Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Güney Kore’nin “Ekonomi Güvenliği” İkilemi

Yayınlanma

Moksh Suri ve Abhishek Sharma / The Diplomat

25 Ocak 2023

Güney Kore Cumhurbaşkanı Yoon Seok-yeol, Dünya Ekonomik Forumu’ndaki (WEF) konuşmasında, “Birinci sınıf üretim teknolojilerine sahip olan Kore Cumhuriyeti, yarı iletkenler, şarj edilebilir piller, çelik üretimi ve biyoteknoloji için küresel tedarik zincirinde kilit bir ortak olacak” dedi. Bu beyan, Yoon’un Güney Kore’yi “küresel bir merkez devlet” olarak görme vizyonunu ortaya çıkarırken Seul’ün kısa süre önce yayınladığı ve üç ilkeye dayanan Hint-Pasifik Stratejisini de tamamlıyor: kapsayıcılık, güven ve karşılıklılık.

Hint-Pasifik’te Çin-ABD stratejik rekabetinin yoğunlaşması, iş birliği alanını daraltıyor ve iki güç arasındaki çatışma riskini artırıyor. Bu rekabet yoğunlaştıkça, devletler özerkliklerini giderek daha fazla kısıtlanmış buluyor. Tedarik zincirlerinin parçalanması, ticari korumacılık ve gelişmekte olan teknolojilerin güvenlikleştirilmesi, diğer konuların yanı sıra bu kutuplaşmanın başlıca nedenleri olarak biliniyor. Hint-Pasifik’in kilit güçlerinden biri olan Güney Kore, bu stratejik rekabete kapılmış ve daha önceki stratejik belirsizlik duruşunu yeniden düşünmek zorunda kalmıştır. Seul’ün temkinli stratejik belirsizlik politikası Washington ile Pekin arasında dikkatli bir şekilde izlenirken, Yoon hükümeti Washington ile daha yakın stratejik uyumlaşmaya doğru adım adım gidiyor.

Seul’ün stratejik görünümündeki ekonomik refah ve güvenlik mülahazaları arasındaki çekişme, azledilen Cumhurbaşkanı Park Geun-hye yönetiminin 2013-2017 yılları arasında bile bir endişe konusuydu. 2017-2022 yılları arasında Çin ile ilişkilerin arttığı Moon Jae-in yönetiminde bu konu oldukça öne çıktı. Güney Kore’de Terminal Yüksek İrtifa Alan Savunması (THAAD) sisteminin konuşlandırılması bölgedeki ilişkilerin sarsılmasına neden oldu. İleri ve kritik teknoloji sistemlerinin ABD ve Çin ile ilişkilerinde ortaya çıkardığı çatlak gerçeği, Seul’ün stratejik dış ve ticaret politikalarında netliğe sahip olmasını zorlaştıran bir unsur olarak görüldü.

Daha önce jeopolitik çekişmeyle sınırlı olan şey, şimdi jeoekonomi ile yeniden şekilleniyor. Kritik teknolojiler, jeopolitik ve jeoekonomi arasında güçlü bir bağlantı olarak ortaya çıktığından, esnek tedarik zincirleri, güvenilir kaynaklar ve nadir toprak elementlerine erişim, Seul’ün uzun vadeli stratejik görünümünü şekillendirmede daha hayati faktörler haline geliyor. Bu nedenle, Seul’ün Hint-Pasifik stratejisi, Pekin’le aşırı düşmanca bir ilişkiden kaçınmak için seçici iş birliğini sürdürmesi için yeterli alanı sağlama ve aynı zamanda Washington ile daha yakın iş birliğine öncelik verme çabası gibi görünüyor.

Kritik Teknolojiler ve Güvenlik Hususları

Uluslararası normlara dayanan stratejik uyumun değişen doğasını kabul eden Yoon, ” Çok taraflı ticaret sisteminin zayıflaması, küresel tedarik zincirlerinin zayıflamasına yol açtı” dedi. Devletler teknoloji sektörünü güvenlikleştirmeye yönelik önlemleri giderek daha fazla benimserken bilgi ve iletişim teknolojisi, yapay zekâ, 5G ve 6G teknolojisi yabancı düşmanların sızmasına karşı korunması gereken stratejik varlıklar olarak görülüyor.

