GÖRÜŞ
İran’ın Trump Sınavı
Yayınlanma
Yazar
Masoud Sadr
Beklendiği gibi Trump’ın iktidara gelmesiyle birlikte İran ve ABD arasındaki ilişkilerin geleceği ve bu iki ülkenin ilişkilerinde nasıl bir değişiklik olacağı konusu, İran’ın siyasi tartışmalarında gündemin ana maddesi haline geldi. Son iki hafta içinde, Farsça dijital medyada, İranlı siyasetçiler arasında ve İran’ın resmi medyasında Trump’ın iktidara gelmesine yönelik Tahran’ın yaklaşımı, sürekli tartışılan bir mesele haline gelmiştir.
Trump’ın İktidara Gelişine İkili Bakış
Genel olarak Tahran’da Trump’ın iktidara gelmesine yönelik iki farklı bakış açısı bulunmaktadır:
1. Trump’ın Gelişini Bir Fırsat Olarak Gören Yaklaşım
Bu bakış açısına göre, Trump’ın iktidara gelişi Tahran için bir fırsattır. Trump, ikinci dönem başkanlığında temel değişiklikler yaparak kendisini ABD’de tarih yazan bir figür olarak öne çıkarmayı hedeflemektedir. Bu bağlamda, İran ile olan ilişkilerin çözülmesi ve son 45 yıllık krizde yeni bir tarih yazılması Trump için önemli bir konu olabilir. Ayrıca Trump, başarıya ulaşmak için gerekli esnekliği göstermeye hazır olduğunu ortaya koymuştur. Politik davranışlarının temelinde başarıya olan güveni yatmaktadır. Bu nedenle Tahran, Trump’ın iktidarını bir fırsat olarak kabul etmeli ve karşılıklı siyasi başarı ya da kazan-kazan temelli bir oyun için gerekli zemini hazırlamalıdır.
2. Trump’a Güvensizlik Duymaya Dayalı Yaklaşım
Buna karşılık, ikinci bakış açısı Trump’ın son derece güvenilmez bir kişi olduğunu savunmaktadır. ABD’de Siyonist lobisinin Trump üzerindeki etkisi oldukça yüksektir ve doğal olarak İsrail ve ABD’deki Siyonist lobisi, Trump’ın İran’a önemli bir taviz vermesine izin vermeyecektir. Trump’ın yakın çevresindeki bir numaralı ekip, son haftalarda İran ile gerilimi azaltmaya yönelik herhangi bir olumlu sinyal vermemiştir ve sürekli tehditkâr ve aşağılayıcı bir dil kullanmıştır. Trump’ın ekibi, İran’ın General Kasım Süleymani’nin suikastı ve ardından İranlı yetkililere yönelik suikastlar gibi olaylara verdiği tepkilerin, İran’ın sert darbelere karşılık verme kapasitesine sahip olmadığını ve öngörülebilir bir davranış sergilemekten başka bir seçeneği olmadığını gösterdiğine inanmaktadır. Bu nedenle İran’a maksimum baskı politikası uygulanması gerektiği ve İran’ın 1979 Devrimi’nin anti-emperyalist söylemlerini ve Rusya ve Çin gibi ülkelerle Batı dışı bir blok oluşturma yönündeki çabalarını engellemenin şart olduğu savunulmaktadır.
Trump ve ekibinin söylem ve davranışlarına dikkat ettiğimizde, her iki grubun da kendi argümanlarının doğruluğunu destekleyen önemli kanıtlar ve gerekçelere sahip olduğunu görebiliriz. Trump, son iki ayda mevcut krizleri çözme konusundaki güçlü istekliliğini açıkça göstermiştir. Kendisini krizleri sona erdiren bir lider olarak tarihe geçirme arzusundadır. Doğal olarak, İran-ABD ilişkilerindeki kriz de bu kategoride yer alır ve bir miktar esneklikle kayda değer sonuçlar elde edilebilir. Ancak, Trump’ın çevresindekilerin İran’a yönelik sert söylemleri, İran’ın nükleer ve altyapı tesislerine saldırı vurguları ve İsrail’in Trump’ın kararları üzerindeki yüksek etkisi de Trump’ın davranışlarına dair dikkate değer gerçekler arasında yer almaktadır.
İran’daki mevcut siyasi ikiliği Trump’a karşı nasıl bir tutum sergileneceği açısından farklı bir dil kullanarak tanımlarsak, şöyle ifade edebiliriz: Bir grup, ABD’nin Orta Doğu meselesini çözme konusundaki kararlılığının ciddi olduğuna inanıyor ve bu süreçte İran’ın kilit bir rol oynayacağını düşünüyor. ABD, Çin’in artan gücüne karşı Orta Doğu’da ciddi bir bariyer oluşturmak istiyor. Bu nedenle, ABD’nin İran’ın Orta Doğu’daki anti-Amerikan davranışlarını sürdürmesine izin vermeyeceği düşünülüyor. Bu bağlamda, ABD’ye direnmenin ve onunla doğrudan yüzleşmenin yalnızca İran’a daha fazla maliyet getireceği ifade ediliyor. Bu yüzden, İran’ın ciddi, kapsamlı ve barışçıl bir sonuca ulaşmayı hedefleyen bir müzakereye hazırlanması gerektiği savunuluyor.
Ancak diğer grup, ABD’nin İran’a uyguladığı baskının belirli bir sınırda kalacağına inanıyor. ABD’nin İran’ın askeri ve ekonomik altyapısına yönelik bir saldırının beklenmedik maliyetleri nedeniyle İran’a karşı ciddi bir askeri eyleme giriş(e)meyeceği görüşünü savunuyorlar. Bu nedenle, zamanın İran’ın lehine işleyeceğini ifade ediyorlar.
Belirsizlik Politikası
Yukarıdaki ikili durumun sebebi, Trump’ın izlediği “belirsizlik politikası” olarak değerlendirilebilir. Trump ve ekibi, son haftalarda İran’a yönelik diplomasi ve müzakere ile savaş ve askeri müdahale seçenekleri arasında zikzak çizen bir söylemi eş zamanlı olarak yürütmektedir. Trump, diplomatik ve savaş yanlısı söylemleri bir arada kullanarak İran’a baskı yapmaya çalışmaktadır.
Washington’ın, İran’ın son yirmi yılın en zayıf stratejik durumlarından birinde bulunduğu sonucuna vardığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle, İran’a karşı sert eylemlerde bulunmanın maliyetinin on yıl öncesine kıyasla çok daha düşük olacağı düşünülmektedir. Dolayısıyla Trump, diplomasi seçeneğini askeri müdahale seçeneğine tercih etmek için zorunlu bir neden görmemektedir. Orta Doğu’nun siyasi atmosferinde, diplomasi ile askeri eylemler arasındaki sınırın giderek daha kırılgan hale geldiği vurgulanmalıdır. Çeşitli aktörler, beklenmedik bir şekilde siyasi bir fazdan askeri bir faza geçiş yapabilirler (örneğin, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik tutumu gibi).
