Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hindistan’da genel seçimlere doğru-4 / Dış politika

Yayınlanma

Hindistan, iktidardaki Hindistan Halk Partisi (BJP) hükümeti ve ana muhalefetteki Hindistan Ulusal Kongresi (kısaca Kongre Partisi veya Kongre) başta olmak üzere 18. genel seçimlere hazırlanıyor. Seçimlerin kazananının yine BJP hükümetinin olacağı yönünde güçlü bir beklenti söz konusu olsa da muhalefetin başa geçmesi durumunda da özellikle dış politika bağlamında Hindistan’da büyük bir değişiklik yaşanmayacaktır. Çünkü Hindistan’da hem BJP hem de Kongre dış politika veya ekonomi gibi belirli konularda pragmatik ve ideolojik olmayan bir yaklaşım sergiler. Bu, aralarında ideolojik farklılıklar olmadığı anlamına gelmez ama bunlar genellikle çok açıktır ve ülkenin iç politikasında, özellikle de kimlik siyaseti söz konusu olduğunda önemli bir rol oynar. Ancak iki parti örneğin eğitim gibi alanlarda sıklıkla farklı fikirleri savunurken dış politika söz konusu olduğunda yaklaşımları ideolojik değil çıkar odaklıdır.

Hindistan’da genel seçimlere doğru-3 / Politik ekonomi

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Rusya ile ilişkiler bunun açık bir örneği. Hindistan dış politikasının mevcut değişmez gidişatlarından biri hem ABD hem de Rusya ile “müttefik olmadan” ortaklıkları sürdürme çabasıdır. Örneğin, Kongre Partisi geçmişte şimdikinden çok daha sol eğilimliydi. Ancak Kongre, ABD’nin Hindistan’ın en önemli ekonomik ortaklarından biri, önemli teknolojilerin sağlayıcısı, Çin’e karşı önemli bir destekçisi ve Hint diasporasının etkili ve zengin bir kesiminin üssü olduğu gerçeğini göz ardı edemez. Hem zaten çoğunlukla Modi’ye veya Modi hükümetine atfedilen günümüz Hindistan-ABD yakın ortaklığının temelleri aslında Kongre hükümeti döneminde atılmıştı. Benzer şekilde sağcı ve milliyetçi bir parti olan BJP de Sovyet komünizminden pek hoşlanmıyordu. Ancak iktidara geldikten sonra çoğu Hint silahının hâlâ Sovyet ya da Rus yapımı olduğu ve Rusya’nın nükleer enerji konusunda önemli bir ortak olmayı sürdürdüğü gerçeğini göz ardı edemezdi. Yani hangi parti iktidarda olursa olsun Hindistan dış politikada ılımlılığı korumaya çalışan bir ülkedir; Batı ile Rusya arasında (ve İsrail ile Arap devletleri arasında da) orta konumda kalmak isteyen bir ülke. Bu nedenle, paradoksal olarak, Hindistan’daki olaylar bazen öngörülemezken ve ülkenin çeşitli bölgeleri çoğunlukla siyasi veya sosyal açıdan istikrarsızken Yeni Delhi’nin dış politikası büyük ölçüde partiler/hükümetler üstü, istikrarlı ve öngörülebilir bir nitelik taşır.

Diğer yandan, Hindistan’da seçim anketleri dikkate alındığında Başbakan Modi’nin ve iktidar partisinin muhalefete karşı zaten çok büyük avantajları olduğu görülüyor; çok daha büyük mali kaynaklar, esnek bir medya ve bunların arasında uzlaşılmış bir bürokrasi. Ancak Modi hükümetinin yine de hiçbir şeyi şansa bırakmadığı da görülüyor. Bunlardan üçü ayrıca muazzam bir biçimde öne çıktı. İlki, Hindistan’ın eylül ayında ev sahipliği yaptığı G-20 Zirvesi idi. Hindistan hükümeti zaten dönüşümlü olan G-20 başkanlığını Hint halkına çok muazzam bir dış politika başarısı olarak, dünyaya ise “süper güç adayı” Hindistan’ın “dünya liderliğinin” gösterişli bir avatarı olarak pazarladı. Hem zaten Hindistan’ın G-20 sürecinde de uluslararası basın Modi hükümetinin azınlıklara ve siyasi muhaliflere yönelik saldırılarına pek de ilgi göstermedi. İkinci olarak, tüm Hintleri TV’ye kilitleyen, onlar için hem en sevilen spor hem de en çekici eğlence biçimi olan ve tüm milliyetçi duyguları ortak paydada buluşturup alevlendiren Kriket Dünya Kupası geliyor. Ancak ne yazık ki Hindistan’ın ev sahipliği yaptığı turnuvaların sonucunda 19 Kasım’da Hindistan’daki Modi’nin de memleketi olan Gujarat’ın Ahmedabad kentindeki Narendra Modi Stadyumu’nda Avustralya’ya karşı oynanan final maçı kaybedildi. Hindistan kazansaydı eğer, Narendra Modi’nin, Narendra Modi Stadyumu’nda Narendra Modi’ye övgüleri büyük bir coşkuyla selamlayarak, Dünya Kupası’nı büyük bir gururla alıp Hindistan takımına takdim etmesi hiç kuşkusuz büyük bir gösteri olacaktı. Ancak yine de Hindistan’ın tartışmasız süper güç olduğu bir alan olan kriketin Hindistan’a getirdiği prestij hâlâ büyük bir kazanç. Ve üçüncüsü ise ocak ayında Hindu tanrısı Rama’ya adanmış yeni ve devasa bir tapınağın açılışı oldu. Bu gösterişli açılış hiç kuşkusuz BJP hükümetinin çoğunlukçu gündemini daha da ileriye taşıyor.

