Dünya Basını
Güney Kore, silah pazarında nasıl yükseldi?

Editörün notu: Güney Kore, savunma ürünleri ihracatında çeşitli ülkelerle önemli anlaşmalar imzalayarak küresel silah pazarındaki varlığını güçlendirmeye devam ediyor. 2024’ün başında, LIG Nex1 Suudi Arabistan’a 3,2 milyar dolarlık Cheongung-II hava savunma sistemleri tedarik anlaşmasını tamamladı, ardından Birleşik Arap Emirlikleri ve Irak ile benzer anlaşmaların yapılması bekleniyor. K239 Chunmoo çok namlulu roketatar sistemine yönelik ilgi Polonya, Norveç, Filipinler ve Romanya’dan geliyor. Ayrıca, Hanwha’nın K21 Redback zırhlı muharebe araçları Avustralya, İtalya ve Romanya gibi ülkelerde tanıtılırken, K9 Thunder kundağı motorlu obüsleri dünya genelinde 8 ülkeye tedarik ediliyor. Güney Kore savunma sanayi şirketleri, müşteri ülkelerde yerel üretim yapma, teknoloji transferi sağlama ve yerinde eğitim ve bakım hizmetleri sunma gibi esnekliklerle rakiplerinden ayrılıyor. Koreliler, ABD ile askeri-teknik iş birliğine büyük önem veriyor ve Çin’e bağımlı olmaktan kaçınarak küresel silah pazarında Washington’un stratejik çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. ABD’nin Asya’daki müttefikleriyle olan yakınlaşması, Güney Kore’nin bu pazarda Amerikan dış politikasına katkıda bulunmasını sağlıyor.
Demir Kore dalgası: Küresel silah pazarında Seul’ün liderliği
Andrey Gubin
16 Ekim 2024
Ekim ayının başlarında, Güney Kore’nin Gyeryongdae’deki askeri tesisinde (Seul’un 160 kilometre güneyinde) düzenlenen KADEX-2024, Kore Cumhuriyeti’nin uluslararası savunma sanayi fuarına ev sahipliği yaptı. Etkinliğe yaklaşık 500 şirket katıldı ve 50’den fazla ülkeden gelen ziyaretçilerin toplam sayısı 70 bini aştı. Güney Kore savunma sanayisinin, yerel silahlı kuvvetler için hazırladığı yeni ürünlerin yanı sıra, ihracat için sunulan pek çok silah sistemi de sergilendi; bununla birlikte çeşitli ortak projeler de tanıtıldı. Bu yıl, özellikle çeşitli amaçlar ve ortamlar için geliştirilen insansız sistemler ile kinetik, elektromanyetik ve lazer prensiplerine dayanan anti-drone savunma sistemleri büyük ilgi topladı.
KADEX-2024, Seul’ün küresel silah ve askeri teçhizat (W&ME) pazarında yeni sınırları fethetme amacının net bir göstergesi oldu. Özellikle, ülkenin Savunma Bakanı Kim Yong-hyun, yıl sonuna kadar yeni küresel ihracat teslimatları, askeri teknolojilerin transferi ve uzmanlar için eğitim ve yeniden eğitim programlarının açılması sayesinde ihracatın 15 milyar doları aşacağını ifade etti.
Tehlike sınırında kazançlar
Güney Kore Cumhuriyeti Savunma Bakanlığı’na göre, 2023 sonunda askeri ürün ve hizmet ihracatının toplam hacmi 14 milyar dolar olarak gerçekleşti ve bu da ülkeyi dünyanın önde gelen silah ihracatçıları arasında 9. sıraya yerleştirdi. 2022 yılında, Seul ilk kez ilk 10’a girdiğinde, bu rakam 17,3 milyar dolarla rekor kırmıştı ve bu yıl 20 milyar dolara ulaşma planları vardı. Fakat, bazı sözleşmelerin muhtemelen ortakların mali zorlukları ve çeşitli alanlarda görüşmelerin durması nedeniyle ertelenmesi bekleniyor. Dikkat çekici bir husus, Güney Kore’nin 2000 yılında dünya çapında silah ve askeri teçhizat üreticileri arasında yalnızca 31. sırada yer alması.
Gelişmiş bir üretim üssü ve ileri teknolojilere erişim, ulusal savunma sanayisinin hem iç talepleri karşılama hem de ihracat siparişlerini yerine getirme konusundaki başarısına büyük katkı sağlıyor. Koreli üreticilerin tanınması ve “Sabah Sakinliği Diyarından” gelen ürünlerin itibarı da savunma sanayisinin başarısında önemli bir rol oynuyor. Aynı zamanda, şirketler kendi teknolojik gelişmelerini aktif olarak kullanarak bunları bağlı kuruluşlara ve taşeronlara devrediyor, bu da net maliyeti düşürse de (fiyatı değil!) önemli bir avantaj sağlıyor. Güney Kore’nin büyük finans ve sanayi grupları, yani “chaebol”lar, siyasi lobi faaliyetleri açısından geniş imkanlara sahip ve bu durum genellikle Seul’ün diplomatik yönelimini belirliyor. Özellikle, Güney Kore’nin en büyük savunma grubu olan Hanwha Group, deniz, kara ve hava silahlarının üretiminin yanı sıra, uzay teknolojisi, elektronik, mühimmat, enerji santralleri ve dronlar üzerinde çalışıyor ve giderek Amerikan Lockheed Martin şirketiyle boy ölçüşebilecek bir üretim ve bütçe ölçeğine yaklaşıyor.
