Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

FP: Riyad ve Abu Dabi’nin yeni kimlik inşasının ABD için sonuçları olacak

Yayınlanma

ABD merkezli Foreign Policy, Riyad ve Abu Dabi’nin milliyetçi temeller üzerinde yeniden inşa etmeye çalıştığı milli kimlik projesinin bölge ve ABD için ne gibi sonuçları olacağını açıklayan bir analiz yayınladı.  Analiz, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri liderlerinin iktidarlarını sağlamlaştırmak için ulusal kimliği yeniden yapılandırdığını ileri sürüyor. Analize göre, iki hükümet de içerideki bu yeni kimlik inşasına paralel, ortaya çıkmakta olan çok kutuplu küresel düzeni bir gerçeklik olarak kabul ediyor ve genellikle ABD’nin itirazlarına rağmen kendilerini, çıkarlarına en uygun şekilde konumlandırıyor. Bu da ABD, Suudi Arabistan ve BAE’nin hedefleri arasındaki makasın açılmasına neden oluyor. Analiz, bu tablo karşısında ABD’nin neden Riyad ve BAE’nin garantörü olmaya devam ettiğini sorguluyor:

***

Arap Körfezi’nin Yeni Milliyetçiliği

Riyad ve Abu Dabi’deki hırslı liderler, iktidarlarını sağlamlaştırmak için ulusal kimliği yeniden yapılandırıyor.

Jon Hoffman

Basra Körfezi’nin en güçlü iki Arap devleti olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) devlet destekli yeni bir milliyetçilik biçimi hızla kök salıyor. İster yüksek petrol fiyatlarını koruma çabaları, ister yerel mega projelerin hayata geçirilmesi, ister küresel spor girişimleri, isterse de Rusya ve Çin’le artan ilişkiler olsun, Suudi ve BAE hükümetlerinin izlediği neredeyse tüm iç ve dış politikalar bu milliyetçi stratejilere dayandırılabilir. Öncelikle hızla genişleyen genç nüfusa yönelik olan bu programlar, otoriter bir yönetim altında, ulusal kimliği ve devlet-toplum ilişkilerini yukarıdan aşağıya yeniden yapılandırmayı amaçlıyor.

Bu girişimlerin şimdiden somut etkileri oldu. Orta Doğu’yu kapsayan neredeyse tüm çatışma bölgelerinde ve jeopolitik fay hatlarında bulunan Suudi Arabistan ve BAE şu anda bölgede gerilimi azaltmaya yönelik son hamlelerin öncüsü konumunda. Suudi Arabistan ve BAE’nin başkentleri Riyad ve Abu Dabi’deki hükümetler, ortaya çıkmakta olan çok kutuplu küresel düzeni bir gerçeklik olarak kabul ediyor ve genellikle ABD’nin itirazlarına rağmen kendilerini, kısa ve uzun vadede kendi çıkarlarına en uygun şekilde konumlandırıyorlar.

Bölgedeki güç Körfez’e doğru kayarken, Suudi Arabistan ve BAE’deki bu yeni milliyetçilik hamlesinin evriminin ve kendilerini yurtdışına yansıtma çabalarının Orta Doğu ve ABD dış politikası için derin sonuçları olacak.

Milliyetçilik, Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve BAE Devlet Başkanı Muhammed bin Zayed’in kontrollerini sağlamayı amaçladıkları yeni otoriter temeldir. Her iki lider de halihazırda ülke içinde, ülkelerinin geçmişindeki tüm yöneticilerden daha fazla güce sahip ve uzun vadede mutlak otoritelerini korumak istiyorlar.

Bu hedefin merkezinde ulusal kimliklerin yeniden yapılandırılması yer alıyor; Muhammed bin Selman ve bin Zayed, hem yerli hem de yabancı kitlelere yönelik ve kendi iktidarlarını sağlamlaştırmak için tasarlanmış bir tür kimlik mühendisliğine giriştiler.

Suudi Arabistan’da Muhammed bin Selman sadece din vurgusuna dayanan ulusal kimliği, “Suudi” olmanın ne anlama geldiğine dair yeni bir fikre doğru yönlendirmeye çalışıyor. Kuruluşundan bu yana modern Suudi devleti ortak bir siyasi-dini projeydi. Geleneksel olarak bu, Suudi Arabistan’ı saf bir İslami ütopya olarak tasvir eden anlatılara dayanan dini milliyetçiliğe dayanıyordu. İktidardaki el-Suud ailesi tarihsel olarak meşruiyetini bu vizyondan almaya çalıştı.