Aynı zamanda Hindistan’ın dış politikası kısa zaman içinde birçok diplomatik zorlukla karşılaştı. Ancak görevdeki Modi rejimi bu birtakım zorlukları kendi lehine avantaj olacak bir biçimde bir seçim stratejisine dönüştürmeyi başardı. Örneğin, bunlardan Hint basınını en uzun meşgul edeni, Sih ayrılıkçılığı anlamına gelen Khalistan hareketi konusunda Kanada ile yaşamakta olduğu kriz ve BJP hükümeti bu kriz üzerinden Sih ayrılıkçılarını olduklarından daha büyük bir güvenlik tehdidi olarak resmederek tabanını genel seçimler öncesinde harekete geçiriyor. Yeni Delhi hükümeti zaten son yıllarda 2020-21 çiftçi protestosundan başlayarak Khalistan hareketine yönelik korkuyu körüklemeye başlamıştı. Çoğunlukla Punjab ve Haryana devletlerinden Sih çiftçiler, hükümetin Eylül 2020’de çiftlik ürünlerinin satışı, fiyatlandırılması ve depolanmasıyla ilgili onları serbest piyasadan koruyan kuralları gevşeten üç Çiftlik Yasası’nı yürürlüğe koymasına karşı protesto başlatmış, Ocak 2021’de Hindistan hükümeti, Khalistan hareketinin protestolara sızdığını iddia etmişti. 1970’lerin sonlarından 1990’ların başlarına kadar Punjab, Sih militanların yürüttüğü terör kampanyası ve onlara karşı çıkan Hindistan güvenlik güçlerinin uyguladığı vahşet ve aşırılıklar nedeniyle felaketi yaşamıştı. Bu felaket yaklaşık 25 bin kişinin yaşamına mal olmuştu. Günümüzde Punjab’da Khalistan hareketi fiilen öldü ama Batı’daki Sih diasporasının küçük ama son derece sesli ve görünür kesimleri arasında hayatta kalmaya devam ediyor. Yeni Delhi için bu durum BJP hükümetinin politik ihtiyaçlarına hizmet eden ve Başbakan Narendra Modi’ye “güçlü bir adam olarak” bir kez daha kendini kanıtlama şansı sunan yararlı bir seçim stratejisi haline gelmiş görünüyor. Normalde verilere göre, 2000-2022 yılları arasında Khalistan bağlantılı şiddet, daha düşük bir profilde: Son 22 yılda Punjab’da en az bir ölümle sonuçlanan 33 olay yaşanırken Jammu ve Keşmir’de 11 bin 892 ölümcül olay ve Maocuların dahil olduğu 5 bin 247 ölümcül olay yaşandığı kaydedilmiş. Ancak bugünkü iktidar söylemlerine kulak verildiğinde Khalistan hareketinin çok daha ciddi bir tehdit olduğu düşünülür.

Modi’nin tabanındaki popülaritesinin en güçlü nedenlerinden biri de Hindistan’ı güçlü ve iddialı bir Hindu devleti olarak yeniden düzenleme fikri. Modi hükümeti, 2015’te Hindistan’ın Manipur ve Nagaland’daki ayrılıkçıları hedef almak için Myanmar topraklarında nokta operasyon düzenlediğini büyük manşetlerle duyurmuştu. Eylül 2016 sonlarında gündeme Pakistan topraklarındaki “militan fırlatma rampalarına” karşı nokta operasyon düzenlendiği büyük harflerle yansıdı. Modi bu saldırının türünün ilk örneği olduğunu iddia ederken yine Hint basınında Pakistan kontrolündeki bölgeye daha önce yapılan dokuz saldırı belgelenmişti. Daha sonra Modi’nin, grubun Şubat 2019’da Pulwama’daki Merkezi Yedek Polis Gücü (CRPF)  konvoyuna düzenlenen ve 40 kişinin ölümüne yol açan intihar saldırısına misilleme olarak Hindistan’ın Jaish-e-Mohammed (JeM) eğitim kampına düzenlediği hava saldırılarıyla ilgili haberler yansıdı. Ancak Pakistan’ın Hayber-Pahtunhva eyaletindeki “Balakot’taki en büyük JeM kampının” yok edildiği ve “Hindistan’da daha fazla terör saldırısı planlayan çok sayıda teröristin, eğitimcinin ve JeM komutanının” öldürüldüğü iddialarını, uydu görüntülerini kullanan çok sayıda bağımsız çalışma doğrulayamadı. Daha sonra Pakistan’ın cezalandırıcı hava saldırılarına yanıt olarak Hindistan kendi savaş uçaklarını harekete geçirdi. Ardından Pakistan, bir MiG-21 Bison’u düşürmüş ve sonrasında zarar görmeden Hindistan’a dönen pilotu Abhinandan Varthaman’ı kurtarmıştı. Ancak Hindistan, Varthaman’ın düşmeden önce Pakistan’a ait bir F-16’yı düşürdüğünü ve hatta düşen uçak için “inkar edilemez deliller” sunduğunu iddia etmişti.

Hint analistler, Şubat 2019’da CRPF konvoyuna yapılan Pulwama saldırısının ardından bir JeM kampını ortadan kaldırmanın ve bir F-16’yı düşürmenin ikiz zaferinin Modi’nin zaferini mühürlediğini ve Modi’yi seçimin gidişatına ilişkin kaygılardan koruduğunu savunmuş, Pulwama’daki terör saldırısı ve hükümetin tepkisi derin bir milliyetçilik duygusunu harekete geçirmişti. Benzer şekilde yine Hint gözlemciler Modi’nin “güçlü adam” imajını bir kez daha pekiştirebileceği bir sonraki güvenlik krizi olarak Khalistan hareketini kurmaya çalıştığını düşünüyor. Hatta Modi yanlısı medya yorumcuları Kanada’nın “bir sonraki Pakistan” olduğu fikrini dile getirmişti. Kanada Başbakanı Trudeau’nun Hindistan hükümetini suçlayan iddiaları kanıtlansa da kanıtlanmasa da Modi ve partisine genel seçimlerinde bir avantaj sağlamış gibi görünüyor: Ottawa’nın Modi hükümetini suçlayan iddiaları Trudeau hükümeti tarafından kanıtlanamazsa Modi Kanada’nın ikiyüzlülüğünü açığa çıkarmış olur, eğer Hindistan’ın kendisine suikast düzenlediğine dair ikna edici kanıtlar ortaya çıkarsa bu kez Hindistan’ın artık yabancı topraklarda kendi ülkesine yönelik olduğu iddia edilen tehditleri ortadan kaldıracak kadar güçlü olduğu algısı geliştirilebilir.

GÖRÜŞ

Rusya’da kalkınma: Liberal amentüye karşı işlenen büyük günah – 3

Yayınlanma

Yazar

KÜÇÜK VE ORTA BURJUVAZİ

Yaptırımlar küçük ve orta ölçekli işletmeler üzerinde bir dizi yeni yük yarattı. Rusya’ya ihracat yasakları yabancı ekipman ve yedek parçaya erişimi zorlaştırdı; buna karşılık paralel ithalat listeleri sürekli yenileniyor. Rusya’nın SWIFT’ten ve diğer batılı ödeme sistemlerinden çıkarılmasının yarattığı ödeme güçlüğü Mir kartlarının kullanımını yaygınlaştırarak çözülmeye çalışıldı; ancak ikincil yaptırım tehdidi giderek Mir’le ödemeleri de güçleştiriyor. Batılı ve uydusu limanların Rusya gemilerine yasaklanması lojistik problemini derinleştirdi; bu problem “tarafsız” ve “dost” ülkelerle sınır ulaştırma altyapısının geliştirilmesiyle çözülmeye çalışılıyor ama ikincil yaptırımlar bu çabayı da güçleştiriyor. Facebook ve Instagram’ın Rusya’da yasaklanması küçük ve orta ölçekli işletmelerin reklam ve satış işlemlerini neredeyse hiç etkilemedi; bunlar hızla diğer (yerli) online satış platformlarına kaydı; dolayısıyla bu reklam ve online ticaret alanlarında beklenmedik bir genişleme yarattı. 

