Görüş
Hindistan-Pakistan gerilimi: Geleneksel ve sınırlı bir askerî güç gösterisi oyunu

7 Mayıs’ta, dünya Trump yönetiminin başlattığı ticaret savaşına odaklanmışken, Güney Asya yarımadasında Hindistan ve Pakistan arasında kısa ama şiddetli bir askeri çatışma patlak verdi. O gün, Pakistan ordusu beş Hindistan savaş uçağını düşürdüğünü, çok sayıda Hint kontrol noktasını yok ettiğini ve çeşitli Hint karakollarını vurduğunu duyurdu. Hindistan da en az üç savaş uçağının Hindistan kontrolündeki Keşmir’de “düştüğünü” doğruladı.
8 Mayıs’ta Pakistan ordusu, İsrail yapımı 25 “Harpy” insansız hava aracını daha düşürdüğünü ve Hindistan’ı çatışmayı daha da “tırmandırmakla” suçladığını açıkladı. Pakistan Bilgi Bakanlığı, Keşmir’deki fiili Hindistan-Pakistan kontrol hattı yakınında yaklaşık 50 Hint askerinin öldüğünü bildirdi. Aynı gün Hindistan, Pakistan’ı, Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Pencap bölgesine drone ve füze saldırıları yapmakla suçladı. Buna karşılık, Hindistan ordusu misilleme saldırıları düzenleyerek bazı hedefleri yok etti.
Pakistan Dışişleri Bakanı Dar, Keşmir’de çatışma çıktıktan sonra iki ülkenin ulusal güvenlik danışmanlarının temas kurduğunu doğruladı. 8 Mayıs akşamı Hindistan Dışişleri Sekreteri Vijay Gokhale, “Sindoor Operasyonu”nun özel askeri hedefleri değil, yalnızca Pakistan’daki terörist tesisleri ve Hindistan’a yönelik sınır ötesi terör saldırılarıyla açıkça bağlantılı yerleri vurduğunu, Hindistan’ın durumu tırmandırma niyeti olmadığını vurguladı. Bir başka olumlu işaret ise Hindistan’ın daha önce kapattığı Çenab Nehri üzerindeki iki hidroelektrik santralinin üç kapısının yeniden açılması ve böylece Pakistan’a su temininin sağlanmasıydı.
Gözlemciler, iki taraf askeri mücadeleyi tamamen durdurmamış olsa da çatışma şiddetinin belirgin biçimde azaldığını ve Hindistan’dan sürekli yumuşama sinyalleri geldiğini kaydetti. Bu nedenle, iki nükleer güç arasındaki bu yerel çatışmanın zamanla sona ermesi ve dördüncü bir Hindistan-Pakistan savaşına dönüşmemesi bekleniyor. Analistler, Hindistan ile Pakistan arasındaki geleneksel sorunun hâlâ çözülmediğine, Hindistan tarafından başlatılan bu askeri güç gösterisinin iç politikaya hizmet etmenin ötesinde, yalnızca Güney Asya’daki gerilimi artırdığına ve iyi komşuluk ilişkilerine ya da Hindistan’ın süper güç olma hayaline katkı sunmadığına dikkat çekiyor.
Hindistan-Pakistan arasında yeniden patlak veren büyük çatışma, adeta “hafif bir esintiden çıkan fırtına” oldu. Bir anlamda Hindistan durumu abartarak, bir terör saldırısını iki Güney Asya gücü arasında son yarım yüzyılın en büyük hava çatışmasına dönüştürdü.
22 Nisan’da, Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Pahalgam kasabasında bir terör saldırısı gerçekleşti. Üç silahlı saldırgan sivillere ateş açarak 26 kişinin ölümüne neden oldu. Hindistan hükümeti hiçbir kapsamlı soruşturma yürütmeden bu saldırının “Pakistan destekli terörizm” olduğunu ilan etti ve sert misillemeler yapılacağını duyurdu. Sonrasında Hindistan, Pakistanlı diplomatları sınır dışı etti, ikili ticaret anlaşmasını iptal etti ve hatta tarım ile içme suyu alanında Pakistan’a su tedarikini tamamen kesti. Hindistan’ın bu basit ve saldırgan adımları, terör saldırısının sorumluluğunu tartışmasız şekilde Pakistan’a yüklemeyi ve kamuoyu savaşında üstünlük kurmayı hedefliyordu.
29 Nisan’da Hindistan Başbakanı Modi, Pakistan’ın suçlamaları reddetmesi ve uluslararası tarafsız bir soruşturma çağrılarını göz ardı ederek, Hint ordusuna terör saldırısına karşı sert tepki verme yetkisi verdi. Orduya her türlü askeri müdahaleyi yöntem, hedef ve zaman açısından özgürce seçme hakkı tanındı. Hindistan’ın bu saldırgan tavrına karşı Pakistan da geri adım atmayarak hazırlıklarını artırdı ve nükleer silah kullanma tehdidinde bulundu.