Trump’ın İran’a karşı belirlediği yol haritasındaki belirsizlik ve öngörülemezlik, özellikle ABD’nin güçlü bir konumda olduğu ve İran’ın zayıf bir pozisyonda bulunduğu göz önüne alındığında, İranlı siyasetçileri en kötü senaryoları dikkate almaya mecbur bırakmaktadır.
Olası Gelecek
Kesin olan şu ki İran’ın çok az zamanı kaldı. Ekim 2025’e kadar, İran’a karşı tetik mekanizmasının (snapback) aktif hale gelme olasılığı, İran’ı yoğun uluslararası baskılara maruz bırakabilir. Bu sürece kadar İran, mevcut durumdan çıkış için bir formül bulmak zorundadır. İran’ın 7 Ekim Savaşı’ndan bu yana sergilediği genel tutum, İran’ın öngörülemez bir aktörden, kontrollü davranış sergileyen bir aktöre dönüştüğünü göstermektedir. Bu durum, Tahran’ın kendi yeteneklerine yönelik bakış açısını yansıtmaktadır.
Trump ekibinin, Tahran’ı öncelikle müzakere seçeneğiyle karşı karşıya bırakması muhtemeldir. Bu ekip, İran’ı, sınırlı konuları içeren müzakerelerden (örneğin, nükleer anlaşma gibi) ziyade, İran’ın Orta Doğu’daki davranışları, direniş gruplarının durumu, İran’ın ABD ile ilişkileri gibi daha geniş bir konu paketini kapsayan genel bir müzakere sürecine çekmeye çalışacaktır. Bu müzakerelerin temel amacı, İran’ın siyasi davranışlarını daha kontrol edilebilir hale getirmek olacaktır.
Eğer İran bu müzakerelere yanaşmazsa ve tetik mekanizmasının uygulanma zamanı yaklaşırsa, İran’a yönelik maksimum baskı politikası devreye sokulabilir. Bu süreçte İran, ya yoğun siyasi baskılarla karşı karşıya kalacak ve bu durum ağır bir ekonomik ve sosyal krize zemin hazırlayacak ya da İran’ın askeri ve ekonomik altyapısına yönelik ciddi bir saldırıyı meşrulaştıracaktır. Sonuçta, İran’ın ABD’ye boyun eğmek zorunda kalması söz konusu olabilir.
Görünüşe göre Tahran, ABD ile müzakerelere hazırlanıyor ve bazı sertlik yanlısı siyasi unsurlar bile bu konuda daha olumlu bir yaklaşım sergilemeye başlamış durumda. İranlı siyasetçilerin büyük bir bölümü, önümüzdeki haftalarda ABD konusunu İslam Cumhuriyeti için bir kimlik meselesi olmaktan çıkarıp dış politikada teknik bir meseleye dönüştürmeye çalışacaktır. Bu çabayla, İranlıların Amerikalılarla aynı masaya oturmasını normalleştirme yönünde bir zemin oluşturulması hedeflenmektedir.
Ancak İranlı siyasetçilerin en büyük sorunu, ABD ile müzakereler konusunda ülke içinde siyasi bir uzlaşmaya sahip olmamaları ve olası sonuçları nasıl yönetecekleri konusundaki belirsizliklerdir. Diğer bir deyişle, İranlı siyasetçiler, içeriden gelebilecek eleştiriler ve bunların siyasi kariyerlerini sona erdirme ihtimali konusunda endişelidir.
Nükleer anlaşma (JCPOA) deneyimi göstermiştir ki İran’ın hem muhafazakâr hem de reformist kanatları, ulusal çıkarları olan diplomatik başarıları kendi parti veya grup çıkarları doğrultusunda zedelemekten çekinmemektedir. Bu nedenle, ABD ile müzakere konusu üzerinde de bazı siyasetçilerin, ülke içindeki toplumsal hassasiyetleri kullanarak müzakerelere veya muhtemel sonuçlarına zarar verme olasılığı bulunmaktadır.
Özetle önümüzdeki 9 ay, yeni bir İran’ın doğum sancılarını taşıyor. Bu İran, ya ABD ile daha büyük bir çatışmaya doğru ilerleyerek çeşitli görülmemiş baskıları yönetme testine girecek ya da ABD ile müzakere masasına oturarak kamuoyu yönetimi ve siyasi baskılar karşısında çıkarlarını savunma sınavına girecektir.
İlginizi Çekebilir
-
ABD-Güney Afrika arazi yasası geriliminde yeni perde
-
Biden’ın ‘veda yaptırımları’ Rusya ekonomisini nasıl etkileyecek?
-
Cook Adaları’nın Çin’le ‘stratejik’ anlaşması Yeni Zelanda’yı endişelendirdi
-
Trump, ABD Hazinesine yeni madeni para basımını durdurma talimatı verdi
-
TSMC, Tayvan’da meydana gelen son depremlerden 162 milyon dolar zarar bildirdi
-
Trump savunma harcamalarından milyarlarca dolar kesinti yapma sözü verdi
GÖRÜŞ
Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması -1
Yayınlanma
1 saat önce10/02/2025
Yazar
Duygu Çağla Bayram
Çeşitliliğin Birliğinden Hindu(tva) Birliğine
Mohandas Karamchand Gandhi (1869-1948), namıdiğer Mahatma (Yüce Ruh) Gandhi, Hinduizm adına uyguladığı kapsayıcılığı ritüel ile değil, eylem ile yapan belki de ilk “üst kast” Hindu’ydu. Gelecek kuşakların kasttan arınmış olması için kastlar arası evliliği güçlü bir şekilde savundu. Ve İngiliz sömürgecileri tarafından titizlik ile beslenen Hindu-Müslüman ayrımına köprü olma davası uğrunda şehit oldu.
Bhimrao Ramji Ambedkar (1891-1956), namıdiğer Babasaheb (Saygın Baba) Ambedkar, “kast dışı” Dalit (Dokunulmaz/Dışlanmış) olarak doğup ayrımcılığa maruz kalmış, eğitime karşı tabuları yıkarak yurtdışında doktora yapmış ve eşitlikçi bir dünya için mücadeleye liderlik etmek üzere Hindistan’a dönmüş, Hindistan Anayasası’nın taslağının hazırlanmasına öncülük ederek bağımsız Hindistan’ın ilk Hukuk Bakanı olmuş ve daha sonra binlerce takipçisi ile birlikte kast sistemine inanmayan bir inanca, Budizm’e geçmiştir.
1932’de Gandhi ve Ambedkar arasında Planlanmış Kastlar ve Planlanmış Kabileler (alt kastların resmi söylemi) için devlette rezervasyonlar sağlayan bir anlaşmanın ardından Gandhi’ye karşı “üst kast” komplosu başlayacaktı. Bu dönemde tapınaklar ve köy kuyuları Dalitlere açılmış ve Hindistan’da geçici olarak bir Rönesans umutları yeşermişti. Buna öfkelenen üst kastlı bir çete, Gandhi’ye bir dizi suikast girişimi başlattı ve altı başarısız girişimden sonra yedincisi 1948’de amacına ulaştı. “En üst kast” Brahmin (rahip kastı) bir aileden doğan Vinayak Damodar Savarkar “fikir babası” olarak adlandırıldı, ancak destekleyici kanıt eksikliğinden beraat etti. Savarkar 1966’da öldükten sonra kanıtlar Kapoor Komisyonu Raporu’nda ortaya çıkacaktı.