Bütün bunlar nesnel sorunlar. Ama bir de öznellik var. Bu öznellik, “mali bloğun”, özel olarak da Merkez Bankası’nın dogmatizmi ve faiz siyaseti. Çatışmanın ilk haftasında MB faizleri yüzde 9,5’ten 20’ye yükseltti. Kaçınılmaz bir tedbirdi bu. Ancak aynı yılın eylül ayına kadar 7,5’e kadar düşürdü. Bu da kaçınılmazdı, aksi takdirde şok, krizi derinleştirecekti. Uzun süre böyle kaldı; ama geçen temmuzdan yıl sonuna kadar gene yüzde 16’ya tırmandı. Politika faizi halen bu seviyede; ancak bankanın yüzde 17-18’e kadar yükseltmeyi amaçladığı biliniyor. Yüksek faiz kredi miktarını, dolayısıyla özellikle küçük ve orta işletmelerde yatırımı düşürüyor, vergi ve harç ödemeleri genellikle gecikiyor, iflaslar artıyor, fiyatlar yükseliyor ve böylece faiz siyaseti sözümona amaçladığının tam tersi bir sonuca yol açıyor: enflasyonu tetikliyor. Ama liberal dogmatizm, tıpkı dini dogmatizm gibi, amentüsünün yanlış olduğunu kabul etmek yerine ona daha sıkı sarılıyor. Başka deyişle, bu siyaset sadece genel kalkınma rakamlarına değil kalkınma stratejisine de zarar veriyor.

Küçük ve orta ölçekli işletmelerde bireysel girişimciler ile tüzel kişiliklerin sayısı arasında genileyen açı, kısmen bunun sonucu. Son 7 yılın eğrileri şöyle:

pastedGraphic.png

Bu grafik kredi başvuru sayısına ve miktarına da yansıyor; 2020’de pandemiyle birlikte tüzel kişilikli orta ve küçük işletmelerin kredi talebi ve miktarında ani bir artış, daha yıl bitmeden daha şiddetli bir düşüşle sonuçlandı; ancak bireysel girişimcilerin kredi talep ve miktarında tedrici bir artış var. Durum, küçük ve orta burjuvazinin imalat değil hizmet ve ticaret alanına yoğunlaştığını gösteriyor. Oysa teşvik siyasetinin öncelikli hedefi imalat ve startup.

“Mali bloğun” hükümete baskısı küçük ve orta burjuvaziyi geliştirme siyasetine zarar veriyor ve bu anlamda risk büyük; ancak savunma sanayisinin özellikle de yoğun olduğu federal bölgelerde bu kesimlerin gelişme dinamikleri gene de çok güçlü. Yani sermaye yatırımları büyüme grafiklerinde görülmeyen savunma sanayisi aslında son derece kritik bir rol oynuyor. Küçük ve orta ölçekli işletmeler devletin savunma işletmelerinden sipariş aldıkları için değil — bu da var ama tali bir faktör; esas neden, savunma sanayisinin istihdam ve ücret artışına neden olması; bu da özellikle hizmet sektöründeki küçük ve orta ölçekli işletmelerin sayısını ve gelirini artırıyor.

Rusya’da kalkınma: Liberal amentüye karşı işlenen büyük günah – 2

İSTİHDAM VE ÜCRETLER

İstihdamın hızla genişlediği, dolayısıyla işsizliğin rekor seviyede azaldığı biliniyor. Her ikisinde de yukarıda özetlediğim sabit sermaye yatırımlarındaki artış belirleyici önem taşıyor. Ancak tıpkı orada olduğu gibi burada da grafiklerde görülmeyen savunma sanayisinin rolünün altını çizmek gerek.

pastedGraphic_1.png

İşgücü talebinde artışın 2024 başındaki gerilemesinde bir mevsimsellik etkisi var; ancak esas neden sermaye yatırımlarının daralması. Bu daralma istihdam üzerinde hızla etkide bulunuyor. Ancak işgücü açığı gene de devam ediyor; Moskova saldırısından sonra yasadışı göçmen işçilerin gönderilmesi de artış eğilimini kısmen perçinleyebilir. Talebi perçinleyecek esas faktörler ise, yukarıda değindiğim “mali bloğun” sermaye yatırımlarına ve küçük ve orta burjuvaziye karşı dogmatik tutumunun olumsuz etkisine rağmen savunma sanayisinin durumu. Bu sektörle ilgili net veriler gizli tutuluyor (aslında 2022 nisanından beri birçok istatistik verisi daha önce olduğu gibi ayrıntılı değil genellemelerle sunuluyor); ancak Putin’in açıklamalarından sektörde 3,5 milyon kişinin çalıştığını biliyoruz. Bu, toplam istihdamın yaklaşık yüzde 5’i yapar; üstelik bu sayı artma eğilimi gösteriyor.

İşgücü kıtlığı ve ücret artışı arasındaki ilişki konusuna geçmeden şunu da belirtmek gerek: burada sorun daha ziyade kalifiye işçi sorunu. Niteliksiz işgücü her halükarda bulunabilir, Orta Asya ülkelerinin emekçileri de bir işgücü ordusu yaratıyor zaten; ama nitellikli işgücü bulmak güç. 

Bilim ve Yüksek Eğitim Bakanı Olga Petrova geçen yıl 915 bin üniversite mezununun yüzde 30’unun sivil ve askeri sanayi alanında çalışmaya başladığını söylemişti. Bunların 50 binden çoğu da doğrudan savunma sanayisine girmişti. Nitelikli işgücü ihtiyacının yakıcılığını anlamak için yeni mezunların ne kadarının istihdam edildiğine bakmak yardımcı olabilir. 2021 verilerine göre üniversite ve yüksekokullarda öğrencilerin sadece yüzde 19’u mühendislik ve teknik bilimler alanında eğitim görüyordu. Demek ki bunların tamamı veya neredeyse tamamından başka diğer öğrenim gruplarından da çok sayıda yeni mezun hızla sivil ve askeri sanayide görev aldı. 

Bütün bunlar aynı zamanda emek yoğun yatırımlardan sermaye yoğun yatırımlara doğru kaymanın boyutunu da gösteriyor; dolayısıyla emek üretkenliğinin artması Rusya’nın devrim sonrası tarihinde hep olduğu gibi en yakıcı sorunlardan biri. Teknolojik egemenlik denilen şey de aslında esas itibariyle bundan ibarettir.