7 Mayıs sabahı erken saatlerde, Hindistan ordusu “Sindoor Operasyonu” adı verilen sınır çatışmasının ilk saldırısını başlattı ve Pakistan’daki çeşitli hedeflere hava saldırısı düzenledi. Hindistan Basın Bürosu, dokuz Pakistan hedefinin vurulduğunu doğruladı. Pakistan’ın Dawn gazetesi, Pakistan kontrolündeki Keşmir’in başkenti Muzaffarabad ve Pencap’taki Bahawalpur dahil beş kente hava saldırısı düzenlendiğini, bazı şehirlerde elektrik kesintileri yaşandığını bildirdi. Pakistan askeri istihbaratı, birçok bölgenin Hindistan’dan gelen füze saldırılarına maruz kaldığını ve hava kuvvetlerinin savaş durumuna geçtiğini açıkladı. Ardından, Pakistan devlet televizyonu, askeri kaynaklara dayandırarak Pakistan’ın misillemeye başladığını ve Hint sınır kamplarına, karakollarına ve hava üslerine füze saldırısı düzenlediğini, beş Hint savaş uçağını düşürdüğünü bildirdi. 8 Mayıs sabahına kadar Pakistan tarafında 31 ölü ve 57 yaralı raporlandı.
Amerikan medyasına göre, her iki taraf da kendi hava sahasında eşi benzeri görülmemiş bir hava çatışmasına girdi, toplamda 125 savaş uçağı kullanıldı, çatışma menzili 165 kilometreyi aştı. Pakistan’ın düşürdüğü uçaklar arasında üç Fransız yapımı Rafale, bir Rus yapımı MiG-29, bir Su-30MKI ve bir Heron insansız hava aracı yer aldı.
Rafale, Hindistan Hava Kuvvetleri’nin en gelişmiş ana savaş uçağıdır ve yaklaşık 3,5 nesil seviyesindedir. Bazı askeri gözlemciler, uçakları düşüren Pakistan uçaklarının yüksek olasılıkla PL-15E hava-hava füzesi taşıyan JF-17 savaş uçakları ve LY-80 hava savunma sistemleri olduğunu belirtti. Pakistan Hava Kuvvetleri şu anda 150’den fazla JF-17 savaş uçağına sahiptir, PL-15E’nin azami menzili 145 kilometredir. Bu askeri çatışmanın sonucu, genel güç dengesi açısından dezavantajlı durumda olan Pakistan’ın yüksek performanslı hava savaşlarıyla Hindistan üzerinde moral üstünlüğü sağladığını göstermektedir.
Her iki taraf da şiddetli çatışmalara girmiş olsa da ve Hindistan herhangi bir avantaj elde edememiş, hatta kayıplar yaşamış olsa da, bu Hindistan tarafından başlatılan yerel çatışma, yine Hindistan’ın ilk olarak geri adım atmasıyla bir dönüm noktasına ulaşmış gibi görünüyor.
Birincisi, hava saldırılarını başlatan Hindistan Hava Kuvvetleri, Pakistan topraklarına girmeye cesaret edemedi, Pakistan ise hava kuvvetlerine Hindistan hava sahasına girmemesi talimatını verdi ve bu konuda ölçülü davrandı.
İkincisi, Hindistan “Sindoor Operasyonu”na dair bilgileri Rusya, Birleşik Krallık, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve ABD ile paylaşarak hem müttefik arayışına girdiğini gösterdi hem de arabuluculuk ve krizi yumuşatarak sonlandırma niyetinde olduğunu ima etti.
Üçüncüsü, birçok savaş uçağının düşürülmesine rağmen Hindistan, ilk “göz kırpan” ve yumuşama sinyali veren taraf oldu; diğer ülkelere yaptığı bilgilendirmelerde mevcut durumu “tırmandırma niyetinde olmadığını” vurguladı ve ancak Pakistan durumu tırmandırırsa kesin karşılık vermeye hazır olduğunu belirtti.
Hindistan-Pakistan arasında aniden patlak veren bu çatışma, zaten kaotik olan dünyaya yeni bir kaygı dalgası ekledi ve geçici olarak kamuoyunun dikkatini ABD’nin gümrük vergisi savaşı, Kızıldeniz krizi, İsrail-Filistin çatışması, İran nükleer meselesi, Rusya-Ukrayna savaşı gibi sıcak gelişmelerden uzaklaştırdı. Çin, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve diğer ülkeler ile uluslararası kuruluşlar, her iki tarafa da itidal çağrısı yaparak çatışmanın büyümemesi ve tırmanmaması gerektiğini belirttiler. İran ve Türkiye aktif biçimde arabuluculuk yaparken, genelde Hindistan’ı destekleyen ABD hükümeti bu kez belirsiz bir tutum takındı; Başkan Trump, iki tarafın da bu krizi kendi başlarına düzgün şekilde çözeceğine inandığını ifade etti.
Bu çatışmanın büyük olasılıkla zirve noktasını geçtiği ve düşük yoğunluklu çatışmalara, hatta askerî olmayan yöntemlerle rekabete evrileceği öngörülüyor. Ancak, Hindistan’ın bu durumu abartarak büyük çaplı çatışmayı tetiklemesi, gözlemciler tarafından sorgulanmayı ve analiz edilmeyi hak ediyor.
