GÖRÜŞ
Hindistan’da ‘nüfus sayımı’ problemi
Yayınlanma
Yazar
Duygu Çağla BayramSavaşlar ve diğer krizler boyunca dahi Hindistan nüfus sayımına sadık kalan bir ülke olarak biliniyor(du); on yılda bir, yüz binlerce sayım görevlisi ülkedeki her evi ziyaret ederek, Evinizde kaç kişi yaşıyor? Evinizde kaç kişi çalışıyor, ne iş yapıyor, kaç kişi okuyor? Eviniz neyden yapıldı? Tuvaletiniz var mı? Arabanız var mı? İnternet bağlantınız var mı? vs. gibi soru listesi ile insanların işleri, aileleri, ekonomik durumları, göç statüleri ve sosyo-kültürel özellikleri gibi parametreler hakkında bilgi toplar. Bu veriler, Birlik devletlerine federal fon tahsis etmekten ve okullar inşa etmekten seçimler için seçim bölgesi sınırlarını çizmeye kadar her şey hakkında kararlar almak için kullanılır. Ancak günümüzde, hatta uzunca bir süredir, Hindistan nüfus sayımı yapmayan birkaç seçili ülke arasında yer alıyor; Hindistan’ın beraberindekiler işgal, iç savaş ya da ekonomik kriz yaşayan ülkeler. Başbakan Narendra Modi, yıllardır süren eleştirilerin ardından üçüncü döneminde artık önemli veri boşluklarını kapatmayı hedefliyor gibi görünüyor. Hindistan’ın 2021’de yapılması planlanan on yıllık nüfus sayımının eylül ayında başlaması ve yaklaşık 18 ayda tamamlanması bekleniyor. Ancak Birlik içişleri ve istatistik bakanlıkları, sonuçların Mart 2026’da açıklanacağını öngören bir zaman çizelgesi hazırlamış olsa da başbakanlık ofisinin henüz sürecin başlatılmasına resmi bir onay vermediğini de vurgulayalım. Hindistan’ın on yılda bir yapılan nüfus sayımının COVID-19 salgını başladığında 2020’de başlaması ve 2021’de tamamlanması gerekiyordu ancak salgın nedeni ile “süresiz olarak” ertelenmişti. Bu, 150 yıllık tarihinde on yılda bir yapılan nüfus sayımının ilk kez ertelenmesi durumudur.
Nüfus sayımının ötelenmesi basit bir durum gibi görülebilir, ancak nüfus sayımının olmamasının ciddi sonuçları olması kaçınılmazdır çünkü nüfus sayımı yalnızca bir ülkedeki insan sayısını saymak değildir, mikro düzeyde kararlar almak için gereken yaşamsal verileri sağlar. Birleşmiş Milletler’in geçen yıl yayınladığı bir rapora göre Hindistan, geçen yıl Çin’i geride bırakarak dünyanın en kalabalık ülkesi oldu. Milyonlar, hatta milyar ile ifade edilen insanı, bu insanları arasında hiyerarşik yapıya atıf yapan kast sistemi, çok çeşitli etnik, dini, dilsel, kentsel, kırsal, kabile toplulukları olan ve tüm bunlar ile beraber aynı zamanda ekonomik bağlamda da zengin ile fakir farkının uç noktalarda olduğu, ayrıca işsizliğin ve yoksulluğun da kayda değer bir varlığı bulunan Hindistan’da nüfus sayımı çok önemlidir. Nüfus sayımının gerçekleştirilmesindeki gecikme aynı zamanda diğer istatistiksel anketlerin doğruluğu üzerinde doğrudan etki eder. Bunlara ekonomik göstergeler, enflasyon oranları ve istihdam rakamları gibi önemli veri kümeleri dahil. Şu anda bu veri kümelerinin çoğu ve bunların sonuçlarına dayalı hükümet plan ve programları 2011’de yapılan son nüfus sayımından alınan verilere dayanıyor.
Dolayısıyla Hindistan’da güncel nüfus sayımı verilerinin eksikliği, Hindistan’ın Ulusal Örneklem Anketi (vatandaşların ekonomik yaşamının tüm yönleri hakkında bilgi toplayan bir dizi anket) ve Ulusal Aile Sağlığı Anketi (sağlık ve sosyal göstergelere ilişkin kapsamlı bir hanehalkı anketi) kalitesini etkilemesinin yanı sıra sağlık, demografi ve ekonomi ile ilgili yaşamsal veri setinin de gecikmesine neden oluyor. Bu gecikmenin doğrudan bir sonucunun, hükümetin yoksullara gıda, tahıl ve diğer temel ihtiyaçları ulaştırdığı Kamu Dağıtım Sistemi üzerinde olduğuna dikkat çekiliyor. Ki ülkede milyonlarca Hint, hükümetin gıda refahı programına güveniyor. Güncel rakamların eksikliği ve Modi hükümetinin 2021 nüfus sayımını yapmaması nedeni ile Hindistan’da yaklaşık 100 milyon kişinin Kamu Dağıtım Sistemi’nin dışında bırakıldığı belirtiliyor. Hint ekonomistler, 2021 nüfus sayımı hiç yapılmadığı için hükümetin ücretsiz gıda tayınından yararlanan vatandaşların sayısına işaret ile son nüfus sayımındaki 800 milyon rakamında takılıp kalınmasını talihsiz bir durum olarak niteliyor ve Hint yasalarına, Ulusal Gıda Güvenliği Yasası’na göre kentsel alanlardan yüzde 50 ve kırsal alanlardan yüzde 75’lik nüfusun Kamu Dağıtım Sistemi kapsamına alınması gerektiğine vurgu yapıyor.