V.D. Savarkar (1883-1966), Hindistan’ı bir Hindu devleti olarak kökten yeniden yapılandırma projesi Hindutva’nın (1923) teorisyeniydi. 1923’te “Essentials Of Hindutva – Hindutva’nın Temelleri” (Bombay: Veer Savarkar Prakashan, 1. basım 1923) adlı eseri, 1928’de “Hindutva: Who Is a Hindu? – Hindutva: Hindu Kimdir?” adı ile yeniden yayınlandı. Bu eser, birçok bakımdan Hindu milliyetçi inancının temel metnidir. Savarkar, Hindu milliyetçiliğinin kendi inşası Hindutva’nın, Hinduların gerçek dini Hinduizm’den daha büyük olduğunu ilan etti.
Hindutva terimi, yani sözcüğün tam anlamı ile “Hinduluk” kavramı 20. yüzyılda icat edildi ve Savarkar tarafından aynı isimli kitabında popüler hale getirildi. 1923’te yayınlanan kitabın orjinal ismi Hinduizm’di ancak başlığı Hindutva sözcüğü yazılı bir kağıt etiket ile örtüldü. Kitap tarih dışı, mantıksız ve çelişkili iddialarda bulunuyor ve Savarkar’ın takipçileri için dahi kafa karıştırıcı olmuş olmalı ki 80 yıl sonra, Hindistan’ın şu anki iktidar partisi Bharatiya Janata Partisi’nin (BJP, Hindistan Halk Partisi) Savarkar’ı yüceltmeye başladığı 2003 yılına kadar yalnızca yedi baskı yayınlandı. Savarkar, Hinduizm için en derin antik çağa sahip olduğunu iddia etti; Hindu teriminin Yunanlar, Persler ve Araplardan geldiğini kabul ederken antik Hint destanı Ramayana’yı gerçek tarih olarak ele aldı. Oysa gerçekte Hindu terimi Vedalar, Upanishadlar, Bhagvad Gita veya Smritiler ve Puranalar gibi kutsal metinlerde bulunamaz.
Savarkar, etnik, kültürel ve politik açıdan “Hindu olma niteliğini” tanımlamak için “Hindutva” terimini seçti. Bir Hindunun, Hindistan’ı anavatanı (matrbhumi), atalarının toprağı (pitrbhumi) ve kutsal toprağı (punya bhumi) olarak gören kişi olduğunu savundu. Savarkar’a göre Hindistan, Hinduların toprağıdır çünkü etnik kökenleri Hinttir ve Hindu inancı Hindistan’da ortaya çıkmıştır. Hindistan’da doğan Sihizm, Budizm ve Jainizm gibi diğer inançlar da Savarkar’ın terimleri ile aynı üç kriteri yerine getirdikleri için Hinduizmin varyantları olarak nitelendirildi; ancak Hindistan dışında doğan İslam ve Hristiyanlık değil.
“Peki Hinduizm’i Hindutva’dan nasıl ayırt edeceğiz?”
“Müslüman ve hatta Dalit Hintlere yönelik ötekileştirme ve şiddetin yanı sıra, hepsi Hindu olarak doğan rasyonalist Hintlere yönelik ötekileştirme ve şiddet nasıl açıklanabilir peki?”
Bunu üç nokta ile özetleyelim:
“İlk nokta; Hinduizm hem yerli hem de geçmişten gelen kültürel uygulamaların dinamik bir bileşimidir:”
Hinduizm’in taşa kazınmış veya tanrının eli ile yazılmış bir din olmaktan çok, yerli halkların, bazıları geçici olarak gelen ve diğerleri kalıcı olarak kalan sonsuz bir ziyaretçi akışı ile temas kurması sırasında zamanla evrimleşen kültürlerin bir bileşimi olmasıdır. Senkretizm o kadar karmaşık bir şekilde evrimleşmiştir ki yalnızca bir sömürgeci güç veya böl ve yönet ile ilgilenen bir yönetici elit, akışları deneyebilir ve ayırabilirdi.
“İkinci nokta; Sanatan, Aryan, Vedik, Hindutva ise Brahmanik bir üstünlük projesidir:”
Bu, böl ve yönet fenomenini, diğer ismi ile “kast sistemini” anlatıyor. Sanatan (sözcüğün tam anlamı ile “ebedi” anlamına gelir), Aryan, Vedik, Hindutva, hepsi antik çağ iddialarıdır. Brahminler kast hiyerarşisinin tepesindedir ve 1915’te kurulan siyasi parti Hindu Mahasabha’ya (Hindu Büyük Meclisi) 1930’larda başkanlık eden Savarkar veya Rashtriya Swayamsevak Sangh’a (RSS, Ulusal Gönüllü Organizasyonu) başkanlık eden Keshav Baliram Hedgewar ve Madhav Sadashivrao Golwalkar gibi insanların Brahmin olması kesinlikle tesadüf değildir. Ayrıca Hindu Mahasabha, RSS ve Müslüman Birliği’nin hepsinin 1942 yılında, tam da Hindistan’ın özgürlük mücadelesi zirveye ulaştığı sırada İngilizler ile işbirliği yaparak hükümetler kurduğu da tarihi bir gerçektir.
“Üçüncü nokta; Kast seçkinleri tarafından kontrol edilen bilgi, güçsüzleri hayali şeytanlara karşı bitmeyen bir savaşa dahil eder:”
Brahminler tarihsel olarak kendilerini ve üst kast müttefiklerini iktidarda tutmak için bilgiyi kontrol ederken çalışan çoğunluğun “kirli işleri” yapmasını sağladılar. Bağımsızlık mücadelesi ve laik demokrasinin idealleri bir dereceye kadar iktidar üzerindeki kontrollerini gevşetti, sonrasında ortak bir düşman yaratma hilesi ile kast üstünlüğünü yeniden iddia etme girişimi baş gösterdi. Hindutva düşmanlarını Müslümanlar, Hristiyanlar ve Komünistler olarak sıraladı. Hitler’in “ulusal” gururunu alkışladı ve azınlıklarla başa çıkma konusunda Nazi modelini öne sürdü. Hitler gibi Hindutva da “ırk üstünlüğüne” inandı ve dünya hakimiyeti hayal etti. Söz ile ifade etmeseler de 1948 yılında Gandhi suikastı, listeye yeni bir düşman daha ekledi: Hindutva projesine karşı çıkan Hindular.
