Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Hamas’ı IŞİD ve El Kaide ile bir tutanların hataları

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 7 Ekim’deki Aksa Tufanı saldırısının ardından başta Başbakan Binyamin Netanyahu olmak üzere İsrailli yetkililer, Hamas ve silahlı kolunun uygulamalarını IŞİD ve El Kaide ile bir tutmakta gecikmedi. Fakat Selefi cihatçı örgütleri Hamas’tan ayıran ciddi nüanslar söz konusu. Hatta Hamas ve silahlı kolunun IŞİD tarafından yıllar önce “tekfir edildiği” hesaba katılırsa, bu iddianın altı epey boş görünüyor. Stanford Üniversitesi Hoover Enstitüsü’nde öğretim üyesi olan araştırmacı Cole Bunzel’in değerlendirmesi.


Gazze ve küresel cihat: Hamas-İsrail savaşının IŞİD ve El Kaide’yi canlandırması neden mümkün değil

Cole Bunzel

Foreign Affairs

2 Kasım 2023

Hamas’ın 7 Ekim’deki ölümcül saldırısının ardından İsrail, örgütü IŞİD ile karşılaştırmakta gecikmedi. İsrail hükümetinin resmi hesabı, eskiden Twitter olarak bilinen X’te, “Aynı taktikler, farklı isimler. Dünya IŞİD’i yendi. Biz de Hamas’ı yeneceğiz,” dedi. Bu hissiyat anlaşılabilirdi: Hamas’ın aralarında kadın, çocuk ve yaşlıların da bulunduğu yaklaşık 1400 İsrailliyi katlederken sergilediği ve çoğu videoya kaydedilen tarifsiz vahşet, IŞİD’in zirve dönemindeki vahşetini ve kana susamışlığını anımsatıyordu. Saldırıdan sonraki günlerde Hamas, IŞİD’in en karanlık günlerini hatırlatırcasına rehinelerin infazını yayımlamakla tehdit etti.

7 Ekim’den bu yana, Hamas’ın saldırısı ve İsrail ordusunun Gazze Şeridi’nde verdiği karşılığın, küresel cihatçı hareketin yıllar süren düşüşünün ardından yeniden canlanması açısından bir fırsat penceresi oluşturabileceğine dair endişeler söz konusu. Cihatçı örgütler ve destekçileri Yahudi ve Batılı hedeflere yönelik terör saldırıları için çok sayıda çağrı yayımladı ve şu ana kadar Avrupa’da en az bir saldırının sorumluluğu IŞİD adına üstlenildi. İsrail’in Gazze’de binlerce Filistinli Müslümanın hayatına mal olan uzun süreli bir harekâtı IŞİD gibi grupların istismar etmeye çalıştığı öfke duygularını daha da derinleştirebilir.

Yine de Hamas ve küresel cihatçı örgütlerin ideolojik olarak derin bir anlaşmazlık içinde olduklarını kabul etmek önemli. Nitekim IŞİD ilk günlerinde Hamas’ı bir dizi algılanan ihlalinden dolayı tekfir ya da aforoz ettiğini ilan etti. Ayrıca 7 Ekim saldırısını övmekten de özenle kaçındı. IŞİD’in küresel cihatçılıkta üstünlük için rakibi olan El Kaide ise saldırıyı kutladı ve savaşı genişletme çağrısında bulundu ama Hamas’ı ideolojik farklılıkları nedeniyle suçlayan bir mazisi de var. Sahadaki durum kayda değer ölçülerde değişebilir. Çatışma ne kadar uzun ve kanlı olursa, Müslümanlar arasındaki öfkeyi o kadar körükler ve İslam’ın küfür güçleriyle karşı karşıya geldiği cihatçı dünya görüşüne itibar kazandırır. Fakat ideolojik farklılıklar, cihatçıların bu dönemi hareketlerini yeniden canlandırmak için değerlendirebilme imkanlarını sınırlayacaktır.