Gıda güvenliğinin yanı sıra, Hindistan’da nüfus sayımı verilerinin eksikliği Mahatma Gandhi Ulusal Kırsal İstihdam Garanti Programı’nı da etkiliyor çünkü Birlik hükümetinin devletteki hane ve işçi sayısına göre her devlete fon tahsis etmesi gerekiyor. Birlik devletlerinin hükümetlerinin ayrıca güncellenmiş rakamların olmaması nedeni ile Planlanmış Kast / Planlanmış Kabile (SC/ST) topluluklarının geliştirilmesi, yaşlılık maaşı ve yoksullar için konut sağlamayı amaçlayan çeşitli planlara fon tahsis etmekte zorlandığı ifade ediliyor. Uygun yararlanıcıların refah programlarının dışında kalmamasını sağlamak için baskı altında olan bu hükümetler, kendi veri kümelerini oluşturmak için para harcamak zorunda kalıyor.
Birleşmiş Milletler’in geçen yılki raporuna göre Hindistan nüfusunun 1,5 milyara yakın olduğu tahmin ediliyor. Ülkede son nüfus sayımı 13 yıl önce, 2011 yılında yapılmıştı. Henüz 3 yıllık bir gecikme gibi görünüyor olabilir ancak sayımın eylül ayında başlaması söz konusu olsa dahi ortalama 18 ay süreceği de göz önüne alınırsa totalde 5 yıllık bir gecikme yaşanmış olacaktır ki henüz hala planlama sürecinde olduğunu ve sayım sürecinin resmi olarak onaylanmadığını da yeniden belirtelim. Artık sürecin başlatılması için Modi’nin ofisinden son onayın beklendiği görülüyor. Ve yeniden dikkat çekmek gerekirse Hindistan gibi bir ülkede nüfus sayımı verileri çok önemli çünkü demografik profildeki değişiklikleri, cinsiyet oranını, göçü, hanelerin ekonomik çeşitliliğini ve kentleşmenin kapsamını anlamaya yardımcı olur. Ayrıca, yoksulluk ve eşitsizliği tahmin etmek için herhangi bir örneklem anketinin temelini veya çerçevesini oluşturan nüfus sayımı verileridir.
Bununla beraber, Hindistan gibi bir ülkede nüfus sayımı özellikle son gelişmeler bağlamında çok tartışmalı bir hal aldı. Modi hükümeti, nüfus sayımı ile birlikte Ulusal Nüfus Kaydı’nı (NPR) güncellemek için bir nüfus araştırması yapacağını söylemiş ve bunun üzerine NPR’nin “şüpheli vatandaşların” Hint olduklarını kanıtlamaları için bir liste olacağı iddialarından hareketle Hindistan’ın 200 milyondan fazla Müslümanının hedef alındığı eleştirileri ülke çapında aylarca süren protestoları tetiklemiş ve tüm bunlar tartışmalı 2019 Vatandaşlık (Değişiklik) Yasası’nın (CAA) zemininde yaşanmıştı. Ayrıca bir süredir ülkede birkaç muhalefet ve bölge lideri de Birlik hükümetinin bir kast sayımı yapmasını talep ediyor, ancak bunun Hindu oylarında çatlaklara yol açabileceği ve bunun da iktidar partisi BJP’ye zarar verebileceği ve çeşitli gruplardan rezervasyon/kota taleplerini tetikleyebileceği tartışılıyor. Örneğin, Bihar’da yalnızca geçici bir önlem olabilecek, veri açığının bir kısmını kapatabilecek ve çeşitli göstergelere ışık tutabilecek bir kast sayımı yapılmıştı ancak beraberinde birtakım tartışmaları da getirmişti. Bu arada, “Hindistan’ın Bihar kast anketi ve kast sistemi” başlığını taşıyan 7 Ekim 2023 tarihli ayrıntılı bir yazım da başka bir mecrada bulunuyor ki ilgililer internet üzerinden kolaylıkla okuma sağlayabilirler.
İlginizi Çekebilir
-
Pakistan üst düzey güvenlik önlemleri ile ŞİÖ Zirvesi’ne hazırlanıyor
-
Türkiye’den Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’dan ithal edilen çeliğe ek vergi kararı
-
Sri Lanka’dan BRICS’e üyelik başvurusu
-
Samsung Hindistan’daki grev hükümetle görüşmelerin başarısız olmasının ardından devam ediyor
-
BRICS’ten küresel moda hamlesi: 50’den fazla ülke güçlerini birleştirdi
-
Hindistan Hava Kuvvetleri Komutanı savunma teknolojisinde Çin’i ‘yakalama’ çağrısı yaptı
GÖRÜŞ
Rusya-Ukrayna Savaşı ‘Afganlaştırma’dan ‘Filistinleştirme’ye doğru gidiyor
Yayınlanma
11 saat önce14/10/2024
Yazar
Ma Xiaolin9 Ekim’de Hırvatistan’da düzenlenen Ukrayna-Güneydoğu Avrupa Zirvesi’nde konuşan Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy, Ukrayna’nın önümüzdeki üç ay içerisinde “barış ve kalıcı istikrarı teşvik etme” fırsatına sahip olduğunu ve savaş alanındaki durumun Rusya ile olan çatışmayı en geç 2025 yılına kadar sona erdirmek üzere kararlı adımlar atılması için bir fırsat yarattığını söyledi. Ardından, İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya gibi NATO ve AB’nin dört ana üyesinden yardım ve destek talep etmek için lobi yapma çabalarını başlattı.