Savarkar, zamanın ırk doktrinlerine uygun olarak, Hindutva’yı Hindu “ırkında” bulunan ve doğrudan Hinduizmin belirli ilkeleri ile özdeşleştirilemeyen tanımlanamaz bir nitelik olarak tasarladı. Ancak elbette Hindutva kavramı, Hinduizm inancı ile ilişkili olarak açıklanmadığı sürece hiçbir anlam ifade etmeyecekti. Bu yüzden Savarkar, Hinduizm’in Hindutva’nın yalnızca bir türevi, bir parçası olduğunu iddia etti. Ona göre, din bu yüzden onunla eşanlamlı olmaktan çok, politik fikrin bir alt kümesiydi. Yani Hindutva Hindu dininden daha fazlasıdır ve bir politik felsefe olarak kendini Hindu inancının taraftarları ile sınırlamaz.
Savarkar ayrıca bir Müslümanın veya bir Hristiyanın, Hindistan’da doğmuş olsa dahi, Hindutva’nın üç esasına bağlılık iddia edemeyeceğini savundu: “Ortak bir ulus” (rashtra), “ortak bir ırk” (jati) ve “ortak bir uygarlık” (sanskriti). Hindular, böyle tanımlandıklarında, antik çağlardan beri var olan Hint ulusunu oluşturuyorlardı. Savarkar’ın Hindutva vizyonu, Hindistan’ı, tüm Hint altkıtasına yayılmış ve bölünmemiş Hindistan’da (Akhand Bharat) kök salmış bir “Hindu Rashtra”nın (Hindu Ulusu) canlandırıcı ilkesi olarak görüyordu; bu, Chandragupta ve Ashoka yönetiminde altkıtanın çoğunu kendi toprak kontrolleri altında birleştirmeyi başaran Mauryalar (MÖ 320-MÖ 180) gibi antik hanedanların toprak özlemlerine karşılık geliyordu.
Savarkar için “Hinduluk”, doğru bir şekilde anlaşıldığında, “Hintlik” ile eş anlamlıydı. Savarkar’ın Hindutva fikri, Hindu “ırkının” tüm Varlığını kapsar. Dolayısıyla Hindu “ırkı” ulus fikrine ayrılmaz bir şekilde bağlıydı. Tanımı gereği, onun Hindutva fikri ataları başka yerlerden gelenleri veya toprakları Hindistan dışında olanları dışladı; böylece Hindistan’ın en önemli iki azınlığı Müslümanları ve Hristiyanları referans çerçevesinden çıkardı. Savarkar’ın Hindu Rashtra’sındaki yerlerinin ne olacağı açıkça belirtilmemişti, ancak umut edebilecekleri en iyi şey, Hindistan’da yalnızca müsamaha ile yaşayabilecekleri bir tür ikinci sınıf vatandaşlıktı.
Savarkar, 1939’da kendisine Savitri Devi adını veren Nazi sempatizanı ve Avrupa doğumlu Hindu vaizinin bir kitabına önsöz yazdı. Yunan, Fransız ve İngiliz karışımı bir ebeveynden Maximiani Portas olarak doğan Savitri Devi (1905-1982), diğer kendine özgü inançlarının yanı sıra Adolf Hitler’i Hindu tanrısı Vishnu’nun bir avatarı olarak gören dikkate değer bir figürdü. Kehanetvari bir şekilde “A Warning to the Hindus” (Hindulara Bir Uyarı) başlıklı kitabında Savitri Devi, “Hinduizm Hindistan’ın ulusal dinidir ve Hindu Hindistan’dan başka gerçek bir Hindistan yoktur” iddiasında bulundu. Savarkar, yazara katılarak, “hayatın her alanında, uzun süredir Hindular, onları Moksha (Hindu inancında doğum, ölüm ve yeniden doğuş döngüsü Samsara’dan kurtuluş, özgürlük; ruhun Karma döngüsünden, Reenkarnasyon’dan kurtularak ruhsal arayışın nihai hedefi olan bireysel ruh ve İlahi Ruh Brahman bütünleşmesi) dışında hayattaki herhangi bir amaç için hareket etmekten alıkoyan, eylemsizlik üreten düşünceler ile beslendiler” iddiasında bulundu. Ve bu, O’na göre, Hindu Rashtra’nın yüzyıllardır sürekli köleleştirilmesinin nedenlerinden biridir. Advaita felsefesinin (Hindu inancında içsel Benlik, bireysel ruh -Atman- ile mutlak gerçeklik, İlahi Ruh -Brahman- özdeşliği) anlaşılması güç metafiziği Savarkar için değildi; onun ve Savitri Devi’nin ilgilendiği şey, politik güçtü. Savitri Devi için, “örgütlü askeri güç ile yasanın gücü” olarak tanımlanan siyasi güç, dünyadaki her şeydi …
(1. Bölüm sonu)

Abhazya’nın nüfusu 250 bin. Ekonomisi yok. Muazzam bir turizm coğrafyası, ancak turizm gelirleri neredeyse sadece, sahilde evi olanların yazın Rusya’dan gelen turistlere kiralamasıyla sınırlı. Dış ticaret Rusya’ya mandalina satışından ibaret. Gene de 1993’te Gürcü savaşından bu yana bağımsız bir devlet olarak ayakta kalmayı başaran, Kafkasya ölçülerine göre bile fazlasıyla dirençli bir halkı var. Bütçesi 2023’te 12,5 milyar ruble; bunun 5,1 milyar rublesi Rusya tarafından karşılandı. Duma BDT komitesi başkan yardımcısı Konstantin Zatulin kasım ayındaki olayların durulmasının ardından şöyle demişti: “Orada Rusya’nın kendilerini beslemek ve savunmakla yükümlü olduğunu düşünüyorlar. Bunda hem iktidar hem muhalefet hemfikir. … Her isteyen Abhaz Rusya vatandaşı pasaportuna, Rusya vatandaşlarının bütün haklarına sahip. Oysa Abhazya’da Ruslar yabancı sayılıyor ve hiçbir hakları yok.”
Çalkantılı iktidar değişiklikleri zincirinde yeni halka
15 Şubat’ta Abhazya’da devlet başkanlığı seçimleri yapılacak. Seçimlerde 5 aday var: bir Badra Gunma, Adgur Ardzinba, Robert Arşba, Oleg Bartsits, Adgur Hurhumal. Seçimler, birinci turda hiçbir adayın yüzde 50 oy alamaması durumunda en çok oy alan iki aday arasında ikinci tura kalacak. VTsİOM’un son araştırmasına göre seçimlere katılımın yüzde 65 olması bekleniyor; Gunba yüzde 42,3, Ardzinba ise 27,3 alacak. Diğer adaylar yüzde 11,2, 9,6 ve 4,4 olarak sıralanmış. (VTsİOM’un bir önceki araştırmasında Gunma yüzde 32, Ardzinba 15 görünüyordu ve bu anket, sonuçları ve yapılış tarzıyla Abhazya’da özellikle Ardzinba’nın ekibi tarafından Rusya’nın seçimlere müdahalesi olarak değerlendirildi.) İNSOMAR’ın anketi de benzer sonuçlar ortaya koydu.
