Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

John Mearsheimer yazdı: Yeni bir savaş, yeni bir yenilgi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda tercümesi verilen makale, Washington yönetiminin dış politika tercihlerine son derece eleştirel bakan, saldırgan realizm teorisinin sahibi Chicago Üniversitesi Profesörü John Mearsheimer’in imzasıyla Haziran 2009’da yayımlandı. Son aylarda Ukrayna savaşı konusundaki sağduyu davetleriyle öne çıkan Mearsheimer, 7 Ekim’deki Aksa Tufanı saldırısından sonra başlayan Gazze savaşı için de geçerli sayılabilecek değerlendirmelerde bulunmuş. Hatırlamak fena olmayabilir.


Yeni bir savaş, yeni bir yenilgi

John J. Mearsheimer

The American Conservative

26 Haziran 2009

Gazze saldırısı Filistinlileri cezalandırmayı başardı ama İsrail’i daha güvenli hale getirmedi.

İsrailliler ve onların Amerikalı destekçileri, İsrail’in 2006’daki felaket Lübnan savaşından iyi dersler çıkardığını ve Hamas’a karşı yürüttüğü bu savaş için bir kazanma stratejisi geliştirdiğini iddia ediyor. Elbette ateşkes sağlandığında İsrail zafer ilan edecek. Buna inanmayın. İsrail aptalca bir şekilde, kazanamayacağı bir savaş daha başlattı.

Gazze’deki harekatın iki hedefi olduğu söyleniyor: 1) İsrail’in Ağustos 2005’te Gazze’den çekilmesinden bu yana Filistinlilerin İsrail’in güneyine yönelik roket ve havan topu saldırılarına son vermek; 2) İsrail’in Lübnan fiyaskosu, Gazze’den çekilmesi ve İran’ın nükleer programını durduramaması nedeniyle azaldığı söylenen caydırıcılığını yeniden tesis etmek.

Ancak Dökme Kurşun Harekatı’nın asıl amaçları bunlar değil. Asıl amaç, İsrail’in uzun vadede milyonlarca Filistinliyle birlikte nasıl yaşayacağına dair vizyonuyla ilgili. Bu daha geniş bir stratejik hedefin — “Büyük İsrail’in” kurulması — parçası. Özellikle de İsrail liderleri, Gazze ve Batı Şeria’yı da kapsayan ve eskiden Filistin Mandası olarak bilinen bölgenin tamamını kontrol etmeye kararlı. Filistinliler, biri Gazze olmak üzere, birbirinden kopuk ve iktisadi açıdan çökmüş avuç kadar bölgede sınırlı bir özerkliğe sahip olacaklar. İsrail bu bölgelerin etrafındaki sınırları, aralarındaki hareketleri, üstlerindeki havayı ve altlarındaki suyu kontrol edecektir.

Bunu başarmanın anahtarı Filistinlilere büyük acılar çektirerek yenilmiş bir halk olduklarını ve geleceklerini kontrol etmekten büyük ölçüde İsrail’in sorumlu olacağını kabul etmelerini sağlamak. İlk kez 1920’lerde Ziv Jabotinskiy tarafından dile getirilen ve 1948’den bu yana İsrail politikasını büyük ölçüde etkileyen bu strateji genellikle “Demir Duvar” olarak anılır.

Gazze’de yaşananlar bu stratejiyle tamamen uyumlu.

İsrail’in 2005 yılında Gazze’den çekilme kararı ile başlayalım. Genel kanı İsrail’in Filistinlilerle barış yapma konusunda ciddi olduğu ve liderlerinin Gazze’den çıkışın yaşayabilir bir Filistin devleti kurma yolunda önemli bir adım olacağını umdukları yönündeydi. New York Times’tan Thomas L. Friedman’a göre İsrail, Filistinlilere “Akdeniz’de Dubai kadar iyi bir mini devlet kurma” fırsatı veriyordu ve bunu yaparlarsa “İsrail’de, Batı Şeria’nın çoğunun Filistinlilere verilip verilemeyeceği konusundaki tartışma temelden yeniden şekillenecekti.”

Bu tamamen hayal ürünü. Hamas iktidara gelmeden önce bile İsrailliler Gazze’deki Filistinliler için bir açık hava hapishanesi yaratmayı ve İsrail’in isteklerine uyana kadar onlara büyük acılar çektirmeyi planlıyordu. Ariel Şaron’un o dönemdeki en yakın danışmanı olan Dov Weisglass, Gazze’den ayrılmanın barış sürecini teşvik etmeyi değil, durdurmayı amaçladığını açıkça ifade etmişti. Ayrılmayı, “Filistinlilerle siyasi bir süreç olmaması için gerekli olan formalite” olarak tanımlamıştı. Dahası, çekilmenin “Filistinlileri muazzam bir baskı altına soktuğunu” vurgulamıştı: “Onları olmak istemedikleri bir köşeye itiyorlar.”

Şaron’a da danışmanlık yapmış olan önde gelen İsrailli nüfus bilimci Arnon Soffer, bu baskının nasıl bir şey olacağını şöyle detaylandırdı: “2,5 milyon insan kapalı bir Gazze’de yaşadığında, bu bir insanlık felaketi olacak. Bu insanlar çılgın bir köktendinci İslam’ın da yardımıyla bugün olduklarından çok daha azgın birer hayvana dönüşecekler. Sınırdaki baskı korkunç olacak. Korkunç bir savaş olacak. Eğer hayatta kalmak istiyorsak öldürmek zorunda kalacağız. Tüm gün, her gün.”