SIPRI’ye göre, 2024 yılı başı itibarıyla, Kore Cumhuriyeti askeri uçak ihracatında dünyada üçüncü, tanklar ve kundağı motorlu topçu sistemleri ihracatında ise imzalanan sözleşmelere göre birinci sırada yer alıyordu.
Yoon Suk Yeol yönetimi, 2027 yılına kadar küresel silah teslimatlarında 4. sıraya yükselmeyi ve dünya genelindeki siparişlerin en az yüzde 5’ini almayı hedefliyor. Aynı zamanda, NATO’nun 2022’deki Madrid zirvesinden sonra, aslında mevcut Güney Kore liderinin kişisel himayesi altında Avrupa ülkeleriyle istikrarlı bağlar kurma fırsatı doğdu.
Kore silahlarının popülaritesi, tehditlerin artması ya da en azından “agresif ve revizyonist devletlerden” kaynaklanan tehlike hissi ile destekleniyor. Seul, bu endişeyi dağıtmak yerine, aksine, müşterilerinin savunma kapasitesini artırmaya hazır olduğunu dile getiriyor.
Kore silahlarının popülerliğinin sebeplerinden biri de Ukrayna’daki çatışma. NATO ülkeleri, çatışmalara dolaylı olarak dahil olduktan sonra, nispeten ucuz ve çeşitli amaçlar için kullanılabilecek, ittifak standartlarına yakın büyük miktarda teçhizata ihtiyaç duymaya başladılar. Bu talep, Kiev’e yapılan teslimatlar nedeniyle kendi stoklarının tükenmesinden ve özenle körüklenen Rusya karşıtı histerisinden kaynaklanıyor. Orta Doğu ve Asya-Pasifik bölgesindeki bazı ülkeler, Avrupa’nın güvenlik sorunlarına ya da ABD-Çin çekişmesine doğrudan dahil olmamalarına rağmen, kendi savunma kapasitelerini güçlendirmeyi amaçlıyor ve bağımsız bir ortak olarak Güney Kore’yi tercih ediyor. Bunun yanı sıra Koreliler, uluslararası fuarlara katılım ve askeri ürünlerini modern teknoloji alanındaki askeri olmayan etkinliklerde bile sunarak agresif bir pazarlama stratejisi izlemeye başladılar. Yazar, Seul’ün wunderwaffe (mucize silah) reklamlarına, oldukça masum akademik seminerlerde bile tanık oldu.
Panterler yine sınırda
Güney Kore Cumhurbaşkanı Yoon Suk Yeol’un Temmuz 2023’te Polonya’ya gerçekleştirdiği resmi devlet ziyareti, Kore tarihindeki en büyük silah ihracatı sözleşmesinin imzalanmasıyla sonuçlandı. Varşova ile yapılan anlaşmalar kapsamında, yaklaşık 1000 adet K2 Black Panther tankı, 672 adet K9 Thunder kundağı motorlu obüs, 48 adet FA-50 Golden Eagle hafif saldırı uçağı, 288 adet K239 Chunmoo çok namlulu roketatar sistemi (MLRS) ve 400 adet KIA Raycolt zırhlı keşif aracı üretimi ve teslimatı üzerinde mutabık kalındı. Toplamda 15 milyar doları aşan bu dev anlaşma, Kore savunma sanayisi açısından önemli bir dönüm noktası oldu. 180 tank, 212 kundağı motorlu topçu ve 12 uçaktan oluşan ilk büyük parti 2025 yılına kadar teslim edilecek; zırhlı araçlardan oluşan deneme partisi ise Aralık 2022’de Polonya’ya ulaşmıştı. Aynı zamanda, tüm bu sistemler sadece Güney Kore’den satın alınmakla kalmayıp, Polonya’daki yerli işletmeler tarafından da yerli ve yabancı bileşenler kullanılarak üretilecek. Ayrıca, bakım üsleri ve profesyonel eğitim merkezleri de kuruluyor. Haziran 2023’te, Kore-Polonya Savunma ve Askeri Sanayi İş birliği Ortak Komitesi’nin ilk toplantısı yapıldı. Gelecek vadeden projeler arasında 120 mm ve 155 mm mermi üretimi için bir tesis inşası, K808 Baekho zırhlı personel taşıyıcı temelli ortak üretimler, KSS-II ve KSS-III denizaltılarının olası ihracatı, Cheongung-2 hava savunma sistemleri, el bombası atıcılar ve taşınabilir hava savunma ve tanksavar füze sistemleri (MANPADS ve ATGM) yer alıyor. Varşova, Türkiye’nin yaptığı gibi, Kore teknolojilerinin transferi sayesinde dış pazarlara açılmayı hedefliyor.