Dolayısıyla, seçimler büyük ihtimal ikinci tura kalacak; bu durumda yarış Gunma ve Ardzinba arasında geçecek.
Bir erken seçim bu. Onu tetikleyen de kasım ayındaki protestolar oldu. Göstericiler, önceki başkan Aslan Bjaniya yönetiminin Kremlin ile imzaladığı ve onay için parlamentoya gönderdiği yatırım anlaşmasının iptalini istiyorlardı. Öyle de oldu: anlaşma 3 Aralık’ta parlamentoda iptal edildi. Başlıca iddia, bu anlaşmanın Abhazya’nın küçük girişimcisiyle Rusya’nın büyük sermaye gruplarını aynı kefeye koyduğu şeklindeydi. Bu doğru. Rusya başbakan yardımcısı Novak’ın geçtiğimiz hafta anlaşmanın değiştirileceğini açıklaması Rusya’nın bu konuda uzlaşmacı olduğunu gösteriyor. Ancak mesele tamamen bundan ibaret de değil. Aşiret sistemine dayanan bir devlet idaresinde feodalizmi hatırlatan mikro-ekonomiler ve haraç daha işlevseldir; başkası geldiğinde kurallar konacak, denetim artacak, gölge güç odakları işlevsiz kalacak; oysa bugün sahilde 100-150 bin rubleye yazlık kiralanıyor ve bunun karşılığında herkes nasipleniyorsa fazla kurcalamaya ne gerek var?
İktidar yanlıları gösterilerin USAID tarafından fonlandığını ileri sürdüler; kimilerine göre ülkedeki aşiret sistemi olayların derinleşmesine yol açmıştı. Bunu söyleyenler de iktidarla ilişkileri bakımından iki gruba ayrılabilir: bir grup, Bjaniya yönetiminin bütün kilit devlet görevlerine kendi aşiretinin adamlarını geçirdiğini iddia ediyordu, bunlara göre olaylar bu aşiret kayırmacılığının sonucuydu. Diğer bir grup ise özellikle Kan Kvarçiya’nın kendi aşiretini olayları yaygınlaştırmak için kullandığı görüşündeydi; Kvarçiya Rusya yanlıları tarafından özellikle şiddete kayan olaylarla (Sohum’daki hükümet binalarının ele geçirilmesi, Gumista ırmağının üzerindeki ünlü köprünün bloke edilmesi, vb.) ilişkilendirildi. Buna ayrıca, taraflar açıkça ifade etmiyor olsalar bile, ayrılığın biraz da Türkiye’yle ilişkiler üzerinde döndüğünü eklemek gerek.
USAID fonlarıyla ilgili somut bir belge yok; ancak Abhazya’nın sadece Rusya tarafından tanınan bir Karadeniz ülkesi olması, USAID’in kuruluş ve işleyiş mantığı açısından iştah açıcı bir provokasyon alanı olarak görülmüş olabilir; yani bu iddiayı yabana atmamak gerek. Aşiret sisteminin ve Kvarçiya’nın önemine ise az sonra geleceğim.
19 Kasım’da Bjaniya istifasını verdi. Böylece başkan yardımcısı Badra Gunma geçici olarak başkanlık görevini üstlendi, ta ki ocak başında erken başkanlık seçimleri ilan edilip de Gunma da adaylığını koyuncaya kadar. Bunun üzerine, 20 Kasım’da geçici olarak başbakanlığa getirilen Valeriy Branba 10 Ocak’ta bir de geçici devlet başkanlığına atandı. Bu, Branba’nın kariyerindeki ikinci geçici devlet başkanlığı — 2020’de bir önceki büyük krizde de 4 ay geçici devlet başkanlığı yapmıştı.
Abhazya çalkantılı iktidar değişikliklerine alışkın; ancak epey zamandır ilk defa bu değişiklik sadece içeride aşiretler kavgasından değil Rusya ile ilişkilerden de kaynaklanmıştı ve bu durum Rusya’da dikkatlerin Sohum’a çevrilmesine neden oldu. Kimi ölçüsünü şaşırmış tepkiler Sohum’da en olağan şeylerin bile Rusya’ya yorulmasına yol açtı. Mesela aralık başında mandalina yüklü bir kamyon (yüzlerce kamyondan biri) Abhazya çıkışındaki kontrollerde Kaliforniya zararlısı tespit edilerek Rusya’ya sokulmadı; bu olay birkaç gün boyunca Rusya’nın Abhazya’dan mandalina almayı kestiği şeklinde yorumlandı. Aralık ortasında Abhazya hükümeti, muhalefetin başvurusu üzerine, bütçe harcamalarının ortak yapılmasına yönelik Rusya hükümetine yaptıkları başvuruya henüz cevap alamadıklarını açıkladı ve muhalefet bundan da Rusya’nın Abhazya’yı “cezalandırmak” istediği sonucunu çıkardı; oysa uygulama aslında Rusya tarafından olaylardan ve yatırım anlaşması tartışmalarından çok önce, eylül ayında durdurulmuştu. 11 Aralık’ta ilkin bütün ülkede elektriğin kesilmesi, ardından durumu kontrol altına almak için aralıklarla elektrik verilmeye başlanması da Rusya’nın elektrik vermemesine yoruldu. Ancak hükümet 22 Aralık’ta Rusya hükümetinden insani amaçlı elektrik yardımı istedi ve ertesi gün elektrik verilmeye başlandı. “Muhalefet” bunu da Abhazya’nın Rusya açısından vazgeçilmezliğine yordu ve zafer olarak sundu.
Ülkenin enerji sistemi çökmüş durumda. Oysa Kafkasların en büyük hidroelektrik santrali Gürcistan sınırında İnguri ırmağının üzerinde ve bu barajda kapasite olarak yıllık 4430 milyon kilovatsaat elektrik üretiliyor. 1993 mutabakatına göre bunun yüzde 40 Abhazya ve 60 Gürcistan olarak paylaştırılması gerekiyordu, ancak 2016’da Abhazya yüzde 60’ına yakınını çekmeye başlamıştı bile. 2021’in ilk 10 ayında 250 bin nüfuslu Abhazya’nın elektrik tüketimi 3 milyar kilovatsaatti; aynı dönemde 1 milyon 300 bin nüfuslu Tiflis’in elektrik tüketimi bundan 100 milyon kilovatsaat daha azdı. Tüketimin esas nedeni kripto “madenciliği” çiftlikleriydi ve dahası, bu sırada madencilik sözümona yasaklanmıştı. 2022’de barajda üretilen elektriğin yüzde 80’ini Abhazya çekiyordu ve barajda pek çok teknolojik sorun ortaya çıkmıştı.