Bu stratejik varlıkları güvenlikleştirme eğilimi ABD ile sınırlı değil, teknoloji sektörünün ulusal güvenlik mülahazalarıyla bağlantısı olan Güney Kore tarafından da destekleniyor. Güney Kore ayrıca, gelişen teknolojiler karşısında stratejisini ve duruşunu yeniden düzenlemeye çalışıyor. Seul’ün gelişmekte olan kritik teknolojilere bakış açısında belirsizlikten uyuma doğru artan bir kayma gözlemleyebiliriz. Bu değişen duruş, Moon ve Yoon yönetimi sırasında Güney Kore-ABD ortak açıklamalarında izlenebilir: Yoon yönetiminde , “ulusal ve ekonomik güvenliğimizi baltalamak için ileri teknolojilerin kullanılmasını önlemek” vurgusu yapılmıştır. Moon yönetimi sırasında yaşanan “iş birliği”nden bir adım öne geçilmeye çalışılmıştır.

Seul’ün Washington ile daha yakın stratejik uyumu için gerekçe oluşturan diğer önemli gelişmeler, Güney Kore’nin yarı iletken şirketlerinin yatırımlarının bir kısmını ABD’ye taşıması, stratejik CHIP 4 girişimine katılma niyeti, Hint-Pasifik Ekonomik Forumu’na (IPEF) ve Washington liderliğindeki değerli mineraller güvenlik ortaklığına katılımıdır.

Benzer şekilde, Seul’ün Hint-Pasifik Stratejisi, bilim ve teknolojinin kritik alanlarında iş birliğini güçlendirmek için ayrı bir bölüme sahip olmakla beraber “Avrupa, Kanada ve Avustralya ile teknoloji iş birliğini genişletirken ABD ile iş birliği ağlarına girmeyi” vurgulamaktadır.

Kritik ve ileri teknolojiler için Seul, QUAD ile aktif katılım da istiyor. Seul’ün Hint-Pasifik stratejisi, QUAD ile iş birliği yollarını kademeli olarak genişletme arzusunu da gösterdi. Bu arada Çin’in, stratejik bir ortak olarak bariz bir şekilde isteklerine göz yumulmak isteniyor.

Pekin, Seul’ün Moon Jae-in yönetiminde yükselen Çin-ABD teknolojik rekabeti konusunda daha tarafsız bir duruş sergilediğini görmüştü. Ancak ABD o zamandan bu yana çıtayı yükseltti. Çin, ABD’nin CHIPS ve Bilim Yasası ile Enflasyon Azaltma Yasası’na (IRA) karşı olduğunu açıkça ifade etti. Çin medya kuruluşları Seul’ü “kendi yarı iletken endüstriyel stratejilerini bağımsız olarak formüle etmesi” gerektiği konusunda uyardı ve “Güney Koreli çip üreticilerinin Çin’de pazar payını genişletip genişletmeyeceği veya kaybedeceği artık Güney Kore’nin yarı iletken sektörü için uygulayacağı politikasına bağlı” dedi.

Güney Kore ticareti, yarı iletken ihracatı yılda yaklaşık 42 milyar dolara ulaşan en büyük ticaret ortağı olan Çin’e büyük ölçüde bağımlıdır. Sürtüşmelerin, hizmet ve yatırım sektöründeki Çin-Güney Kore Serbest Ticaret Anlaşması müzakereleri üzerinde de etkileri olabilir. Bu durum Seul için ortaya çıkan riskleri artıracaktır.

Ekonomik Hususlar ve Tedarik Zinciri Direnci

Teknoloji alanında ABD ile daha yakın bir uyum, ticarette daha yakın iş birliği anlamına gelmeyebilir. Bu gerçekleşse bile Seul, Pekin ile ilişkilerini algılama biçiminde yapısal değişiklikler talep edecek ya da Seul’ün Çin’e bağımlılığından kaynaklanan ticaret maliyetlerini dengeleyebilecek yeni pazarlardan kâr elde ettiği olası bir senaryoyu devreye koyacak.

Şimdiye kadar Güney Kore, Çin ile dengeli bir ticari ilişki sürdürdü ve imalatta dış kaynak kullanımına kadar faydalandı. Güney Kore’de azalan nüfusla, daha fazla ekonomik risk alma şansı ne muhafazakâr ne de sol kanat partiler tarafından desteklenen bir politika olmayacaktır. Güney Koreli şirketler Çin’den uzaklaşıyor olsa bile bu ayrışma Washington’la tam uyum anlamına gelmiyor. Seul’ün tedarik zinciri dayanıklılığı gibi açık endişeleri olsa da Pekin ve Seul arasında bu sorunları ikili olarak çözme anlayışı söz konusu.