Haddinden fazla politik

Küresel cihatçıların temel meşguliyeti, Orta Doğu’nun “mürted” yöneticilerine ve onların destekçilerine karşı savaşmak. Bugün Suudi Arabistan’da Muhammed bin Selman, Mısır’da Abdülfettah el-Sisi ve Suriye’de Beşar Esad rejimleri başlıca hedefler arasında yer alıyor. IŞİD veya El Kaide’ye bağlı gruplar Filistin topraklarında hiçbir zaman özellikle aktif olmadılar, ancak Filistin meselesi cihatçı söylemde önemli bir yer tutuyor. El Kaide’nin bir sloganı “Geliyoruz ey Aksa” şeklinde ve Müslümanların İslam’ın üçüncü en kutsal mekânı olarak gördükleri ve ibadet eden Müslümanlarla İsrail güvenlik güçleri arasında sık sık çatışmaların yaşandığı Kudüs’teki camiye atıfta bulunuyor. Usame bin Ladin’in 11 Eylül saldırıları öncesinde kaydettiği meşhur yemininde ABD’ye hitaben şöyle diyordu: “Zahmetsizce gökleri yükselten yüce Allah’a ant olsun ki, Filistin’de yaşayan bizler için güvenlik gerçek oluncaya ve tüm kafir orduları Muhammed’in topraklarını terk edinceye kadar ne Amerika ne de Amerika’da yaşayanlar güvende olacaktır.”

Hamas 1987 yılında Müslüman Kardeşler’in Filistin kanadı olarak kuruldu; bu, cihatçıların İslamlaşmaya dönük tedrici yaklaşımı ve mevcut siyasi sistemler içinde faaliyet göstermeye istekli olması nedeniyle kınadıkları bir siyasi teşkilatlanma. Bu tür farklılıklara rağmen, cihatçı liderlerin Yahudi devletine karşı silahlı direnişi nedeniyle Hamas’ı methettikleri bir dönem oldu. Bin Ladin’in kendisi de Aralık 2001’de bunu yapmıştı: “Bizim mücadelemiz Hamas gibi Filistin’deki kardeşlerimizin mücadelesinden farklı değil. Biz Filistin’de ve başka yerlerde ezilenlerin zulmünü hafifletmek için savaşıyoruz.”

Yine de 2006 yılında Hamas, Filistin Yasama Konseyi seçimlerine katıldı ve kazandı, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün baskın fraksiyonu olan El Fetih ile bir birlik hükümeti kurdu. El Kaide liderliği kınama yağmuru yaşadı. Bin Ladin Hamas’ı demokrasinin çok tanrıcı fıtratı konusunda uyararak “çok tanrıcı meclislere katılmanın yasak olduğunun” altını çizdi. 2007 yılında yaptığı konuşmada, Hamas liderliğinin Filistin Yönetimi’ni kucaklayarak ve böylece İsrail’in var olma hakkını tanıyan “anlaşmaları” kabul ederek (Oslo anlaşmalarına atıfta bulunarak) “dinlerini terk ettiklerini” söyleyecek kadar ileri gitti. İlerleyen yıllarda El Kaide, Hamas’ı Gazze’de İslam hukukunu uygulamadığı, İran’daki Şii İran rejimiyle yakın ilişkiler kurduğu ve Gazze’deki Cund Ensarullah ve Ceyş’ül Ümme gibi yerli cihatçı gruplara zulmettiği için de eleştirecekti (Filistin İslami Cihad’ı, Gazze ve Batı Şeria’da faaliyet gösteren bir diğer paramiliter örgüt. El Kaide ya da IŞİD ile hiçbir bağı yok ve İran’a Hamas’tan bile daha yakın).

Fakat El Kaide, Hamas’ın siyasi kolu ile silahlı kanadı Kassam Tugayları’nı birbirinden ayırma politikasını benimseyerek Hamas’ı tamamen gözden çıkarmamaya özen gösterdi. Ancak bazı hatalar da oldu. 2009 yılında Mustafa Ebu el-Yezid adlı üst düzey bir El Kaide komutanı, El Cezire’ye “Biz ve Hamas aynı düşünceyi ve aynı metodolojiyi paylaşıyoruz,” deme hatasını yaptı. Önde gelen bir cihatçı ideolog tarafından kamuoyu önünde azarlandıktan sonra komutan yanlış konuştuğunu kabul etti. El Kaide’nin Hamas’a yaklaşımının, Hamas’ı sayısız hata işleyen siyasi bir örgüt olarak görmek ve Hamas bayrağı altında savaşan dürüst mücahitleri birbirinden ayırmak olduğunu açıkladı.