Reel ücretler 2022’de bir önceki yıla göre yüzde 3, 2023’te ise yüzde 7,8 yükseldi. 2020 şubat ayından 2024 şubatına kadar dinamik şöyle:

pastedGraphic_2.png 

Ukrayna harekatı başladıktan sonra yaşanan ani düşüş görülüyor hemen; ama bunu hızlı bir yükseliş takip ediyor. Yükselme dinamiğinin devam ettiği ve dahası, hiç değilse şimdilik, 2022 baharı sonrasında yükselişin mevsimsel dalgalanmalardan uzak bir süreklilik niteliği kazandığı da anlaşılıyor.

Bunun en önemli nedenlerinden biri, bir kez daha, savunma sanayisi. Manturov aynı konuşmasında sadece savunma sanayisinde 2023’te ücretlerin yüzde 30-60 arasında, genel olarak imalat sektöründe ise yüzde 20 arttığını söylemişti. Demek ki devletin savunma sanayisi ücretlerde artış eğiliminde üç noktada kritik rol oynuyor. Birincisi, sektördeki yüksek ücretler genel ücret ortalamasını yükseltiyor. İkincisi, sektörün güçlü olduğu federal bölgelerde özellikle hizmet sektörünü tetikleyerek küçük ve orta burjuvazinin yükselişine neden oluyor. Üçüncüsü de özellikle uzman işgücü savunma sanayisine yöneldikçe diğer sektörler işgücü açığını kapatmak için ücretleri yükseltmek zorunda kalıyor. 

Not olarak düşelim: Rusya’da emekçilerin yarısı özel sektörde, yüzde 43-45 kadarı devlet ve belediyelerde, yüzde 5-7 kadarı ise yabancı şirketler veya bunların iştiraklerinde çalışır. 2022 öncesi on yıl boyunca neredeyse sabit oranlardır bunlar. 2022’den itibaren ise yabancı şirketler ve iştiraklerindeki istihdam hızla düşüyor, doğan farkı çoğu devlet olmak üzere geri kalan işletmeler paylaşıyor.

İşgücünün yüksek ücret talebine katkıda bulunan bir başka faktör daha var: Ukrayna harekatına katılanlara aylık 200 bin ruble ve daha fazla ücret ödeniyor. Harekata katılmış olmanın getirdiği saygınlık, bunlar sivil hayata döndükten sonra düşük ücretler teklif edilmesini güçleştiriyor, onların da 50-60 bin rubleye çalışmayı kabul etmesi mümkün değil. Bu durum ücretlerdeki genel yükselme eğrisini tırmandırıyor.

Bu tempo devam ederse (her şey devam edeceğini gösteriyor) reel ücretlerin bu yıl da yüzde 5’e yakın artması beklenebilir. 

Emek üretkenliği de artıyor: 2022’de yüzde 3,7 artış tespit edilmişti, 2023 verileri ise yayınlanmadı ve hesaplaması güç olduğu için hiç girişmeyeceğim bu işe; ancak özellikle nitelikli işgücünün istihdamındaki artış ve pek çok teşvik, emek verimliliğinde daha önceki yılları aşan bir artışa yol açmış olmalı.

Ama yukarıdaki iki yıllık ücret grafiği siyasi eğilimleri gözlemek açısından yetersiz. Aşağıdaki grafik uzun dönemli eğilimleri gösteriyor. Şimdilik sadece bir not olarak, eğrideki eğimlerin Putin’in reytinginin yükselişiyle eşyönlü olduğunu belirtmek gerek. Bununla birlikte ücretlerdeki düşüşün GSYH’da ani daralmaları epey yumuşatarak yansıttığına dikkat çekmeli; bu Kremlin yönetiminin siyasi tercihidir. Nitekim ücretlerde yükselme eğrisi dönemsel düşüşlere rağmen krizden pek az etkilenecek şekilde devam ediyor.

pastedGraphic_3.png

Ücretler doğal ki sadece emekçileri ilgilendiriyor. Toplam reel gelir ve ücretler arasındaki açı ise 2016’dan sonra görece açıldı; reel gelir 2022 başına kadar aşağı yukarı sabit kalırken ücretler tedricen yükselmeye devam etti. 2022 ortalarından itibaren bu eğilim zayıflasa da devam etti. Demek ki ücretlerin ücret dışı gelirlerden daha hızlı arttığı kabul edilebilir.

TÜKETİCİ DAVRANIŞLARI

İktisadi kriz doğrudan doğruya tüketici davranışlarında yansımasını bulur; emekçilerin öncelikleri değişir, lokantada yemek yerine evinde karbonhidrata talim eder.

Tüketici harcamaları eğrisi genel eğilimleri ve kriz beklentisini eksiksiz yansıtıyor. 

pastedGraphic_4.png

Reel ücretlerde değişimi gösteren eğriye yakın bir eğri bu da, gayet anlaşılır bir şey üstelik: ücretlerde azalma tüketici harcamalarının azaltılmasına yol açar, ücret artışı ise harcamaları artırır. 

Ancak bu sürece biraz daha yakından bakmaya değer. Hangi türden harcamalarda ne tür değişiklikler gözleniyor?

pastedGraphic_5.png

 

Emekçilerin kriz ortamında ekmeğe giyecekten daha çok harcama yapması eşyanın tabiatına uygun; ancak burada daha çok dikkat çeken şey hizmet sektörüne yapılan harcamaların bundan pek az etkilenerek neredeyse doğrudan yükselmekte olması. Sektörün esas itibariyle küçük ve orta burjuvazinin faaliyet gösterdiği bir alan olduğunu dikkate alırsak, bu, küçük mülk sahiplerinin siyasi dalgalanmalara rağmen ayakta kalmayı başarmakta olduğu anlamına gelir. Yaptırımlar yüzünden (daha doğrusu sayesinde — daha Ukrayna krizinden önce Peskov bir brifingi sırasında Türkiye’nin turistik altyapısını örnek alan turistik tesisler kurmayı amaçladıklarını söylemişti) iç turizmin gelişmesinin de bunda payı var; ancak öyle bile olsa devlet desteği olmasa hizmet sektörünün böyle istikrarlı gelişmesi mümkün değil.

Öte yandan grafik başka bir şeye daha işaret ediyor: ücret artışı aynı zamanda pazarı canlı tutarak kalkınmaya da doğrudan etkide bulunuyor. Ancak Merkez Bankası’nın dogmatizmi tüketici harcamalarına da olumsuz etkide bulunuyor; tüketici talebindeki artış eğilimi yüksek faizler yüzünden tasarruf eğiliminin gerisinde kalıyor. Tüketici harcamalarında 2023 sonlarından beri yaşanan düşüş de buna işaret ediyor; Merkez Bankası’nın tüketici kredisini zorlaştıran adımları talebi daraltıyor.