Seul’de şüphe uyandıran bir diğer faktör de ABD’deki siyasi kesinliğin olmaması ve ekonomik milliyetçilik ile ticari korumacılığın yükselişi. Donald Trump’ın başkanlık döneminde yerli üretime verdiği öncelik, bu değişen siyasi ortamın simgesiydi. Başkan Joe Biden, Enflasyon Azaltma Yasası (IRA) ile bu mirası sürdürerek kutuplaşma eğiliminin hâlâ sağlam olduğunu gösterdi. 2024 ABD başkanlık seçimleri yaklaşırken Seul, Pekin’e karşı sert adımlar atma konusunda temkinli olacak.

Ancak asıl soru, Çin’in Seul’ün değişen duruşunu nasıl algıladığı olacak. Şimdiye kadar Pekin, Seul’ün bölgede büyüyen profiline tarafsız bir şekilde tepki verdi. Çünkü Çin bu değişikliğin kendisine yönelik olmadığını gördü. Şimdiye kadar Pekin, Seul’ü “Çin karşıtı bloğa” katılımcı olarak görmedi ancak bu değişebilir. Yoon, Davos’ta “güvenlik, ekonomi ve ileri teknolojiler alanlarındaki iş birliğinin giderek artan bir şekilde paket anlaşma olarak görüldü ve ülkeler arasında blok oluşturma eğilimine yol açtı” diyerek yeni duruşa dair sinyaller vermiştir.

Yoon ayrıca “güvenlik, ekonomi ve en son bilimsel teknolojiler arasındaki sınırların bulanıklaştığını” ve Güney Kore gibi yüksek teknoloji ihracatçılarını zor durumda bıraktığını kabul etti.

Savunma ve Güvenlik Hususları: Çin-Güney Kore İlişkilerinde tat kaçırıcı bir unsur mu?

Pekin, Çin’in nükleer caydırıcılık yeteneklerini baltalayan THAAD gibi ABD bölgesel füze savunma sistemlerinin Güney Kore’de konuşlandırılmasından da rahatsız. Pekin, geçmişte endişelerini doğrudan Seul’e iletirken, yaklaşımında daha iddialı olabilmek için ekonomik hamlelere de başvurdu. Yoon yönetiminin ABD ile askeri iş birliğini güçlendirme politikası izlemesi Çin ile sürtüşmelere neden olabilir.

Seul ve Pekin’in Pyongyang’dan gelen nükleer tehditlere yanıt verme konusundaki zıt yaklaşımları, bir başka çekişme noktası. Daha önce, Güney Kore-ABD savunma iş birliği ve Kuzey Kore’ye yönelik ortak askeri tatbikatlar Pekin’i rahatsız eden faktörlerden biriydi. Bu endişe, Güney Kore’yi ek THAAD bataryaları konuşlandırmama, ABD füze savunma ağına katılmama ve ABD ve Japonya ile üçlü bir askeri ittifak imzalamama taahhüdünde bulunan ” Üç Hayır” konulu bir anlaşmayla giderildi.

Bu nedenle, Güney Kore’de THAAD füzelerinin konuşlandırılmasına yönelik yenilenen destek ve bir nükleer cephanelik inşa etme çağrıları, ikili ilişkileri daha da zorlayacak ve muhtemelen ticareti de etkileyecektir. Geçmiş emsallere dayanarak, Kore Yarımadası’ndaki güvenlik gelişmeleri Çin-Güney Kore ekonomik ilişkilerine sıçrayabilir.

Çözüm

Seul şimdi, Pekin ve Washington arasında daha yakın stratejik uyum gerektiren savunma ve güvenlik iş birliği seçimi yapmak zorunda. Seul, 1990’ların başında Pekin ile ilişkilerini normalleştirdiğinden, Çin ile artan ticaret ve ABD ile savunma ilişkileri birbiriyle çelişmedi. Bununla birlikte, Kuzey Kore’den kaynaklanan tehditler ve ileri teknolojiler üzerinde yoğunlaşan Çin-ABD rekabeti ışığında, Seul ve Washington ile daha yakın iş birliği arayışında.

Yoon, “küresel ekonomik düzenin evrensel normlara dayalı serbest ticaret sistemine dönüşü” çağrısında bulunarak soruna olası bir çözüm önerdi.  Öte yandan uygun bir koşulu da vurguladı: “Küresel tedarik zincirinin istikrarını güvence altına almak için iş birliği yapacağız”

Bu karmaşıklığın ortasında, Seul ileriye dönük çıkarlarını dengelemekte zorlanacaktır. Seul’ün teknoloji ve savunma sektörlerinde Washington ile güçlenen ittifakının, Çin ile ileriye dönük ekonomik ilişkilerini nasıl dengede tutacağı merak konusu olacak.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English