Ancak cihatçı hareket içindeki daha sert düşünenler açısından Hamas’a dönük bu uzlaşmacı yaklaşım işe yaramadı. Örneğin, Ürdünlü etkili bir ideolog ve genelde El Kaide destekçisi olan Ebu Muhammed el-Makdisi, Hamas’ın siyasi kuruluşu ile silahlı kanadı arasında ayrım yapılabileceği fikrini reddetti. İsrail ile Hamas arasında 2021 yazında çatışmalar başladığında, Hamas’ın savaşta ölenlerinin şehit olduğu iddiasına açıkça karşı çıktı ve internette “Demokrasi yolunda, şeriatı uygulamaktan kaçınan ve demokrasiyi seçen bir örgütü desteklemek için öldürülen kişi şehit değil, cesettir,” diye yazdı. El Kaide o dönemde Gazze’deki “mücahitleri” selamlayan ve Hamas’ın öldürülen savaşçıları için başsağlığı dileyen bir açıklama yayımladığında Makdisi, El Kaide’nin yolunu kaybedip kaybetmediğini sorguladı. El Kaide’nin Hamas’ı, İran ve Suriye’de Esad’la aynı safta yer alıp demokratik süreçlere katılırken nasıl övebileceğini sordu.

Kaybedilmiş dava

IŞİD, bütünüyle mürted bir örgüt olarak gördüğü Hamas’a karşı daha da az tolerans gösteriyor. IŞİD’e göre Hamas, sadece desteklenmeyi hak etmeyen değil, düpedüz tekfir edilmesi de gereken bir örgüt; bu yaklaşım, IŞİD’in Selefiliğin dışlayıcı doktrinel ilkelerine daha fanatik bir şekilde bağlılığını ve dini “şirk” kokan her şeyden arındırma vurgusunu yansıtıyor.

IŞİD yıllar boyunca Hamas’ı rutin olarak kınadı. IŞİD’in Arapça haftalık bülteni en-Neba’da 2016 yılında çıkan başyazıda “mürted Hamas hareketi demokrasinin çok tanrıcılığını” uyguladığı ve şeriat hukukunu uygulamadığı için azarlandı. Makalede, “Kudüs’ü Yahudilerin elinden geri almak amacıyla cihat etmek, oradaki putperest yöneticilerin egemenliğini ortadan kaldırmak ve dini orada tamamen tesis etmek yolunda olmadıkça caiz değildir,” deniyordu. IŞİD’in bakış açısına göre, İslami bir devlet kurmanın Hamas’ın amacı olmadığı aşikâr. Filistinli örgüt İsrail’i yenmeyi başarsa bile, bu sadece bir putperest yönetim sisteminin yerine başka bir sistemin geçmesi anlamına gelecektir.

Başyazı ayrıca hem stratejik hem de teolojik önceliğin komşu Arap ülkelerindeki rejimlerle savaşmak olması gerektiğini açıkça ortaya koyuyor. Yahudi devletinin koruyucuları ve destekçileri oldukları için onlarla savaşmak İsrail’le savaşmaktan daha öncelikli. Dahası, bu yöneticiler İslam’dan “dönenler” olarak kabul ediliyor ve IŞİD için dinleri İslam’ın güya terk edilmesinden daha az saldırgan olan Yahudiler gibi “orijinal kafirler” olarak görülmüyor.

Bir zamanlar Irak’taki El Kaide’nin lideri olan Ebu Musab el-Zerkavi de dahil olmak üzere IŞİD’in öncülerinden bazıları, Kudüs’ün fethinin —yani İsrail devletinin yok edilmesinin— cihadın gelecekteki bir aşamasına ait olduğu fikrini geliştirdi. Bir konferansında Zerkavi, Orta Çağ’ın büyük Müslüman savaşçısı Selahaddin’in 1187’de Kudüs’ü Haçlılardan geri almadan önce Mısır’daki Fatımi İmparatorluğu’nu yıkması gibi, bugün Kudüs’e ulaşmak için önce Hıristiyan ve Yahudilerle işbirliği yapan “mürtedlerle” savaşmak gerektiğini öne sürdü.