Adayların seçim vaatleri
Seçim vaatlerinin kalem kalem önemli şeyler olduğunu düşünmüyorum; ancak gene de bu kalemlere bakmak gerek ki adayın pozisyonu daha iyi kavranabilsin. Ardzinba’nın vaatleri üç gruba ayrılmış: devlet idaresi, sosyal siyaset, iktisat siyaseti. İlk grupta kayda değer bir şey yok; ikinci grupta emekli ve Büyük Anavatan Savaşı gazilerine yıllık asgari (sırasıyla yüzde 10 ve 25) zam, başarılı öğrencilere para ödülü, çok çocuklu ailelere bir defalık ödeme gibi vaatler var; benim en çok dikkatimi çeken, genç ailelere ipotek kredisi sözü. Bu, ailelere destek vaadi gibi sunulmuş, oysa belli ki tek amaç, dar gelirli aileler üzerinden bankalara kaynak oluşturmak. Ekonomik vaatler arasında şeffaf bütçe, gereksiz bütçe harcamalarının azaltılması, doğal kaynaklardan elde edilen gelirin yönetilmesi için varlık fonu kurulması, adil vergilendirme gibi genel vaatlerden başka küçük ölçekli işletmelerin teşvikine yönelik maddeler de var; ancak benim en çok dikkatimi çeken, seçim konuşmalarında üç-dört yıl daha sabır isterken seçim vaatlerinde elektrik fiyatlarının yıl sonuna kadar düşürüleceğini ve üç yıllığına sabitleneceğini söylemesi. Bu vaat, ünlü filmin unutulmaz repliğini hatırlatıyor: “Baba, akü komple yok!” Olmayan elektriğin fiyatına dair vaatte bulunmak inanılmaz.
Ardzinba ısrarla enerji krizini Rusya’ya ödemelerin yapılamamış olmasına, bunu da bütçenin boşalmasına bağlıyor. Ancak zaten bütçenin yüzde 40’ını Rusya karşılıyor; 7,5-8 milyon kilovatsaat elektrik ihtiyacının 6 milyonu da Rusya’dan gönderiliyor. Bununla birlikte madencilik meselesini anmaktan kaçınıyor.
Bunba’nın vaatlerinde de sosyal meseleler, küçük ölçekli işletmelerin geliştirilmesi, israfa son verilmesi vb. geniş yer tutuyor; ama iki kilit nokta var: kripto işinin tamamen önlenmesi ve ülke yönetiminde aşiret sistemine son verilmesi. Her ikisinde de bıçakla keser gibi başarı sağlayacağını sanmıyorum. İlki aşiretler arası mücadeleyle ilgili ve sert polisiye tedbirler gerektiriyor artır; ikincisi ise kendisinin de parçası olduğu bu sistemin ürünü. Gene de, Ardzinba ile karşılaştırıldığında çok daha aklıselim bir noktada duruyor.
GÖRÜŞ
Trump, Ukrayna’yla nadir toprak elementleri anlaşması ile neyi hedefliyor?
Yayınlanma
1 gün önce09/02/2025
Yazar
Harici.com.tr
Doç. Dr. Anıl Çağlar ERKAN
ABD Başkanı Donald Trump 3 Şubat 2025 tarihindeki yapmış olduğu açıklamasında Ukrayna’nın Rusya’ya karşı savaşta Kiev’e maddi destek sağlanması karşılığını nadir toprak elementleri ile “eşitleyebileceklerini” söyledi. Bu doğrultuda bir nevi Trump’ın Ukrayna’ya askeri yardım karşılığında nadir toprak elementlerinin tedarikini garanti edecek bir anlaşma yapmak niyetinde olduğunu ifade etmek mümkündür. Bununla birlikte Trump’ın Ukrayna ile yapmak niyetinde olduğu söz konusu anlaşmayı sıradan bir gelişme olarak değerlendirmemek gerekmektedir. Zira Trump’ın Ukrayna’dan nadir toprak elementleri talebinde bulunması, uluslararası siyaset açısından son derece kritik bir gelişmedir. Nitekim Trump’ın Rusya’nın işgalini durdurmaya çalışan Kiev’e askeri ve ekonomik yardımın devam etmesi karşılığında ABD’nin Ukrayna’nın nadir toprak kaynaklarına erişimine izin veren bir anlaşma istemesini uluslararası siyaset açısından tamamen kazan-kazan anlayışı çerçevesinden yorumlamak mümkündür. Öyle ki taraflar arasında bu konuda bir anlaşma sağlanmasıyla ABD nadir toprak elementleri arz güvenliğini sağlamak yolunda bir adım daha atmış olacak, Ukrayna ise “zafer planı” kapsamında ülkenin stratejik açıdan kritik önem taşıyan kaynaklarını Batılı müttefiklerinden birisine açarak Rusya’ya karşı savaşta kendisine avantaj sağlama fırsatı yakalayacaktır. Nitekim Trump’ın Ukrayna Devlet Başkanı Volodımır Zelenskıy’nin bu anlaşmaya açık olduğunu öne sürmesi tarafların kazan-kazan anlayışını benimsediğine işaret etmektedir.
Nadir Toprak Elementleri
Nadir toprak elementleri (Rare-Earths) kimyasal açıdan skandiyum, yitriyum ve lantanitlerin içinde bulunduğu bir grubu kapsamaktadır. Lantanitler, atom numaraları 57’den 71’e kadar olan ve kimyasal olarak benzer elementlerin oluşturduğu bir guruptur. Atom numarası 39 olan yitriyum ve atom numarası 21 olan skandiyum da lantanitlerle benzer kimyasal özellikleri nedeniyle bu grubun içine dahil edilmiştir. Bu iki element nadir toprak elementleri ile benzer iyonik çapları ve küçük atomik çapları nedeniyle nadir toprak element cevherleşmeleri ile bir arada oluşurlar. Bu doğrultuda nadir toprak elementleri kimyasal, manyetik ve optik özelliklere göre benzer özellikler gösteren 15 tane lantanit ile itriyum ve skandiyumdan oluşan 17 elementtir.