Seul, KOEXIM Bank aracılığıyla kredi ve garanti şeklinde mali destek sağlıyor, ancak bu kurumun limitleri yalnızca sözleşmelerin bir kısmını kapsıyor. Polonya ile olan iş birliği gibi daha fazla anlaşmayı teminat altına almak için yeni yardım paketleri 15,6 milyar dolardan fazla kaynak gerektirecek ve bu durum doğrudan devlet müdahalesini ve yasal finansman ve sigorta limitlerinde değişiklikleri zorunlu kılacak. Mart 2024’te, Kore Cumhuriyeti Ulusal Meclisi, yabancı ortaklarla yapılacak işlemlerin sınırını yıllık 18,1 milyar dolara çıkaran ve sözleşme sayısını ve değerini artırmayı mümkün kılan ilk askeri-teknik iş birliği teşvik yasasını kabul etti.
Silah ağları
Seul’ün savunma ürünleri yelpazesini ve iş ortaklarını çeşitlendirme hedefini doğrulayan temaslar arasında bazıları özel bir dikkati hak ediyor. 2024’ün başlarında, LIG Nex1 şirketi, Suudi Arabistan’a toplamda 3,2 milyar dolar değerinde Cheongung-II (Iron Hawk) hava savunma sistemleri tedariki için bir sözleşme imzaladı. Bu sözleşmenin ardından Birleşik Arap Emirlikleri ve Irak ile de sözleşmelerin yapılması bekleniyor. Ayrıca Riyad, büyük Polonya siparişinden etkilenmiş olmalı ki, 800 milyon dolar değerinde bir K239 Chunmoo çok namlulu roketatar sistemi (MLRS) siparişi verdi. Norveç, Filipinler ve Romanya da bu sistemle yakından ilgileniyor. K239 Chunmoo, modüler bir tasarıma sahip ve çok kalibreli bir yapıda, yani farklı tipte güdümsüz ve güdümlü 130 mm, 227 mm, 239 mm ve daha büyük mühimmatları kullanabiliyor. Koreliler, bu sistemin operasyonel-taktik füzeleri fırlatacak şekilde modifiye edilmesini de mümkün görüyor.
Ayrıca, Avustralya ile yapılan 129 K21 Redback zırhlı muharebe aracı (IFV) tedarik anlaşmasından (başlangıçta 450 araç planlanmıştı) sonra, Koreli şirket Hanwha bu aracı İtalya, Romanya ve Letonya’da da tanıtmaya başladı. Koreli silah üreticilerinin şüphesiz en büyük başarı öykülerinden biri de 8 ülkeye (Türkiye, Polonya, Hindistan, Finlandiya, Norveç, Estonya, Avustralya ve Mısır) halihazırda tedarik edilen K9 Thunder kundağı motorlu obüs. Bu araç, dünya pazarındaki bu segmentin yaklaşık yarısını elinde bulunduruyor. Dünyanın pek çok ülkesinde yeniden silahlanma için verilecek olası siparişler, Güney Kore tarafından yakından takip ediliyor ve bu süreçte kullanım ömrü verileri ve askeri yetkililerin açıklamaları dikkatle izleniyor. Ancak bazı durumlarda yabancı rakipler, Koreli firmaları ihalelerden saf dışı edebiliyor. Örneğin, Çinliler Tayland’a denizaltı ve Malezya’ya MLRS tedarikini “kapmış” durumda, ayrıca Filipin Donanması muhtemelen Fransız dizel-elektrikli denizaltılarını satın alacak (ancak Koreliler, Endonezyalı gemi yapımcılarını sürece dahil ederek hâlâ bir şansa sahip). Görünüşe göre Almanya da Norveç için ana muharebe tankı sözleşmesini almış durumda. Fakat Güney Koreli üreticiler, ülkenin liderliğinin doğrudan desteğiyle, kendi ürünlerini tanıtma konusunda son derece ısrarcı davranıyorlar.
Güney Kore savunma sanayi şirketleri, diğer rakiplerinden farklı olarak, kendi tasarımları olan ekipmanların müşterinin ülkesinde üretimini organize etmeye, ek sistemlerin ve bileşenlerin üretimini yerelleştirmeye ve yerinde bakım hizmeti ile eğitim sunmaya hazır olmalarıyla öne çıkıyor. Ayrıca, sözleşmelerin imzalanmasından ilk ürünlerin teslimine kadar geçen süre sadece birkaç ay sürüyor. Bu başarı, yükleniciler arasındaki iş dağılımının iyi organize edilmesi, iç bürokratik engellerin azaltılması ve Seul’ün ihracat taleplerini karşılamak için yerel siparişlerin bir kısmını erteleme yeteneği sayesinde gerçekleşiyor.
Yine de Koreliler, askeri-teknik alanda ileri çözümlerin ana kaynağını hâlâ ABD’de görüyorlar ve “kritik” alanlarda Çin’e bağımlı hale gelmekten kaçınmaya çalışıyorlar. Bu karar, Washington’un Pekin’i kapsamlı bir şekilde sınırlama stratejisine de uyuyor. Bu strateji, Güney Kore’yi, Amerikan sanayisinin yükünü hafifletmek ve Rusya ile Çin’i küresel silah ve askeri teçhizat pazarından çıkarmak için “resmi olarak bağımsız” bir aktör olarak kullanmayı içeriyor. Bununla birlikte, Ağustos 2023’te imzalanan Camp David Anlaşması sonrasında ABD’nin iki ana Asyalı müttefikiyle yakınlaşması göz önüne alındığında, Seul’ün yabancı ülkelerle askeri-teknik iş birliğini geliştirmesi, Amerikan dış politika araçlarına faydalı bir katkı sağlıyor. Bu durum, hegemonik gücün doğrudan müdahalede bulunmadan etkisini yaymasına olanak tanıyor.