Bu, Zelenski’nin Rusya-Ukrayna savaşının patlak vermesinden bu yana verdiği en iyimser ve en belirgin zaman çerçevesine sahip barış mesajıydı. Açıkça, sadece planlanan ikinci Ukrayna sorunu “barış zirvesi”ne umut bağlamakla kalmayıp, aynı zamanda Kiev yönetiminin büyük tavizler verme yolunda kamuoyunu hazırlamaya çalıştığını da gösteriyor. Son dönemdeki birçok belirti, iki yıl sekiz ay süren, Rusya-Ukrayna doğrudan çatışmasının ve NATO’nun 32 üyesinin dolaylı olarak dahil olduğu bu savaşın, büyük güçlerin temel çıkarları ve ABD politikalarının belirsizliğiyle ilgili olarak barış yoluyla çözülme perspektifine girmeye başladığını gösteriyor. Bu durum, “Afganlaştırma”dan “Filistinleştirme”ye hızla dönüşme eğiliminde görünüyor, böylece savaşın tamamen kontrolden çıkıp gerçek bir “Üçüncü Dünya Savaşı”na dönüşmesi engellenmiş olur.
Askeri düzeyde, savaştaki zafer dengesi daha da net bir şekilde Rusya lehine dönmüş görünüyor. 3 Ekim’de, Rus ordusu, Ukrayna’nın yaklaşık 10 yıldır işlettiği ve savunduğu Donbas’taki büyük askeri üssü olan Ugledar’ı kontrol altına aldı. Bu bölge, Ukrayna’nın önemli lojistik destek ve ikmal merkezi, Ukrayna ordusunun güney ve doğu cephelerinde birleşim noktasıydı ve iki ordu arasında iki yıl süren bir ‘kıyma makinesi’ mücadelesine dönüşmüştü. Ugledar’ın kaybı, stratejik anlamda Mariupol ve Bakhmut gibi önemli savaş noktalarının el değiştirmesiyle eşdeğerdi.
Rusya, Ugledar’ı aldıktan sonra sadece Donbas bölgesinde ilerlemeyi kolaylaştırmakla kalmadı, aynı zamanda güneydeki kara bağlantılarını ve Kerç Boğazı’na giden demiryolu güvenliğini güçlendirebildi. Ukrayna ise doğu ve güneydeki önemli manevra alanlarını ve sağlam köprübaşlarını kaybetti, Kiev yönetimi ve halkı ise psikolojik, kamuoyu ve diplomatik açıdan bir dizi yenilgiyi daha fazla hissetmek zorunda kaldı.
Diplomatik düzeyde, ABD seçimleri, Ukrayna için olumsuz sinyaller vermeye başlıyor. Biden yönetimi, Ukrayna’ya sağlanan askeri yardımları giderek azaltıyor; ilk başlarda “Ukrayna’nın ihtiyacı neyse onu yapın” yaklaşımından, “ABD’nin yapabileceği kadarını yapın” yaklaşımına doğru kaymış durumda. Seçimi kazanma şansı yarı yarıya olan Cumhuriyetçiler, Ukrayna’ya destek vermekten sıkıldıklarını açıkça dile getiriyorlar ve Trump’ın seçilmesi durumunda, Biden’ın politikalarını tersine çevirip Ukrayna’yı terk edebileceği belirtiliyor. Hatta Harris yönetimi altında Demokratlar, Amerika’daki iç bölünmeleri ve halkın görüşlerini toparlama zorunluluğuyla Rusya-Ukrayna savaşını hızlandırmaya mecbur olabilirler. NATO-Avrupa kampında, savaşın uzamasıyla ilgili rahatsızlıklar artıyor; askeri teçhizat ve mühimmat stoklarının tükenmesi, ekonomik durumu zorlaştırıyor ve iki arada bir derede kalınan bir seçeneğe dönüşüyor: Savaş zamanına mı geçiş yapmalı, yoksa normal zaman ekonomisine mi devam edilmeli?
Bu durumun etkisi altında, Kiev’deki yetkililer giderek daha karamsar bir tabloya doğru ilerliyor. Bir yandan savaş alanında tutunmaya çalışırken, son bir çabayla Rusya’nın ana karasına karşı saldırmak için nafile bir girişimle stratejik rezervleri harekete geçirdiler ve hatta Rusya tarafından “sis bombası olarak gizlenmiş kimyasal silahların gizli kullanımı” ile suçlanıyorlar. Öte yandan, Ukrayna hükümeti Rusya ile müzakere etmeye istekli barış sinyalleri vermeye başladı.
Financial Times gazetesi 7 Ekim’de Kiev’in, Ukrayna’nın NATO’ya katılması ya da başka güvenlik garantileri elde etmesi karşılığında topraklarının bir kısmını Rusya’ya bırakma konusunda gizli görüşmeler yürüttüğünü bildirdi. Haberde şu ifadeler yer alıyordu: “Görüşmeler kapalı kapılar ardında yapılıyor. Söz konusu anlaşma uyarınca Moskova, işgal ettiği Ukrayna topraklarının yaklaşık beşte biri üzerinde fiili kontrolünü sürdürecek, geri kalanının ise NATO’ya katılmasına ya da benzer güvenlik garantileri almasına izin verilecek.”
Bu yılın mart sonunda, her zaman sert bir tutum sergileyen Zelenski, tutumunu açıkça zayıflattı, geri adım atarak, 1991 sınırlarını yeniden tesis edemeseler bile barış için müzakereleri kabul edebileceğini ifade etti. Aslında, Financial Times’ın son haberi yeni bir bilgi değil; bu, belki de savaşın başında iki tarafın genel olarak kararlaştırdığı bir anlaşma taslağı ya da ABD’nin çekilme planının özüdür.
Ağustos 2023’te Danimarka medyası, ABD CIA Direktörü Burns’ün savaşın sona ermesi karşılığında Ukrayna’nın topraklarının yüzde 16’sından vazgeçmesini sağlama olasılığını test etmek için Kiev’e gizli bir ziyaret gerçekleştirdiğini ortaya çıkardı ve 15 Ağustos’ta NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in genelkurmay başkanı, NATO’ya katılma lisansı karşılığında Ukrayna’nın topraklarının bir kısmını Rusya’ya bırakmasını açıkça önerdi.