Ocak 2006’da İsraillilerin yerleşimcilerini Gazze’den çekmesinden beş ay sonra Hamas, Filistin yasama seçimlerinde El Fetih’e karşı mutlak bir zafer kazandı. Bu İsrail’in stratejisi açısından sorun anlamına geliyordu, zira Hamas demokratik olarak seçilmişti, iyi örgütlenmişti, El Fetih gibi usulsüzlük yapmamıştı ve İsrail’in varlığını kabul etmek istemiyordu. İsrail buna Filistinliler üzerindeki iktisadi baskıyı artırarak karşılık verdi ama bu işe yaramadı. Esasında durum Mart 2007’de El Fetih ve Hamas’ın bir araya gelerek bir ulusal birlik hükümeti kurmasıyla daha da kötüye gitti. Hamas’ın itibarı ve siyasi gücü artarken, İsrail’in böl ve yönet stratejisi dağılıyordu.

Daha da kötüsü, ulusal birlik hükümeti uzun vadeli ateşkes konusunda baskı yapmaya başladı. Filistinliler, İsraillilerin Filistinlileri tutuklamayı ve öldürmeyi bırakması ve Gazze’ye sınır kapılarını açarak iktisadi kıskaca son vermesi halinde İsrail’e yönelik tüm füze saldırılarına son verecekti.

İsrail bu teklifi reddetti ve Amerika’nın desteğiyle El Fetih ile Hamas arasında bir iç savaş çıkararak ulusal birlik hükümetini yıkmak ve El Fetih’i başa geçirmek için harekete geçti. Hamas’ın El Fetih’i Gazze’den defetmesiyle plan geri tepti ve Hamas, Gazze’de, daha uysal olan El Fetih de Batı Şeria’da kontrolü ele geçirdi. İsrail daha sonra Gazze’nin etrafındaki ablukanın vidalarını sıkarak orada yaşayan Filistinliler arasında daha da büyük zorluklara ve acılara neden oldu.

Hamas buna İsrail’e roket ve havan topu atmaya devam ederek karşılık verdi ve bir yandan da belki de on yıl ya da daha uzun sürecek uzun vadeli bir ateşkes istediklerini vurguladı. Bu Hamas açısından asil bir jest değildi; ateşkes istediler zira güç dengesi büyük ölçüde İsrail’in lehineydi. İsraillilerin ateşkese ilgisi yoktu ve yaptıkları tek şey Gazze üzerindeki iktisadi baskıyı artırmak oldu. Ancak 2008 ilkbaharının sonlarında, roket saldırıları altında yaşayan İsraillilerin baskısıyla hükümet 19 Haziran’da başlayan altı aylık bir ateşkesi kabul etti. Resmi olarak 19 Aralık’ta sona eren bu anlaşma, 27 Aralık’ta başlayan mevcut savaşın hemen öncesinde geldi.

İsrail’in resmi tavrı, ateşkesin altını oyduğu gerekçesiyle Hamas’ı suçluyor. Bu görüş ABD’de yaygın olarak kabul görse de doğru değil. İsrailli liderler ateşkesi başından beri istemiyordu ve Savunma Bakanı Ehud Barak, Haziran 2008’de ateşkes görüşülürken İsrail Savunma Kuvvetlerine mevcut savaş için hazırlanmaya başlaması talimatını vermişti. Dahası, İsrail’in eski BM Daimî Temsilcisi Dan Gillerman, Kudüs’ün mevcut savaşı satmak için propaganda kampanyasını çatışmalar başlamadan aylar önce hazırlamaya başladığını bildiriyor. Hamas ise ateşkesin ilk beş ayında füze saldırılarının sayısını büyük ölçüde azalttı. Eylül ve ekim aylarında İsrail’e toplam iki roket atılırken, bunların hiçbiri Hamas tarafından atılmadı.

Aynı dönemde İsrail nasıl davrandı? Batı Şeria’daki Filistinlileri tutuklamaya ve öldürmeye devam etti ve Gazze’yi yavaş yavaş boğan ölümcül ablukayı sürdürdü. Ardından 4 Kasım’da Amerikalılar yeni başkan için oy kullanırken İsrail Gazze’deki bir tünele saldırdı ve altı Filistinliyi öldürdü. Bu, ateşkesin ilk büyük ihlaliydi ve İsrail İstihbarat ve Terör Enformasyon Merkezine göre “ateşkesi muhafaza etmeye özen gösteren” Filistinliler, buna roket saldırılarına yeniden başlayarak karşılık verdi. Haziran ayından bu yana hüküm süren sükûnet, İsrail’in ablukayı, Gazze’ye dönük saldırılarını artırması ve Filistinlilerin İsrail’e daha fazla roket fırlatmasıyla ortadan kalktı. Şunu belirtmek gerekir ki 4 Kasım’dan savaşın başladığı 27 Aralık’a kadar Filistinlilerin attığı füzelerle tek bir İsrailli bile ölmedi.

Şiddet arttıkça Hamas, ateşkesi 19 Aralık’tan sonraya uzatmaya niyeti olmadığını açıkça ortaya koydu ki bu pek de şaşırtıcı değil zira ateşkes amaçlandığı gibi işlememişti. Fakat aralık ortasında Hamas İsrail’e, tutuklamaların ve suikastların sona ermesi ve ablukanın kaldırılması şartıyla uzun vadeli bir ateşkesi müzakere etmeye hala istekli olduğunu bildirdi. Ancak ateşkesi Hamas’a karşı savaşa hazırlanmak için kullanan İsrailliler bu teklifi reddetti. Başarısız ateşkesin resmen sona ermesinden sekiz gün sonra Gazze’nin bombalanmasına başlandı.