Dünya Basını
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?

Şin-Bet Direktörü Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu yeminli ifadede Başbakan Netanyahu’nun kendisinden yasalar yerine şahsen kendisine itaat etmesini talep ettiğini ve güvenlik kurumunu kişisel çıkarları için kullanmaya çalıştığını açıkladı.
Netanyahu ile ilgili bu iddialar çokça dile getirilmiş olsa da ilk kez hukuki bağlayıcılığı olan bir mahkeme önünde üstelik görevdeki bir isim tarafından belgeleriyle gündeme getiriliyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz hem Bar’ın iddialarını hem de bu iddiaların İsrail açısından ne anlama geldiğini inceliyor:
***
Bu bir tatbikat değil: Ronen Bar’ın yeminli beyanı İsrail kritik bir uyarı niteliğinde
Şin Bet Direktörü, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu resmi beyanda, Netanyahu’nun kendisine devlete ve yasalarına değil, şahsen kendisine sadakat göstermesini talep ettiğini açıkladı; yargıçların bu konudaki yanıtı, İsrail demokrasisinin ve güvenliğinin geleceğini şekillendirecek.
Yuval Yoaz / Times of Israel
Şin Bet Direktörü Ronen Bar’ın pazartesi günü İsrail Yüksek Mahkemesi’ne sunduğu yeminli beyan, İsrail halkı için kritik bir uyarı niteliğinde.
Ülkenin başlıca güvenlik kurumlarından birinin başkanı, mahkemeye resmî ve açık biçimde, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun kendisinden şahsi sadakat talep ettiğini yani yasalara ya da mahkemelere değil, doğrudan başbakana itaat etmesini istediğini ve Netanyahu’nun Şin Bet’in geniş etki alanına sahip imkân ve yeteneklerini kişisel ve siyasi çıkarları için sistematik biçimde kullanmaya çalıştığını beyan etti.
Tehlike çanları sadece çalmakla kalmıyor adeta sağır ediyor.
Mahkemenin Bar’a beyanını sunması için verdiği sürenin bitmesine dakikalar kala, yargıçların masasının üzerine iki belge ulaştı. Bunlardan yalnızca biri kamuya açık. Bar’ın sekiz sayfadan oluşan kamuya açık yeminli beyanı 4 Nisan’da yargıçlara gönderdiği mektubun içeriğini detaylandırıyor. Gizli yeminli beyanı ise 31 sayfa ve beş ek belge içeriyor.
Mahkemenin kararı gereği, kamuoyu bu detaylı beyana tam erişemeyecek. Ancak belge başbakana ve yakın çevresine de teslim edildiği düşünüldüğünde sızıntı ihtimal dışı değil. Ayrıca yargıçlar, görevden alma konusundaki kararlarında bu belgelerin özetini kullanabilirler. Söz konusu görevden alma kararı, geçen ay Netanyahu’nun yönlendirmesiyle kabine tarafından oybirliğiyle alınmış ve bu da mahkemenin şu anda değerlendirmekte olduğu itirazlara yol açmıştı.
Netanyahu’nun da mahkemeye perşembe günü sunması gereken yanıtında bu yeminli beyanın yankılarının yer alması bekleniyor tabi son anda geri adım atmazsa.
Bar’ın beyanının ardından, Netanyahu’nun ofisi hemen bir açıklama yayınlayarak “Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sahte bir yeminli beyan sundu, bu yakında detaylı şekilde çürütülecek” dedi. Ancak, bu çürütmenin Netanyahu’nun sunacağı yeminli beyanda yer alacağına dair bir taahhüt verilmedi.
Bar’ın 31 sayfalık gizli belgesini bir kenara bırakırsak, sadece kamuya açık yeminli ifadesi bile okuyucuları şaşkına çevirmeye yetiyor.
Bar’ın Netanyahu hakkında dile getirdiği birçok iddia yıllardır kamuoyunda tartışılmış olsa da bu durum tamamen farklı. Çünkü hukuki bağlayıcılığı var. Suçlamalar artık bizzat Shin Bet şefi tarafından açık ve net bir şekilde dile getiriliyor ve mahkemeye yeminli ifade niteliği taşıyan imzalı bir beyanname ile sunuluyor.
Bar’ın sunduğu her önemli iddia, İsrail’i sarsacak nitelikte birer bomba:
- Netanyahu, olası bir anayasal kriz durumunda Bar’dan, Yüksek Mahkeme’ye değil kendisine itaat etmesini istemiş. Bu tür bir talepte bulunulması bile soruşturulması gereken ciddi bir suç niteliğinde.
- Netanyahu, Bar’a, devam eden ceza davasında mahkemede ifade vermesini engelleyecek bir güvenlik gerekçesi yayınlaması için defalarca baskı yapmış. Bu yönde Netanyahu’nun çevresinden biri tarafından hazırlanan bir taslak Bar’a imzalanması için iletilmiş, ancak Bar imzalamayı reddetmiş.