Bu ve diğer gelişmeler, büyük güçlerin oyunlarının karmaşıklaştığını ve Rusya-Ukrayna savaşının sona erdirilmesi için düşünülen yeni stratejilerin, “Afganlaştırma”dan “Filistinleşme”ye geçişi hızlandırdığını gösteriyor. “Afganlaştırma” ve “Filistinleşme” terimleri, savaşın patlak vermesinin ardından benimsemiş olduğum akademik kavramsal yaklaşımlardır ve bu yaklaşımlar savaş alanındaki gelişmelerle de doğrulanmış durumda.
Öncelikle ABD, Ukrayna’yı “Afganistan’ın Avrupa versiyonu” olmaya zorluyor, Rusya’ya on yıl boyunca Afganistan’a gömülen ve çöküşünü hızlandıran Sovyetler Birliği’nin tarihi trajedisini yeniden yaşatmaya çalışıyor; Rusya ise Ukrayna üzerindeki ezici kapsamlı gücünü ve coğrafi avantajını Ukrayna’yı “Afganistan’ın Avrupa versiyonu” yapmak için kullanıyor, böylece rakiplerine stratejik kabusu yeniden yaşatmaya çalışıyor. Afganistan’da 20 yıl boyunca Taliban’ı fethedemediler ve nihayetinde birliklerini sıkıntı içinde geri çekmek zorunda kaldılar. Her iki taraf da “Afganistan’ın Avrupa versiyonu”nu kurgularken, eğer Rusya-Ukrayna savaşı “Afganlaştırma” yoluna girerse, bu, acımasız bir tüketim ve duraklama savaşı olur. Kısa vadede üç ila beş yıl, uzun vadede ise sekiz ila on yıl sürebilir. Bu senaryo, Sovyetler Birliği’nin ve ABD ile NATO’nun peş peşe iki Afgan savaşında yaşadıklarına benzer.
Diğer taraftan, Amerika Birleşik Devletleri ve NATO’nun Rusya ile Birinci ve İkinci Dünya Savaşı tarzı konvansiyonel bir dünya savaşı yapma niyetinde olmadığı açıktır, çünkü nükleer silahlar ve uzun menzilli atış araçları her iki tarafın da birbirini yok etmesine ve dünyayı yok etmesine izin vermek için yeterlidir. Çarlık Rusya’sından Sovyetler Birliği’ne kadar Ruslar, uzun bir savaş geçmişine sahip olup, sadece yenilgiyle toprak bırakmayı kabul etmişlerdir. Avrupa’daki küçük ülkeler, her zaman büyük güçlerin masasında müttefik veya kurban olarak kalmışlardır. Bu genel yargıya dayanarak, Rusya’nın büyük bir maliyetle kazanacağı ancak Ukrayna’nın tamamen kaybedeceği bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Rusya, Batı’yı kaybetmiş olsa da, Kırım’ı ve Ukrayna’nın güneydoğusundaki bazı bölgeleri kalıcı olarak ilhak edecek, geriye kalan Batı Ukrayna belki de NATO’ya katılacaktır. Sonrasında Rusya, ilhak ettiği toprakları “Ruslaştırmak” için her şeyi yapacaktır, Ukrayna milliyetçi direnişçileri ise uzun süre Rusya’yı taciz edecek ve kaybedilen toprakları yeniden alma çabasında olacaktır. Bu tablo nihayetinde Ukrayna’yı “Avrupa versiyonu Filistin” haline getirebilir: Önce büyük güç çıkarları yüzünden bölünecek, sonra durmaksızın bölünme, karşı bölünme, işgal ve karşı işgal, ilhak ve karşı ilhak gibi sürekli bir çatışma ortamına sürüklenebilir. Tıpkı 70 yılı aşkın süredir devam eden Filistin-İsrail çatışmasında olduğu gibi.
Başlangıçta ittifak stratejisini savunan ve Trump yönetimi tarafından ciddi şekilde zedelenen transatlantik ilişkiyi yeniden inşa etmeye çalışan Biden yönetimi, Rusya’nın 2021 sonunda NATO’nun doğuya doğru genişlemesini durdurma ve savunma hattını 1999 pozisyonuna çekme talebini reddetti ve Rusya’nın birlikleriyle askeri yollarla başa çıkmayacağını açıkça ilan ederek çaresiz Moskova yetkililerini ABD’nin alt akımlarına nüfuz etmeye ve kategorik olarak “özel bir askeri operasyon” başlatmaya teşvik etti. Sonrasında, Biden yönetimi, İngiltere aracılığıyla Ukrayna’ya baskı yaparak, Rusya-Ukrayna arasında varılmak üzere olan ateşkesi bozmuş ve NATO üyeleri üzerinden Ukrayna’ya destek sağlama sözünü vermişti. Bu destek, “ne kadar sürerse desteklemeye devam etme” sözüyle pekiştirilmişti.
Batı Avrupa ülkeleri, binlerce yıldır süregelen “Rusofobi” ile gerçekliğin “ürpertici etkisi” temelinde, birbirlerine yardım etme ihtiyacından hareketle, Rusya’nın Ukrayna’yı ilhak etme girişimini engellemek için Ukrayna’yı kararlı bir şekilde destekledi. Rusya’nın ilhak girişimlerini engellemek için Ukrayna’yı destekleyerek, toplam gücü kıyaslanabilir olan bu savaşı giderek kalıcı hale getirdi ve bir vekalet savaşına dönüştürdü. Biden yönetiminin ikili stratejik hedefi, uzun süredir stratejik bir rakip olan Rusya’yı tüketmek ve ‘pax Americana’yı, yani ABD tarzı dünya hegemonyasını sürdürmek için uzun vadeli ABD kontrolünden kurtulmaya ve stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve hatta askeri özerklik gerçekleştirmeye çalışan Avrupa Birliği’ni kontrol altına almaktır.
