgelerini yeniden vurma girişimlerinde bulunmaları muhtemel görünüyor.
Netanyahu’nun dikkat dağıtma hamlesi
Bu arada Netanyahu, İsrail iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in başkanı Ronen Bar’ı görevden alma çabalarına devam ediyor. Netanyahu, pazar akşamı Bar ile kısa bir görevden alma konuşması yaptığında, her ikisi de İsrail’in Hamas’a karşı savaşı yeniden başlatma kararının an meselesi olduğunu biliyordu. Bar, Netanyahu’nun pazartesi akşamı Gazze’ye hava saldırıları öncesinde düzenlediği dar kapsamlı istişarelere de katıldı.
Bu ancak Netanyahu’nun yönetiminde yaşanabilecek bir durum: Eğer Şin-Bet başkanına güvenmiyorsa, neden onu en gizli toplantılara dâhil etmeye devam ediyor?
Netanyahu’nun kovacağını açıkladığı Şin-Bet Direktörü’ne Başsavcı kalkanı
Netanyahu’nun üç danışmanı hakkında Katar’dan fon aldıkları iddiasıyla süren soruşturma göz önünde bulundurulduğunda, Bar hakkında herhangi bir adım atmaktan kaçınması gerekirdi. Özellikle de Şin-Bet’in 7 Ekim’deki güvenlik zaaflarına ilişkin iç soruşturmasının, Netanyahu’ya yönelik ağır suçlamalar içerdiği düşünüldüğünde…
Raporda, Şin-Bet’in Netanyahu’yu, Katar’dan gelen paraların bir kısmının doğrudan terör faaliyetlerinde kullanıldığı konusunda uyardığı belirtiliyor. Şu noktada, hükümetin Bar’ı görevden alma sürecini savaş devam ederken bile hızlandırmaya çalışması tamamen ihtimal dışı değil.
İsrail’in Gazze’de başlattığı operasyon, müzakerelerdeki çıkmazı aşmak için gerekli bir adım olarak ve aynı zamanda Netanyahu’nun Hamas’ı yok etme sözünü yerine getirdiği iddiasıyla meşrulaştırılacaktır. Ancak bu iki hedefin zaman çizelgeleri örtüşmüyor: Hamas yok edilmeden önce rehineler ölebilir tabi eğer Hamas yenilgiye uğratılabilirse…
Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?
Ancak her şeyden önce bu operasyon, Başbakan’ın kamuoyuna açıkça dile getirmeyeceği bir dizi acil siyasi hedefe hizmet ediyor: Itamar Ben-Gvir ve aşırı sağcı Otzma Yehudit partisini hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonu sağlamlaştırmak.
Bu kez, Netanyahu’nun siyasi hayatta kalması gerçekten Gazze’deki baskıyı sürdürmesine bağlı ve aynı zamanda Bar’ın görevden alınması planına karşı düzenlenen protestolara medyanın ilgisini azaltma girişimine de…
Netanyahu’nun asıl hedefi giderek netleşiyor: Otoriter bir rejime doğru kademeli bir kayış ve bu rejimin devamını çok cepheli bir savaşı sürekli kılarak sağlama çabası.
Netanyahu, Bar’ı görevden alma girişimiyle ilgili yayımladığı videoda bile “yedi cephede savaş”tan bahsetti. Peki ya rehineler? Netanyahu’nun perspektifinden bakıldığında, iktidarı elinde tutmasına katkıda bulunduklarını bilerek tünellerde ölebilirler.
DÜNYA BASINI
Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?
Yayınlanma
3 gün önce17/03/2025

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.
***
Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası
Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.
Yossi Melman
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.
Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.
Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.
Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.
Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.
Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.
Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.
Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.
Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.
Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.
Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.
Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.
Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.
7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.

Endonezya parlamentosunun orduya hükümette daha büyük rol vermesi tartışma yarattı

ABD, Rusya’nın talebine rağmen Ukrayna’ya istihbarat desteğini kesmeyi reddetti

Kazakistan’da yolsuzlukla mücadele için kamu görevlileri hapishane turlarına çıkarılıyor

Zelenskiy, Rusya’nın enerji tesislerine saldırıları durdurmayı kabul etti

Olaf Scholz’dan İmamoğlu açıklaması
Çok Okunanlar
-
AVRUPA1 hafta önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi
-
GÖRÜŞ4 gün önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump gümrük vergilerini uygulayamıyor
-
ASYA1 hafta önce
Çinli yatırımcılar Elon Musk’ın şirketlerinden özel olarak hisse alıyor
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Küresel kahve sektörü şokta: Fiyatlar yüzde 70 arttı, alımlar durma noktasına geldi
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Ukrayna’da madene hücum