Eğer İsrail Gazze’den gelen füze saldırılarını durdurmak isteseydi, bunu Hamas ile uzun vadeli bir ateşkes sağlayarak yapabilirdi. Ve eğer İsrail hakikaten yaşayabilir bir Filistin devleti kurmakla ilgileniyor olsaydı, anlamlı bir ateşkes uygulamak ve Hamas’ın iki devletli çözüm konusundaki fikirlerini değiştirmek için ulusal birlik hükümetiyle birlikte çalışabilirdi. Fakat İsrail’in farklı bir ajandası var, o da Gazze’deki Filistinlilerin Büyük İsrail’in talihsiz tebaaları olarak kaderlerine razı olmalarını sağlamak için Demir Duvar stratejisini uygulamaya kararlı.

Bu acımasız politika İsrail’in Gazze savaşındaki tutumuna da açıkça yansıdı. İsrail ve destekçileri, İsrail Savunma Kuvvetlerinin sivil kayıpları önlemek için büyük çaba sarf ettiğini, bazı durumlarda İsrail askerlerini tehlikeye atacak riskler aldığını iddia ediyor. Hiç de öyle değil. Bu iddialardan kuşku duymak için bir neden de İsrail’in gazetecilerin savaş bölgesine girmesine izin vermemesi: İsrail, dünyanın askerlerinin ve bombalarının Gazze’yi ne hale getirdiğini görmesini istemiyor. Aynı zamanda İsrail, ortaya çıkan dehşet hikayelerine olumlu bir hava katmak için büyük bir propaganda kampanyası başlattı.

Ancak İsrail’in Gazze’deki büyük nüfusu kasıtlı olarak cezalandırmaya çalıştığının en iyi kanıtı, İsrail Savunma Kuvvetlerinin bu küçük toprak parçasında yol açtığı ölüm ve yıkım. İsrail binden fazla Filistinliyi öldürdü ve 4 binden fazlasını yaraladı. Kayıpların yarısından fazlası sivil ve pek çoğu da çocuk. İsrail Savunma Kuvvetlerinin 27 Aralık’taki açılış salvosu çocuklar okuldan çıkarken gerçekleşti ve o günkü başlıca hedeflerinden biri, terörist olarak nitelendirilmesi zor olan, mezun olan polis öğrencilerinden oluşan büyük bir gruptu. Ehud Barak’ın “Hamas’a karşı topyekûn savaş” olarak adlandırdığı bu süreçte İsrail bir üniversiteyi, okulları, camileri, evleri, apartmanları, devlet dairelerini ve hatta ambulansları hedef aldı. İsminin açıklanmaması kaydıyla konuşan üst düzey bir İsrailli askeri yetkili, İsrail’in bu kadar geniş kapsamlı hedefler belirlemesinin ardındaki mantığı açıkladı: “Hamas’ın pek çok yönü var ve biz tüm yelpazeyi vurmaya çalışıyoruz, zira her şey birbiriyle bağlantılı ve her şey İsrail’e karşı terörü destekliyor.” Başka bir deyişle, herkes terörist ve her şey meşru birer hedef.

İsrailliler açık sözlü olma eğiliminde ve zaman zaman gerçekte ne yaptıklarını söylerler. İsrail Savunma Kuvvetlerinin 6 Ocak’ta bir BM okulunda 40 Filistinli sivili öldürmesinin ardından Haaretz, “üst düzey subayların İsrail Savuma Kuvvetlerinin muazzam bir ateş gücü kullandığını itiraf ettiğini” bildirdi. Bir subay şöyle diyor: “Bizim açımızdan temkinli olmak saldırgan olmak anlamına geliyor. Girdiğimiz andan itibaren savaştaymışız gibi davrandık. Bu da sahada muazzam bir hasar yaratıyor… Umarım Gazze’de harekât yürüttüğümüz bölgeden kaçanlar yaşadıkları şoku anlatırlar.”

Haaretz’in başyazısında belirttiği üzere, İsrail’in “1,5 milyon Filistinli sivile karşı acımasız, topyekûn bir savaş” yürüttüğünü kabul edebilir ama eninde sonunda savaş hedeflerine ulaşacağını ve dünyanın geri kalanının Gazze halkına yaşatılan dehşeti çabucak unutacağını iddia edebilir.

Bu temenni dolu bir düşünce. Öncelikle İsrail’in Gazze’nin sınırlarını açmayı ve Filistinlileri tutuklayıp öldürmeyi durdurmayı kabul etmediği sürece roket ateşini kayda değer bir süre için durdurması pek mümkün değil. İsrailliler Gazze’ye roket ve havan topu girişini kesmekten bahsediyor ama silahlar gizli tüneller ve İsrail’in deniz ablukasından sızan gemiler aracılığıyla gelmeye devam edecek. Ayrıca Gazze’ye meşru kanallardan gönderilen tüm malları denetlemek de imkânsız olacaktır.