Ancak, politikacılar genellikle hızlı ve unutkandır, savaş başladı ve bir çıkmaza girdi, ister ABD ister Avrupalı ortaklar, geniş toprak alanı, nüfusu, güçlü ve kapsamlı ulusal karakteri olan Rusya’yı savaş alanında yenme olasılığının olmadığının derinden farkındadır. Ayrıca, hem ABD hem de Avrupa’nın bu savaştan ağır bir şekilde zarar görmesi ve nihayetinde Çin’in “güzel manzarası”yla yeni bir büyük güç oyununa zemin hazırlaması, Avrupa ve ABD için arzu edilmeyen bir durumdur. Büyük güç oyununun yeni modeli, eğer Rusya-Ukrayna savaşının ‘Afganlaştırılması’ndan kaçınırsa, o zaman bu çatışma ‘Filistinleştirme’ ile sonuçlanacaktır.
Özellikle Rusya, ilk yarım yıl süren başarısızlık ve zorlanma döneminden sonra savaşın derslerini alarak, zafer için stratejik kontrolü hızla ele geçirmeye başlamıştır. 2025 yılı itibariyle savunma harcamalarını %25 artırmayı, 133 bin kişilik bir askeri seferberlik planı başlatmayı, aktif askeri personel sayısını 1,5 milyona çıkarmayı ve askeri üretim kapasitesini ciddi şekilde artırmayı planlamaktadır. Ayrıca, günlük yaklaşık 10.000 top mermisi atışı yapabilme kapasitesine ulaşmış, insansız hava aracı üretimi altı kat artırılmış ve hipersonik füzelerin envanteri büyük ölçüde genişletilmiştir.
Kısacası, Rusya-Ukrayna savaşının üzerinden üç buçuk yıl geçmesine rağmen NATO, Ukrayna’ya saldırı silahları sağlamak için Rusya’nın “kırmızı çizgisini” çiğnemeye devam ediyor ve hatta Ukrayna’nın Rusya’nın anakarasına yönelik karşı saldırılarına göz yumuyor; Rusya rakiplerini caydırmak için giderek daha fazla askeri ve hatta nükleer silah kullanıyor ve savaş durumu sarmal bir yükseliş eğilimi gösteriyor. Savaş devam ederse, kontrolden çıkıp ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nı tetiklemese bile, bu durum ABD ve NATO için Vietnam Savaşı, Afganistan’daki savaş ve nihayetinde kan parası gibi benzer yaraların yeniden açılmasına neden olacaktır.
Savaş barışın ölümcül düşmanıdır, ancak savaştan geçmeyen barışın kıymetini bilemez, ölüm ve yıkım ne kadar yakınsa barışa ulaşmak o kadar kolay olur, ki bu, Çin’de sıkça söylenen “ölümle yüzleşene kadar yenilgiyi reddetmek” deyiminin bir yansımasıdır.
“Afganlaştırma” çatışmanın tüm tarafları için kesinlikle bir trajedidir, ancak ‘Filistinleştirme’ Avrupa’ya ve dünyaya barış getirebilir mi? Bu krizlere ve çatışmalara yol açanların, tarihsel sorumluluklarını ve kamuoyunun eleştirilerini üstlenmesi gerekmez mi?
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
İlber Vasfi Sel
Rusya Federasyonu’nun, dünya sahnesinde politik, diplomatik ve ekonomik olarak bir süper güç olduğu herkesin malumu. Öte yandan kültür, sanat ve spor alanındaki büyüklüğüne de kimse karşı çıkmaz sanırım.
Tam da bu bağlamda büyük gelişmeler yaşanıyor. Rusya Federasyonu’na bağlı Başkurtistan Cumhuriyeti’nin Başkenti Ufa’da 17 ile 19 Ekim tarihleri arasında 12. Uluslararası “Rusya – Bir Spor Gücü” Forum’u düzenlenecek.
Başkurtistan Cumhuriyeti’nin başında bulunan ve ülkemizin saygın eğitim kurumlarından Bilkent Üniversitesi’nden mezun Radi Habirov, ilgili etkinlik hakkında basın mensuplarına açıklamalarda bulundu. Habirov: “… Rusya’nın önde gelen spor bölgelerinden biri olan Başkurtistan, uzun yıllardır büyük yarışmalara başarıyla ev sahipliği yapıyor. Başkurtistan Cumhuriyeti, Dünya Gençler Güreş Şampiyonası, İşitme Engelliler Yaz Olimpiyat Oyunları ve Ulusal ve Olimpiyatdışı Sporların Birinci Uluslararası Oyunları olan Avrasya Oyunları’na ev sahipliği yaptı…”
Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin, daha fazla Rus vatandaşını spora dahil etmek ve sporcuların rekabetçi aktivitesini artırmak için bir dizi resmi devlet programını başlattı. Bu kapsamda değerlendirilen ilgili forum programında yuvarlak masa toplantıları, genel oturumlar, konferanslar, seminerler ve tartışma programları yer alacak.
Ek olarak çeşitli tiyatro gösterileri, sergiler ve eğlence programları da dahil olmak üzere 15 farklı kültürel etkinliğin de düzenlenmesi planlanıyor. Katılımcılar ayrıca güvenlik, sağlık ve iletişim konularını da tartışacaklar.
