Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

FP: Riyad ve Abu Dabi’nin yeni kimlik inşasının ABD için sonuçları olacak

Yayınlanma

ABD merkezli Foreign Policy, Riyad ve Abu Dabi’nin milliyetçi temeller üzerinde yeniden inşa etmeye çalıştığı milli kimlik projesinin bölge ve ABD için ne gibi sonuçları olacağını açıklayan bir analiz yayınladı.  Analiz, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri liderlerinin iktidarlarını sağlamlaştırmak için ulusal kimliği yeniden yapılandırdığını ileri sürüyor. Analize göre, iki hükümet de içerideki bu yeni kimlik inşasına paralel, ortaya çıkmakta olan çok kutuplu küresel düzeni bir gerçeklik olarak kabul ediyor ve genellikle ABD’nin itirazlarına rağmen kendilerini, çıkarlarına en uygun şekilde konumlandırıyor. Bu da ABD, Suudi Arabistan ve BAE’nin hedefleri arasındaki makasın açılmasına neden oluyor. Analiz, bu tablo karşısında ABD’nin neden Riyad ve BAE’nin garantörü olmaya devam ettiğini sorguluyor:

***

Arap Körfezi’nin Yeni Milliyetçiliği

Riyad ve Abu Dabi’deki hırslı liderler, iktidarlarını sağlamlaştırmak için ulusal kimliği yeniden yapılandırıyor.

Jon Hoffman

Basra Körfezi’nin en güçlü iki Arap devleti olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) devlet destekli yeni bir milliyetçilik biçimi hızla kök salıyor. İster yüksek petrol fiyatlarını koruma çabaları, ister yerel mega projelerin hayata geçirilmesi, ister küresel spor girişimleri, isterse de Rusya ve Çin’le artan ilişkiler olsun, Suudi ve BAE hükümetlerinin izlediği neredeyse tüm iç ve dış politikalar bu milliyetçi stratejilere dayandırılabilir. Öncelikle hızla genişleyen genç nüfusa yönelik olan bu programlar, otoriter bir yönetim altında, ulusal kimliği ve devlet-toplum ilişkilerini yukarıdan aşağıya yeniden yapılandırmayı amaçlıyor.

Bu girişimlerin şimdiden somut etkileri oldu. Orta Doğu’yu kapsayan neredeyse tüm çatışma bölgelerinde ve jeopolitik fay hatlarında bulunan Suudi Arabistan ve BAE şu anda bölgede gerilimi azaltmaya yönelik son hamlelerin öncüsü konumunda. Suudi Arabistan ve BAE’nin başkentleri Riyad ve Abu Dabi’deki hükümetler, ortaya çıkmakta olan çok kutuplu küresel düzeni bir gerçeklik olarak kabul ediyor ve genellikle ABD’nin itirazlarına rağmen kendilerini, kısa ve uzun vadede kendi çıkarlarına en uygun şekilde konumlandırıyorlar.

Bölgedeki güç Körfez’e doğru kayarken, Suudi Arabistan ve BAE’deki bu yeni milliyetçilik hamlesinin evriminin ve kendilerini yurtdışına yansıtma çabalarının Orta Doğu ve ABD dış politikası için derin sonuçları olacak.

Milliyetçilik, Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve BAE Devlet Başkanı Muhammed bin Zayed’in kontrollerini sağlamayı amaçladıkları yeni otoriter temeldir. Her iki lider de halihazırda ülke içinde, ülkelerinin geçmişindeki tüm yöneticilerden daha fazla güce sahip ve uzun vadede mutlak otoritelerini korumak istiyorlar.

Bu hedefin merkezinde ulusal kimliklerin yeniden yapılandırılması yer alıyor; Muhammed bin Selman ve bin Zayed, hem yerli hem de yabancı kitlelere yönelik ve kendi iktidarlarını sağlamlaştırmak için tasarlanmış bir tür kimlik mühendisliğine giriştiler.

Suudi Arabistan’da Muhammed bin Selman sadece din vurgusuna dayanan ulusal kimliği, “Suudi” olmanın ne anlama geldiğine dair yeni bir fikre doğru yönlendirmeye çalışıyor. Kuruluşundan bu yana modern Suudi devleti ortak bir siyasi-dini projeydi. Geleneksel olarak bu, Suudi Arabistan’ı saf bir İslami ütopya olarak tasvir eden anlatılara dayanan dini milliyetçiliğe dayanıyordu. İktidardaki el-Suud ailesi tarihsel olarak meşruiyetini bu vizyondan almaya çalıştı.

Muhammed bin Selman bunun yerine Suudi milliyetçiliğini ülkedeki birincil meşrulaştırıcı ve birleştirici güç haline getirmek istiyor. Riyad için din hâlâ devlet yönetiminin kritik bir aracı olarak kalsa da İslam bu yeni milliyetçi çabayı desteklemek amacıyla yeniden konumlandırılıyor.

Veliaht Prens’in talimatıyla Suudi Arabistan’ın resmi tarihini Vahhabilik’ten uzaklaştırma çabaları; kadınların araba kullanmasına, yalnız yaşamasına ve bir erkek vasi olmadan seyahat etmesine izin verilmesi; dini polisin yetkilerinin sınırlandırılması; sinema ve konser gibi halka açık eğlence mekanlarına izin verilmesi; yolsuzlukla mücadele gerekçesiyle hükümet yetkilileri ve kraliyet mensuplarının tasfiye edilmesi ve rejimin aşırılık yanlısı olarak nitelendirdiği din adamlarının ve alimlerin tutuklanması gibi çeşitli reformlar bu durumun en belirgin örnekleri. Ders kitapları ve devlet eğitimi, ülkeyi pan-Arap veya pan-İslami davalardan uzaklaştırırken bu yeni milliyetçi anlatıyı benimseyecek şekilde yenilendi.

Riyad ayrıca bu milliyetçi projeyi güçlendirmenin bir yolu olarak militarizasyona da büyük ölçüde eğildi ve askeri sembolizmi toplumu bir araya getirmek ve ortak bir sadakat ve bağlılık duygusunu teşvik etmek için kullanırken savunma harcamalarını da önemli ölçüde artırdı.

BAE’de de bin Zayed, ulusal kimliği daha tutarlı bir “Emirlik” kimliği haline dönüştürmeye çalışıyor. Bugün BAE’yi oluşturan yedi emirlik -Abu Dabi, Dubai, Acman, Füceyre, Resü’l-Hayme, Şârika ve Ümmü’l-Kayveyn- 1971’de İngiltere’den bağımsızlığını kazandı; altısı hemen bir federasyon kurdu ve Resü’l-Hayme ise 1972’de katıldı. Kuruluşunun ardından BAE’de ulusal kimlik duygusu çok az olan bir kabile hiyerarşisi hâkimdi.