İsrail Gazze’nin tamamını ele geçirmeyi deneyebilir ve her yeri kilitleyebilir. İsrail yeterince büyük bir güç konuşlandırırsa bu muhtemelen roket saldırılarını durduracaktır. Fakat o zaman da İsrail Savunma Kuvvetleri, son derece düşmanca bir halka karşı maliyetli bir işgale girişmiş olur. Eninde sonunda ayrılmak zorunda kalacaklar ve roket ateşi yeniden başlayacaktır. Ve eğer İsrail roket ateşini durduramaz ve durdurmaya devam edemezse, ki öyle görünüyor, caydırıcılığı güçlenmeyecek, azalacaktır.

Daha da önemlisi, İsraillilerin Hamas’a boyun eğdirebileceğini ve Filistinlilerin Büyük İsrail içindeki bir avuç Bantustan’da sessizce yaşamalarını sağlayabileceğini düşünmek için çok az neden var. İsrail 1967’den beri işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinlileri aşağılıyor, işkence ediyor ve öldürüyor ve onlar daha sinmediler. Aslında Hamas’ın İsrail’in vahşetine verdiği tepki, Nietzsche’nin “öldürmeyen şey güçlendirir” sözünü doğrular nitelikte.

Fakat beklenmedik bir şey olsa ve Filistinliler pes etse bile İsrail yine kaybedecektir, zira bir apartheid devleti haline gelecektir. Başbakan Ehud Olmert’in kısa süre önce söylediği gibi, Filistinliler kendilerine ait yaşayabilir bir devlete sahip olamazlarsa İsrail, “Güney Afrika tarzı bir mücadeleyle karşı karşıya kalacak”. Olmert, “Bu gerçekleştiği zaman İsrail devletinin işi biter,” diyor. Ancak Olmert yerleşimlerin genişlemesini durdurmak ve yaşayabilir bir Filistin devleti kurmak adına hiçbir şey yapmadı, bunun yerine Filistinlilerle başa çıkmak için Demir Duvar stratejisine bel bağladı.

Dünyanın dört bir yanında İsrail-Filistin ihtilafını izleyen insanların İsrail’in Gazze’de uyguladığı korkunç cezalandırmayı kısa sürede unutması da pek mümkün değil. Yıkım gözden kaçmayacak kadar açık ve özellikle Arap ve İslam dünyasında çok sayıda insan Filistinlilerin kaderini önemsiyor. Dahası, uzun süredir devam eden bu çatışma hakkındaki söylem son yıllarda Batı’da bir deniz değişimine uğradı ve bir zamanlar İsrail’e tamamen sempati duyan pek çoğumuz artık İsraillilerin mağdur, Filistinlilerin ise kurban olduğunu düşünüyor. Gazze’de yaşananlar, çatışmanın bu değişen resmini hızlandıracak ve uzun süre İsrail’in itibarı üzerinde kara bir leke olarak görülecektir.

Sonuç olarak, savaş alanında yaşanırsa yaşansın İsrail Gazze’deki savaşı kazanamaz. Aslında İsrail, diasporadaki sözde dostlarının da yardımıyla, uzun vadeli geleceğini riske atan bir strateji izliyor.

DÜNYA BASINI

Savaşın yayılması ABD’nin gizli gündemi mi?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin savaşı sürdürme ve genişletmeye çalışan İsrail’i dizginlemeye çalıştığı iddialarının gerçeği yansıtmadığını savunuyor. Veriler ve uzman görüşleri ile desteklenen makale Demokratlar içindeki neo-muhafazakâr gündeme ve isimlere dikkat çekiyor:

***

Biden yönetimi gerilimi azaltmaya mı çalışıyor yoksa Orta Doğu’yu savaşa mı sürüklüyor?

Washington bölgesel ateşkes çağrısı yaparken İsrail’e siyasi ve askeri destek sağlamaya devam ediyor. Genişleyen savaş başarısız bir diplomasi mi yoksa ABD’nin gerçekten istediği şey mi?

Ali Harb

ABD Başkanı Joe Biden şubat ayında elinde bir dondurma külahıyla Gazze’de ateşkesin birkaç gün içinde gerçekleşebilecek kadar “yakın” olduğunu ilan etti.

Aradan yedi aydan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı devam etmekle kalmadı Ortadoğu’da tırmanan gerilim ve şiddet İsrail askerlerinin Lübnan’ı işgal etmesi ve bombalamasıyla genişledi.

Biden yönetimi sözlü olarak gerilimi azaltma çağrısı yapmaya devam ederken İsrail’e siyasi destek ve savaşlarını sürdürmesi için sürekli bomba tedariki sağladı.

Washington, İsrail’in bu yıl attığı neredeyse her tırmandırıcı adımı memnuniyetle karşıladı: Beyrut ve Tahran’da Hamas liderlerinin öldürülmesi, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah suikastı ve Lübnan’ın güneyinin işgali.

Gazze’de savaşın başlamasının üzerinden bir yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail, kuşatma altındaki Filistin topraklarında yaklaşık 42 bin kişinin ölümüne neden olan yıkıcı saldırılarını sürdürürken Beyrut’u her gün bombalıyor ve İran’a karşı bir saldırıya hazırlanıyor.

Gazze’deki çatışma şiddetlenip bölgeye yayıldıkça, ABD’nin söylemi ile politikası arasındaki uçurum da büyüyor.

Peki, birçok liberal yorumcunun öne sürdüğü gibi Biden yönetimi İsrail’i dizginlemekte başarısız mı oluyor? Yoksa aslında kaosu; İran, Hamas ve Hizbullah’a karşı şahin bir gündemi ilerletmek için mi kullanıyor?