- Netanyahu, Bar’dan Şin Bet’in gözetleme araçlarını İsrail vatandaşlarına karşı – özellikle de 2023’te hükümetin yargı reformuna karşı düzenlenen protesto hareketinin liderlerine karşı – kullanmasını istedi. Bu talebine gerekçe olarak sözde “yıkıcı faaliyet” iddialarını öne sürdü. Bu, Şin Bet’in siyasi faaliyetlerden uzak durma ilkesini ve ifade özgürlüğünü hiçe saymak anlamına geliyor.
- Netanyahu bu talepleri, toplantıların sonunda, askeri sekreteri ve ses kayıt cihazını kullanan görevlileri odadan çıkardıktan sonra, yani kayda geçmesini önlemek amacıyla sözlü olarak iletmiş.
- Bar, Başbakan Netanyahu ve Kabine Sekreteri Yossi Fuchs’a mektup göndererek, 7 Ekim’de Hamas tarafından gerçekleştirilen saldırı ve katliamla ilgili olayların soruşturulması için devlet düzeyinde bir komisyon kurulmasının ulusal güvenlik açısından taşıdığı önemi detaylı biçimde anlatmış. Bar, bunun yalnızca yönetişim açısından doğru bir adım olacağı için değil, aynı zamanda güvenlik kurumlarının gerekli sonuçları çıkarabilmesi ve doktrin ile kurumlarda köklü reformlar yapılabilmesi için de elzem olduğunu vurgulamış. Ancak Netanyahu, böyle bir soruşturma kurulmasına ısrarla karşı çıkmaya devam ediyor.
Bar’ın yeminli beyanından çıkan genel sonuç, asıl meselenin yalnızca görevden alınmasının profesyonel gerekçelerle mi, yoksa kişisel saiklerle mi yapıldığından ibaret olmadığını gösteriyor. Bu sorunun yanıtı fazlasıyla açık.
Asıl odak noktası artık, İsrail’in şu anda yönetiminin başında, en azından bir güvenlik kurumu lideri tarafından adı konularak ciddi şekilde suçlanan bir kişi tarafından yönetiliyor olması gerçeği.
Bar’ın beyanı iki temel anlam taşıyor:
Bunlardan ilki kanıt niteliğinde: Bar’ın bu iddiaları bir yeminli beyanla sunmuş olması, onlara hukuki ağırlık kazandırıyor. Yüksek Mahkeme, teknik olarak yeminli ifade veren kişilerin çapraz sorgulanmasına izin verebilir. Her ne kadar bu uygulama 1990’lardan bu yana kullanılmasa da mahkeme bu davada buna izin verebilir.
İkinci çıkarım ise Bar’ın tam ve gizli yeminli ifadesine eklediği belgelerle ilgili: Bar’ın gizli beyanına eklediği belgeler, iddialarını destekleyen nesnel kanıtlar sunmak için hazırlandı. Bu belgelerin kamuya açıklanmamış olması, toplantı tutanakları, karar özetleri veya iç yazışmalar gibi güvenirliğine itiraz edilmesi zor belgeler içerdiği ihtimalini artırıyor.
Bu da Netanyahu’nun kendi tezini yalnızca sözlü savunmayla değil, somut belgelerle desteklemek istemesi durumunda ciddi delil sıkıntısı yaşayabileceği anlamına geliyor.
Bar’ın yeminli beyanının kamuoyu, hukuk ve anayasa açısından etkileri derin. 7 Ekim saldırısının öngörülememesi nedeniyle görevden ayrılacağını açıklayan Bar, bu hukuki mücadeleyi şahsi çıkar için değil, devlet adına veriyor.
Bar meselesinin çözüm şekli sadece bir sonraki Şin Bet direktörünün bağımsızlığını etkilemeyecek. Bar’ın yeminli ifadesinin içindeki belgeler göz önüne alındığında çok büyük ölçüde, İsrail Devleti’nin güvenlik ve demokratik geleceğini şekillendirecek.
Dünya Basını
Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız değerlendirme yazısı, Kasım 2024’te, Donald Trump henüz resmen işbaşına gelmeden kaleme alınmış olsa da özellikle dolar ve küresel mali sistemdeki belirleyici rolü ve Trump’a özgü ekonomik yönelimler düşünüldüğünde, yazının temel argümanı, süregiden yapısal bir eğilime ışık tutuyor. Yazının merkezindeki temel iddia, Trump’ın politikalarının, ABD dolarını yalnızca ulusal çıkarlar doğrultusunda araçsallaştırmakla kalmayıp, onu küresel mali istikrarsızlığın yapısal bir kaynağına dönüştürdüğü. Doların aşırı değerlenmesi, “küresel Güney”de borç kırılganlıklarını derinleştirirken, Trump dönemiyle somutlaşan korumacı hamleler ve mali gevşeme stratejileri, ortak müdahale ve dengeleme mekanizmalarını geçersiz kılıyor. Bu bağlamda metin, sadece Trump’a özgü bir ekonomik-popülist yönelimi değil, aynı zamanda günümüz kapitalizminin merkezî finans mimarisine içkin çelişkilerin sürekliliğini de açığa vuruyor.