Amerika Birleşik Devletleri Jeoloji Derneği’nin 2024 yılına ait değerlendirmesine göre dünya çapında 110 milyon ton yatak olduğunu tahmin edilmekte ve bunların 44 milyonu dünyanın en büyük üreticisi olan Çin’de bulunmaktadır. Bununla birlikte Brezilya’da 22 milyon ton, Vietnam’da 21 milyon ton, Rusya’da 10 milyon ve Hindistan’da yedi milyon ton nadir toprak elementi yatağı olduğu tahmin edilmektedir. Bununla birlikte anlaşılacağı üzere söz konusu elementleri nadir kılan ender bulunması değildir. Bu doğrultuda onları nadir kılan başlıca unsurlar stratejik açıdan son derece kritik alanlarda kullanılması ve işlenme süreçleridir. Öyle ki nadir toprak elementleri çok küçük cevher konsantrasyonlarında bulunmaktadır. Bu da toz formunda olan rafine edilmiş ürünü üretmek için büyük miktarlarda kayaların işlenmesi gerektiği anlamına gelmektedir. Bununla birlikte nadir toprak elementlerinin çıkarılması büyük miktarlarda toksik atığa neden olmakta ve bu ise birçok ülkenin üretim maliyetlerini üstlenmekten çekindiren, çevre felaketine yol açabilecek bir takım ağır kimyasal kullanımı gerektirmektedir. Kullanım alanları açısından ele alındığında 17 nadir toprak elementinin her biri endüstride kullanılmakta ve ampullerden güdümlü füzelere kadar çok çeşitli günlük ve ileri teknoloji cihazlarında bulunabilmektedir. Örneğin Europium floresan ışık ve radar sistemlerinde; seryum cam parlatmada ve otomobil katalitik konvertörlerinde; lantan petrol rafine etmede; lantanlı alaşımlar ise hibrit ve hidrojen-gazlı otomobillerin güç sistemlerinde kullanılmaktadır. Dolayısıyla nadir toprak elementlerinin modern ekonomideki kullanım alanlarına ilişkin liste neredeyse sonsuzdur. Bununla birlikte her birinin yerini doldurmak ya neredeyse imkânsız ya da fahiş maliyetlerle mümkündür. Öyle ki bu durum bilhassa enerji dönüşümünün hız kazanmasıyla daha net ortaya çıkmaktadır. Zira örneğin neodimyum ve disprozyum, çok az bakım gerektiren kalıcı, süper güçlü mıknatısların üretilmesine olanak tanımakta ve bu da kıyı şeridinden uzakta elektrik üretmek için okyanus rüzgâr türbinlerinin yerleştirilmesini mümkün kılmaktadır.
Kritik Mineraller ve Nadir Toprak Elementleri Farkı
Nadir toprak elementleri ve kritik mineraller birbiriyle ilişkili olsa da özünde farklı şeyleri ifade etmek gerekmektedir. Literatürde yaygın olarak kritik mineraller ve nadir toprak elementleri kavramlarının birbirlerinin yerine kullanıldığına tanıklık edilmektedir. Bununla birlikte birbiriyle iç içe geçmiş olsa da bu kavramlardan kritik minerallerin nadir toprak elementlerini kapsadığı göz ardı edilmemelidir. Bununla birlikte nadir toprak elementleri, periyodik tablonun lantanit serisindeki elementlerdir ve genellikle itriyum ve skandiyum ile birlikte anılırlar. Bunun yanı sıra kritik mineraller olarak nitelendirilen maddeler bu sayılan 17 elementi de kapsayan ayrı bir kümeyi ifade etmektedir. Ancak kapsayacak diye de bir şart yoktur. Dolayısıyla dünya üzerinde kritik minerallerin hangileri olduğuna dair halihazırda bir konsensüs söz konusu değildir. Bu noktada devletlerin yaklaşımları devreye girmektedir. Örneğin Avrupa Komisyonu’nun yayımlamış olduğu Komisyon Raporu’nda ekonomik önem ve arz riski kavramlarını dikkate alarak minerallere ilişkin bir takım kriterlerle hesaplamalar yaptığı bilinmektedir. Bu doğrultuda yapılan hesaplamalara göre Avrupa Komisyon 34 farklı kritik mineralin varlığına dikkat çekmektedir. Benzer şekilde ABD’nin de kritik mineraller konsepti kapsamında çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Zira 2020 Enerji Yasası, “kritik minerali”, ABD’nin ekonomik veya ulusal güvenliği için gerekli olan ve bozulmaya açık bir tedarik zincirine sahip, yakıt dışı bir mineral veya mineral malzeme olarak tanımlamaktadır. Ayrıca kritik mineraller, yokluğu ekonomi veya ulusal güvenlik için önemli sonuçlar doğuracak bir ürünün imalatında temel bir işleve hizmet etmekle karakterize edilmektedir. Bu doğrultuda ABD’nin kritik mineraller sepetinde 50 mineral yer almaktadır. Tüm bunların ışığında Kritik mineralleri devletlerin ulusal güvenliğini tehdit edecek düzeyde erişilebilirlik açısından güvenli olmayan mineraller olarak tanımlamak mümkündür.
Kazan-Kazan Anlayışı Temelinde Ukrayna-ABD Nadir Toprak Elementleri Anlaşması
ABD Başkanı Donald Trump 3 Şubat 2025 tarihindeki yapmış olduğu açıklamasında Ukrayna’nın Rusya’ya karşı savaşta Kiev’e maddi destek sağlanması karşılığını nadir toprak elementleri ile “eşitleyebileceklerini” söylemesi Ukrayna tarafınca olumlu yanıt bulmuş gibi görünüyor. Öyle ki dünya basınında Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodımır Zelenskıy, ABD Başkanı Donald Trump’ın Ukrayna’dan nadir toprak mineralleri tedarik etme talebine olumlu yanıt verdiği şeklindeki haberleri bu kapsamda ele almak mümkündür. Bu doğrultuda Ukraniska Pravda’nın 4 Şubat 2025 tarihli haberine göre Cumhurbaşkanı Zelenskıy, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) Başkanı Rafael Grossi ile gerçekleştirdiği görüşmenin ardından basın açıklaması yapmış, Ukrayna’da bu minerallerden bol miktarda bulunduğunu ve doğal kaynaklara yatırım yapılmasını desteklediğini vurgulamıştır. Bu bağlamda taraflar arasında yakın zamanda anlaşmanın gerçekleşmesinin büyük ihtimal olduğunu ifade etmek mümkündür. Zira kazan-kazan anlayışı çerçevesinde taraflar için söz konusu anlaşma son derece rasyonel görünmektedir. ABD açısından ele alındığında nadir toprak elementleri her geçen gün giderek daha kritik bir hal almaktadır. Bu doğrultuda iki başlıca unsur nadir toprak elementlerini ABD’nin ulusal güvenlik açısından önemli hale getirmektedir. Bunlardan ilki enerji dönüşümünün giderek hız kazanmasıyken bir diğeri nadir toprak elementlerinin Çin ile mücadelede önemli bir unsur haline dönüşmesidir. Nitekim dünyanın önemli bir kesimince Çin nadir toprak elementleri açısından bir tehdit olarak görülmektedir.
Ukrayna açısından ele alındığında nadir toprak elementleri farklı açıdan kazanca dönüşme potansiyeline sahiptir. Zira 2014 yılından bu yana Ukrayna ile Rusya arasında çatışmalar süre gelmektedir. Bu doğrultuda bilhassa Ukrayna’nın süreçten ciddi şekilde olumsuz etkilendiği görülmektedir. Öyle ki ülkenin önemli bir bölümü halen daha işgal altındadır. Bununla birlikte Ukrayna büyük oranda Batılı müttefiklerinin yardımlarıyla ayakta kalmaktadır. Söz konusu müttefiklerden birisi de anlaşılacağı üzere ABD’dir. Nitekim çatışmalar sürecince ABD Ukrayna’ya milyarlarca dolarlık yardımlarda bulunmuştur. Buna karşın halihazırda gelinen aşamada Ukrayna’nın daha fazlasına ihtiyacı olduğu aşikardır. Bu noktada Ukrayna’nın sahip olduğu nadir toprak elementleri önem kazanmaktadır. Öyle ki Zelenksıy’nin geçen sene sunmuş olduğu “Zafer Planı” göz önüne alındığında nadir toprak elementlerinin taşımış olduğu kritik önem daha net anlaşılmaktadır. Zira Ukrayna’nın geçen yıl sunduğu Zafer Planı’nın bir maddesin Ukrayna’nın doğal kaynaklarına yatırım yapılmasını içermektedir. Bu bağlamda ülkenin nadir toprak elementlerinin de içerisinde bulunduğu stratejik açıdan kritik önem taşıyan kaynaklarını Batılı müttefiklere açma düşüncesinin Kiev’in savaşı kazanma planının bir parçası olduğunu ifade etmek mümkündür. Dolayısıyla ABD ile olası bir anlaşmanın Ukrayna açısından da kazan-kazan anlayışı kapsamında son derece rasyonel görünmektedir.