Birincisi, Pahalgam’daki terör saldırısının kurgulanmış olma ihtimali dikkat çekiyor. Saldırıdan sonra Hindistan medyası, Hindistan kontrolündeki Keşmir’de faaliyet gösteren Müslüman “Lashkar-e-Taiba” örgütünün uzantısı olan “Direniş Cephesi”nin sorumluluğu üstlendiğini iddia etti. Hindistan güvenlik birimleri, birçok saldırganın Pakistan’dan geldiğini belirtti. Ancak birkaç gün sonra “Direniş Cephesi” bu saldırıyla bağlantısı olmadığını resmi olarak duyurdu ve daha önceki “sorumluluğu üstlenme” mesajının, Hindistan siber istihbarat birimleri tarafından “hacklenerek uydurulduğunu” açıkladı. Pakistan yetkilileri, bunun Hindistan istihbaratının bir başka “sahte operasyonu” olduğunu, Pakistan’ın uluslararası itibarını zedelemeyi ve Hindistan’da Hindu temelli radikal siyasi ajandaya hizmet etmeyi amaçladığını ifade etti.
1 Mayıs’ta, sosyal medya platformu Telegram’da, saldırının Hindistan güvenlik birimleri tarafından planlandığı ve Pakistan’a suç atıldığına dair bir sızıntı yayımlandı. Kaynağın, Hindistan İstihbarat Teşkilatı Başkanı Korgeneral Rana olduğu bildirildi. Ardından, Rana gizemli bir şekilde görevden alındı.
İkincisi, Hindistan’ın ortak bir soruşturma teklifini reddetmesi makul değil. Pahalgam saldırısından sonra Pakistan Başbakanı Şahbaz, olayla ilgili güvenilir, şeffaf ve tarafsız uluslararası bir soruşturma yapılması çağrısında bulundu. Ancak Hindistan, bu çağrıyı kesin bir dille reddetti ve hızla ardı ardına misilleme adımları attı, suçlamaları tek taraflı olarak Pakistan’a yöneltti. Analistlere göre, bu anormal davranışlar Hindistan’ın gerçeği bulanıklaştırmak ve askerî müdahaleye alan açmak istediğini gösteriyor.
Üçüncüsü, mevcut durumda Pakistan’ın gerilimi tırmandırmasından bir çıkarı yok. Güney Asya uzmanlarına göre, Pakistan’da siyasi istikrar bu yıl itibariyle adım adım sağlanmakta, ekonomik zorluklar ise devam etmekte ve güvenlik durumu köklü biçimde iyileşmiş değil. Hindistan’a karşı büyük ölçekli bir askerî çatışma başlatmak, ciddi belirsizlikler doğurur. Bu nedenle Pakistan savunma pozisyonunu koruyor ve Hindistan’a saldırı başlatması olası görülmüyor.
Dördüncüsü, Hindistan’ın Pakistan’a karşı sert tutumunun iç politikada krizleri örtme amacı taşıdığı söylenebilir. Analistler, Modi’nin uzun süredir Hindu milliyetçiliğini teşvik ettiğini, Müslüman azınlığı baskı altına aldığını ve kendi siyasi meşruiyetini bu ideolojiye dayandırdığını belirtiyor. Bu durum, Hindistan’ın bu ideolojiye bağımlılığını artırmış ve karşılıklı bir simbiyotik ilişki doğurmuştur. Pakistan ve Müslüman kökenli terör saldırıları ve bunlara verilen sert tepkiler, Modi hükümetinin milliyetçi ve dini anlatısını güçlendirmektedir.
Beşinci olarak, Hindistan bu fırsatı kullanarak Keşmir bölgesinin “Hindulaştırılması” sürecini daha da ileri taşıdı. Modi’nin 2019’daki yeniden seçilmesinin ardından, Hindistan hükümeti Hindistan kontrolündeki Keşmir üzerindeki merkeziyetçi kontrolü ve “Hindulaştırma” sürecini güçlendirdi; bölgenin özel özerk statüsünü kaldırdı, yasama meclisini feshetti, yıllardır sahip olduğu özerk eyalet statüsünü sona erdirerek doğrudan merkezden yönetilen bir bölgeye dönüştürdü. Bu durum, yerel Müslüman nüfusun etnik ve dini aidiyet duygusunu daha da bastırdı, Keşmir sorununun çözüm perspektifini karmaşıklaştırdı ve radikal, aşırılıkçı hatta terör eğilimli yapıların yükselmesini tetikledi. Modi hükümeti, Hindistan kontrolündeki Keşmir’de G20 bakanlar toplantısı düzenleyerek Keşmir’in ilhakını uluslararası topluma meşru gösterme çabasına dahi girdi.
Keşmir’in statüsü konusunda Hindistan ve Pakistan’ın tutumu tamamen zıttır. Hindistan, Keşmir’in kendi ayrılmaz parçası olduğunu savunurken, Pakistan Birleşmiş Milletler kararlarına dayanarak Keşmir halkının referandum yoluyla kaderini belirlemesi gerektiğini vurgular. Bu tutum farklılığı, her iki tarafın kamuoyu oluşturma biçiminde bazı ince farklar yaratmakta ve Hindistan kontrolündeki Keşmir’de neden sürekli terör saldırıları yaşandığını da açıklamaktadır. Modi hükümetinin altı yıl önce Keşmir’i zorla “Hindulaştırması”, mevcut çelişkileri derinleştirmiştir. Hindistan, Pakistan’ın sunduğu toprak anlaşmazlığı müzakere tekliflerini sürekli reddetmekte, bunun yerine önce terörizmi çözmesini şart koşmaktadır. Bu şekilde Hindistan, hem ikili ilişkilerin iyileştirilmesi için tek taraflı bir gündem belirlemekte hem de Pakistan’a ilgisiz terör saldırılarının sorumluluğunu yükleyerek Keşmir sorununun barışçıl çözümünü çıkmaza sokmaktadır.