Muhammed bin Selman bunun yerine Suudi milliyetçiliğini ülkedeki birincil meşrulaştırıcı ve birleştirici güç haline getirmek istiyor. Riyad için din hâlâ devlet yönetiminin kritik bir aracı olarak kalsa da İslam bu yeni milliyetçi çabayı desteklemek amacıyla yeniden konumlandırılıyor.

Veliaht Prens’in talimatıyla Suudi Arabistan’ın resmi tarihini Vahhabilik’ten uzaklaştırma çabaları; kadınların araba kullanmasına, yalnız yaşamasına ve bir erkek vasi olmadan seyahat etmesine izin verilmesi; dini polisin yetkilerinin sınırlandırılması; sinema ve konser gibi halka açık eğlence mekanlarına izin verilmesi; yolsuzlukla mücadele gerekçesiyle hükümet yetkilileri ve kraliyet mensuplarının tasfiye edilmesi ve rejimin aşırılık yanlısı olarak nitelendirdiği din adamlarının ve alimlerin tutuklanması gibi çeşitli reformlar bu durumun en belirgin örnekleri. Ders kitapları ve devlet eğitimi, ülkeyi pan-Arap veya pan-İslami davalardan uzaklaştırırken bu yeni milliyetçi anlatıyı benimseyecek şekilde yenilendi.

Riyad ayrıca bu milliyetçi projeyi güçlendirmenin bir yolu olarak militarizasyona da büyük ölçüde eğildi ve askeri sembolizmi toplumu bir araya getirmek ve ortak bir sadakat ve bağlılık duygusunu teşvik etmek için kullanırken savunma harcamalarını da önemli ölçüde artırdı.

BAE’de de bin Zayed, ulusal kimliği daha tutarlı bir “Emirlik” kimliği haline dönüştürmeye çalışıyor. Bugün BAE’yi oluşturan yedi emirlik -Abu Dabi, Dubai, Acman, Füceyre, Resü’l-Hayme, Şârika ve Ümmü’l-Kayveyn- 1971’de İngiltere’den bağımsızlığını kazandı; altısı hemen bir federasyon kurdu ve Resü’l-Hayme ise 1972’de katıldı. Kuruluşunun ardından BAE’de ulusal kimlik duygusu çok az olan bir kabile hiyerarşisi hâkimdi.

Başlangıcından itibaren BAE’de ulus inşası, büyük ölçüde devlet otoritesinin sağlamlaştırılması ve meşrulaştırılması ile ortak kimlik duygusu oluşturulmasına odaklandı.

Bin Zayed, Muhammed bin Salman gibi sıfırdan başlamak yerine, Abu Dabi’deki diğer emirlikler üzerindeki gücü pekiştirirken ve devlet otoritesini kendi ellerinde merkezileştirirken, ortak bir Emirlik kimliğini geliştirmeye yönelik mevcut çabaları önemli ölçüde hızlandırdı.

Ortak bir kimlik duygusunu teşvik etmek üzere tasarlanan girişimler arasında 2018’in “Zayed Yılı” ilan edilmesi, çeşitli ulusal müze ve kütüphanelerin açılması ve yıllık Ulusal Gün kutlamalarına verilen önemin artırılması yer alıyor. Bin Zayed’in müfredatı ağırlıklı olarak Emirlik ulusal kimliğine odaklanan ve akademisyenler Zeynep Özgen ve Şerif İbrahim El Shishtawy Hassan’ın tanımladıkları gibi “girişimci, kendine güvenen ve başarı odaklı Emirlik vatandaşları” yaratacak şekilde reforme edilmeye devam ediyor.

Muhammed bin Selman’a benzer şekilde, bin Zayed de bu milliyetçi programı desteklemek için militarizasyonu kullanıyor; Emirlik ordusunu ve şehit askerleri onurlandırmak için Anma Günü (veya “Şehitler Günü”) gibi bayramlar getirirken, aynı zamanda savunma harcamalarında belirgin bir artışı ve BAE’nin önemli bir bölgesel güç merkezi olarak yükselişini yönetti.

Bu artan milliyetçilik için kritik olan ekonominin önemi. Muhammed bin Selman ve bin Zayed, ülkelerinin petrol sonrası sürdürülebilir bir geleceğe doğru ekonomik olarak yeniden yapılandırılması girişimlerini yönetiyor. Hem Suudi hem de BAE refah devletleri baskı altında, bu da Riyad ve Abu Dabi’nin sübvansiyonları keserken, uluslarına sadakatle ekonomiye katkıda bulunan “girişimci vatandaşların” gelişimini teşvik etmesine ve böylece bu ülkelerde onlarca yıldır devlet-toplum ilişkilerinin temelini oluşturan sosyal sözleşmeyi değiştirmesine neden oluyor.