Sporun popülerleştirilmesinin önemi, Türkiye’de de anlaşılıyor. Bu yaz gerçekleştirilen 2024 Paris Olimpiyatları’nın en parlak sembollerinden birisi Türk atıcı Yusuf Dikeç’ti. Dikeç, kendi alanındaki alışılmadık yaklaşımıyla herkesin dikkatini çekti. Kulaklık ve özel gözlükler olmadan atış poligonuna giden Dikeç’in eli cebindeki atışları artık herkes tarafından biliniyor. Rakiplerinin aksine bir stilde yaptığı atış sonrası Türkiye, Olimpiyatlarda bir madalya daha kazandı.
Herkesin malumu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da gençlik yıllarında aktif olarak futbolla ilgilendi. Bu nedenle sporun gelişimi de Cumhurbaşkanının özel ilgi alanlarından biri olmaya devam ediyor. Alman Milli Futbol Takımı’nın efsane isimlerinden biri olan Türk kökenli futbolcu Mesut Özil’in Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ilişkisi ve samimiyeti de biliniyor. Buna ek olarak sosyal medya ve konvansiyonel medyada sıklıkla Erdoğan’ı ilerleyen yaşına rağmen basketbol oynarken görüyoruz.
Sporun gelişmesinin toplum sağlığını güçlendirdiği ve uluslararası arenada ülkenin imajı açısından oldukça önemli olduğu gerçeğini tartışmak anlamsız. Antik çağlardan bu yana spor müsabakaları, uluslararası ilişkilerin güçlü bir enstrümanı olarak kullanılıyor. Şehir devletleri arasındaki çatışmalar genellikle savaşçıların Olimpiyat Oyunlarına katılımı uğruna sona ererdi.
O zamandan beri yerküre üzerinde gerçekleşen tüm siyasi süreçlerin bugün daha da karmaşık hale geldiğini söyleyebiliriz. Ancak buna rağmen bugün sporun sahip olduğu önemli kültürel ve insani işlevini yok sayamayız. En iyilerin en iyileri arasındaki müsabakalar izleyenleri cezbediyor ve şu çalkantılı zamanlarımızda hepimize olumlu birer gündem oluşturuyor.
İşte gelecek günlerde Ufa’da tertip edilecek olan 12. Uluslararası “Rusya – Bir Spor Gücü” Forumu, uluslararası spor adına yeni yarışma formatları oluşturmak konusunda alanında küresel çapta uzmanlıkları bulunanlar için benzersiz bir fırsat sunuyor. Etkinliğin en önemli kısmı ise Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in de şahsi katılımı gibi görünüyor. Ufa’daki bu etkinliğin uluslararası spor adına yeni bir dönüm noktası yaratması ve bir başlangıç olması bekleniyor.
GÖRÜŞ
İran misillemesi şaka değildi: Artık her şey olabilir
Yayınlanma
4 gün önce11/10/2024
Yazar
Hasan Ünalİran’ın beklenen misillemesi 1 Ekim günü beklenmedik bir şekil ve içerikle geldi. Türk medyasının ve özellikle siyasal/selefi İslamcıların alay ederek ciddiye almadıkları, adeta dalga geçtikleri misillemede İran İsrail’i Fettah adını verdiği hipersonik füzelerle vurdu. Bu yazının kaleme alındığı an itibariyle gerek Amerikan ve Batı basını gerekse İsrail Tahran’ın misillemesinin İsrail’e ciddi zarar verdiği konusunda hemfikir görünüyorlardı.
SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILARI MEMNUN ETMEK MÜMKÜN DEĞİL
Türkiye’de ise durum farklı. Özellikle siyasal/selefi İslamcılar hala her şeyin Tahran ile Tel Aviv arasındaki bir danışıklı dövüş olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Orta Çağ mezhepçiliğinin yüzyılımızda o zamandan hiç de az olmayacak derecede etkin olabildiğini görmek gerçekten çok şaşırtıcı. Hamas için yanıp tutuşuyor gibi görünen bu mezhepçi siyasal/selefi İslamcı gruplar kullandıkları ifadelerde Hamas liderlerinden İsmail Heniye için şehit olarak bahsetmeye özen gösterirken Hizbullah lideri Nasrallah’ın adını ya anmamayı veya en kibarından öldürüldüğünü veya ‘elimine edildiğini’ söylemeyi tercih ediyorlar.
Hatta pek çok siyasal/selefi İslamcı Nasrallah için ‘Müslüman katili’ demeye varacak kadar ağır ifadelerden sakınmıyorlar. Aynı çevrelere göre Tahran’ın misillemesi laf ve propagandadan ibaret ve aslında İran içi boş füzeleri fırlatarak İsrail’e yardım ediyor; çünkü yaptıklarına meşruiyet kazandırıyor ve bu devletin önünü açıyor.
Uluslararası ilişkiler tahlilleri açısından tam bir kafa karışıklığının yansıması olarak değerlendirebileceğimiz bu çarpık düşüncelerin normalde hiçbir değeri yok; ama bu hezeyanvari laf kalabalığının gözleri önünde örneğin Hamas ile Hizbullah’ın yakın işbirliği içinde olduğunu dahi görmemesi inanılmaz bir durum. Örneğin şehit sıfatı verdikleri Heniye’nin Tahran yani İran yönetimiyle yakın bir işbirliği yürüttüğünü görmezden gelmeleri gibi… İran’ın misillemesi konusunda Atatürkçülüğü sadece kıyafet ve yiyip-içme laikliği olarak gören/anlayan bir grubun da İran’ın ‘başarılı’ olmasından/görülmesinden memnun olmadıkları hatta rahatsızlık duydukları sonucunu çıkarmak mümkün.