Başlangıcından itibaren BAE’de ulus inşası, büyük ölçüde devlet otoritesinin sağlamlaştırılması ve meşrulaştırılması ile ortak kimlik duygusu oluşturulmasına odaklandı.

Bin Zayed, Muhammed bin Salman gibi sıfırdan başlamak yerine, Abu Dabi’deki diğer emirlikler üzerindeki gücü pekiştirirken ve devlet otoritesini kendi ellerinde merkezileştirirken, ortak bir Emirlik kimliğini geliştirmeye yönelik mevcut çabaları önemli ölçüde hızlandırdı.

Ortak bir kimlik duygusunu teşvik etmek üzere tasarlanan girişimler arasında 2018’in “Zayed Yılı” ilan edilmesi, çeşitli ulusal müze ve kütüphanelerin açılması ve yıllık Ulusal Gün kutlamalarına verilen önemin artırılması yer alıyor. Bin Zayed’in müfredatı ağırlıklı olarak Emirlik ulusal kimliğine odaklanan ve akademisyenler Zeynep Özgen ve Şerif İbrahim El Shishtawy Hassan’ın tanımladıkları gibi “girişimci, kendine güvenen ve başarı odaklı Emirlik vatandaşları” yaratacak şekilde reforme edilmeye devam ediyor.

Muhammed bin Selman’a benzer şekilde, bin Zayed de bu milliyetçi programı desteklemek için militarizasyonu kullanıyor; Emirlik ordusunu ve şehit askerleri onurlandırmak için Anma Günü (veya “Şehitler Günü”) gibi bayramlar getirirken, aynı zamanda savunma harcamalarında belirgin bir artışı ve BAE’nin önemli bir bölgesel güç merkezi olarak yükselişini yönetti.

Bu artan milliyetçilik için kritik olan ekonominin önemi. Muhammed bin Selman ve bin Zayed, ülkelerinin petrol sonrası sürdürülebilir bir geleceğe doğru ekonomik olarak yeniden yapılandırılması girişimlerini yönetiyor. Hem Suudi hem de BAE refah devletleri baskı altında, bu da Riyad ve Abu Dabi’nin sübvansiyonları keserken, uluslarına sadakatle ekonomiye katkıda bulunan “girişimci vatandaşların” gelişimini teşvik etmesine ve böylece bu ülkelerde onlarca yıldır devlet-toplum ilişkilerinin temelini oluşturan sosyal sözleşmeyi değiştirmesine neden oluyor.

Riyad ve Abu Dabi’nin yeni Vizyon 2030 girişimleri, Suudi Arabistan ve BAE’yi Orta Doğu’nun başlıca ekonomik merkezleri ve uluslararası sermaye için kârlı pazarlar haline getirmek üzere tasarlanan bu yeni hamlenin ekonomik temellerini oluşturuyor. İki ülke bunu başarmak için yabancı destek ve yatırım toplama umuduyla uluslararası modern, ilerici ve istikrar imajı çizdi. Buna turizmi teşvik çabaları, uluslararası spor müsabakalarına ev sahipliği, uluslararası yatırım zirveleri düzenleme ve bu aktörleri sözde ılımlı İslam’ın savunucuları olarak gösteren çeşitli uluslararası dini girişimler de dahil.

Ekonomik girişimlere rağmen petrol gelirleri Riyad ve Abu Dabi için büyük önem taşımaya devam ediyor. Muhammed bin Selman ve bin Zayed’in bu milliyetçi planları için paraya ihtiyaçları var ve ekonomileri -özellikle de Suudi Arabistan’ınki- büyük ölçüde petrole bağımlı olmaya devam ediyor.

Suudi Arabistan’da Vizyon 2030’a yönelik atılım, özellikle iki kritik alanda, ağır bir şekilde gecikiyor: özel sektör büyümesi ve petrol dışı devlet gelirleri. Suudi Arabistan ekonomisi yüksek petrol fiyatları sayesinde 2022’de yüzde 8,7 oranında büyümüş olsa da (krallığın neredeyse 10 yıldır ilk kez bütçe fazlası vermesi) Uluslararası Para Fonu bu büyümenin 2023’te yüzde 1,9’a yavaşlayacağını öngörüyor ki bu da büyük dünya ekonomileri arasında en sert büyüme düşüşü.

BAE’de devlet vergileri artırmaya devam ederken gençler yüksek işsizlikle karşı karşıya. Ekonomik ilerleme geciktikçe, Riyad’ın üretim kesintilerine devam etmesi ve Abu Dabi’nin OPEC+ üretim tavanları konusunda Suudi Arabistan ile yaşadığı anlaşmazlıklar nedeniyle hayal kırıklığına uğraması, yüksek petrol gelirlerinin öngörülebilir gelecekte kritik önemini koruyacağını gösteriyor.

Muhammed bin Selman ve bin Zayed’in Suudi Arabistan ve BAE’yi Orta Doğu’nun jeostratejik manzarasında ön plana çıkarma çabaları, içeride milliyetçiliğe doğru bu yönelişlere paralel olarak gerçekleşti.

Riyad ve Abu Dabi, Arap Baharı ayaklanmalarını takip eden yaklaşık 13 yıl boyunca bölgesel karşı devrime öncülük ederek Orta Doğu’daki hâkim statükoya meydan okuyan hareketleri engellemek için müttefik otoriter aktörleri destekledi. Muhammed bin Selman ve bin Zayed 2015 yılında Yemen’de dünyanın en kötü insani krizine ve 377.000’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir askerî harekât başlattılar. Ve birlikte 2017’de Katar’a yönelik 2021’e kadar sürecek ve ABD tarafından caydırılmadan önce askeri operasyon planları içerdiği bildirilen bir hava, kara ve deniz ablukasına öncülük ettiler.

Riyad ve Abu Dabi Kudüs ile stratejik ilişkilerini önemli ölçüde genişletti ve BAE, İbrahim Anlaşmaları’nın bir parçası olarak 2020’de İsrail ile ilişkilerini normalleştirdi. Suudi Arabistan ve BAE ayrıca stratejik varlıklarını geleneksel operasyon alanlarının dışında, yani Doğu Akdeniz ve Afrika Boynuzu gibi yerlerde de genişletmeye çalıştılar.