Hindistan-Pakistan arasındaki bu son çatışma, iki tarafın nükleer güç olması, karmaşık jeopolitik ilişkiler ve kırılgan iç siyaset nedeniyle dördüncü büyük ölçekli bir savaşa dönüşmeyecektir. Bunun yerine, daha önce defalarca sahnelenmiş olan tanıdık anlatı mantığı ve olay örgüsünün tekrarını gördük. Ancak bu olay sayesinde gözlemciler, Modi hükümeti yönetiminde Hindistan’ın ekonomik kalkınmada ciddi ilerleme kaydettiğini açıkça görebiliyor. Hindistan’ın genel ulusal gücü ve jeopolitik ağırlığı Pakistan’ı çoktan aşmıştır. Üstelik Çin, ABD, Rusya, AB ve hatta Japonya gibi aktörlerin hepsi, jeopolitik rekabet içinde Hindistan’ı kendi yanlarına çekmeye çalışmaktadır. Bu da Modi hükümetinin üstünlük duygusunu eşi benzeri görülmemiş düzeye çıkarmış ve “Hindistan Rüyası” ile büyük güç olma hedefinde kendinden geçmesine, hatta gerçeklikten kopmasına yol açmıştır.
Güçlenen Hindistan, sadece Pakistan’a karşı “sert olmakta doğal” hale gelmekle kalmamış, Çin ile ilişkilerinde de sert ve saldırgan bir çizgi izlemeye başlamıştır. Hindistan, Çin’in kendisini Şanghay İşbirliği Örgütü’ne dahil etmesini takdir etmek yerine, bu örgüt içinde ve BRICS içinde sürekli Çin’in önünü kesmekte, G20 üzerinden Keşmir konusunu gündeme getirmekte, hatta Küresel Güney ülkeleri liderliğini açıkça kapma yarışına girmektedir; bu durum Hindistan’ı adeta II. Dünya Savaşı sonrası bağlantısızlar hareketinin ilk yıllarına geri götürmektedir.
Gerçekte ise Hindistan hâlâ Güney Asya’nın büyük ülkesi, bölgesel bir güçtür. Körü körüne güven, kibir ve kendine hayranlıkla gerçek gücünün ötesinde bir büyük güç statüsünü hedeflemesi, büyük ihtimalle zarardan başka bir şey getirmeyecektir. Pakistan’la nadir görülen bir çatışmayı pervasızca başlatması ve hava savaşında yaşadığı aşağılayıcı mağlubiyet, umarız Modi hükümetini kendi hayali büyük güç rüyasından uyandırır; daha gerçekçi bir dış politika ve stratejiye dönmesini sağlar ve Hindistan’ın gerçek gücü ve konumuna uygun bir rekabet stratejisi ve hedefi geliştirmesine vesile olur.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Kış Geliyor

İsrail, siyasi olarak harekete geçmek için tarihi bir fırsat gördü. ABD-İran görüşmelerinin başarısız göründüğü, İran’ın zayıfladığı bir zaman. Peki yakın geçmişten bu noktaya nasıl geldik?
Geçmişte İran, “direniş ekseni” dediği vekil güçlerine, yani bölgede dolaylı savaş veren milislere başvuruyordu. Bu bir tür “ileri savunma” stratejisi idi. Geldiğimiz noktada bu kabiliyeti büyük ölçüde kaybettiler. En önemli bölgesel müttefiki olan Lübnan’daki Hizbullah, geçen yıl İsrail tarafından büyük ölçüde etkisiz hale getirildi. Suriye’de de rejim değişti. Yemen’deki Husiler dışında hâlâ aktif bir vekil gücü kalmadı. İsrail de İran bu kapasiteyi yeniden inşa etmeden önce bu zayıflıktan faydalanmaya çalışıyor.
Her ne kadar İran son aylarda bombaya çok daha yakın bir konuma gelmese de zenginleştirilmiş uranyum stokları ciddi şekilde artış gösterdi. Yani dokunulmaz ve daha cüretkar bir İran ile karşı karşıya kalması giderek yaklaşıyordu. Tüm bu faktörler bir araya geldiğinde, İsrail böyle büyük bir riski almaya karar verdi. Bu sadece nükleer tesislere değil, İran’ın askeri tesisleri, hava savunma sistemleri ve özellikle üst düzey askeri liderler ile bilim insanlarının hedef alındığı çok daha kapsamlı bir saldırı.
Hizbullah Saldırıları ile Paralel Strateji
İsrail’in İran’a uyguladığı saldırı stratejisi, geçen yıl Hizbullah’a karşı Lübnan’da izlenen stratejiye benziyor; sadece alt yapıyı değil, aynı zamanda komuta zincirini de hedef alıyorlar. Hem “know how” hem de yönetimi elimine etmeye çalışıyorlar. Böylece hem psikolojik üstünlük sağlıyorlar hem de birikmiş deneyim ve bilgiyi yok ederek iletilmesine engel olmaya çalışıyorlar. Çünkü Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları gibi yapılarda tam kontrolün sağlanması için yetki ve karar alma mekanizmaları kişilere fazlası ile bağlı. Onların devre dışına çıkarılması ciddi bir bozgun durumu yaratıyor.