İSRAİL’İN YENİLMEZLİK ALGISI BÜYÜK DARBELER ALIYOR
Bu ideolojik ve kafası karışık grupları bir kenara bırakacak olursak, olayları yalın bir gözle takip eden herkesin ilk gördüğü şey İsrail’in yenilmezlik algısının hızla yıpranması olsa gerek. Bir güvenlik devleti olan İsrail’in toprakları bugüne kadar neredeyse hiç bombalanmamıştı. Örneğin Hayfa veya Tel Aviv gibi önemli şehir merkezleri… İsrail her zaman çatışmalar/savaşlar içinde olur, silahlı kuvvetlerini sıklıkla kullanır ama her defasında karşı tarafları topraklarından sürerek atar ve elde ettiği yerlere de yeni yerleşimciler yerleştirirdi. Araplar mülteci olurlar, komşu ülkelerde önce çadırlarda ve sonra onlara yapılan kamplarda perişan bir şekilde yaşarlar ve böylece nesiller boyu mülteciler olarak hayata tutunmaya çalışırlardı.
Oysa şimdi ilk defa İsrail vatandaşları kendi evlerini terk ederek güvenli bölgelere kaçmak zorunda kaldılar. Önce 7 Ekim 2023 Hamas saldırısının hemen ardından başlayan çatışmalar ve İsrail güçlerinin gerçekleştirdiği soykırım sırasında Gazze’ye komşu yerleşim yerlerinde yaşayan İsrailliler hızla kendi bölgelerinden tahliye edilerek daha güvenli bölgelere nakledilmişlerdi. Hizbullah ile başlayan çatışmalar sonucunda ise İsrail’in resmi açıklamalarına göre altmış bin kişi güvenli olmayan kuzey bölgelerinden hızla tahliye edildiler. Hizbullah’ın son iki haftadır İsrail’e karşı giriştiği etkili füze yağmurlarında yavaş yavaş yerleşim yerlerini de vurmaya başlaması bu rakamları daha da yukarılara itmiş olabilir.
Bütün bunlar şunu gösteriyor: İsrail toprakları artık güvenli değil. Oysa koca koca Arap devletlerine karşı giriştiği büyük savaşlarda İsrail onların hava kuvvetlerini havalanmadan etkisiz hale getirip (1967, Altı Gün Savaşı) sonra da başkentleri başta olmak üzere bütün yerleşim yerlerini hava bombardımanına tabi tutabilmişti. Şimdilerde bu algının neredeyse toptan yok olması İsrail’i en zayıf noktasından vurabilir; insan kaynağı eksikliği.
Gazze’de 7 Ekim Hamas saldırısı ile başlayan çatışmalardan bu yana ciddi sayıda İsrail vatandaşının ülkeyi terk etmiş olduğu anlaşılıyor. Meselenin bir başka tarafı da İsrail’e Yahudi göçü yıllar içinde zaten azalmış olsa da bunu iyice azaltıp tamamen durdurabilir; çünkü güvenli olmayan bir bölgeye/ülkeye insanlar canları pahasına gidip yerleşmezler, hatta tam tersine oradan kaçarlar.
Bölgesel politikalar ve algılar açısından da İsrail ciddi bir darbe yemiş durumda. Şöyle ki, Hamas’a karşı yürüttüğü mücadelede savaş amaçlarının (Rehineleri kurtarmak, Hamas’ı tamamen yok etmek vd.) hiçbirisine ulaşamazken sadece sivilleri topluca katletmek suretiyle bir soykırım yapmış olması öte yandan Hizbullah ve İran’a karşı ciddi bir askeri başarı kazanamaması İsrail’in yenilmezliği algısının yok olmasına giden süreci hızlandırıyor. Tereyağından kıl çeker gibi operasyon yapan (Entebbe operasyonu gibi) bir İsrail algısı hızla ortadan kalkıyor.
Örneğin bugüne kadar Hizbullah’a karşı giriştiği hiçbir savaşta zaten başarılı olamayıp sonuçta geri çekilmek zorunda kalan İsrail 17 Eylül’den bu yana Hizbullah’a karşı müthiş psikolojik operasyonlar yapmış (çağrı cihazları ve telsizlerin patlatılması, Nasrallah dahil lider kadrosunun öldürülmesi gibi) olmakla birlikte alanda başarılı görünmüyor. Örneğin Lübnan’a daha doğrusu Hizbullah’a yönelik kara savaşı kelimenin tam anlamıyla başarısız durumda. Şu ana kadar düzenlediği bütün komanda operasyonları Hizbullah tarafından püskürtüldüğü gibi İsrail’in askeri ve toplumsal olarak kaldıramayacağı büyük kayıplara sebep oluyor.
Hizbullah’a karşı Lübnanlı diğer grupları özellikle Hristiyanları kışkırtma girişimleri de şu an itibariyle sonuç vermiş veya verecekmiş gibi görünmüyor. İsrail’in sıklıkla başvurduğu bu yöntem 2006’da da sonuçsuz kalmıştı. O günden bu yana özellikle Suriye savaşında yaşananlar, Hizbullah’ın savaşa aktif bir şekilde katılarak Suriye yönetiminin ayakta kalmasına yardımcı olması bir manada Hristiyan nüfusu da IŞİD ve benzeri cihatçı terör örgütlerinden kurtarmış oldu. Dolayısıyla İsrail bugünlerde aynı kartı oynayarak Hizbullah’ı bir Lübnan iç savaşına çekmek için ciddi gayretler sarf etmesine rağmen başarılı olamayabileceğine işaret ediyor.