Kısa yanıt: Analistlere göre İsrail’e askeri ve diplomatik desteğini sürdüren ABD, itidal açıklamalarına ve ateşkes çağrılarına rağmen bölgedeki şiddetin temel itici gücü olmaya devam ediyor. Yönetimin güdüleri ya da gerçek niyetleri hakkında spekülasyon yapmak zor olsa da Biden yönetiminin İsrail ile aynı safta yer aldığını, sadece meydan okunan pasif bir müttefik olmadığını gösteren kanıtlar giderek artıyor.

ABD şimdiye kadar ne söyledi ve ne yaptı?

Gazze’de ateşkes için aylarca süren kamuoyu baskısının ardından ABD, İsrail’in Lübnan’daki saldırısını desteklemeye odaklandı.

ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin geçen hafta İsrail’in Lübnan’ın güneyinde başlattığı ve ülkeyi tamamen işgal etme riski taşıyan kara harekâtını destekledi.

İsrailli mevkidaşı Yoav Gallant ile yaptığı görüşmenin ardından 30 Eylül’de bir açıklama yapan Austin, “ABD’nin İsrail’in kendini savunma hakkını desteklediğini açıkça ifade ettim” dedi.

Filistinli grup Hamas’ın İsrail’in güneyine düzenlediği ve en az bin 139 kişinin öldüğü saldırıya atıfta bulunan Austin, “Lübnan Hizbullahı’nın İsrail’in kuzeyindeki topluluklara 7 Ekim tarzı saldırılar düzenleyememesini sağlamak için sınır boyunca saldırı altyapısının yok edilmesi gerektiği konusunda mutabık kaldık” dedi.

Lübnanlı grup, Hamas saldırısının ardından Gazze’ye karşı başlattığı savaşı sona erdirmesi için İsrail hükümetine baskı yapmak amacıyla geçen yıl Ekim ayında İsrail askeri mevzilerine saldırmaya başlamıştı.

Aylar boyunca neredeyse her gün yaşanan çatışmalar büyük ölçüde sınır bölgesiyle sınırlı kaldı. Şiddet, sınırın her iki tarafından on binlerce insanı kaçmaya itti. Hizbullah, İsrail’in kuzeyinde yaşayanların ancak ülkenin Gazze’ye yönelik savaşı sona erdiğinde geri dönebileceklerini savundu.

Hizbullah’ın üst düzey askeri yetkililerine yönelik suikast saldırılarının ardından İsrail 23 Eylül’de Lübnan genelinde büyük bir bombardıman başlattı ve yüzlerce köy ve kasabada sivillere ait evleri yerle bir etti.

O tarihten bu yana İsrail şiddeti Lübnan’da 1 milyondan fazla insanı yerinden etti.

İsrail’in bu adımlarından önce Beyaz Saray aylardır Lübnan-İsrail sınırındaki krize diplomatik bir çözüm bulunması için çalıştığını söylüyordu. ABD elçisi Amos Hochstein, görünüşte gerilimin tırmanmasına karşı uyarıda bulunmak üzere bölgeye defalarca ziyarette bulundu.

Lübnan’daki düşük düzeyli çatışmaların hızla topyekûn bir savaşa dönüşmesi üzerine Biden yönetimi Arap ve Avrupa ülkelerini bir araya getirerek 25 Eylül’de çatışmaların durdurulması için 21 günlük “acil” bir ateşkes önerdi.

Ancak iki gün sonra İsrail, Beyrut’taki birçok konutu yerle bir eden ve yakın bir ateşkes ihtimalini fiilen ortadan kaldıran büyük bir bombalı saldırıda Nasrallah ‘ı öldürdüğünde Beyaz Saray bu saldırıyı “adaletin bir ölçüsü” olarak övdü. Nasrallah’ın öldürülmesi emrini İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılmak üzere bulunduğu ABD topraklarından verdi.

Syracuse Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Osamah Khalil, Biden’ın diplomatik çabalarının samimiyetini sorguladı ve Hochstein’ın İsrail’e itidal çağrısında bulunduğuna dair basında çıkan haberlere şüpheyle yaklaştı.

Halil, ABD’nin İsrail’in Gazze ve bölgenin geri kalanındaki eylemlerinin doğrudan bir katılımcısı ve destekçisi olduğunu ancak Biden yönetiminin ateşkes görüşmelerini kendisini ülke içindeki eleştirilerden korumak için bir “iç politika” manevrası olarak kullandığını vurguladı.

Halil geçen ay El Cezire’ye verdiği demeçte, “Tüm bunlar, özellikle de savaş karşıtlığı popüler hale geldikçe, müzakereler ediyormuş gibi görünmek için yapılan müzakerelerdi” dedi.

‘Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmek’

ABD medyasında yakın zamanda çıkan iki haber Halil’in iddiasını doğrular nitelikte.
Politico’nun 30 Eylül’de kimliği açıklanmayan kaynaklara dayandırdığı haberine göre Hochstein ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Ortadoğu koordinatörü Brett McGurk’ün de aralarında bulunduğu üst düzey ABD’li yetkililer İsrail’in Hizbullah’a yönelik askerî harekâtını özel olarak destekliyor.

ABD’li yayın organının haberine göre “Hochstein, McGurk ve diğer üst düzey ABD ulusal güvenlik yetkilileri perde arkasında İsrail’in Lübnan operasyonlarını önümüzdeki yıllarda Orta Doğu’yu daha iyi bir şekilde yeniden şekillendirecek tarihi bir an olarak tanımlıyorlar.”