Donald Trump’ın politikaları, ABD dolarını küresel istikrarsızlığın bir kaynağı hâline getirme riski taşıyor
David Lubin
Chatham House
5 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Seçilmiş Başkan Donald Trump’ın bir dolar sorunu var. Son aylarda, ABD ihracatının rekabet gücünü desteklemek ve ticaret açığını azaltmaya yardımcı olmak amacıyla “daha zayıf bir döviz kuru” yönünde belirgin bir eğilim sergiledi. Ne var ki, piyasanın ABD seçimlerinden bu yana sezdiği üzere, Trump’ın politikalarının çok daha muhtemel sonucu, doların güçlenmesi olacağa benziyor. Burada risk şu ki, halihazırda değerli olan ABD dolarının aşırı değerlenmiş olduğu daha belirgin hale gelebilir ve bu durum küresel finansal istikrarsızlık riskini artırabilir.
Dolar, son birkaç on yılda inişli çıkışlı bir seyir izledi. Örneğin, BIS verilerine göre, 2002’den 2011’e kadar dolar, enflasyona göre ayarlandı ve ticaret ağırlıklı bazda yaklaşık yüzde 30 zayıfladı. Ancak 2011’den bu yana geçen yıllarda dolar güçlendi ve şu anda da 1985’ten bu yana görülmemiş ölçüde yüksek bir değer seviyesine ulaştı.
Bu inişli çıkışlı seyri belirleyen temel etken, genel hatlarıyla, küresel ekonomik canlılık dengesidir: ABD ekonomisi dünyanın geri kalanına kıyasla ivme kazandığında, dolar güçlenme eğilimi gösterir; bunun tersi de geçerlidir, yani ekonomi küçüldüğünde dolar da zayıflar.
Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılmasının ardından, ekonomik dinamizm dengesi ABD aleyhine, Çin ve diğer gelişmekte olan ekonomiler lehine kesin biçimde kaydı. Bu, emtia patlamasının yaşandığı on yıldı: En uzun ve en büyük barış dönemi olan yaklaşık 200 yılda emtia fiyat artışı yaşanmış ve Çin ekonomisindeki sürekli yükseliş, gelişmekte olan dünyada GSYİH artışını desteklemiştir. Sonuç, doların zayıflaması olacaktı.
Fakat 2011 sonrasında, Avro bölgesi krizi ve bunun artçı etkileriyle birlikte Çin ekonomisindeki durgunluk gibi bir dizi etken, ekonomik dinamizm dengesini yeniden ABD lehine çevirdi. Böylece dolar yeniden güç kazandı.
Ve Avrupa ile Çin ekonomileri halen oldukça kırılgan olduklarından, ekonomik dinamizm dengesinin ABD doları lehine işlemeye devam etmesi muhtemel duruyor.
Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların daha da güçleneceğine işaret eden iki önemli etken daha var.
Birincisi, Donald Trump’ın önerdiği ithalat tarifelerinin döviz kuru üzerindeki etkileri. ABD bir ticaret ortağına gümrük vergisi uyguladığında, döviz piyasası genellikle söz konusu ticaret ortağının para birimini satar; bu da, tarifenin yol açtığı dolar cinsinden fiyat artışını telafi etmek üzere o para biriminin değer kaybetmesine neden olur. Bu manzara, Trump’ın 2018 Ocak’ında, Çin’e yönelik ticaret kısıtlamalarını uygulamaya başlamasından sonra, Çin Yuanı’nın yaklaşık yüzde 10 değer kaybetmesini açıklamaya yardımcı olacaktır.
Buradan şu sonuç çıkarılabilir: ABD’nin ticaret ortaklarına yönelik daha geniş ölçekli tarifeler uygulaması, doları genel anlamda daha da güçlendirecektir.
Daha güçlü bir dolar aynı zamanda Trump’ın muhtemelen uygulamaya koyacağı makroekonomik çerçevenin de bir sonucu olacak. Trump, 2017’de yürürlüğe giren ve 2025’te süresi dolacak olan vergi indirimlerini uzatmak isteyeceğinden, ABD maliye politikasının daha uzun süreli bir gevşeme sürecine girmesi olasıdır. ABD ekonomisini canlandırmanın enflasyonist baskı yaratacağı göz önüne alındığında, piyasa faiz oranlarının beklenenden daha yüksek seviyelere çıkması da ihtimaller dahilinde. Gevşek maliye politikası ile sıkı para politikasının bir arada uygulanması, genellikle para biriminin güçlenmesiyle sonuçlanır.
Doların yükselmeye devam etmesi için oldukça fazla alanı var, çünkü henüz açık biçimde aşırı değerlenmiş sayılmaz. ABD’nin bir ülkenin dış ticaret açığının en geniş ölçütü ve finansal kırılganlığın kaba ama verimli bir göstergesi sayılan cari açığı, geçtiğimiz yıl GSYİH’nin biraz üzerinde, yüzde 3 seviyesindeydi.
Bu oran, 2008 küresel finansal krizinden hemen önce, 2006’da ulaşılan düzeyin yaklaşık yarısı; bu da, aşırı değerlenmiş bir dolardan kaynaklanabilecek risklerin Trump’ın ikinci başkanlık döneminin ilerleyen safhalarına sarkabileceği anlamına geliyor.
Güçlenen bir dolar, dünya ekonomisinin geri kalanı için de pek iyi haber değil. Güçlü bir dolar, küresel ticaret büyümesini baskılayarak, gelişmekte olan ülkelerin uluslararası sermaye piyasalarına erişimini kısıtlayarak ve para birimleri değer kaybeden ülkelerin enflasyonu kontrol altında tutmasını zorlaştırarak olumsuz etki yaratır.