Rusya’da kalkınma: Liberal amentüye karşı işlenen büyük günah – 1

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Neoconlar, Batı militarizmi ve mükemmel fırtına – 1

Yayınlanma

Yazar

İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana -Kore ve Vietnam haricinde- güçsüz ülkelerin işgali, vekil güçlerin işe koşulması ve sınırlı operasyonların ötesinde bir büyük savaşa girmemiş olan ABD, neocon’ların liderliğinde ‘mükemmel fırtınayı’ topluyor.

‘Büyük güç rekabeti’ stratejisi uyarınca, aynı anda ikisi de nükleer silahlı güçler olan Rusya Federasyonu ile Çin Halk Cumhuriyeti’ne yükleniyorlar. Özellikle Ortadoğu’daki yangının tüm dünyayı sarstığı bir ortamda, Amerikan hegemonyasının ilelebet idamesini merkezine alan bloklaşmayı derinleştiriyorlar. İşin aslı hiçbir ayar kalmadı.

Biden idaresinin son bir ayda; Ortadoğu’da kontrolden çıkabilecek bir savaşı, kilit müttefik İsrail’i ‘tırmandırma hakimiyeti ayrıcalığından’ da edecek şekilde önleyip yönetmesi, kimseyi yanıltmamalı. Aksine, 5 Kasım başkanlık seçimine giderken, Amerikan iç siyasetindeki çalkantılara eklenen Ortadoğu kriziyle, oluşturdukları dalganın üzerine binerek Kongre’de ‘savaş partisini’ kurdular.

‘Savaş partisi’; dünyada bitmeyen ABD savaşlarının Kongre’deki iki partili uzlaşmayı simgeleyen adlandırma. Son 30 yıla damga vuran her savaşta olduğu gibi Demokratlar ve Cumhuriyetçiler yine birleşti. Ve Kongre’de toplamı 95 milyar doları bulan ‘Ukrayna, İsrail ile Hint-Pasifik (Tayvan)’ askeri yardım fonlarını ayrı ayrı çıkarmakla kalmadılar. Cumhuriyetçi Michael McCaul’un önayak olduğu ’21. Yüzyılda Güç Yoluyla Barış Yasası’ eşliğinde; Rusya, Çin ve İran’a yaptırımlar, Rusya’nın dondurulan varlıklarını çalma yolunu açan ‘Ukrayna İçin Ekonomik Refah ve Fırsatların Yeniden İnşası Yasası (REPO) ile ‘TikTok yasası’ diye anılan Çin’i 9 ayda popüler bir şirketten ekarte etme hedefli ‘Amerikalıları Yabancı Düşman Kontrollü Uygulamalardan Koruma Yasası’nı da geçirdiler.

Yani; Demokrat Başkan Joe Biden’ın altı ay gecikmeyle kurduğu ‘savaş partisinde’ yok yok. Kapitalizmin sözüm ona özel mülkiyetin kutsallığı ilkesini ihlal ederek küresel mali sistemi sarsma riski taşıyan hamleler bilhassa önemli. Ucu Avrupa’dan Çin’e uzanıyor.

Bu koşullarda neoconların topladıkları ‘mükemmel fırtına’ iyi anlamakta fayda var.

ORTADOĞU’DA KONTROLLÜ KRİZ

Biden idaresi, 2014’de Kiev’deki darbe dizaynından kalma Ukrayna iç savaşını körükleyerek, 2022 Şubat’ında Rusya’yı özel harekata mecbur bıraktığı vekalet savaşını başlattığında, hesaba katmadığı unsur Ortadoğu’ydu. 7 Ekim 2023’de Hamas’ın İsrail’e baskınından bir hafta önce Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, Ortadoğu’daki suküneti emsal göstermişti. Önceki başkan Donald Trump’ın İbrahim anlaşmalarının üzerine konan Biden idaresi, enerjisini engin kaynaklarına sınırsız erişim arzuladığı Rusya’nın rejim değişikliği ve/veya parçalanması projesine adamıştı.

Ne ki Biden idaresi beklemediği yerden ‘gol yedi’. İsrail, bir günde 1200 vatandaşının öldüğü, onlarcasının kaçırıldığı ortamda hışımla Gazza savaşını başlattı. İsrail’in katliamları ve şehir savaşının yarattığı ağır sivil kayıplarını, ABD’nin dünyadaki medya hakimiyeti bile kaldıramadı. Yedi aylık sürede; ABD BM Güvenlik Konseyi’nde zora düştü, Filistin davası canlandı, İsrail ‘soykırım davalısı’ haline geldi.

Netanyahu yönetimi ise Refah operasyonuna girişme sinyallerinin Batılı müttefiklerde bile alarm yarattığı koşullarda 1 Nisan’da kumarını oynadı. Suriye’nin başkenti Şam’daki İran Büyükelçiliğinin konsolosluk binasını vurdu. Enkaza dönen binada ikisi general yedi İran subayı öldürüldü. Viyana sözleşmesi alenen ihlal edilmişken, Batı Bloku BM Güvenlik Konseyi’nden bir kınamayı bile engelledi.

Ne ki, İsrail’in ya İran’ın geçmişte ‘yanıtsız bıraktığı’ saldırılardan hareketle yahut her koşulda ABD’yi İran’la çatışmaya sokma hesabıyla yaptığı bu saldırı, benzersiz sonuçlar üretti.

İran, İsrail’i 13-14 Nisan’da göstere göstere doğrudan vurdu. ‘Gerçek Vaat’ adı verilen misillemede İHA ve balistik füzeler, 5 saatlik sürede dalgalar halinde fırlatıldı. İsrail’i çok katmanlı savunma sistemine eklenen ABD-Britanya-Fransa üçlüsü koruyabildi. Fakat bu ‘kalkan’, ABD’li kaynakların da teslim ettiği üzere 9, belki de fazla füzenin hedeflerine ulaşmasına engel olamadı. İsrail’in Nevatim ve Ramon askeri üsleri ile rivayet o ki Hermon Dağı’ndaki Mossad üssü vuruldu. 5 saatlik savunmanın İsrail ve müttefiklerine maliyeti 1.3 milyar dolar oldu.

Tahran, ‘görece eski sistemler kullandıklarını’ söyleyip, ‘yenileri de var’ mesajı verirken, İsrail ‘stratejik caydırıcılığını’ bir yıl geçmeden ikinci kez hedef alan bu misillemeye 20 Nisan’da yanıt verdi. Doğrusu İran’ın hesaplı biçimde sınırlandırılmış gövde gösterisini karşılamaktan uzak kaldı. Natanz nükleer tesisinin de bulunduğu İsfahan’daki askeri üssü hedef alan saldırıya dair ABD’li yetkililer Amerikan medyasını örgütledi. O medya ‘İsrail’in başarılı yanıtına’ dair haberler geçti.