İsrail’in İran’a düzenlediği saldırı “sınırlı bir operasyon” değil. Uzun süredir planlanan kapsamlı bir operasyon ve yine uzun sürmesi beklenilen bir savaşın parçası olduğu aşikar. Netanyahu’nun halkına Haziran ortasında sıcak tutacak giysiler bulundurun demesi ne beklememiz gerektiği konusunda işaretler içeriyor. Şimdilik, bölgeye etkisi olan ama henüz yayılmamış bir savaş bu. İsrail’in İran’a ulaşması ya da İran’ın İsrail’e saldırabilmesi için Ürdün, Irak, Suriye gibi ülkelerin hava sahasından geçmesi gerekiyor. Yani ne olursa olsun bu ülkeler etkilenecek. Örneğin İran’ın İsrail’e gönderdiği insansız hava araçlarını Ürdün engelledi, çünkü güzergah üzerinde yer alıyor. İran, İsrail’e insansız hava aracı gönderdiğinde bunlar ya Irak, ya Suudi Arabistan, ya Ürdün ya da Suriye üzerinden geçmek zorunda.
Açıkça Savaş İlanı
İsrail bu operasyonun bir savaşın başlangıcı olduğunu açıkça belirtti. Genelde böyle açıklamalar yapılmaz ama hem Başbakan hem de Genelkurmay Başkanı yaptıkları açıklamalarda “İslam rejiminin yeteneklerine karşı bir savaşa başladık” dediler. Yıllar önce planlanmaya başlayan bu savaş, hem nükleer kapasitelere hem de kıtalararası balistik füzelerin fırlatma ve üretim merkezleri ile çeşitli tipte insansız hava araçlarını da hedef alıyor. İsrail, müzakerelerde çözüm olmayacağı varsayımıyla bu askeri kapasitelere karşı saldırı planları zaten geliştiriyordu. Şimdi saldırıya başlamasının sebeplerinden biri de bu müzakereler sadece nükleer meseleye odaklanmıştı; diğer silah sistemleri hiç masada değildi.
Bu saldırı, özellikle Nisan ve Ekim 2024’te İran’la yaşanan misilleme saldırılarından sonra çok daha hedefli ve incelikli şekilde planlandı. O karşılıklı saldırılardan dersler çıkarıldı. Şimdi çok daha kapsamlı ve kesin bir savaş başlatıldı.
İsrail, Netanyahu’nun söylediğinin aksine şu anda yakın ve varoluşsal bir tehdit altında değil. Zaten İran’ın vekil güçlerini tek tek zayıflatıp neredeyse elimine eden İsrail için, sonunda şimdilik asıl amacına yani İran’a sıra geldi. İsrail’in bile beklentisi uzun ve çetin bir mücadele. Netanyahu’nun halkına sıcak giysilerini yanınızda bulundurun tavsiyesinin bizlere hatırlattığı da, popüler kültürün ünlü bir dizisindeki slogan gibi “Kış geliyor”…
Görüş
İsrail’in ‘Bildiği Şeytan” ile İşi Bitti mi?

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun yaklaşık 30 yıldır İran’ı bombalamak isteyen biri olarak, kendi gündemi olduğu ve İran’ın nükleer silah geliştirdiği yönündeki iddiaları bahane olarak kullandığını anlamak zor değil. Bu şeytanlaştırma operasyonu epeyce uzun soluklu. 1990’larda bile bu iddiayı ısrarla dile getirdi ve iddiasının temeli yoktu. Hatta ABD istihbarat raporları bu iddianın yanlış olduğunu açıkça o zamanlarda ortaya koydu. En son mart ayında yayınlanan ABD istihbarat raporu da aynı şeyi söylüyor. Buna rağmen Netanyahu iddialarına bire bin ekleyerek ısrarla devam ediyor. Son iddialarından biri de İran’ın nükleer silah yapıp bunları teröristlere dağıtacağı yönünde.
İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu tarafından tamamen denetime açık bir şekilde yürütülen barışçıl nükleer gelişim hakkına sahip olması normal karşılanacak bir durum olmalı. Nitekim 2015 yılında Obama başkanlığında ABD ve İngiltere bu anlaşmayı destekledi ve imzalar atıldı. İran da o dönem nükleer silah programının olmadığını ve tamamen denetime açık olmaktan memnuniyet duyduğunu söyledi.
2017 yılında Trump başkanlık koltuğuna oturdu ve büyük ihtimalle ABD’deki İsrail lobisinin baskısıyla, 2018 yılında bu anlaşmadan çekildi ve her şeyi yeniden belirsizliğe sürükledi. Trump’ın uyguladığı maksimum baskı politikası, aksine İran’ı uranyum zenginleştirme faaliyetlerini artırmaya itti. Trump’ın, ilk başkanlığında hali hazırda üzerinde anlaşılmış anlaşmadan çekilip, ikinci başkanlığında o anlaşmaya geri dönmek için çaba sarf etmesi son derece ilginç ve kafa karıştırıcı. Trump’ın geçmişten ders alıp, hatasını telafi etmek istediğini düşünmek ancak naiflik olur.
Netanyahu liderliğindeki İsrail’in, nükleer programı bahane ederek İran rejimini çökertmek istediği çok açık. Bu hedefine de adım adım karşısındaki güçleri neredeyse felç edip anlamlı bir karşılık vermelerine izin vermeden ilerliyor. Geldiğimiz noktada da tipik Batı yaklaşımı olan “bildiği şeytanı” tercih etme politikasından uzaklaşıyor.