Doların sürdürülemez biçimde pahalı hale geldiği durumda ise, başka bir sorun ortaya çıkacaktır: Finansal istikrarı ciddi biçimde sarsmadan aşırı değerli bir para birimiyle nasıl başa çıkılacağı.
Bu sorun en son 1985 yılı başlarında, doların herkesçe dehşet derecede pahalı görüldüğünde yaşanmıştı. O zamanlar ABD, güvenlik şemsiyesine bağımlı olan ticaret ortaklarını -Birleşik Krallık, Almanya, Fransa ve Japonya- devreye sokarak, döviz piyasasında bir dizi koordineli müdahalenin doların kontrollü biçimde değer kaybetmesini sağladığı “Plaza Anlaşması”nı müzakere edebilmişti.
Bugün benzer bir anlaşmanın müzakere edilmesi neredeyse hayal dahi edilemez, bilhassa da Çinli politika yapıcılar “Plaza” sonrasında 1980’lerin sonunda Yen’in değer kazanmasının Japonya için bir ekonomik felakete yol açtığına inandıkları için. Pekin, muhtemel ki bu oyuna dahil olmayacaktır.
Doların kontrollü bir şekilde değer kaybetmesi için çok az alan olması nedeniyle daha kaotik alternatiflerin gündeme gelmesi olası görünüyor.
Bunlardan biri, piyasanın bir noktada pahalı dolar cinsinden varlıklara artık ilgi duymamaya karar vermemesi olabilir, ki bu da döviz piyasasında düzensiz bir ayarlamaya neden olacaktır.
Bir diğer muhtemel senaryo ise Trump’ın bizzat doları zayıflatmaya çalışmasıdır. Ancak bunu gerçekleştirmek için başvurabileceği hemen her yöntem -yabancıların ABD varlıklarını satın almasına sermaye kontrolleri getirmek ya da ABD Merkez Bankası’nın bağımsızlığına müdahale etmek gibi- ABD’nin finansal itibarını ciddi biçimde zedeleyecek bu da bir kez daha kaotik sonuçlara yol açacaktır.
Nihayetinde Trump, doların küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelmesini pek umursamayabilir. Nitekim seçilmiş Başkan Yardımcısı JD Vance geçtiğimiz yıl, doların küresel rezerv para birimi olma rolünün, Amerikalıların “çoğu gereksiz ithal ürünlere yönelik aşırı tüketimini” sübvanse ettiğini savunmuştu.
Bu türden bir bakış açısı, çöküş halindeki dolarda belli “faydalar” görebilir. Ancak dünyanın geri kalanı açısından, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların kaderi kaybet-kaybet senaryosuna dönüşebilir: Ne güçlü bir dolar ne de onu zayıflatan karmaşık bir ayarlama süreci, küresel ekonomiye fazla bir fayda sağlayacaktır.
Dünya Basını
FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Gideon Rachman, Financial Times baş dış ilişkiler köşe yazarı
14 Nisan 2015
Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?
Beyaz Saray, Çin ile giriştiği gümrük vergisi savaşında güç dengesini yanlış hesapladı.
Şüpheye düştüğünüzde büyük harf kullanın. “HİÇ KİMSE ‘kurtulmuş’ değil,” dedi Donald Trump pazar günü — ABD’nin akıllı telefonlar ve tüketici elektroniği ürünlerini gümrük vergilerinden muaf tutacağını açıklamasına getirdiği kafa karışıklığının ardından.
Bu muafiyet, geçen hafta Çin’den gelen tüm ürünlere yüzde 145 “karşılıklı” vergi uygulanacağını duyuran politikanın bir değişikliğiydi — ki o da birkaç gün önce açıklanan oranlara dramatik bir artıştı. Takip edebiliyor musunuz?
Yalnızca yüzeysel bir gözlemci bile tüm bu ani gümrük vergisi değişimlerinin Beyaz Saray’daki bir kaosun göstergesi olduğunu düşünebilir. Trump destekçileri ise aynı fikirde değil. Finansçı Bill Ackman, önceki sert geri dönüşü “mükemmel bir icraat… anlaşma sanatı dersi…” olarak övdü.
Başkanın en sadık destekçileri hâlâ onun usta bir stratejist olduğunu savunuyor. Aksi yönde düşünenler ise “Trump Saplantı Sendromu” (TDS) ile suçlanmayı göze alıyor.
Ne yazık ki ben hâlâ bu sendromdan muzdaribim. (Aşısı yasaklandı.)
Ateşli zihnime göre, Trump Çin’le oynadığı bu gümrük vergisi pokerinde elinin sandığından çok daha zayıf olduğunu yeni fark ediyor. Bunu ne kadar geç kabullenirse — hem kendisi hem ABD o kadar çok kaybeder.
Trump ve ticaret savaşçıları, Çin’in gümrük vergisi çatışmasında otomatik olarak dezavantajlı olduğunu varsayıyor. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent, Çin’in “elinde sadece iki ikili var… Biz onlara sattığımızın beşte birini onlardan alıyoruz, bu da onlar için kaybedilen bir el” diye savundu.
Ancak Trump ve Bessent’in bu mantığının zayıf noktalarını Adam Posen’in Foreign Affairs’deki son makalesi net biçimde açıklıyor. Posen’in işaret ettiği gibi, Çin’in ABD’ye çok daha fazla ihracat yapıyor olması aslında bir zayıflık değil, bir koz.