Riyad ve Abu Dabi’nin yeni Vizyon 2030 girişimleri, Suudi Arabistan ve BAE’yi Orta Doğu’nun başlıca ekonomik merkezleri ve uluslararası sermaye için kârlı pazarlar haline getirmek üzere tasarlanan bu yeni hamlenin ekonomik temellerini oluşturuyor. İki ülke bunu başarmak için yabancı destek ve yatırım toplama umuduyla uluslararası modern, ilerici ve istikrar imajı çizdi. Buna turizmi teşvik çabaları, uluslararası spor müsabakalarına ev sahipliği, uluslararası yatırım zirveleri düzenleme ve bu aktörleri sözde ılımlı İslam’ın savunucuları olarak gösteren çeşitli uluslararası dini girişimler de dahil.

Ekonomik girişimlere rağmen petrol gelirleri Riyad ve Abu Dabi için büyük önem taşımaya devam ediyor. Muhammed bin Selman ve bin Zayed’in bu milliyetçi planları için paraya ihtiyaçları var ve ekonomileri -özellikle de Suudi Arabistan’ınki- büyük ölçüde petrole bağımlı olmaya devam ediyor.

Suudi Arabistan’da Vizyon 2030’a yönelik atılım, özellikle iki kritik alanda, ağır bir şekilde gecikiyor: özel sektör büyümesi ve petrol dışı devlet gelirleri. Suudi Arabistan ekonomisi yüksek petrol fiyatları sayesinde 2022’de yüzde 8,7 oranında büyümüş olsa da (krallığın neredeyse 10 yıldır ilk kez bütçe fazlası vermesi) Uluslararası Para Fonu bu büyümenin 2023’te yüzde 1,9’a yavaşlayacağını öngörüyor ki bu da büyük dünya ekonomileri arasında en sert büyüme düşüşü.

BAE’de devlet vergileri artırmaya devam ederken gençler yüksek işsizlikle karşı karşıya. Ekonomik ilerleme geciktikçe, Riyad’ın üretim kesintilerine devam etmesi ve Abu Dabi’nin OPEC+ üretim tavanları konusunda Suudi Arabistan ile yaşadığı anlaşmazlıklar nedeniyle hayal kırıklığına uğraması, yüksek petrol gelirlerinin öngörülebilir gelecekte kritik önemini koruyacağını gösteriyor.

Muhammed bin Selman ve bin Zayed’in Suudi Arabistan ve BAE’yi Orta Doğu’nun jeostratejik manzarasında ön plana çıkarma çabaları, içeride milliyetçiliğe doğru bu yönelişlere paralel olarak gerçekleşti.

Riyad ve Abu Dabi, Arap Baharı ayaklanmalarını takip eden yaklaşık 13 yıl boyunca bölgesel karşı devrime öncülük ederek Orta Doğu’daki hâkim statükoya meydan okuyan hareketleri engellemek için müttefik otoriter aktörleri destekledi. Muhammed bin Selman ve bin Zayed 2015 yılında Yemen’de dünyanın en kötü insani krizine ve 377.000’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir askerî harekât başlattılar. Ve birlikte 2017’de Katar’a yönelik 2021’e kadar sürecek ve ABD tarafından caydırılmadan önce askeri operasyon planları içerdiği bildirilen bir hava, kara ve deniz ablukasına öncülük ettiler.

Riyad ve Abu Dabi Kudüs ile stratejik ilişkilerini önemli ölçüde genişletti ve BAE, İbrahim Anlaşmaları’nın bir parçası olarak 2020’de İsrail ile ilişkilerini normalleştirdi. Suudi Arabistan ve BAE ayrıca stratejik varlıklarını geleneksel operasyon alanlarının dışında, yani Doğu Akdeniz ve Afrika Boynuzu gibi yerlerde de genişletmeye çalıştılar.

Kendilerini gösterme arzusu artık küreselleşti: Hem Muhammed bin Selman hem de bin Zayed, Suudi Arabistan ve BAE’nin Rusya ve Çin ile siyasi, ekonomik ve güvenlik ilişkilerinin önemli ölçüde büyümesini denetledi.