Kendilerini gösterme arzusu artık küreselleşti: Hem Muhammed bin Selman hem de bin Zayed, Suudi Arabistan ve BAE’nin Rusya ve Çin ile siyasi, ekonomik ve güvenlik ilişkilerinin önemli ölçüde büyümesini denetledi.

Riyad ve Abu Dabi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde taraf tutmaktan kaçındı; Washington’un itirazına rağmen petrol üretimi konusunda Moskova ile koordinasyon sağlamaya devam etti ve şimdiye kadar Rusya’ya karşı yaptırım uygulamayı reddetti. Riyad, Abu Dabi ve Moskova arasındaki güvenlik ilişkileri de derinleşti ve esas olarak silah satışlarına odaklandı. Hatta Suudi Arabistan ve BAE, Çin’in kendi Müslüman toplumuna yönelik sert politikalarına desteklerini defalarca dile getirdiler.

Çin, Suudi Arabistan ve BAE ile ekonomik ilişkilerini önemli ölçüde artırdı ve Pekin şu anda hem Riyad hem de Abu Dabi’nin en büyük ticaret ortağı ve birincil petrol alıcısı konumunda. Suudi Arabistan, BAE ve Çin arasındaki yatırımlar da önemli ölçüde arttı ve gelecekte de büyümeye devam edecek. Güvenlik ilişkileri de silah satışları gibi alanlarda güçlenmiştir ve Çin’in BAE’de askeri bir tesisin yeniden inşasına dair haberler var.

Son zamanlarda Muhammed bin Selman ve bin Zayed, diplomasiyi çıkarlarını ilerletmenin en iyi yolu olarak görmeye başlamış gibi. Suudi Arabistan ve BAE Katar’a yönelik ablukayı sona erdirdi ve Türkiye ile ihtilaflı ilişkilerini onarıyor; Muhammed bin Selman ve bin Zayed, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı yeniden bölgeye entegre etmeye çalışıyor; Suudi Arabistan Yemen’de (büyük ölçüde başarısız olan) müzakerelere girişiyor ve her iki ülke de İran ile gerilimi azaltıyor, Riyad ve Tahran 2016’da kopan diplomatik ilişkileri yeniden kuruyor.

Diplomasiye doğru bu yöneliş, esas olarak, şu anda gerilimi yatıştırma lehine olan değişen içsel, bölgesel ve uluslararası bağlamların sonucu.

Muhammed bin Selman ve bin Zayed, içeride nispeten güvenli bir ortam gerektiren büyük planlarını umutsuzca uygulamaya çalışıyorlar. 2019’da Suudi Arabistan’ın doğusundaki Abkayk ve Hureys’teki Aramco tesislerine İran tarafından yapıldığı düşünülen füze saldırıları ve 2022’de Yemen’deki Husilerin BAE’ye yönelik füze saldırıları -Riyad ve Abu Dabi’nin, yetersiz bulduğu ABD tepkisiyle birleşince- Suudi ve Emirliklerin kırılganlığını ortaya çıkardı. Bu tür saldırılar, Riyad ve Abu Dabi’nin yurt dışından yatırım çekme arayışında olduğu bir dönemde uluslararası algı açısından özellikle kötü.

Orta Doğu genelinde, otoriter dirilişin bir işareti olarak karşı devrimci güçler büyük ölçüde başarılı oldu, ayaklanmalardan ve yarattığı stratejik açılımlardan kaynaklanan yoğun devlet-toplum ve jeopolitik rekabet, en azından şimdilik geriledi.

Yemen’de Suudi Arabistan ve BAE, Husileri yenme girişimlerinde başarısız olurken bu süreçte önemli miktarda kaynak harcadı. Savaş en yoğun döneminde Riyad’a ayda 5 ila 6 milyar dolara mal olurken, Tahran bunun çok altında bir maliyetle Husilere silah sağladı. Bölgesel otoriter statükoyu güvence altına alan ve Yemen’de çıkmaza giren Suudi ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin açık saldırganlığı şimdilik gereksiz hale geldi.

Buna ek olarak, Rusya ve Çin’in bölgedeki varlığı artarken Suudi Arabistan ve BAE’nin güvenlik garantörü Amerika Birleşik Devletleri, yeni çok kutuplu dünyaya uyum sağlayabilecek tutarlı bir Orta Doğu politikası oluşturmak için çabalıyor. Muhammed bin Selman ve bin Zayed, çok kutupluluğun bölgeye ve dünyaya geri dönüşünü yönetmeye çalışırken, her şeyden önce büyük güç politikalarına sıfır toplamlı bir yaklaşım benimsemekten kaçınıyor, bunun yerine yalnızca kendi çıkarlarını en iyi nasıl ilerletecekleri perspektifinden hareket ediyorlar.

Bu milliyetçi eksenler, Suudi Arabistan ve BAE’deki yönetici elitlerin değişen yerel, bölgesel ve uluslararası bağlamlara yanıt verme arayışlarının ürünü. Yine de bu girişimler, eski ve yeni bölgesel fay hatları ve değişen dünya düzeninin yanı sıra aşağıdan gelen meydan okumalara da açık olmaya devam ediyor.

Muhammed bin Selman ve bin Zayed ülke içinde milliyetçi projelerinin başarısını ve otoriter temellerinin yeniden şekillenmesini varoluşsal bir mesele olarak görüyor. Kişisel diktatörlük yönetiminin yeni ve sürdürülebilir bir temelini inşa etme arzusu, Suudi Arabistan ve BAE’de politikaların ve toplumun artan bir şekilde güvenlikleştirilmesine neden oldu. Muhammed bin Selman ve bin Zayed, politikalarını eleştirenleri susturmak için hâlâ şiddetli baskılara başvuruyor. Bu milliyetçi stratejilerin başarısını çevreleyen riskler artmaya devam ettikçe baskının da artması muhtemel.

Bu girişimlerin geleceği açısından kritik olan bir diğer husus da hükümetlerin ekonomik başarı vaatlerini yerine getirip getiremeyecekleri ve Muhammed bin Selman ve bin Zayed’in kendilerini ülke içinde ulusal çıkarların en iyi garantörleri gösterip gösteremeyecekleri. Yoğun milliyetçilik kolaylıkla devletin kontrolü dışında güçler -hatta son derece otoriter güçler- yaratabilir ve eğer Muhammed bin Selman ve bin Zayed bu konuda başarısız olurlarsa, aktif olarak teşvik ettikleri milliyetçi güçler tarafından hedef alınma riskiyle karşı karşıya kalırlar.