İRAN’IN FÜZE SALDIRISI
İran’ın 1 Ekim günü 180 ila 250 füze fırlatarak İsrail’in önemli hava alanlarını, Mossad karargahını vd. ve önemli hedeflerini vurması Hizbullah ve Direniş Ekseni güçlerine büyük moral verirken İsrail’i de büyük bir ev ödevi ile karşı karşıya bıraktı. İran’ın kağıttan kaplan olmadığı ve elindeki hipersonik füze stoklarıyla İsrail’e büyük zararlar verebileceği ortaya çıktı. Geçtiğimiz hafta Kavir çölünde İran’ın bir nükleer bomba denemesi yaptığı haberleri de İsrail açısından üzerinde dikkatle düşünmesi gereken başlık bir daha oluşturmuş gibi duruyor.
Öncelikle İran’ın hipersonik füzeler yapabilmiş olması kendisi açısından büyük bir başarı. En başarılı modelleri Rusya tarafından geliştirilen (Sarmat, Kinjal vd.) ve Çin’in de güçlü modellerini geliştirdiği bu füze türlerini İran da yapmış görünüyor. Batı dünyasında henüz test aşamasında kalan bu çok süratli füzelerden büyük bir stok oluşturmuş durumdaki İran’a karşı yapılacak bir misilleme kolay olmayacaktır; çünkü İsrail’in Jericho III füzeleriyle yapacağı saldırılara İran misliyle karşılık verebilir ve bu defa daha güçlü savaş başlıklarıyla göndereceği füzelerle örneğin bütün havaalanlarını yerle bir edebilir. İsrail’in nükleer silah kullanma tehdidine aynı şekilde karşılık verebilir. Türkiye’nin iki misli yüzölçümüne sahip İran’ın bütün bu açılardan İsrail’e karşı oldukça avantajlı olacağını söylemeye bile gerek yok gibi.
AMERİKA DEVREYE GİRMEDEN İSRAİL FAZLA BİR ŞEY YAPAMAZ
İsrail’in Amerika tam olarak devreye girmeden İran’a karşı öldürücü darbeler vurabilmesi hemen hemen imkansız gibi. Birbirinden yaklaşık olarak iki bin kilometre uzaklıktaki iki ülke arasında zaten doğru dürüst bir savaş da olamaz. Kara ve deniz kuvvetlerinin hemen hemen hiç işe yaramayacağı ve İsrail’in güçlü yanı olan hava kuvvetlerinin kolaylıkla operasyon yapamayacağı bir savaş…
Örneğin İsrail hava kuvvetleri tanker uçaklarıyla harekete geçse, bunu anında Rusya gelişmiş radarlarıyla tespit ederek İran’a bildirecektir. İsrail hava kuvvetleri İran’a varmadan en az yarım saat önce İran’ın hipersonik füzeleri İsrail’i bu defa feci şekilde vurup, operasyondaki uçaklara dönüşte ineceği hava alanı bırakmayabilir. Kaldı o kadar uzun bir mesafeyi kat ederek İran’a ulaşacak İsrail uçaklarının hiçbir hava savunmasıyla karşılaşmadan işlerini görüp geri dönecekleri beklenmemelidir. Kısacası Amerika savaşa tam olarak katılmadan İsrail’in mevcut şartlarda İran’a ciddi darbeler vurması beklenmemelidir. Psikolojik ve kısmen de askeri değeri olan suikastler vb. operasyonlara devam etmesi mevcut dengeyi büyük ölçüde değiştirmeyebilir.
Rejim değiştirme amaçlı savaşlardan istediğini alamayan, sadece girdiği ülkeleri yakıp yıkan ve milyonlarca insanı öldüren/ölümüne sebep olan Amerika’nın İran gibi güçlü bir devlete karşı savaşı hem de çok kutuplu bir dünyada göze alması düşünülemez. Bu tür savaşlar Amerikan kamuoyundan destek görmezken, rakibin İran olması da ayrıca düşündürücü olacaktır.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen yenilmezlik efsanesi büyük yara almış olan İsrail’in İran’a karşı hiçbir şey yapmadan yediği darbeleri sineye çekmesini beklemek de çok gerçekçi olmayabilir. Seçimlere kadar mevcut Demokrat yönetimden tam destek alması zor görünüyor. Sonrasında tam destek yine kolay olmayabilir. Sınırlı bir operasyon bu durumda daha mantıklı görünüyor ki, savaş istemeyen ve zamanın kendi lehlerine olduğunu düşünen İran ve Direniş Ekseni açısından da böyle bir durum kabullenilebilir; ancak Hizbullah-İsrail savaşının nasıl sona ereceğini öngörmek pek kolay değil.
Pakistan üst düzey güvenlik önlemleri ile ŞİÖ Zirvesi’ne hazırlanıyor
Trump: Seçim günü düzeni korumak için ordu kullanılabilir
Rusya, BRICS için ABD hegemonyasına karşı alternatif ödeme sistemi önerdi
Almanya’dan Ukrayna’ya ağır silah yardımına ret
S&P, daha fazla gelişmekte olan ülkenin temerrüde düşmesini bekliyor
Çok Okunanlar
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Stephen Walt: Netanyahu, Irak’ı işgal eden George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Türk medyası Hizbullah’ı ‘bitirdi’: Ukrayna savaşının başında Rusya’yı da ‘bitirmişti’
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Haaretz: İran’ın benzeri görülmemiş saldırısının ardından İsrail bölgesel bir savaşın içinde
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
“Şok ve dehşet” zafer demek değil
-
RUSYA2 hafta önce
Ukrayna, Ugledar’ı kaybediyor: Savaşın seyri nasıl değişecek?
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Lübnan, Rusya’dan diplomatik yardım talep etti
-
ORTADOĞU2 hafta önce
İsrail ordusu, Lübnan sınırında 8 askerinin öldüğünü duyurdu
-
AVRUPA2 hafta önce
Polonya’da Ukrayna lejyonu kurma planları başarısız oldu