Axios’un geçen haftaki haberine göre ABD, İsrail’in Hizbullah’a vurduğu darbelerden faydalanarak Washington’un desteklediği bir ismin Lübnan cumhurbaşkanı seçilmesi için bastırıyor.

Lübnan’da cumhurbaşkanlığı makamı yaklaşık iki yıldır boş ve parlamento yeni bir lider seçmek için uzlaşma sağlayamıyor.

Salı günü ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller Lübnan’daki savaşı ülkeyi siyasi olarak değiştirmek için bir “fırsat” olarak nitelendirdi. Miller, Washington’un Lübnan halkının “yeni bir cumhurbaşkanı seçme [ve] Hizbullah’ın ülkedeki çıkmazını kırma yeteneğine” sahip olmasını istediğini söyledi.

Hizbullah ve müttefikleri, ülkedeki serbest seçimler sonucunda Lübnan parlamentosunda onlarca sandalyeyi kontrol ediyor.

Bölgeyi yeniden şekillendirmek, ABD’nin neo-muhafazakâr hareketi için her zaman bir hedef oldu: İsrail’e destek veren ve ABD dostu hükümetleri, şahin dış politika ve askeri müdahaleler yoluyla iktidara getirme. Bu yaklaşım en açık şekilde eski ABD Başkanı George W. Bush döneminde görülmüştü.

Hatta 18 yıl önce Bush döneminde, İsrail Hizbullah ile son büyük savaşını yaşadığında, dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice “yeni bir Ortadoğu’nun doğum sancılarından” söz etmişti.

Halil, Bush döneminin birçok yeni muhafazakârının şu anda Demokrat Parti’ye üye olduğunu ve Kasım seçimlerinde başkanlık için Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i desteklediğini belirtti.

Harris, sözde “teröre karşı savaşın” ve 2003 yılında ABD öncülüğünde Irak’ın işgalinin baş mimarlarından olan eski Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin desteğini memnuniyetle karşıladı.

Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı olarak Biden’ın kendisi de Irak’taki savaşı desteklemişti. O dönemde komitede Demokrat personel direktörü olarak görev yapan Dışişleri Bakanı Antony Blinken da öyle. McGurk Bush’un Beyaz Saray’daki danışmanlarından biriydi ve ABD’nin Irak’ı işgalinde kilit rol oynamıştı; Hochstein ise daha önce İsrail ordusunda görev yapmıştı.

Khalil, “Demokrat yönetimin içinde neo-muhafazakâr bir gündem var” dedi.

Gazze başarısızlıkları

Lübnan’da savaş sürerken ve dünya İran ile İsrail arasında olası bir gerilimi izlerken, birçok analist bölgeyi bu noktaya getiren şeyin Biden’ın Gazze’deki savaşı sona erdirememesi olduğunu söylüyor.

Arab Center Washington DC Direktörü Halil Cahşan da Biden yönetiminin Netanyahu hükümetine verdiği koşulsuz desteğin tüm bölgeyi “bilinmeze” götürdüğünü söyledi.

El Cezire’ye konuşan Cahşan, Gazze savaşının başlamasından bu yana geçen bir yılda ABD’nin sadece İsrail politikalarına değil, aynı zamanda “İsrail’in aşırılıklarına” da tam olarak “körü körüne destek” verdiğini söyledi. “Bu, çatışmanın başından beri herhangi bir rasyonalite unsurunu kabul etmeyi reddeden tek taraflı bir politikanın sonucudur” dedi.

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e düzenlediği saldırının hemen ardından Biden ABD’nin müttefikine tavizsiz destek verdi.

İsrail’in Hamas’a karşı “hızlı, kararlı ve ezici” bir yanıt vermesini destekledi. Beyaz Saray ayrıca savaşın finansmanına yardımcı olmak üzere İsrail’e askeri yardım için Kongre’den ek fon talep etmekte acele etti.

Washington aylardır büyüyen insani krize rağmen ateşkes çağrılarına direniyor ve İsrail’in Hamas’ın peşinden gitmeye “hakkı” olduğunu savunuyordu.

ProPublica ve Reuters haber ajansının son haberleri, Biden yönetiminin İsrail’in Gazze’de işlediği olası savaş suçlarıyla ilgili iç uyarıları aldığını ve bunları görmezden gelerek İsrail’e silah transferlerini sürdürdüğünü gösterdi.

İsrail’in Gazze’nin büyük bölümünü yerle bir etmesi, 2,3 milyon Filistinlinin neredeyse tamamını yerinden etmesi ve açlık sınırına getirmesinin ardından iç ve uluslararası hoşnutsuzluk arttıkça Biden üslubunu yumuşatmaya başladı.

Geçen aylarda ABD, Gazze’deki çatışmaların sona ermesini ve kuşatma altındaki bölgede Filistinli grupların elindeki İsrailli esirlerin serbest bırakılmasını sağlayacak bir anlaşma çağrısında bulunmak için “ateşkes” terimini benimsedi.

Ancak Netanyahu’ya bir anlaşmayı kabul etmesi için pek baskı yapmadı.

Biden ve yardımcıları gerçekten bir ateşkes istemiş ve bunu başaramamış da olsa diplomatik çabayı dikkatleri İsrail’in ABD destekli savaşının dehşetinden uzaklaştırmak için kullanmış da olsa sonuç aynı: Savaş yayılıyor ve on binlerce masum insan öldürülüyor.