Hakikaten de IŞİD’in medya aygıtı, Filistin topraklarında cihadın önceliğini vurgulamaktan kaçınmış ve hatta bunu yapmayacağını kabul etmişti. Örneğin en-Neba’daki başyazıda, bazı İslamcı grupların aksine IŞİD’in Filistin davasını “abartmadığı” belirtiliyordu. On yıllar boyunca fırsatçı siyasi aktörlerin bunu “Müslümanların birincil meselesi” haline getirdiğini ve bazılarının bunu bir “put” olarak gördüğünü öne sürdüler. IŞİD bunun yanlış olduğunu, cihadın önceliği açısından hiçbir toprağın diğerinden üstün tutulmaması gerektiğini savundu. Beş yıl sonra, en-Neba’daki bir başka başyazıda “hilafetin askerlerinin Filistin meselesini abartmadıkları ve Müslümanların meseleleri arasında bir istisna haline getirmedikleri” yinelendi. Filistin meselesi, IŞİD açısından önemli olsa da dikkatleri başka yerlerdeki önemli savaş alanlarından başka yöne çekecek bir mesele değildi.

IŞİD’in İsrail ve Filistin topraklarındaki faaliyetleri, El Kaide’de olduğu gibi, asgari düzeyde olmakla birlikte yok değil. 2022 yılının başlarında IŞİD, halifeliğe biat etmiş bir İsrailli Arap tarafından İsrail’in güneyinde gerçekleştirilen bir bıçaklama ve araçla çarpma saldırısının sorumluluğunu üstlenmişti.

Sessiz övgü

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde El Kaide, 7 Ekim saldırısını alkışladı ve bunu “Siyonist-Haçlı” ittifakına karşı küresel bir cihat çerçevesinde değerlendirdi. El Kaide’nin Hindistan, Kuzey Afrika, Sahel, Somali, Suriye ve Yemen’deki bölgesel kollarının her biri Filistinli “mücahitleri” tebrik eden açıklamalar yayımladı. Bazıları özellikle Kassam Tugayları’nın adını verdi ama hiçbiri El Kaide’nin resmi politikasına uygun olarak Hamas’ı alkışlamadı.

15 Ekim’de El Kaide’nin üst düzey liderliği tarafından yapılan resmî açıklamada operasyon kutlandı ve savaşa yardım için kitlesel seferberlik çağrısında bulunuldu. Amaçlanan seferberlik, İsrail sınırları boyunca yeni cepheler açmayı ve “haçlıları” ve İsraillileri mümkün olan her yerde hedef almak üzere Ürdün’den ve başka yerlerden Gazze’ye savaşçı kaçırmayı içeriyordu. Bildiride Müslümanlara özellikle Birleşik Emirlikler’de Abu Dabi ve Dubai’de, Fas’ta Marakeş ve Rabat’ta, Suudi Arabistan’da Cidde ve Riyad’da ve Bahreyn’de Manama’da (2020’de İbrahim Anlaşmaları çerçevesinde İsrail ile ilişkilerini normalleştiren ya da Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi normalleştirmeyi uman ülkeler) “sokaklardaki Siyonistleri hedef almaları” çağrısında bulunuluyordu. Açıklamada, 8 Ekim’de iki İsrailli turisti ve Mısırlı tur rehberini vurarak öldüren Mısırlı bir adama atıfta bulunularak “İskenderiye kahramanından” bahsedildi.

IŞİD, saldırıya ancak 19 Ekim’de en-Neba’nın o haftaki sayısında yer alan başyazıda açıkça değindi. O zaman bile yazıda 7 Ekim saldırısından özellikle bahsedilmiyor ve Hamas, “İran ekseninin bayrağı altında” savaşmanın aptallığına dikkat çekilerek kınanıyordu. Başyazıda, “Yahudilerin küçük devletine” son verme konusunda “pratik bir plan” öneriliyordu. Böyle bir çaba sadece Filistin topraklarında savaşmayı değil, aynı zamanda başta ABD ve Avrupa’daki Yahudi toplulukları olmak üzere tüm dünyadaki “Yahudi varlığını” hedef almayı da içerecekti. Yahudi devletini ortadan kaldırmak aynı zamanda Batı’ya ve İsrail’in varlığını destekleyen “mürted Arap ordularına ve hükümetlerine” saldırmayı da gerektirecekti. Gazze ve Batı Şeria’daki savaşçılara gelince, başyazı onları altında savaştıkları “bayrağı arındırmaya”, yani IŞİD’in savunduğu İslam versiyonunu benimsemeye ve ancak bundan sonra cihat yoluna girmeye çağırıyor.