Bu noktada bir soru işareti söz konusudur. Öyle ki Trump’ın Ukrayna’dan isteği nadir toprak elementleri mi kritik mineraller mi tam anlamıyla belli değil gibi gözüküyor. Zira Trump yapmış olduğu açıklamasında nadir toprak ve diğer şeyler ifadesini kullanmıştır. Bu doğrultuda bir çıkarım yapmak gerekirse Trump’ın aslında ifade etmek istediğinin kritik mineraller olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim ABD’nin kritik mineraller sepetinde nadir toprak elementlerinin tamamının yer almaması söz konusu düşünceyi desteklemektedir.
Ukrayna ve Kritik Mineraller
Ukrayna, nadir toprak elementleri ve kritik mineraller açısından önemli bir potansiyele sahip olup, bu kaynaklar hem bölgesel jeopolitik dinamikler hem de küresel tedarik zinciri açısından stratejik bir öneme sahiptir. Ülke, özellikle doğu ve merkezi bölgelerinde çeşitli nadir toprak elementleri ile kritik mineralleri içeren yataklara ev sahipliği yapmaktadır. Bununla birlikte Ukrayna AB’nin kritik mineral olarak tanımladığı 34 mineralden 22’sine sahip durumdadır. Ukrayna’da başlıca nadir toprak elementleri içeren yataklar Zaporijya, Donetsk ve Dnipro bölgelerinde tespit edilmiştir. Bunlar arasında lantanitler (lantanyum, neodimyum, disprosyum, praseodimyum, samaryum) gibi stratejik öneme sahip elementler bulunmaktadır. Bununla birlikte ülke Avrupa’nın en büyük havacılık ve savunma sanayinde geniş bir kullanım alanına sahip olup, Ukrayna’nın stratejik maden ihracatında önemli bir yer tutan titanyum rezervlerine sahip konumdadır. Bu doğrultuda Dnipropetrovsk, Jitomir ve Kirovohrad bölgelerinde önemli titanyum yatakları bulunmaktadır. Bir diğer önemli mineral ise lityumdur. Öyle ki Ukrayna dünyadaki toplam lityum rezervlerinin yaklaşık yüzde 7’sine sahiptir. Bu doğrultuda bilhassa son yıllarda Ukrayna, lityum yatakları açısından dikkat çeken bir ülke haline gelmiştir. Donetsk, Kirovohrad ve Zaporijya bölgelerinde lityum açısından zengin yataklar keşfedilmiştir. Küresel enerji dönüşümünde ve batarya teknolojilerinde kritik bir element olan lityum, Ukrayna’nın madencilik politikaları ve dış yatırımları açısından stratejik bir fırsat sunmaktadır. Bununla birlikte Jitomir bölgesi, nükleer enerji santralleri, süper iletken malzemeler ve havacılık sanayi için önemli bileşenlerden olan zirkonyum ve niyobyum açısından zengin yataklara sahiptir. Özellikle Ukrayna’nın nükleer enerji üretim kapasitesi göz önüne alındığında, bu minerallerin tedarik zincirinde kritik bir rol oynadığı söylenebilir. Ayrıca lityum-iyon piller, elektronik bileşenler ve ileri malzeme teknolojileri için kritik öneme sahip olan grafit bakımından Ukrayna küresel rezervlerinin yaklaşık yüzde 20’sine sahiptir. Bu doğrultuda Zavalye Grafit Madeni, Avrupa’daki en büyük doğal grafit kaynaklarından biridir.
Sonuç
ABD Başkanı Donald Trump’ın Ukrayna’nın nadir toprak elementleri ile ilişkili yapmış olduğu açıklamalar son derece önemlidir. Öyle ki söz konusu açıklamaların Ukrayna tarafınca kabul görmüş olması bunu daha önemli hale getirmektedir. Dolayısıyla Trump’ın talebini ve Zelenskıy’in vermiş olduğu karşılığı sıradan bir gelişme olarak nitelendirmemek gerekmektedir. Zira söz konusu ifadeler tamamen tarafların kazan-kazan anlayışına dayalı son derece kritik bir anlaşmanın eşiğinde olduğunun habercisidir. Zira Ukrayna için ülkedeki nadir toprak elementleri ve kritik mineraller, Rusya ile yaşanan çatışmalar ve Batı ülkeleriyle olan ekonomik entegrasyon çabaları, ABD için ise enerji dönüşümü ve Çin ile mücadele bağlamında büyük bir stratejik öneme sahiptir. Kısacası Trump’ın bu talebi, ABD’nin Ukrayna’ya sağladığı desteğin karşılığında somut faydalar elde etme arayışının bir yansıması olarak görülebilir. Bu tür bir anlaşma, ABD’nin stratejik kaynaklara erişimini güvence altına alırken, Ukrayna’nın da ekonomik kalkınmasına katkı sağlayabilir. Ancak, uluslararası toplumun tepkileri ve bu tür anlaşmaların jeopolitik sonuçları dikkate alındığında, sürecin dikkatle yönetilmesi gerekmektedir.
anilcaglarerkan@gmail.com

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması -1

ABD-Güney Afrika arazi yasası geriliminde yeni perde

Biden’ın ‘veda yaptırımları’ Rusya ekonomisini nasıl etkileyecek?

“İlgi var ancak yaptırımlar yatırımları engelliyor”

Cook Adaları’nın Çin’le ‘stratejik’ anlaşması Yeni Zelanda’yı endişelendirdi
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
BRICS ailesinin genişlemesi ve Brezilya Zirvesi
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Abhazya’nın yeni lideri Türkiye ile daha yakın işbirliğine giden yolu açabilir
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
Krizdeki kapitalizmin aracı faşizm ve Trump
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
İktidarda kalmanın yolları
-
ASYA2 hafta önce
Çin, DeepSeek ile yapay zekâ yarışında ABD’yi sollayacak mı?
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Gazze’de bir çadırda yazılan Filistin yemek kitabı
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
SDG-HTŞ çıkmazında 3 senaryo
-
DİPLOMASİ4 gün önce
Colani ile Macron görüştü, Lazkiye liman işletmesi Fransız şirkette kaldı