İranlılar ise üç İHA’nın hava savunma sistemi tarafından vurulduğunu duyurdu. Ertesi günü İsrail İç Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir kendi saldırılarının ‘zayıf kaldığını’ X hesabından ifşa ederken, İran Dışişleri Bakanı Abdullahiyan ‘çocuk oyuncağı’ diye andığı İHA’larla verilen bu yanıtı ‘saldırıdan saymadıklarını’ söyledi.

Hakikaten uydu görüntüleri İsfahan’daki üste hasara işaret etmedi. Bu arada İsrail’e ait iki F-35’in Irak hava sahasından saldırı girişimine dair iddialar doğrulanmış değil. Bu krizden Tahran, nükleer tesislerinin hedef alınması halinde ‘barışçı nükleer doktrinini değiştireceği’ vurgusuyla çıktı.

Hesaplaşma boyunca CIA Başkanı William Burns’ün devrede olduğu, Umman’da İranlılarla konuştuğu belirtiliyor. Netanyahu’nun ise Biden ile görüşünce büyük ve sert yanıtı rafa kaldırdığı…

Her koşulda sonuç; sivil kayıplardan kaçınan İran’ın ‘stratejik caydırıcılık’ kapasitesini göğsünü gere gere sergilemesi olurken, İsrail üslerinde ‘çok az hasar olduğu’ anlatısı jeopolitik etkiyi kurtarmıyor.

Fakat Biden yönetiminin ‘realist’ tavrı dikkat çekici. Şüphesiz İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatarak seçim yılında petrol fiyatlarına tavan yaptıracağı bir çatışma işlerine gelmiyor. Kriz, Ortadoğu’daki kilit müttefikin zayıf görünmesi pahasına yönetildi. Tabii İsrail’in fırsat bulduğunda İran’ı hedef seçmesi hala beklenebilir. Hele Gazze çatışmasının ucu bucağı henüz görünmezken…

BIDEN’IN ASIL SAVAŞI

Krizle birlikte Batı’da İran’ın arkasında ‘Çin ve Rusya’nın olduğu’ analizleri sökün ederken, Biden ekibi asıl savaşlarına kolayca döndü. Aylardır Cumhuriyetçi partinin ‘önce Amerikacı’ kanadı güney sınırındaki göç kriziyle sınır güvenliğini talep ederek ayak diremekteyken, Temsilciler Meclisi’nin Başkanı Mike Johnson, yelkenleri indirdi. Sınır sorunlarını kenara koydu, İsrail için İncil pasajları okudu, ‘istihbaratı dinleyince Ukrayna için ikna olduğunu’ söyledi. Bush döneminden kalma “Xi, Putin ve İran şer ekseni” diye buyurdu.

Johnson’a Florida Mar-a-Lago’da görüştüğü Donald Trump’ın da onay vermesi çarpıcı. ‘Seçilirse 24 saatte Ukrayna savaşını bitirmekten’ söz eden Trump, liberallerin ‘Rusya casusu’ ithamlarına uğramıştı. Sonuçta Rusya Devlet Başkanı Putin’in “ABD’de kimin seçileceğinin kendileri için fark etmeyeceği” saptaması isabetle doğrulanmış oldu.

‘SAVAŞ PARTİSİNİN’ FONLARI

ABD Kongresi’nin onayladığı 95 milyar dolarlık askeri yardımın 61 milyar doları Kiev’e, 9 milyar doları insani yardım olmak üzere 26 milyar doları İsrail’e, 8 milyar doları ise Hint-Pasifik’e (Tayvan) ayrıldı.

ABD ve AB’nin bugüne kadar toplamda yaklaşık 200 milyar dolar fonladıkları Ukrayna için bu kez 61 milyar dolar kimseyi tatmin etmedi. Tüm Batı basını şimdiden ‘çok az çok geç’ diyor. Geçen yıl yaz taarruzu öncesi onca ‘mucize’ silah ve mühimmatın işe yaramamış olmasına rağmen ‘gecikme’ teması işleniyor. Fonlamanın adresi belli.

“Biz niye İsrail gibi korunmuyoruz” diye yakınan Zelenskiy aslında sadece 13.5 milyar dolar alacak. ABD’ye ait bir ‘şirket-devlet’ olarak zaten ödmeyeceği kredi şeklinde sunulan fonun yarısını başkan affedebilecek. Örneğin, 23.2 milyar doları ABD silah stoklarının yenilenmesi için; 11.3 milyar dolar bölgedeki ABD askeri operasyonları için kullanılacak. Ve paranın çoğu ABD askeri-sınai kompleksi ile başkanlık seçiminin kilit kararsız eyaletlerine gidecek. Patriotların üretildiği Arizona, Javelinlerin üretildiği Alabama, top mermilerinin üretildiği Pennsylvania, Ohio ve Texas…  (Askeri paketin içeriği için Brian Barletic’in The New Atlas kanalını öneririm.)

Askeri paketin en önemli unsuru 300 km menzilli ATACMS sistemleri. Donbass cephesinde durum Kiev’in aleyhine dönerken, Zelenskiy’nin ATACMS’lar dahil kimi deniz drone’larıyla Kırım Köprüsü’nü vurma şovu bekleniyor. Askeri uzmanlar, bunun sahada hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini söyleseler de…

Hedef açık; Kiev’in 5 Kasım başkanlık seçimine kadar ‘dayanması’. Artık Fransız askerlerinin çaktırmadan sahaya indiği gibi ABD’nin tıpkı Vietnam/Kore örneğindeki gibi danışmanlarını artırma kisvesi altında savaşa katılımı beklenebilir.

VASAL AVRUPA RAHAT BİR NEFES ALDI

‘ABD’siz savaşı biz karşılayamayız’ diye beyan etmiş Avrupalılar Kongre’nin Kiev’e yeni fonlamasından memnun. Macaristan ve Slovakya dışında ‘müzakere’ diyen zaten yok. Avrupalılar şimdi Rusya’nın sürekli imha ettiği hava savunma sistemlerinden ellerinde kalanları sunmak üzere seferber oldular.

NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg adeta ‘silah/mühimmat bizden, insan kaynağı sizden’ diye buyurmuşken, Kiev’in seferberlik yasası da çıktı. İlk sonucu Banderacı rejimin Avrupa’ya kaçan askerlik yaşındaki Ukraynalılar için konsolosluk hizmetlerine son vermesi oldu. ‘404’ şirket-devletin bu icraatının ‘insan hakları ve hukuku’ işine geldiği gibi yorumlamaya başlayan AB’nin itirazıyla karşılaşmasını beklemek gerçekçi değil.