ABD Çin’den ürünleri hayır işi olsun diye almıyor. Amerikalılar Çin’in ürettiği şeyleri istiyor. Eğer bu ürünler çok daha pahalı hale gelirse — ya da raflardan tamamen kaybolursa — zarar görecek olan Amerikalılar olur.
Akıllı telefonlar konusundaki ikilemin önemi, Trump’ın sonunda sessizce kabul etmek zorunda kaldığı bir gerçeğe işaret ediyor: Gümrük vergilerini ihracatçılar değil, ithalatçılar öder.
Amerika’da satılan akıllı telefonların yarısından fazlası iPhone ve bu iPhone’ların yüzde 80’i Çin’de üretiliyor. Eğer fiyatları iki katına çıkarsa, Amerikalılar yüksek sesle şikâyet eder. “Özgürlük günü”, kimsenin akıllı telefonlarından kurtulacağı gün olmamalıydı.
Telefonlar ve bilgisayar ekipmanları, geri adım atılması muhtemel en belirgin kalemler. Ancak tek örnekler bunlar değil. Trump, yazın çok sıcak geçmemesini ummak zorunda; çünkü dünyadaki klima üretiminin yaklaşık %80’i Çin kaynaklı. ABD’nin ithal ettiği elektrikli fanların dörtte üçü de Çin’de üretiliyor. Beyaz Saray Noel’e kadar bu ticaret savaşının bitmesini isteyecektir; zira ithal ettiği oyuncak bebeklerin ve bisikletlerin %75’i de Çin’den geliyor.
Peki tüm bu şeyler ABD’de üretilebilir mi? Belki evet. Ama bunun için yeni fabrikaların kurulması gerekir ve nihai ürünler çok daha pahalı olur.
Trump kötü manşetlerden nefret eder ve bu manşetlerin ortadan kaybolmasını ister. Bu yüzden kıtlık ve enflasyonun acısını çekmek yerine, tarifelerden muaf ürünler listesine daha fazla madde eklemesi olası.
Bu koşullarda, Çin bekleyebilir. Ama eğer Pekin işin çirkinleşmesini isterse, kullanabileceği gerçekten güçlü kozlara sahip.
Amerikalıların bağımlı olduğu antibiyotiklerin neredeyse %50’sinde kullanılan bileşenler Çin’de üretiliyor. ABD Hava Kuvvetleri’nin bel kemiği olan F-35 savaş uçakları, Çin’den tedarik edilen nadir toprak elementlerine ihtiyaç duyuyor. Çin ayrıca ABD hazine tahvillerinin en büyük ikinci yabancı sahibidir — bu da piyasa baskı altındayken önemli hale gelebilir.
ABD yönetimi, Amerikalıların eksikliğini hissetmeyeceği bir ithalat kategorisi bulsa bile — Çin’e ciddi zarar verebilmesi pek mümkün görünmüyor.
Amerikan pazarı, Çin’in ihracatının yalnızca %14’ünü temsil ediyor. Pekin’deki Avrupa Ticaret Odası’nın eski başkanı Joerg Wuttke, Amerikan tarifelerinin “rahatsız edici olduğunu ama Çin ekonomisi için tehdit oluşturmadığını… Ekonomi 14-15 trilyon dolarlık ve ABD’ye yapılan ihracat sadece 550 milyar dolar” diyerek durumu özetliyor.
Beyaz Saray ısrarla, Başkan Xi Jinping’in telefonu kaldırıp aramasını istiyor. Ama Trump geri çekilirken, Çin liderinin konuşması için hiçbir teşvik yok — hele ki merhamet dilemesi için.
Çin Komünist Partisi tarafından sıkı kontrol edilen otoriter bir sistem, büyük ihtimalle siyasi ve ekonomik acılara ABD’den daha iyi dayanabilir. ABD’deki ekonomik çalkantılar ise hızla siyasi baskıya dönüşür.
Xi de elbette kendi büyük hatalarını yapabilir. Çin’in Covid-19 salgınını ele alışı bunun bir kanıtı. Ancak Çin, ABD ile bir ticaret hesaplaşmasına uzun süredir hazırlanıyor — ve seçeneklerini baştan sona düşünmüş durumda. Buna karşılık, Beyaz Saray ise her şeyi anlık kararlarla yürütüyor.
Trump, kaybedeceği bir el dağıtmış durumda. Er ya da geç, elini bırakmak zorunda kalacak.
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’da savaşa hazırlık tam gaz: Fransız askeri haritacılar Romanya’da ne arıyor?
-
Görüş2 hafta önce
İran-ABD müzakereleri: Maskat görüşmesi ne anlama geliyor?
-
Ortadoğu2 hafta önce
“Suriye ve İsrail normalleşmeye hazırlanıyor” iddiası
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trump’ın anti-sosyal devleti
-
Dünya Basını2 hafta önce
FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?
-
Avrupa2 gün önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Görüş1 hafta önce
ABD’nin İran’a baskısı: Yay gerildi ama henüz tam çekilmedi
-
Dünya Basını2 hafta önce
Rusya’nın Berlin Büyükelçisi: ‘Ukrayna’da yabancı askerlerin konuşlandırılması kabul edilemez’