El Kaide gibi IŞİD de savaşı hemen herkesi —küresel olarak Yahudileri, Batı’yı ve Arap devletlerini— hedef alacak şekilde genişletmek istiyor. Fakat El Kaide’den farklı olarak IŞİD, sahadaki Filistinli militanlara destek vermedi, bunun yerine kendilerini reforme etmeleri gerektiğini öne sürdü. IŞİD “Filistin’deki Müslüman halka” sempati duyduğunu ifade etse de Filistinlilerin doğru yolda olduğuna dair bir güven yansıtmadı.

Yerel kalmak

El Kaide ve IŞİD gibi küresel cihatçı örgütler Filistin davasına çok az kaynak ayırdılar ve Gazze ya da Batı Şeria’da sahada çok az varlık gösteriyorlar. Hamas’ın Filistinli İslamcı militan sahnesi üzerindeki tekele yakın konumu, El Kaide ya da IŞİD’in İsrail’in Gazze’yi karadan işgaline karşı herhangi bir direnişte önemli bir rol oynamasını muhtemelen engelliyor. Buradaki savaşa katılmaya hevesli cihatçı aktörler, tecrit edilmiş şeride erişimde muhtemelen aşılmaz engellerle karşılaşacaktır.

Yabancı savaşçılar İsrail’de ya da Gazze’de savaşa katılmasa bile bu cihatçı şiddetin başka yerlerde alevlenmeyeceği anlamına gelmez. El Kaide ve IŞİD’in İslam dünyasının yanı sıra Avrupa ve ABD’de de destekçileri var ve bunlardan bazıları terör eylemleri gerçekleştirme çağrılarına pekâlâ yanıt verebilir. Çok daha geniş bir destek ağına sahip olan IŞİD söz konusu olduğunda tehdit daha büyük. 13 Ekim’de IŞİD’e biat etmiş bir Çeçen göçmen, Fransa’da bir öğretmeni bıçakla öldürmüştü. Ve 16 Ekim’de Tunuslu bir göçmen Belçika’da bir futbol maçının dışında iki İsveç vatandaşını vurarak öldürmüş ve nedenini İsveç’teki Kuran yakma olaylarının ve Chicago’da altı yaşındaki Filistinli-Amerikalı bir çocuğun öldürülmesinin intikamını almak olarak açıklamıştı. IŞİD’in medya kanadı ise Tunuslu saldırganın örgütün Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı savaşan ülkelerin vatandaşlarına saldırma çağrılarına yanıt verdiğini iddia etmiş, İsrail’den ya da Filistin davasından söz edilmemişti.

Gazze’deki savaş Batı’daki bireysel cihat sempatizanlarını daha fazla şiddet eylemi gerçekleştirmeleri için kışkırtabilir. İsrail-Hamas savaşının daha geniş çaplı cihatçı harekete enerji vermesi daha az olası. IŞİD’in lider kadrosu Suriye’de hala saldırı altında ya da hapiste ve örgütün Suriye ve Irak’taki saldırılarının hızı önemli ölçüde yavaşlamış durumda. Bugün IŞİD’in ana varlığı Orta Doğu’da değil Sahra altı Afrika ve Afganistan’da. El Kaide de Yemen’de oldukça aktif bir kolu olmasına rağmen bölgedeki eski dayanaklarında çok az varlık gösteriyor ve Washington’a göre Afganistan’daki yeni Taliban yönetiminden faydalanmakta zorlanıyor.

El Kaide, İsrail ve Hamas arasındaki yeni bir savaştan kazançlı çıkmaya hevesli olabilir ama son on yıldır uluslararası teröre ilham verme konusunda IŞİD’den daha az yetenekli oldu. IŞİD açısından sorun, Filistin davasını hiçbir zaman rakibi El Kaide kadar hararetle benimsememiş olması ve İsrail’e karşı savaşan başlıca Filistinli örgüt olan Hamas’a destek vermeyecek olması. Her ne kadar IŞİD Yahudi hedeflere karşı terör görmekten mutlu olsa da Filistin topraklarında yalnızca “saf” cihadı, yani kendi ideolojisine bağlı olanların cihadını destekliyor. El Kaide ya da IŞİD bir şekilde Filistin sahnesinde bir yer edinmediği sürece Gazze’deki krizin her iki örgütün de talihini yeniden canlandıracağını düşünmek zor.

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English