Kitle imha silahları yerine nükleer bomba bahanesi
Orta Doğu’daki bir devlette rejim değişikliği yaratma girişiminde 20 yıl önce Irak’ta da bulunuldu. IŞİD’in doğuşuna, milyonlarca kişinin ölümüne sebep olan Irak planının yarattığı dehşete tanık olduk. O zaman ABD Dışişleri Bakanı olan Colin Powell, BM’de yaptığı konuşmada “Saddam Hüseyin’in kimyasal silahları var. Saddam Hüseyin bu tür silahları kullandı ve bunları komşularına ve kendi halkına karşı tekrar kullanmaktan çekinmiyor” dedi. Powell, sunumunda keşif fotoğrafları, ayrıntılı haritalar ve çizelgeler ve hatta Irak ordusunun üst düzey üyeleri arasında gerçekleşen kaydedilmiş telefon görüşmelerini kullandı. İstihbarat yetkililerinin kendisine güvenilir olduğuna dair güvence verdiği bu bilgiler eşliğinde bir saatlik konuşması sırasında 17 kez tekrarladığı “kitle imha silahları” ifadesi, Bush yönetiminin Irak’ı işgal etmeyi meşrulaştırmak için kamuoyunda kullanılan ifade oldu.
Powell’in BM’deki bu konuşmasından bir buçuk ay sonra, Başkan Bush Bağdat’a hava saldırıları emri verdi. Bush, televizyondan ulusa hitabında, bunun “Irak’ı silahsızlandırmak, halkını özgürleştirmek ve dünyayı büyük tehlikelerden korumak için” bir askeri operasyonun başlangıcı olduğunu söyledi. ABD güçleri, Irak’taki iç işbirlikçileri ile birlikte Saddam Hüseyin rejimini birkaç hafta içinde devirdi ve Irak’ın sözde “kitle imha silahlarına” dair kanıt hiçbir yerde bulunamadı.
Bush yönetimi, savaş karşıtlığı, özellikle ABD’nin Ortadoğu’daki askeri müdahalelerine karşı olmasıyla tanınan Colin Powell’in kredibilitesini kullanarak Irak’taki rejim değişikliğini gerçekleştirdi. Powell daha sonra BM konuşmasını “büyük bir istihbarat başarısızlığı” ve sicilinde bir “leke” olarak nitelendirdi. Kaynaklarının yanlış ve hatalı olduğunu ve hatta kasıtlı olarak yanıltıcı olduğunun ortaya çıktığını söyleyerek günah çıkaran Powell ölmeden önce pişmanlığını dile getirdi.
Eger İsrail, İran’ı etkisiz hale getirmeyi ve hatta orta-uzun vadede ondan bir müttefik yaratmayı başarırsa, hedef alacağı bölgedeki bir sonraki konvansiyonel güç bilin bakalım kim? Türkiye’yi şeytanlaştırma çabaları şu sıralar biraz daha kısık ateşte de olsa uzun süredir yürürlükte. Bölgede ikili bir karşı karşıya gelme, üçlü bir dengeden çok daha farklı bir zeminde gerçekleşecektir, önlemlerimizi alıp kemerlerimizi bağlasak iyi olacak.
Görüş
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

İran, İsrail’den ağır bir darbe aldı. Saldırının ilk 12 saati boyunca karşılık bile veremedi. Ani baskının ardından, durumu yatıştırmaya yardımcı olabilecek olası arabulucular hakkında küresel tartışmalar artıyor. Bazı görüşler, 2023’te Suudi Arabistan ile İran’ı uzlaştırmada ve 2024’te Filistinli fraksiyonlar arasında diyalog organize etmede önemli rol oynayan Çin’in, bu yeni krizde de bir barış sağlayıcı olarak devreye girebileceğini öne sürüyor.
Ancak Çin’in Orta Doğu’daki diplomatik başarıları takdiri hak etse de, Pekin’in bölgedeki her çatışmayı çözebileceği ya da çözmesi gerektiği varsayımı ciddi bir abartıdır. En azından şu anda değil. İsrail-İran çatışması kapsam, derinlik ve uluslararası karmaşıklık açısından temelden farklıdır. Nedenini anlamak için Çin’in Orta Doğu’daki rolünün hem yeteneklerini hem de sınırlamalarını incelemek gerekir.
ABD Göz Ardı Edilemez
2023’te Çin’in Suudi Arabistan ile İran arasındaki ilişkilerin normalleşmesine aracılık etmesi diplomatik bir atılım olarak görüldü. Bu, uzun süredir ABD’nin güvenlik çıkarlarının hakim olduğu bir bölgede Pekin’in artan etkisini gözler önüne serdi. Anlaşma, Çin’in tercih ettiği diplomasi tarzını yansıtıyordu—göze batmayan, pragmatik, ekonomik teşviklere ve egemenliğe karşılıklı saygıya dayalı.
Ancak Suudi-İran yakınlaşmasının başarısı, çıkarların benzersiz bir şekilde örtüşmesiyle mümkün oldu. Hem Tahran hem de Riyad, gerilimi azaltmak için güçlü iç nedenlere sahipti. Suudi Arabistan, 2030 Vizyonu ve ekonomik dönüşüm için sakin bir ortam istiyordu; İran ise iç huzursuzluklar ve Batı’nın ekonomik yaptırımları nedeniyle baskı altındaydı. Bu durumda Çin, bir uygulayıcıdan ziyade kolaylaştırıcı rolündeydi.