Yıllardır güvenliğini NATO üzerinden ABD’ye havale edip ‘zenginliğine bakan’ Avrupa, ABD’nin dediğini yapmak zorunda. Yani halklarına ‘savaş pazarlaması’. Bu yüzden Donbass iç savaşında bombalanan Ruslar ve Rusça konuşan nüfusun görmezden gelinmesi ve ‘Putin bizi işgal edecek’ propagandası lazım. Bırakın Avrupa’yı, Ukrayna’nın batısındaki Lvov’la dahi ilgilenmeyen, 1989 öncesi Doğu Avrupa’nın başlarına açtığı dertleri anımsayan bir siyasi liderliğin bulunduğu Rusya’nın ‘Dunkirk sahillerine ulaşacağı’ yönünde fantastik bir tema sunuluyor. Kendine ‘analist’ diyenler, Rusya’nın NATO üyesi olup 5. Madde şemsiyesinde bulunan Baltık ülkelerine yahut Polonya’ya saldıracağını öne sürüyorlar. Haritaya şöyle bir bakmak 30 yıldır kimin nereye yayıldığını gösterirken…

RUSYA, ÇİN VE VARLIK HIRSIZLIĞI

Rusya’nın bu olup bitenlere şaşırdığı söylenemez. Ruslar, Donbass sahasında ilerlerken, ele geçirdikleri Batı’nın ‘mucize silahlarını’ 9 Mayıs Zafer Bayramı öncesinde Moskova’da sergilemekle meşguller. Özel askeri harekatı provokasyonlarla da ilgilenmeden bildikleri gibi sürdürüyorlar. Batı’da bahsi açılan ‘savaş ekonomisi’ onlar için geçerli görünmezken, IMF yaptırımlara rağmen Rusya ekonomisinin yüzde 3’ü aşan büyüme oranlarına atıf yapıyor.

Asıl kritik gelişme, 34 trilyon dolara ulaşan rekor borçlarıyla ilgili krizi çözmek yerine başkalarının rezervlerine el koyarak gelir elde etmeye odaklanan ABD’nin varlık çalma girişimi. Rusya’nın ABD’deki REPO yasası ile çalınabilecek 5 milyar dolarlık dondurulmuş varlığı var. 300 milyar dolara yakın asıl büyük meblağ ise başta Brüksel olmak üzere Avrupa’da. Avrupa Merkez Bankası Başkanı Lagarde dahil kimi finans uzmanları Rusya varlıklarına el koymanın ‘euro’ ve mali piyasalarda yaratacağı sıkıntılara işaret ediyorlar. Avrupa aylardır Rusya varlıklarının işletilmesinden elde edilen faizleri çalma yahut özel tahviller çıkarma tartışmalarıyla paraları Kiev’e aktarmanın ‘hukuki’ icat yollarını tartışıyor. Rusya da dava açmaya ve Rusya’daki Batılı varlıklara el koymaya hazırlanıyor.

Biden yönetiminin Avrupa ile birlikte tasarladığı bu aleni hırsızlığın Çin’le hesaplaşmayı etkilememesi, mali sistem açısından açık emsal teşkil etmesi kaçınılmaz. Kongre’nin ‘TikTok yasasının’ başka Çin şirketleri üzerinde ‘Demokles’in Kılıcı’na dönüşmesi işten bile değilken, Ukrayna’nın yanında Tayvan’ı da fonlayan neocon Biden yönetimi, Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ı Pekin’e göndererek ültimatomlarını da çektiler.

ABD kara birliklerinin geçen şubatta konuşlandığı Tayvan ve Hint-Pasifik’te ikinci bir Ukrayna olmak üzere kışkırtılan Filipinler eşliğinde ABD’de ‘savaşırsak Çin’i yeneriz’ temaları da belirdi. Bu koşullarda Putin’in mayıs ayındaki Pekin ziyareti, dünyayı hızla savaşa taşıyarak ‘mükemmel fırtına’ hazırlayan neocon’lara odaklı olacak. Blinken’ın Çin’e Çin’i tehdit etme ziyareti ve Pekin’in yanıtları ise bir sonraki yazıya…

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Ukrayna’nın yeni 60 milyar doları hazır… Trump’ın fikrini ne değiştirdi?

Yayınlanma

7 ay geçti… Amerikalı yetkililerin “ne kadar gerekiyorsa o kadar” cümlesi, yerini “yapabildiğimiz kadara” bıraktı. Netanyahu bahar alerjisi olsa destek paketi için sabaha karşı röpteşambırıyla koşa koşa gelip kongre sıralarında yerini alacak Amerikalı kongre üyeleri, konu Ukrayna’ya geldiğinde aynı heyecanı gösteremez hale gelmişti. En azından Cumhuriyetçilerin bir kısmı…

Bu malum grup, zamanla kongrenin kalanının epey gözüne batmaya başladı. “Putin’e can simidi oluyorsunuz” dediler. “ABD’nin düşmanlarından yanasınız” dediler. Muhtemelen “askeri endüstrinin karnı acıktı” da dediler ama onu sessiz söylediler. Ancak bu muhafazakâr fraksiyon, Nuh diyor peygamber demiyordu. Biden’la gelecek paketler için anlaşma yapacağını ima etmiş kendilerinden olan meclis sözcüsü Kevin McCarthy’i bile gözünün yaşına bakmadan kapının önüne koymuşlardı. Bu sırada zaman daralıyordu. Ukrayna’nın mühimmatı tükenme noktasına gelmiş, sahada her gün biraz daha geri çekilmeye başlamıştı.

CIA direktörü Burns acı reçeteyi verdi; “bu paket şimdi çıkmazsa Ukrayna 2025’i göremez”.

Bu malum grubun başı bildiğiniz üzere Donald J. Trump’tı. Popülist lider, Ukrayna’ya kayıtsız şartsız verilecek bu paraların sınır güvenliği ve altyapı ihtiyaçları gibi ABD’lileri doğrudan ilgilendirecek meselelere harcanması gerektiğini söylüyordu. Birçokları bu inadın kısa süreli olacağını düşündü. Pentagon, “yeni yıldan sonra Ukrayna mühimmat yokluğunu iyice hissetmeye başlar” demişti. O zaman bir şekilde aralık ayında bu iş çözülürdü değil mi?

Kongre toplantıları epey hararetli geçti. Cumhuriyetçiler sınır güvenliği için ekstra ödenek ve zenginlerden vergi kesintileri istiyordu. İkisi de Demokratların kabul edemeyeceği cinsten taleplerdi. Partisi içinde çokça kavga sonucu gelebilmiş yeni Cumhuriyetçi sözcü Mike Johnson, Biden’ın ayda bir ürettiği paketlere daha gözünü açmadan red damgasını vuruyordu.

Aralık ayı geçti, paketten ses çıkmadı. Şubat’a gelindiğinde Johnson hala yeni tekliflere “ölü doğdu” diyordu. Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski, artık şikayetinin tonunu yükseltmişti. Böyle giderse Rusya’nın yapacağı bir yaz taarruzunda ağır bir felaketle karşılaşılabilirdi.