Bölgedeki mevcut gerilimi azaltma eğilimine rağmen Suudi Arabistan, BAE ve bölgesel rakipleri arasındaki güvensizlik ve jeopolitik gerilimler ortadan kalkmış değil ve kolaylıkla yeniden alevlenebilir. Bu çatışmalar en iyi şekilde “donmuş” olarak düşünülebilir; yerel, bölgesel ve uluslararası bağlamlar şu anda gerilimin azaltılmasını destekliyor. Ancak Riyad ve Abu Dabi’deki hırslı yöneticilerin stratejik hesapları gibi, bu bağlamlar da hızla değişebilir.

Milliyetçiliğe doğru bu sert dönüşler gerilimin artma riskini de beraberinde getiriyor. Çatışan çıkarlar kolaylıkla eski rekabetleri yeniden alevlendirebilir ya da çatışma potansiyeli taşıyan yeni fay hatları yaratabilir. Hem Muhammed bin Selman hem de bin Zayed kendilerini Körfez’de ve daha genel olarak Orta Doğu’da başat aktörler olarak konumlandırmaya çalıştıkça Suudi Arabistan ve BAE arasındaki milliyetçilik rekabeti giderek daha aleni hale geldi. Yabancı yatırım, petrol üretimi ve Yemen ve Sudan gibi yerlerdeki stratejik kaygılar üzerindeki rekabet, Riyad ve Abu Dabi arasındaki çatlağı derinleştirdi.

ABD’nin bu gelişmelere nasıl tepki vereceği kritik önem taşıyacak. ABD, Suudi Arabistan ve BAE arasında farklılaşan hedefler, Washington’un Riyad ve Abu Dabi’ye karşı izlediği “açık çek” politikalarını sorgulatmalı. ABD neden Muhammed bin Selman ve bin Zayed’in güvenliğini desteklemeye devam etsin ki, bu iki lider bir yandan yurt içinde otoriter yönetimi yeniden yapılandırmaya çalışırken diğer yandan da yurt dışına kendi nüfuzlarını yansıtmaya çalışıyorlar ki bu hedeflerin hiçbiri ABD için özünde faydalı değil?

Yine de Biden yönetimi, değişen bölgesel ve uluslararası bağlamların farkına varamayarak Suudi Arabistan ve BAE’ye daha fazla angaje olmaya niyetli görünüyor. Biden’ın Riyad’ın Kudüs ile ilişkilerini normalleştirmesi karşılığında Suudi Arabistan ile karşılıklı bir güvenlik anlaşması imzalamayı düşündüğü bildiriliyor. Bu, Washington’un Temmuz 2022’de BAE’ye resmi bir savunma anlaşması taslağı sunduğuna dair benzer haberlerin ardından geldi. Biden yönetimi, yeni gerçeklere adapte olmak yerine, kendi çıkarlarını veya değerlerini paylaşmayan hırslı otokratlar için Amerika Birleşik Devletleri’ni güvenlik garantörü olarak tuzağa düşürme riski taşıyor.

DÜNYA BASINI

Savaşın yayılması ABD’nin gizli gündemi mi?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin savaşı sürdürme ve genişletmeye çalışan İsrail’i dizginlemeye çalıştığı iddialarının gerçeği yansıtmadığını savunuyor. Veriler ve uzman görüşleri ile desteklenen makale Demokratlar içindeki neo-muhafazakâr gündeme ve isimlere dikkat çekiyor:

***

Biden yönetimi gerilimi azaltmaya mı çalışıyor yoksa Orta Doğu’yu savaşa mı sürüklüyor?

Washington bölgesel ateşkes çağrısı yaparken İsrail’e siyasi ve askeri destek sağlamaya devam ediyor. Genişleyen savaş başarısız bir diplomasi mi yoksa ABD’nin gerçekten istediği şey mi?

Ali Harb

ABD Başkanı Joe Biden şubat ayında elinde bir dondurma külahıyla Gazze’de ateşkesin birkaç gün içinde gerçekleşebilecek kadar “yakın” olduğunu ilan etti.

Aradan yedi aydan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı devam etmekle kalmadı Ortadoğu’da tırmanan gerilim ve şiddet İsrail askerlerinin Lübnan’ı işgal etmesi ve bombalamasıyla genişledi.

Biden yönetimi sözlü olarak gerilimi azaltma çağrısı yapmaya devam ederken İsrail’e siyasi destek ve savaşlarını sürdürmesi için sürekli bomba tedariki sağladı.

Washington, İsrail’in bu yıl attığı neredeyse her tırmandırıcı adımı memnuniyetle karşıladı: Beyrut ve Tahran’da Hamas liderlerinin öldürülmesi, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah suikastı ve Lübnan’ın güneyinin işgali.

Gazze’de savaşın başlamasının üzerinden bir yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail, kuşatma altındaki Filistin topraklarında yaklaşık 42 bin kişinin ölümüne neden olan yıkıcı saldırılarını sürdürürken Beyrut’u her gün bombalıyor ve İran’a karşı bir saldırıya hazırlanıyor.

Gazze’deki çatışma şiddetlenip bölgeye yayıldıkça, ABD’nin söylemi ile politikası arasındaki uçurum da büyüyor.

Peki, birçok liberal yorumcunun öne sürdüğü gibi Biden yönetimi İsrail’i dizginlemekte başarısız mı oluyor? Yoksa aslında kaosu; İran, Hamas ve Hizbullah’a karşı şahin bir gündemi ilerletmek için mi kullanıyor?

Kısa yanıt: Analistlere göre İsrail’e askeri ve diplomatik desteğini sürdüren ABD, itidal açıklamalarına ve ateşkes çağrılarına rağmen bölgedeki şiddetin temel itici gücü olmaya devam ediyor. Yönetimin güdüleri ya da gerçek niyetleri hakkında spekülasyon yapmak zor olsa da Biden yönetiminin İsrail ile aynı safta yer aldığını, sadece meydan okunan pasif bir müttefik olmadığını gösteren kanıtlar giderek artıyor.

ABD şimdiye kadar ne söyledi ve ne yaptı?

Gazze’de ateşkes için aylarca süren kamuoyu baskısının ardından ABD, İsrail’in Lübnan’daki saldırısını desteklemeye odaklandı.

ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin geçen hafta İsrail’in Lübnan’ın güneyinde başlattığı ve ülkeyi tamamen işgal etme riski taşıyan kara harekâtını destekledi.

İsrailli mevkidaşı Yoav Gallant ile yaptığı görüşmenin ardından 30 Eylül’de bir açıklama yapan Austin, “ABD’nin İsrail’in kendini savunma hakkını desteklediğini açıkça ifade ettim” dedi.