Riyad ve Abu Dabi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde taraf tutmaktan kaçındı; Washington’un itirazına rağmen petrol üretimi konusunda Moskova ile koordinasyon sağlamaya devam etti ve şimdiye kadar Rusya’ya karşı yaptırım uygulamayı reddetti. Riyad, Abu Dabi ve Moskova arasındaki güvenlik ilişkileri de derinleşti ve esas olarak silah satışlarına odaklandı. Hatta Suudi Arabistan ve BAE, Çin’in kendi Müslüman toplumuna yönelik sert politikalarına desteklerini defalarca dile getirdiler.

Çin, Suudi Arabistan ve BAE ile ekonomik ilişkilerini önemli ölçüde artırdı ve Pekin şu anda hem Riyad hem de Abu Dabi’nin en büyük ticaret ortağı ve birincil petrol alıcısı konumunda. Suudi Arabistan, BAE ve Çin arasındaki yatırımlar da önemli ölçüde arttı ve gelecekte de büyümeye devam edecek. Güvenlik ilişkileri de silah satışları gibi alanlarda güçlenmiştir ve Çin’in BAE’de askeri bir tesisin yeniden inşasına dair haberler var.

Son zamanlarda Muhammed bin Selman ve bin Zayed, diplomasiyi çıkarlarını ilerletmenin en iyi yolu olarak görmeye başlamış gibi. Suudi Arabistan ve BAE Katar’a yönelik ablukayı sona erdirdi ve Türkiye ile ihtilaflı ilişkilerini onarıyor; Muhammed bin Selman ve bin Zayed, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı yeniden bölgeye entegre etmeye çalışıyor; Suudi Arabistan Yemen’de (büyük ölçüde başarısız olan) müzakerelere girişiyor ve her iki ülke de İran ile gerilimi azaltıyor, Riyad ve Tahran 2016’da kopan diplomatik ilişkileri yeniden kuruyor.

Diplomasiye doğru bu yöneliş, esas olarak, şu anda gerilimi yatıştırma lehine olan değişen içsel, bölgesel ve uluslararası bağlamların sonucu.

Muhammed bin Selman ve bin Zayed, içeride nispeten güvenli bir ortam gerektiren büyük planlarını umutsuzca uygulamaya çalışıyorlar. 2019’da Suudi Arabistan’ın doğusundaki Abkayk ve Hureys’teki Aramco tesislerine İran tarafından yapıldığı düşünülen füze saldırıları ve 2022’de Yemen’deki Husilerin BAE’ye yönelik füze saldırıları -Riyad ve Abu Dabi’nin, yetersiz bulduğu ABD tepkisiyle birleşince- Suudi ve Emirliklerin kırılganlığını ortaya çıkardı. Bu tür saldırılar, Riyad ve Abu Dabi’nin yurt dışından yatırım çekme arayışında olduğu bir dönemde uluslararası algı açısından özellikle kötü.

Orta Doğu genelinde, otoriter dirilişin bir işareti olarak karşı devrimci güçler büyük ölçüde başarılı oldu, ayaklanmalardan ve yarattığı stratejik açılımlardan kaynaklanan yoğun devlet-toplum ve jeopolitik rekabet, en azından şimdilik geriledi.

Yemen’de Suudi Arabistan ve BAE, Husileri yenme girişimlerinde başarısız olurken bu süreçte önemli miktarda kaynak harcadı. Savaş en yoğun döneminde Riyad’a ayda 5 ila 6 milyar dolara mal olurken, Tahran bunun çok altında bir maliyetle Husilere silah sağladı. Bölgesel otoriter statükoyu güvence altına alan ve Yemen’de çıkmaza giren Suudi ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin açık saldırganlığı şimdilik gereksiz hale geldi.

Buna ek olarak, Rusya ve Çin’in bölgedeki varlığı artarken Suudi Arabistan ve BAE’nin güvenlik garantörü Amerika Birleşik Devletleri, yeni çok kutuplu dünyaya uyum sağlayabilecek tutarlı bir Orta Doğu politikası oluşturmak için çabalıyor. Muhammed bin Selman ve bin Zayed, çok kutupluluğun bölgeye ve dünyaya geri dönüşünü yönetmeye çalışırken, her şeyden önce büyük güç politikalarına sıfır toplamlı bir yaklaşım benimsemekten kaçınıyor, bunun yerine yalnızca kendi çıkarlarını en iyi nasıl ilerletecekleri perspektifinden hareket ediyorlar.

Bu milliyetçi eksenler, Suudi Arabistan ve BAE’deki yönetici elitlerin değişen yerel, bölgesel ve uluslararası bağlamlara yanıt verme arayışlarının ürünü. Yine de bu girişimler, eski ve yeni bölgesel fay hatları ve değişen dünya düzeninin yanı sıra aşağıdan gelen meydan okumalara da açık olmaya devam ediyor.