Tahran ile ABD diplomasisini destekleyen ABD merkezli National Iranian American Council’de (NIAC) politika direktörü olan Ryan Costello, “Kanıtlar, bir ateşkesi desteklediklerini söylemenin, ancak bunu sağlamak için hiçbir şey yapmamanın onlar için siyasi olarak avantajlı olduğunu gösteriyor” dedi.

Cahşan ayrıca Biden yönetiminin İsrail’i silahlandırmaya devam ederken adil ateşkes önerileri sunmadığını söyledi, “Ateşkesi önerenler, taraflardan birine savaş araçları sunmaya devam ederse ateşkesin ne değeri kalır ki. Bu bir ateşkes değil; savaşa devam etmek için bir davet” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Küresel ticarette tehlike çanları: Lloyd’s’tan 14 trilyon dolarlık kayıp uyarısı

Yayınlanma

İngiltere merkezli sigorta devi Lloyd’s of London, olası bir jeopolitik çatışmanın önümüzdeki beş yılda küresel ekonomiye 14,5 trilyon dolarlık zarar verebileceğini ve dünya ticaretini altüst edebileceğini öngören bir rapor yayımladı.

Lloyd’s of London, olası bir jeopolitik çatışmanın küresel ekonomiyi derinden sarsabileceği konusunda uyarıda bulundu. Sigorta devi, böyle bir senaryonun önümüzdeki beş yıl içinde 14,5 trilyon dolarlık (yaklaşık 11,89 trilyon sterlin) zarara yol açabileceğini ve küresel ticareti altüst edebileceğini öngörüyor.

Reuters ajansının aktardığına göre söz konusu tahmin, Lloyd’s’un sistemik risk serisi kapsamında hazırladığı yeni bir senaryonun parçası. Bu seri, hükümetlere, sigortacılara ve risk yöneticilerine en acil küresel tehditler hakkında kritik bilgiler sunmayı amaçlıyor.

Söz konusu senaryo, büyük çaplı bir jeopolitik çatışmanın küresel ticaret düzenini bozması halinde ortaya çıkabilecek ciddi ekonomik sonuçlara odaklanıyor.

Dünya ithalat ve ihracatının yüzde 80’inden fazlasını oluşturan yaklaşık 11 milyar ton malın her an okyanuslar üzerinde hareket halinde olduğu düşünüldüğünde, hayati ticaret yollarının kapanmasının ekonomileri felce uğratabileceği açıkça görülüyor.

Rapor, olası zararın iki yönlü -bir yandan çatışma bölgelerindeki altyapının tahrip olması, diğer yandan yaptırımlar ve tehlikeye giren nakliye hatları nedeniyle küresel ticaret ağlarının yeniden düzenlenmek zorunda kalması- olacağını vurguluyor.

Etkinin boyutu, ülkelerin çatışmaya dahil olma durumuna ve uluslararası ticarete olan bağımlılık derecesine göre farklılık gösterecek. Örneğin, otomobil ve elektronik üretiminde kullanılan yarı iletkenler gibi kritik mallarda büyük ölçüde dış tedarikçilere bağımlı olan Avrupa’nın 3,4 trilyon dolara varan kayıplarla karşı karşıya kalabileceği belirtiliyor.

Lloyd’s, bu senaryonun önemini vurgulamak için yakın geçmişten bir örnek veriyor. 2021 yılında, Doğu ve Batı’yı birbirine bağlayan hayati ticaret yolu Süveyş Kanalı’nda yaşanan tıkanıklığın günde 9,6 milyar dolarlık mala, yani saatte 400 milyon dolara mal olduğu tahmin edilmişti.

Lloyd’s kurumsal ilişkiler direktörü Rebekah Clement, son senaryoyla ilgili şu açıklamayı yaptı: “Sigortanın değeri, jeopolitik çatışmanın ikincil etkilerini de kapsıyor. Bu etkiler arasında, etkilenen ticaret ortakları ve tedarikçilerden kaynaklanan aşağı yönlü gecikmeler ve kesintiler de yer alıyor.”

Clement sözlerine şöyle devam etti: “İşletmelerin kendilerini bu etkilere karşı korumalarına yardımcı olabilecek sigorta teminatlarına örnek olarak siyasi risk sigortası ve şarta bağlı iş kesintisi sigortasının yanı sıra özel savaş riski sigortası verilebilir.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

7 Ekim’in ardındaki jeopolitik deprem

Yayınlanma

Ghassan Jawad, Lübnanlı yazar ve analist
The Cradle, 7 Ekim 2024

Bir yıl önce bugün dünyayı sarsan El Aksa Tufanı Operasyonu münferit bir olay değildi; yıllar süren jeopolitik değişimlerin, küresel güç dengelerinin ve Batı Asya’da artan gerilimlerin doruk noktasıydı.

Operasyon sadece Filistin direnişinin cesur bir hamlesi değil, aynı zamanda uluslararası politikada yıllardır yaşanmakta olan sismik değişikliklere verilen hesaplı bir yanıttı.

Bu değişikliklerin merkezinde ABD’nin Afganistan’dan 2021’de çekilmesi vardı ki bu ABD etkisinin zayıfladığına işaret ediyordu. Bu çekilme Washington’un Basra Körfezi’ndeki müttefiklerinde, özellikle de ABD korumasının güvenilirliğini sorgulamaya başlayan Suudi Arabistan’da şok etkisi yarattı.