Filistinli grup Hamas’ın İsrail’in güneyine düzenlediği ve en az bin 139 kişinin öldüğü saldırıya atıfta bulunan Austin, “Lübnan Hizbullahı’nın İsrail’in kuzeyindeki topluluklara 7 Ekim tarzı saldırılar düzenleyememesini sağlamak için sınır boyunca saldırı altyapısının yok edilmesi gerektiği konusunda mutabık kaldık” dedi.

Lübnanlı grup, Hamas saldırısının ardından Gazze’ye karşı başlattığı savaşı sona erdirmesi için İsrail hükümetine baskı yapmak amacıyla geçen yıl Ekim ayında İsrail askeri mevzilerine saldırmaya başlamıştı.

Aylar boyunca neredeyse her gün yaşanan çatışmalar büyük ölçüde sınır bölgesiyle sınırlı kaldı. Şiddet, sınırın her iki tarafından on binlerce insanı kaçmaya itti. Hizbullah, İsrail’in kuzeyinde yaşayanların ancak ülkenin Gazze’ye yönelik savaşı sona erdiğinde geri dönebileceklerini savundu.

Hizbullah’ın üst düzey askeri yetkililerine yönelik suikast saldırılarının ardından İsrail 23 Eylül’de Lübnan genelinde büyük bir bombardıman başlattı ve yüzlerce köy ve kasabada sivillere ait evleri yerle bir etti.

O tarihten bu yana İsrail şiddeti Lübnan’da 1 milyondan fazla insanı yerinden etti.

İsrail’in bu adımlarından önce Beyaz Saray aylardır Lübnan-İsrail sınırındaki krize diplomatik bir çözüm bulunması için çalıştığını söylüyordu. ABD elçisi Amos Hochstein, görünüşte gerilimin tırmanmasına karşı uyarıda bulunmak üzere bölgeye defalarca ziyarette bulundu.

Lübnan’daki düşük düzeyli çatışmaların hızla topyekûn bir savaşa dönüşmesi üzerine Biden yönetimi Arap ve Avrupa ülkelerini bir araya getirerek 25 Eylül’de çatışmaların durdurulması için 21 günlük “acil” bir ateşkes önerdi.

Ancak iki gün sonra İsrail, Beyrut’taki birçok konutu yerle bir eden ve yakın bir ateşkes ihtimalini fiilen ortadan kaldıran büyük bir bombalı saldırıda Nasrallah ‘ı öldürdüğünde Beyaz Saray bu saldırıyı “adaletin bir ölçüsü” olarak övdü. Nasrallah’ın öldürülmesi emrini İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılmak üzere bulunduğu ABD topraklarından verdi.

Syracuse Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Osamah Khalil, Biden’ın diplomatik çabalarının samimiyetini sorguladı ve Hochstein’ın İsrail’e itidal çağrısında bulunduğuna dair basında çıkan haberlere şüpheyle yaklaştı.

Halil, ABD’nin İsrail’in Gazze ve bölgenin geri kalanındaki eylemlerinin doğrudan bir katılımcısı ve destekçisi olduğunu ancak Biden yönetiminin ateşkes görüşmelerini kendisini ülke içindeki eleştirilerden korumak için bir “iç politika” manevrası olarak kullandığını vurguladı.

Halil geçen ay El Cezire’ye verdiği demeçte, “Tüm bunlar, özellikle de savaş karşıtlığı popüler hale geldikçe, müzakereler ediyormuş gibi görünmek için yapılan müzakerelerdi” dedi.

‘Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmek’

ABD medyasında yakın zamanda çıkan iki haber Halil’in iddiasını doğrular nitelikte.
Politico’nun 30 Eylül’de kimliği açıklanmayan kaynaklara dayandırdığı haberine göre Hochstein ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Ortadoğu koordinatörü Brett McGurk’ün de aralarında bulunduğu üst düzey ABD’li yetkililer İsrail’in Hizbullah’a yönelik askerî harekâtını özel olarak destekliyor.

ABD’li yayın organının haberine göre “Hochstein, McGurk ve diğer üst düzey ABD ulusal güvenlik yetkilileri perde arkasında İsrail’in Lübnan operasyonlarını önümüzdeki yıllarda Orta Doğu’yu daha iyi bir şekilde yeniden şekillendirecek tarihi bir an olarak tanımlıyorlar.”

Axios’un geçen haftaki haberine göre ABD, İsrail’in Hizbullah’a vurduğu darbelerden faydalanarak Washington’un desteklediği bir ismin Lübnan cumhurbaşkanı seçilmesi için bastırıyor.

Lübnan’da cumhurbaşkanlığı makamı yaklaşık iki yıldır boş ve parlamento yeni bir lider seçmek için uzlaşma sağlayamıyor.

Salı günü ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller Lübnan’daki savaşı ülkeyi siyasi olarak değiştirmek için bir “fırsat” olarak nitelendirdi. Miller, Washington’un Lübnan halkının “yeni bir cumhurbaşkanı seçme [ve] Hizbullah’ın ülkedeki çıkmazını kırma yeteneğine” sahip olmasını istediğini söyledi.

Hizbullah ve müttefikleri, ülkedeki serbest seçimler sonucunda Lübnan parlamentosunda onlarca sandalyeyi kontrol ediyor.

Bölgeyi yeniden şekillendirmek, ABD’nin neo-muhafazakâr hareketi için her zaman bir hedef oldu: İsrail’e destek veren ve ABD dostu hükümetleri, şahin dış politika ve askeri müdahaleler yoluyla iktidara getirme. Bu yaklaşım en açık şekilde eski ABD Başkanı George W. Bush döneminde görülmüştü.

Hatta 18 yıl önce Bush döneminde, İsrail Hizbullah ile son büyük savaşını yaşadığında, dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice “yeni bir Ortadoğu’nun doğum sancılarından” söz etmişti.

Halil, Bush döneminin birçok yeni muhafazakârının şu anda Demokrat Parti’ye üye olduğunu ve Kasım seçimlerinde başkanlık için Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i desteklediğini belirtti.

Harris, sözde “teröre karşı savaşın” ve 2003 yılında ABD öncülüğünde Irak’ın işgalinin baş mimarlarından olan eski Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin desteğini memnuniyetle karşıladı.

Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı olarak Biden’ın kendisi de Irak’taki savaşı desteklemişti. O dönemde komitede Demokrat personel direktörü olarak görev yapan Dışişleri Bakanı Antony Blinken da öyle. McGurk Bush’un Beyaz Saray’daki danışmanlarından biriydi ve ABD’nin Irak’ı işgalinde kilit rol oynamıştı; Hochstein ise daha önce İsrail ordusunda görev yapmıştı.

Khalil, “Demokrat yönetimin içinde neo-muhafazakâr bir gündem var” dedi.

Gazze başarısızlıkları

Lübnan’da savaş sürerken ve dünya İran ile İsrail arasında olası bir gerilimi izlerken, birçok analist bölgeyi bu noktaya getiren şeyin Biden’ın Gazze’deki savaşı sona erdirememesi olduğunu söylüyor.

Arab Center Washington DC Direktörü Halil Cahşan da Biden yönetiminin Netanyahu hükümetine verdiği koşulsuz desteğin tüm bölgeyi “bilinmeze” götürdüğünü söyledi.

El Cezire’ye konuşan Cahşan, Gazze savaşının başlamasından bu yana geçen bir yılda ABD’nin sadece İsrail politikalarına değil, aynı zamanda “İsrail’in aşırılıklarına” da tam olarak “körü körüne destek” verdiğini söyledi. “Bu, çatışmanın başından beri herhangi bir rasyonalite unsurunu kabul etmeyi reddeden tek taraflı bir politikanın sonucudur” dedi.

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e düzenlediği saldırının hemen ardından Biden ABD’nin müttefikine tavizsiz destek verdi.

İsrail’in Hamas’a karşı “hızlı, kararlı ve ezici” bir yanıt vermesini destekledi. Beyaz Saray ayrıca savaşın finansmanına yardımcı olmak üzere İsrail’e askeri yardım için Kongre’den ek fon talep etmekte acele etti.

Washington aylardır büyüyen insani krize rağmen ateşkes çağrılarına direniyor ve İsrail’in Hamas’ın peşinden gitmeye “hakkı” olduğunu savunuyordu.

ProPublica ve Reuters haber ajansının son haberleri, Biden yönetiminin İsrail’in Gazze’de işlediği olası savaş suçlarıyla ilgili iç uyarıları aldığını ve bunları görmezden gelerek İsrail’e silah transferlerini sürdürdüğünü gösterdi.

İsrail’in Gazze’nin büyük bölümünü yerle bir etmesi, 2,3 milyon Filistinlinin neredeyse tamamını yerinden etmesi ve açlık sınırına getirmesinin ardından iç ve uluslararası hoşnutsuzluk arttıkça Biden üslubunu yumuşatmaya başladı.

Geçen aylarda ABD, Gazze’deki çatışmaların sona ermesini ve kuşatma altındaki bölgede Filistinli grupların elindeki İsrailli esirlerin serbest bırakılmasını sağlayacak bir anlaşma çağrısında bulunmak için “ateşkes” terimini benimsedi.

Ancak Netanyahu’ya bir anlaşmayı kabul etmesi için pek baskı yapmadı.

Biden ve yardımcıları gerçekten bir ateşkes istemiş ve bunu başaramamış da olsa diplomatik çabayı dikkatleri İsrail’in ABD destekli savaşının dehşetinden uzaklaştırmak için kullanmış da olsa sonuç aynı: Savaş yayılıyor ve on binlerce masum insan öldürülüyor.

Tahran ile ABD diplomasisini destekleyen ABD merkezli National Iranian American Council’de (NIAC) politika direktörü olan Ryan Costello, “Kanıtlar, bir ateşkesi desteklediklerini söylemenin, ancak bunu sağlamak için hiçbir şey yapmamanın onlar için siyasi olarak avantajlı olduğunu gösteriyor” dedi.

Cahşan ayrıca Biden yönetiminin İsrail’i silahlandırmaya devam ederken adil ateşkes önerileri sunmadığını söyledi, “Ateşkesi önerenler, taraflardan birine savaş araçları sunmaya devam ederse ateşkesin ne değeri kalır ki. Bu bir ateşkes değil; savaşa devam etmek için bir davet” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Küresel ticarette tehlike çanları: Lloyd’s’tan 14 trilyon dolarlık kayıp uyarısı

Yayınlanma

İngiltere merkezli sigorta devi Lloyd’s of London, olası bir jeopolitik çatışmanın önümüzdeki beş yılda küresel ekonomiye 14,5 trilyon dolarlık zarar verebileceğini ve dünya ticaretini altüst edebileceğini öngören bir rapor yayımladı.

Lloyd’s of London, olası bir jeopolitik çatışmanın küresel ekonomiyi derinden sarsabileceği konusunda uyarıda bulundu. Sigorta devi, böyle bir senaryonun önümüzdeki beş yıl içinde 14,5 trilyon dolarlık (yaklaşık 11,89 trilyon sterlin) zarara yol açabileceğini ve küresel ticareti altüst edebileceğini öngörüyor.

Reuters ajansının aktardığına göre söz konusu tahmin, Lloyd’s’un sistemik risk serisi kapsamında hazırladığı yeni bir senaryonun parçası. Bu seri, hükümetlere, sigortacılara ve risk yöneticilerine en acil küresel tehditler hakkında kritik bilgiler sunmayı amaçlıyor.

Söz konusu senaryo, büyük çaplı bir jeopolitik çatışmanın küresel ticaret düzenini bozması halinde ortaya çıkabilecek ciddi ekonomik sonuçlara odaklanıyor.

Dünya ithalat ve ihracatının yüzde 80’inden fazlasını oluşturan yaklaşık 11 milyar ton malın her an okyanuslar üzerinde hareket halinde olduğu düşünüldüğünde, hayati ticaret yollarının kapanmasının ekonomileri felce uğratabileceği açıkça görülüyor.

Rapor, olası zararın iki yönlü -bir yandan çatışma bölgelerindeki altyapının tahrip olması, diğer yandan yaptırımlar ve tehlikeye giren nakliye hatları nedeniyle küresel ticaret ağlarının yeniden düzenlenmek zorunda kalması- olacağını vurguluyor.

Etkinin boyutu, ülkelerin çatışmaya dahil olma durumuna ve uluslararası ticarete olan bağımlılık derecesine göre farklılık gösterecek. Örneğin, otomobil ve elektronik üretiminde kullanılan yarı iletkenler gibi kritik mallarda büyük ölçüde dış tedarikçilere bağımlı olan Avrupa’nın 3,4 trilyon dolara varan kayıplarla karşı karşıya kalabileceği belirtiliyor.