Bu deneyim mevcut İsrail-İran çatışmasına doğrudan uygulanamaz. Öncelikle, İsrail ile İran arasındaki çatışma sadece ikili bir rekabet değil; vekil güçleri, ideolojik karşıtlıkları, nükleer gerilimleri ve derin tarihsel düşmanlığı içeren çok boyutlu bir çatışmadır. İkinci olarak, İsrail ABD ile yakından ittifak içindedir ve bu, Pekin’in tarafsız bir arabulucu olarak hareket etmesini zorlaştırır.
On yıllardır İsrail, ABD’nin Orta Doğu politikasının merkezi bir ayağı olmuştur—sadece bir güvenlik ortağı olarak değil, aynı zamanda İran, Irak, Mısır, hatta Türkiye ve Suudi Arabistan gibi bölgesel rakiplerin yükselişine karşı ileri bir mevzi olarak da. Bu bağlamda Çin’in herhangi bir arabuluculuk girişimi, Washington’da tarafsız bir barış girişimi olarak değil, ABD’nin bölgedeki önceliğine meydan okuyan jeopolitik bir hamle olarak algılanacaktır.
Çin gerçekten tarafsız davransa bile, artan katılımı kaçınılmaz olarak büyük güç rekabeti merceğinden görülecektir. Anlamlı bir müdahale ABD’yi göz ardı edemez ve muhtemelen güçlü diplomatik dirençle karşılaşır. Bu da krizi, Çin’in de dahil olduğu üçlü bir diyalogdan çıkarıp dört taraflı bir etkileşime dönüştürür—Çin, ABD, İsrail ve İran—ki her biri farklı gündem ve kırmızı çizgilere sahiptir ve bu da etkili arabuluculuk alanını daha da daraltır.
Üstelik, İsrail iç siyasetindeki durum da Çin’in—veya başka herhangi bir dış aktörün—karşı karşıya kalması gereken başka bir karmaşıklık katmanı sunuyor. Başbakan Binyamin Netanyahu, son yıllarda yolsuzluk davaları, yargı reformuna karşı kitlesel protestolar, Gazze politikası ve koalisyon içindeki bölünmeler gibi ciddi siyasi krizlerle mücadele ediyor. Dış politika kararlarının, İran’a yönelik bu saldırı da dahil, çoğu zaman kısa vadeli siyasi hesaplara dayandığı ve tutarlı bir ulusal stratejiye dayanmadığı geniş şekilde kabul görüyor. Washington Post bile böyle dedi. Bu düzeyde iç siyasi istikrarsızlık, Çin gibi dış güçlerin güvenilir muhataplarla sürekli, üst düzey diplomasi yürütmesini veya uzun vadeli taahhütlerde bulunmasını son derece zorlaştırıyor.
İran’ın İsteyişi: Ön Koşul
Çin’in potansiyel rolünü sınırlayan bir diğer faktör ise, İran’ın böyle bir arabuluculuğu kabul etmeye istekli olup olmamasıdır. İran, Çin’i ticaret, enerji ve BM’deki diplomatik destek açısından stratejik ortak olarak takdir etse de, Pekin’i askeri ya da güvenlik garantörü olarak görmüyor.
Suudi Arabistan ile İran arasında arabuluculuk yaparken güvenlik garantilerine ihtiyaç yoktu, çünkü hiçbir taraf diğerinin doğrudan saldırı başlatacağına gerçekten inanmıyordu. Üstelik Yemen’deki İran destekli güçler, Suudi Arabistan ve müttefikleriyle yürütülen asimetrik çatışmada bazı avantajlar elde etmişti. Ancak giderek daha pervasızlaşan bir İsrail karşısında, etkili arabuluculuk muhtemelen gerçek güvenlik garantileri gerektirecektir. Fakat ABD’den zaten doğrudan askeri baskı gören Çin için, yurtdışında böyle garantiler sunmak lüks olur.
Çin’in sunabileceği diplomatik baskı, ekonomik yardım veya askeri teknoloji gibi destek türleri ancak İran bunları inandırıcı ve etkili bulursa değerlidir. Gelecekte Çin’in sağlayabileceği şey, güvenlik garantisinden ziyade gelişmiş savunma sistemleri paketi olur. Ancak burada önemli bir gerçek devreye girer: İran, Çin’in askeri sistemlerinin pratik yararlılığına yeterince güvenmeyebilir.
İran hava kuvvetleri birçok yurtdışı operasyona katılmış olsa da, filosu eski ve modası geçmiş durumda. IŞİD’e karşı yürütülen terörle mücadele operasyonları, hava üstünlüğü geliştirme hedefinden sapmalarına yol açtı. İran’ın hava savunma sistemleri, çoğu ülkeden daha gelişmiş ve sayıca fazla—ve radar ile füze üretim kapasitesine de sahip—olmasına rağmen, birinci sınıf rakiplerle karşılaştığında yetersiz kalıyor. Bu sistemlerin İran Ordusu ile Devrim Muhafızları arasında bölünmüş olması da koordinasyonu ve etkinliği zorlaştırıyor.