İkna turları

4 yıllık Trump iktidarının rakiplerine öğrettiği bir şey varsa o da Trump’ın bir prensip adamı olmadığıydı. Gerekli şartlar oluşursa eski başkan her şeye ikna edilebilirdi. Önce İsrail meselesiyle başladılar. İsrail’e ve Ukrayna’ya desteği aynı pakete koydular. Ancak kimi kandırıyorlardı ki? İsrail’e desteğe hayır diyecek kaç cesur Demokrat çıkabilirdi? Tabii ki bu Ukrayna desteği karşılığında Cumhuriyetçileri “korkutacak” bir teklif olamazdı. Olmadı da zaten. İsrail’in desteği kongre masalarında pek kırışmadan Beyaz Saray’a ulaştı.

Sınır güvenliği konusu ise Demokratlar için tehlikeli bir maceraydı. Cumhuriyetçilere boyun eğmeleri kendi seçmenlerini üzebilirdi. Zaten İsrail meselesinde Müslümanların oyları kaybedilmişti, Biden bundan fazlasını göze alamazdı.

Artık ortaya çıkan görüntü Biden’ın Ukrayna planları için vahim bir tablo oluşturuyordu. Belli ki Trump’ın niyeti seçimlere kadar bu paketin onaylanması engellemekti. Böylece Biden, sırtında Ukrayna faciasıyla seçime girecek ve kesin olarak yenilecekti.

Sonra bir şey oldu. Önce Mike Johnson’ın dili değişti. Bir anda “Ukrayna’yı ortada bırakırsak neler olur” onu anlatmaya başladı. Meclisin radikal Trumpçısı olarak bilinen Marjorie Taylor Greene (MTG) “ihanetin” kokusunu alınca Johnson’a ultimatomu verdi, “McCarthy’i unutma, sakın ha!”

Ancak MTG’nin aksine Trump bu sefer farklı düşünüyordu. Eski Başkan, “hediye vermekten bıktık. Ukrayna’ya borç vermeyi düşünebiliriz” demişti. Bu yorum bize Trump’ın bir şekilde ikna edildiğini gösterse de yine de kulağa komik geliyordu. Savaş üçüncü yılına girerken Ukrayna’nın ekonomisi yerle bir olmuştu. Askerlerine maaş ödeyebilmek için Batı’dan her ay 8 milyar dolar ödenek alması gerekiyordu. Savaş bugün bitse, ülkenin yeniden inşası için 500 milyar dolara ihtiyaç vardı. Şartlarım böyleyken bir bankaya kredi başvurusunda bulunsam, muhtemelen bana da gülerlerdi. Ancak “Anlaşma Sanatı” isimli kitabın yazarı Donald Trump, bu duruma belli ki ikna olmuş.

Kimi kandırıyorum, tabii ki ikna olmadı. Ancak karşılığında bir şeyler kazanmış olsa gerek. Ama ne?

Trump ne ister?

Biden’ın ve Ukrayna desteğine sıcak bakan Cumhuriyetçilerin artık Trump’a rağmen bir şey yapılamayacağını anladıkları bir dönemdeyiz. Sevseler de sevmeseler de ikna etmek zorunda oldukları bir popülist figür var. Trump’ın ne isteyebileceğini anlamak için bir 5 yıl geri gitmemiz gerekiyor; 2019’da Trump’ın görevden azledilme tartışmalarını başlatan Ukrayna meselesine.

Biden’ın 2020 seçimlerinde aday olacağı konuşulurken Trump eski defterleri karıştırmaya başlamıştı. Meşhur oğul Biden’ın laptop hadisesini bilir misiniz? Hunter Biden, Ukrayna’da bir oligarkın enerji şirketinde çalışıyor ve şirket sahibinin peşindeki savcıdan kurtulmak için o dönemdeki başkan yardımcısı babasının (yani koca ABD’nin) gücünü kullanıyordu. İşte Trump, o dönemde bundan haberdardı ve seçimlerde Biden’ın yüzüne vurmak için planlar yapıyordu.

Bu sırada aynı bugünkü gibi Ukrayna’ya yardım paketleri kongrede bekliyordu. Desteğin boyutu çok daha ufaktı ve kamuoyu ilgisi üzerinde değildi. Ancak sadece Trump istemediği için paket onaylanmamıştı.

Zelenski’ye bir telefon açtı. “Çok adaletli bir savcınız vardı. Yazık olmuş ona” dedi. Zelenski’den Biden’ın peşinden koşacak bir savcı atamasını istedi. Kongrede beklettiği yardımı serbest bırakmasının tek yolu buydu. Olay büyüdü. Bu konuşmadan dolayı Trump’ın azledilme meselesi patlak verdi. Ancak bu bize Trump’ın böyle bir konumdayken ne isteyebileceğini söylüyordu.

Gelelim bugüne. Wall Street Journal, Trump’a bir ayda iki önemli ziyaretin yapıldığını yazdı. Biri, doğal olarak meclis sözcüsü Johnson, diğeri ise Polonya’nın eski Cumhurbaşkanı Andrzej Duda’ydı. Trumpgillerden olarak bilinen bir lider olan Duda, Trump’ın iyi de bir arkadaşıydı. Sağ popülistin dilinden sağ popülist anlar diye düşünmüş olacaklar ki böylesi bir görüşmeyi ayarladılar. Duda, Trump’a vaziyetin vahametini anlattı. Johnson ise daha etkili bir damar buldu.

Sahi, Trump “ben seçileyim, 1 günde barış getiririm” demişti. Ukrayna bugün yenilirse bunu nasıl yapacaktı? Ukrayna, en azından Trump koltuğa oturana kadar dayanmalıydı. Ne hikmetse CIA direktörü William Burns, çıkan paketin Ukrayna’yı 2025’e kadar hayatta tutacağını söyledi. Trump’ın kazandığı takdirde koltuğa oturuşu da ocak ayında olacak.

Unutmadan, bir de Trump’ın şu sıralar devam eden davaları var. Bu davalar sonucu kampanya için ayırdığı paranın tükenebileceği söyleniyor. Trump belki de hem maddi hasardan hem de seçim yolunun tıkanmasından korunmak için Ukrayna üzerinden anlaşma yoluna gitmiş olabilir.

Yani özetle, Trump’ı bugün popüler kılan izolasyoncu ve “Önce Amerikacı” bir ideoloji olsa da kendisi daha çok bireysel çıkarları üzerine politikalarını inşa ediyor. Trump’ın karşı çıkmadığı pakete 101 Cumhuriyetçi destek verirken 112’si hayır oyu verdi. Yani her şeye rağmen izolasyoncu kanat gerektiğinde Trump’ı bile dinlemiyor. Eski başkanın önem sırası şu şekilde; Önce Trump, sonra Amerika, duruma göre İsrail de araya sıkışabilir. İşin ironik tarafı, bu denklemde bile Amerika, Biden’ın önem sırasına kıyasla daha önde.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English