Muhammed bin Selman ve bin Zayed ülke içinde milliyetçi projelerinin başarısını ve otoriter temellerinin yeniden şekillenmesini varoluşsal bir mesele olarak görüyor. Kişisel diktatörlük yönetiminin yeni ve sürdürülebilir bir temelini inşa etme arzusu, Suudi Arabistan ve BAE’de politikaların ve toplumun artan bir şekilde güvenlikleştirilmesine neden oldu. Muhammed bin Selman ve bin Zayed, politikalarını eleştirenleri susturmak için hâlâ şiddetli baskılara başvuruyor. Bu milliyetçi stratejilerin başarısını çevreleyen riskler artmaya devam ettikçe baskının da artması muhtemel.

Bu girişimlerin geleceği açısından kritik olan bir diğer husus da hükümetlerin ekonomik başarı vaatlerini yerine getirip getiremeyecekleri ve Muhammed bin Selman ve bin Zayed’in kendilerini ülke içinde ulusal çıkarların en iyi garantörleri gösterip gösteremeyecekleri. Yoğun milliyetçilik kolaylıkla devletin kontrolü dışında güçler -hatta son derece otoriter güçler- yaratabilir ve eğer Muhammed bin Selman ve bin Zayed bu konuda başarısız olurlarsa, aktif olarak teşvik ettikleri milliyetçi güçler tarafından hedef alınma riskiyle karşı karşıya kalırlar.

Bölgedeki mevcut gerilimi azaltma eğilimine rağmen Suudi Arabistan, BAE ve bölgesel rakipleri arasındaki güvensizlik ve jeopolitik gerilimler ortadan kalkmış değil ve kolaylıkla yeniden alevlenebilir. Bu çatışmalar en iyi şekilde “donmuş” olarak düşünülebilir; yerel, bölgesel ve uluslararası bağlamlar şu anda gerilimin azaltılmasını destekliyor. Ancak Riyad ve Abu Dabi’deki hırslı yöneticilerin stratejik hesapları gibi, bu bağlamlar da hızla değişebilir.

Milliyetçiliğe doğru bu sert dönüşler gerilimin artma riskini de beraberinde getiriyor. Çatışan çıkarlar kolaylıkla eski rekabetleri yeniden alevlendirebilir ya da çatışma potansiyeli taşıyan yeni fay hatları yaratabilir. Hem Muhammed bin Selman hem de bin Zayed kendilerini Körfez’de ve daha genel olarak Orta Doğu’da başat aktörler olarak konumlandırmaya çalıştıkça Suudi Arabistan ve BAE arasındaki milliyetçilik rekabeti giderek daha aleni hale geldi. Yabancı yatırım, petrol üretimi ve Yemen ve Sudan gibi yerlerdeki stratejik kaygılar üzerindeki rekabet, Riyad ve Abu Dabi arasındaki çatlağı derinleştirdi.

ABD’nin bu gelişmelere nasıl tepki vereceği kritik önem taşıyacak. ABD, Suudi Arabistan ve BAE arasında farklılaşan hedefler, Washington’un Riyad ve Abu Dabi’ye karşı izlediği “açık çek” politikalarını sorgulatmalı. ABD neden Muhammed bin Selman ve bin Zayed’in güvenliğini desteklemeye devam etsin ki, bu iki lider bir yandan yurt içinde otoriter yönetimi yeniden yapılandırmaya çalışırken diğer yandan da yurt dışına kendi nüfuzlarını yansıtmaya çalışıyorlar ki bu hedeflerin hiçbiri ABD için özünde faydalı değil?

Yine de Biden yönetimi, değişen bölgesel ve uluslararası bağlamların farkına varamayarak Suudi Arabistan ve BAE’ye daha fazla angaje olmaya niyetli görünüyor. Biden’ın Riyad’ın Kudüs ile ilişkilerini normalleştirmesi karşılığında Suudi Arabistan ile karşılıklı bir güvenlik anlaşması imzalamayı düşündüğü bildiriliyor. Bu, Washington’un Temmuz 2022’de BAE’ye resmi bir savunma anlaşması taslağı sunduğuna dair benzer haberlerin ardından geldi. Biden yönetimi, yeni gerçeklere adapte olmak yerine, kendi çıkarlarını veya değerlerini paylaşmayan hırslı otokratlar için Amerika Birleşik Devletleri’ni güvenlik garantörü olarak tuzağa düşürme riski taşıyor.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English