Modern savaş hızla evrimleşti. Etkili savunma artık gelişmiş hayalet savaş uçakları, ileri radar entegrasyonu, elektronik harp, uydu verisi ve hava üstünlüğü varlıklarıyla gerçek zamanlı koordinasyon gerektiriyor—ki bu yetenekler İran’da henüz tam olarak gelişmiş değil.
Pakistan ve Hindistan arasındaki son hava çatışması, Çin’in savaş uçaklarının, uzun menzilli hava-hava füzelerinin ve entegre hava savunma-uyarı sistemlerinin etkinliğini gösterdi. J-10CE Çin’in en gelişmiş savaş uçağı olmasa da, iyi koordine edilmiş bir sistem içinde Fransız yapımı Dassault Rafale’yi PL-15 füzeleriyle düşürmeyi başardı.
Elbette İsrail Hava Kuvvetleri, Hindistan’dan çok daha ileri düzeyde ve bu kez ABD’den F-35 hayalet uçaklarını kullanma yetkisi aldı. Ancak gerçek şu ki Çin Halk Kurtuluş Ordusu, Tayvan üzerinden ABD müdahalesi ihtimaline karşı hazırlık yapıyor. ABD’nin F-22 ve F-35’lerine karşı koymak bu senaryodaki temel faktörlerden biri. İran, gelecekte İsrail’in F-35’lerine karşı etkili biçimde mücadele etmek istiyorsa, Çin dışında pek seçeneği kalmayabilir.
Yine de, Çin ile uzun süredir askeri işbirliği olan müttefik Pakistan bile birkaç yıl öncesine kadar Çin savunma sistemlerine tamamen bağımlı olmaktan kaçınmıştı. Bu durum, İran’ın Pekin’e hemen güvenerek askeri yapılandırmasını değiştireceğine inananları düşünmeye sevk etmelidir.
Bölgesel Algılar ve Yanılgılar
Genellikle göz ardı edilen bir diğer boyut ise, Çin’in diğer bölgesel aktörler tarafından nasıl algılandığıdır. Orta Doğu’nun büyük kısmında Çin ekonomik bir güç olarak saygı görüyor, ancak güvenlik aktörü olarak pek güvenilmiyor. Bölgede askeri ittifakları yok, barışı koruma geçmişi yok ve savaş zamanı diplomasisi yönetme konusunda sınırlı deneyime sahip. Cibuti’deki askeri üs, Çin’in yurtdışındaki tek askeri tesisi ve ortak tatbikatlara katılmasına rağmen Çin genel olarak çatışmalara karışmaktan kaçınıyor.
Bu düşük profil stratejisi, Çin’in genel dış politika ilkeleriyle uyumlu: iç işlerine karışmama, stratejik sabır ve ekonomik odak. Ancak aynı ilkeler, hızlı tepki, güç projeksiyonu veya sert güvenlik garantileri gerektiren krizlerde manevra kabiliyetini kısıtlıyor.
Tüm bu algılar doğru olabilir. Ancak bu algının temelindeki fikir sıklıkla yanlış anlaşılmıştır. Öncelikle, Çin kendisi de bir asırdan fazla süre Batı emperyal güçlerinden büyük acılar çekmiştir. Sonuç olarak, Batı tarzı yeni bir hegemonya kurma arzusu taşımaz—bu duruşu aynı zamanda kurucu komünist ideolojisiyle de örtüşür.
İkinci olarak, Çin’in liderliği yalnızca kendi uzun ve çalkantılı tarihinden değil, aynı zamanda Batı güçlerinin yükseliş ve çöküşlerinden de ders çıkarır. Belki de en önemli çıkarım, her büyük imparatorluğun nihayetinde aşırı yayılma yüzünden çöktüğüdür.
Binlerce kilometre ötedeki bölgelere güvenlik garantisi sunmak, bu tür bir aşırı yayılmanın tehlikeli ilk adımı olabilir. Buna karşılık, gelişmiş J-35 hayalet savaş uçakları ve en ileri hava-savunma füzelerini içeren savunma sistemleri satmak daha az riskli ve etkisini sınırlı tutar.
Bu, Çin’in tamamen pasif kalması gerektiği anlamına gelmez. Pekin, itidal çağrısı yapmak, BM aracılığıyla ateşkes girişimlerini desteklemek, Tahran ve muhtemelen İsrail ile gizli temaslar yürütmek için diplomatik ağırlığını kullanabilir. Yeniden inşa çabalarını destekleyebilir, gerekirse insani yardım sunabilir ve uzun vadeli bir barış stratejisi olarak bölgesel ekonomik entegrasyonu teşvik edebilir.
Ancak tüm bunlar, aktif bir askeri çatışmayı durdurmak için gereken yüksek riskli kriz diplomasisiyle karıştırılmamalıdır. Bu tür bir müdahale, Çin’in şu anda sahip olmadığı ve sahip olsa bile kullanmaya istekli olmayabileceği bir tür zorlayıcı araçlar gerektirir.
Özetle, Çin’in İsrail-İran çatışmasına kararlı şekilde müdahale etmesi gerektiği fikri, modern jeopolitiğin yapısal gerçeklerini göz ardı eder. Çin’in Orta Doğu’daki artan varlığı ona her zamankinden daha fazla diplomatik ağırlık kazandırsa da, bu ağırlık abartılmamalıdır.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Asya1 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Görüş2 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını1 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş1 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Diplomasi3 gün önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3
-
Ortadoğu17 saat önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?