Lloyd’s, bu senaryonun önemini vurgulamak için yakın geçmişten bir örnek veriyor. 2021 yılında, Doğu ve Batı’yı birbirine bağlayan hayati ticaret yolu Süveyş Kanalı’nda yaşanan tıkanıklığın günde 9,6 milyar dolarlık mala, yani saatte 400 milyon dolara mal olduğu tahmin edilmişti.

Lloyd’s kurumsal ilişkiler direktörü Rebekah Clement, son senaryoyla ilgili şu açıklamayı yaptı: “Sigortanın değeri, jeopolitik çatışmanın ikincil etkilerini de kapsıyor. Bu etkiler arasında, etkilenen ticaret ortakları ve tedarikçilerden kaynaklanan aşağı yönlü gecikmeler ve kesintiler de yer alıyor.”

Clement sözlerine şöyle devam etti: “İşletmelerin kendilerini bu etkilere karşı korumalarına yardımcı olabilecek sigorta teminatlarına örnek olarak siyasi risk sigortası ve şarta bağlı iş kesintisi sigortasının yanı sıra özel savaş riski sigortası verilebilir.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

7 Ekim’in ardındaki jeopolitik deprem

Yayınlanma

Ghassan Jawad, Lübnanlı yazar ve analist
The Cradle, 7 Ekim 2024

Bir yıl önce bugün dünyayı sarsan El Aksa Tufanı Operasyonu münferit bir olay değildi; yıllar süren jeopolitik değişimlerin, küresel güç dengelerinin ve Batı Asya’da artan gerilimlerin doruk noktasıydı.

Operasyon sadece Filistin direnişinin cesur bir hamlesi değil, aynı zamanda uluslararası politikada yıllardır yaşanmakta olan sismik değişikliklere verilen hesaplı bir yanıttı.

Bu değişikliklerin merkezinde ABD’nin Afganistan’dan 2021’de çekilmesi vardı ki bu ABD etkisinin zayıfladığına işaret ediyordu. Bu çekilme Washington’un Basra Körfezi’ndeki müttefiklerinde, özellikle de ABD korumasının güvenilirliğini sorgulamaya başlayan Suudi Arabistan’da şok etkisi yarattı.

ABD’nin Ukrayna savaşındaki zıt tutumu bu endişeleri daha da derinleştirerek Basra Körfezi ülkelerini yeni ittifaklar ve güvenlik düzenlemeleri arayışına itti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 2022’de Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaret, 30 milyar dolarlık ticaret anlaşmasıyla sonuçlandı ve Pekin’in bölgedeki yeni nüfuzunun altını çizdi.

Çin’in artan varlığı ve değişen bölgesel dinamikler, İran ile Suudi Arabistan arasında Pekin’de imzalanan Mart 2023 tarihli normalleşme anlaşmasının yolunu açtı. Bu anlaşma bazı bölgesel gerginlikleri yatıştırsa da uzun süredir devam eden çatışmaları tam olarak çözmedi.

Bunun yerine, Batı Asya’nın değişen güç dengesine uyum sağlama ve köklü rekabetleri aşabilecek potansiyel yeni ittifaklara hazırlanma çabalarını yansıttı. Bölgesel güçler, ABD’nin yirmi yıl önce Irak’ı yasadışı bir şekilde işgal etmesiyle tetiklenen ve giderek artan çok kutupluluğun damgasını vurduğu evrim geçiren uluslararası düzenle başa çıkmak için kendilerini konumlandırıyorlardı.

Ukrayna’daki savaş ve küresel yeniden hizalanmalar

Ukrayna’da Şubat 2022’de patlak veren savaş, Doğu Avrupa’nın ötesine şok dalgaları gönderdi. Çatışma ekonomik krizleri tetikledi, çatışmaları yoğunlaştırdı ve hatta Afrika’da askeri darbeleri teşvik etti. Bunu takip eden jeopolitik sıralama, bir tarafta ABD ve Atlantikçi müttefikleri, diğer tarafta Çin tarafından desteklenen Avrasya güçleri Rusya ile doğu ve batı arasında gözle görülür bir hizalanma yarattı. Kısa süre içinde dünyanın dört bir yanındaki stratejik sıcak noktalarda vekalet savaşları ortaya çıktı.

Rusya için savaş, ulusal güvenliğinin gerekli bir savunması, Batı’nın kendi etki alanına tecavüzüne karşı bir tepki olarak görüldü. Kremlin, Ukrayna çatışmasını sadece bir toprak mücadelesi olarak değil, Batı’nın bilim, teknoloji ve sanayi alanındaki hakimiyetinin azalmaya başladığı bir dünyada kaynakların, ticaret yollarının ve etki alanlarının kontrolü için verilen daha geniş bir savaş olarak gördü. Moskova’nın gözünde bu savaş, küresel gücün sınırlarını yeniden çizmeye yönelik daha büyük bir mücadelenin parçasıydı.

Çin ve Hindistan’ın yükselişi dünyanın endüstriyel, ekonomik ve demografik ağırlığını doğuya doğru kaydırdı. Bu durum, Rusya’nın Avrupa’dan Orta Asya’ya küresel rolünü geri kazanmaya çalışmasıyla birlikte nüfuz mücadelesini yoğunlaştırdı. Bu arada, Çin kendi ekonomik ve jeopolitik hakimiyetini kurmaya çalışırken ABD liderliğindeki uluslararası “kurallara dayalı düzen” baskı altında.

Filistin davasının yeniden canlandırılması

Filistinli direniş güçlerinin 7 Ekim 2023’te El Aksa Tufanı’nı başlatma kararı bu küresel akımlardan bağımsız olarak alınmadı.

Hamas ve diğer Filistinli gruplar stratejik anın farkındaydı: ABD, Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne göre Çin ve Rusya’ya karşı çatışmalarla meşgulken, Washington İran’ı kontrol altına almaya çalışıyordu.

Gazze’deki Hamas’ın Ukrayna çatışmasının patlak vermesinin ardından kaleme aldığı gizli bir değerlendirme, İsrail’in kendi içindeki bölünmeler de dahil olmak üzere önceliklerde ve kırılganlıklarda küresel bir değişime dikkat çekiyordu: Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’teki Filistinlilere yönelik kuşatmanın sıkılaştırılması ve kaçınma döngüsünün kırılması için aşırı sağcı bir hükümetin programında ve başkanı ile bakanlarının fikirlerinde açıkladığı, Yer Değiştirme Yerleşimleri Bakanı’nın artırılması ve Filistin davasının mülteciler meselesi, devlet, bağımsızlık, başkent olarak Kudüs ve Filistin hakkının şahidi olan toprak gibi hayati başlıklarını ortadan kaldırmak için Filistin davasını sona erdirmek için çalışma fikrine dayanan pozisyonu değiştirme ve kırma olasılığı.

Değerlendirmede, İsrail’in iç siyasi çekişmelerinin yanı sıra küresel iklimin de kararlı bir saldırı için nadir bir fırsat sunduğu sonucuna varıldı. Benjamin Netanyahu ve aşırılık yanlısı ortakları tarafından yönetilen İsrail’in aşırı sağcı hükümeti açıkça işgali derinleştirmeyi, yerleşimleri genişletmeyi ve Filistinlilerin haklarını marjinalleştirmeyi amaçlayan politikalar izlemiştir. Tel Aviv’in iç bölünmeleri ve Batı’nın Ukrayna’daki dikkat dağınıklığı göz önüne alındığında, bu tehditlere meydan okuyacak cesur bir hamle için zamanın geldiği anlaşılıyordu.

Bölgesel olarak ABD, İsrail ile Suudi Arabistan arasında bir normalleşme anlaşmasına aracılık etmek amacıyla Abraham Anlaşmalarını ilerletmeye çalışıyordu. Bu çaba, ABD’nin Batı Asya’daki çıkarlarını, özellikle de İsrail’in güvenliğini korumaya yardımcı olabilecek bir Arap-İsrail bloğu oluşturmak için çok önemli olarak görülüyordu.

Ancak Filistinliler bu normalleşme çabalarını ulusal istekleri için ciddi bir tehlike olarak gördüler. Suudi Arabistan’ın Filistin davası için önemli tavizler elde etmeden sürece dahil olmasının İsrail’e “nihai çözüm” için yeşil ışık yakacağından korkuyorlardı – yasadışı Yahudi yerleşimlerini artırmak, Gazze üzerindeki kuşatmayı sıkılaştırmak ve Kudüs’ü Yahudileştirirken Filistin devleti için her türlü şansı silmek.

Direniş, Suudi Arabistan’ın normalleşme yolunda devam etmesi halinde diğer Arap ve Müslüman çoğunluklu ülkelerin de onu izleyerek Filistin davasını daha da yalnızlaştıracağına inanıyordu. Filistin ile Arap ve İslam dayanışmasının aşınacağı potansiyel bir jeopolitik gerçeklikle karşı karşıya kalan direniş, El Aksa Tufanı Operasyonu’nu gidişatı değiştirmek için son bir çaba olarak gördü.

Tufandan Sonra

İsrail’in El Aksa Tufanı’na verdiği yanıt orantılı olmaktan çok uzaktı. Filistin direniş operasyonuna tepki olarak başlayan süreç hızla soykırıma benzetilen bir etnik temizlik kampanyasına ve Gazze, Batı Şeria, Lübnan, Suriye ve Yemen’e yönelik yıkıcı saldırılarla daha geniş çaplı bir bölgesel savaşa dönüştü.

Ancak İsrail’in acımasız askeri saldırıları Tel Aviv’in acil hedeflerinden daha fazlasına hizmet ediyor gibi görünüyor. ABD’nin Çin, Rusya ve İran gibi güçlerin artan etkisine karşı koyarken bölgesel çıkarlarını güvence altına almaya yönelik daha geniş stratejisine uyuyor.

İsrail’in Filistin direnişini yok etme ve Gazze halkını yerinden etme amacı, Washington’un eylül ayında Lübnanlı direniş liderlerine yönelik suikast saldırısının ardından ortaya çıkan daha büyük jeopolitik hedefleriyle iç içe geçmiş durumda: Batı Asya’nın yeniden şekillendirilmesi.

Tel Aviv’in bu planı, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun BM Genel Kurulu kürsüsüne çıkıp Suudi-İsrail normalleşmesinin Washington tarafından güvence altına alınmasının ardından hayata geçirilebileceğini öngördüğü “yeni Orta Doğu” haritasını havaya kaldırdığı 7 Ekim 2023 tarihinden çok önce harekete geçirilmişti.

ABD, Tel Aviv’deki vekili aracılığıyla, Çin ve Rusya’nın nüfuzuna karşı koymaya yönelik daha geniş bir stratejinin parçası olarak bölgenin kaynakları, ticaret yolları ve ittifakları üzerindeki kontrolünü sürdürmeye çalışıyor. Bu çatışma, Ukrayna’dan Kızıldeniz’e uzanan daha büyük bir küresel hakimiyet mücadelesinin bir parçasıdır.

Gazze’nin çektiği acılara verilen küresel tepki keskin bir çelişkinin altını çiziyor. ABD ve müttefikleri liberal değerleri, insan haklarını ve demokrasiyi savunduklarını iddia ederken, eylemleri genellikle farklı bir hikaye anlatmaktadır. Ukrayna çatışması ve Gazze’deki soykırım sırasında Batılı devletler uzun süredir savundukları pek çok ideali soğuk ve sert jeopolitik çıkarlar uğruna terk ettiler.

El Aksa’nın ötesinde bir savaş

İsrail’in Gazze’ye ve şimdi de Lübnan’a karşı sürdürdüğü savaş, sadece El Aksa Tufanı direniş operasyonunun acil sonuçlarıyla ilgili değildir. Sözde “Yüzyılın Anlaşması”nı anımsatan, ABD’nin bölgeye yönelik daha geniş bir projesinin parçasıdır.

Bu, Gazze ve diğer parlama noktalarının ötesine uzanan saldırganlığın ölçeğinde açıkça görülmektedir. Nihai hedef, bölgenin jeopolitik düzeninde radikal bir dönüşüm gibi görünüyor – kaynaklar, limanlar ve ticaret yolları üzerindeki kontrolü güvence altına alırken, Batı hakimiyetini sağlamak için halklara boyun eğdiren bir düzen.

Bu savaş sadece sınırlar ya da topraklarla ilgili değil; küresel ekonomik coğrafya üzerinde kontrol ve eski düzenin tartışıldığı bir dünyada nüfuzla ilgili. Bu büyük nüfuz mücadelesinde, ister Ukrayna’da, ister Gazze’de ya da başka bir yerde olsun, bedeli genellikle sahadaki insanlar ödüyor.

Varoluşsal bir tehditle karşı karşıya olan Filistinliler, tarihin akışını değiştirmek amacıyla El Aksa Tufanı’nı başlattı. Ancak savaş uzadıkça, bu çatışmanın çok daha büyük bir küresel güç oyununun parçası olduğu ve sonuçlarının bölgenin çok ötesine yayılacağı anlaşıldı.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English