ABD’nin Ukrayna savaşındaki zıt tutumu bu endişeleri daha da derinleştirerek Basra Körfezi ülkelerini yeni ittifaklar ve güvenlik düzenlemeleri arayışına itti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 2022’de Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaret, 30 milyar dolarlık ticaret anlaşmasıyla sonuçlandı ve Pekin’in bölgedeki yeni nüfuzunun altını çizdi.

Çin’in artan varlığı ve değişen bölgesel dinamikler, İran ile Suudi Arabistan arasında Pekin’de imzalanan Mart 2023 tarihli normalleşme anlaşmasının yolunu açtı. Bu anlaşma bazı bölgesel gerginlikleri yatıştırsa da uzun süredir devam eden çatışmaları tam olarak çözmedi.

Bunun yerine, Batı Asya’nın değişen güç dengesine uyum sağlama ve köklü rekabetleri aşabilecek potansiyel yeni ittifaklara hazırlanma çabalarını yansıttı. Bölgesel güçler, ABD’nin yirmi yıl önce Irak’ı yasadışı bir şekilde işgal etmesiyle tetiklenen ve giderek artan çok kutupluluğun damgasını vurduğu evrim geçiren uluslararası düzenle başa çıkmak için kendilerini konumlandırıyorlardı.

Ukrayna’daki savaş ve küresel yeniden hizalanmalar

Ukrayna’da Şubat 2022’de patlak veren savaş, Doğu Avrupa’nın ötesine şok dalgaları gönderdi. Çatışma ekonomik krizleri tetikledi, çatışmaları yoğunlaştırdı ve hatta Afrika’da askeri darbeleri teşvik etti. Bunu takip eden jeopolitik sıralama, bir tarafta ABD ve Atlantikçi müttefikleri, diğer tarafta Çin tarafından desteklenen Avrasya güçleri Rusya ile doğu ve batı arasında gözle görülür bir hizalanma yarattı. Kısa süre içinde dünyanın dört bir yanındaki stratejik sıcak noktalarda vekalet savaşları ortaya çıktı.

Rusya için savaş, ulusal güvenliğinin gerekli bir savunması, Batı’nın kendi etki alanına tecavüzüne karşı bir tepki olarak görüldü. Kremlin, Ukrayna çatışmasını sadece bir toprak mücadelesi olarak değil, Batı’nın bilim, teknoloji ve sanayi alanındaki hakimiyetinin azalmaya başladığı bir dünyada kaynakların, ticaret yollarının ve etki alanlarının kontrolü için verilen daha geniş bir savaş olarak gördü. Moskova’nın gözünde bu savaş, küresel gücün sınırlarını yeniden çizmeye yönelik daha büyük bir mücadelenin parçasıydı.

Çin ve Hindistan’ın yükselişi dünyanın endüstriyel, ekonomik ve demografik ağırlığını doğuya doğru kaydırdı. Bu durum, Rusya’nın Avrupa’dan Orta Asya’ya küresel rolünü geri kazanmaya çalışmasıyla birlikte nüfuz mücadelesini yoğunlaştırdı. Bu arada, Çin kendi ekonomik ve jeopolitik hakimiyetini kurmaya çalışırken ABD liderliğindeki uluslararası “kurallara dayalı düzen” baskı altında.

Filistin davasının yeniden canlandırılması

Filistinli direniş güçlerinin 7 Ekim 2023’te El Aksa Tufanı’nı başlatma kararı bu küresel akımlardan bağımsız olarak alınmadı.

Hamas ve diğer Filistinli gruplar stratejik anın farkındaydı: ABD, Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne göre Çin ve Rusya’ya karşı çatışmalarla meşgulken, Washington İran’ı kontrol altına almaya çalışıyordu.

Gazze’deki Hamas’ın Ukrayna çatışmasının patlak vermesinin ardından kaleme aldığı gizli bir değerlendirme, İsrail’in kendi içindeki bölünmeler de dahil olmak üzere önceliklerde ve kırılganlıklarda küresel bir değişime dikkat çekiyordu: Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’teki Filistinlilere yönelik kuşatmanın sıkılaştırılması ve kaçınma döngüsünün kırılması için aşırı sağcı bir hükümetin programında ve başkanı ile bakanlarının fikirlerinde açıkladığı, Yer Değiştirme Yerleşimleri Bakanı’nın artırılması ve Filistin davasının mülteciler meselesi, devlet, bağımsızlık, başkent olarak Kudüs ve Filistin hakkının şahidi olan toprak gibi hayati başlıklarını ortadan kaldırmak için Filistin davasını sona erdirmek için çalışma fikrine dayanan pozisyonu değiştirme ve kırma olasılığı.

Değerlendirmede, İsrail’in iç siyasi çekişmelerinin yanı sıra küresel iklimin de kararlı bir saldırı için nadir bir fırsat sunduğu sonucuna varıldı. Benjamin Netanyahu ve aşırılık yanlısı ortakları tarafından yönetilen İsrail’in aşırı sağcı hükümeti açıkça işgali derinleştirmeyi, yerleşimleri genişletmeyi ve Filistinlilerin haklarını marjinalleştirmeyi amaçlayan politikalar izlemiştir. Tel Aviv’in iç bölünmeleri ve Batı’nın Ukrayna’daki dikkat dağınıklığı göz önüne alındığında, bu tehditlere meydan okuyacak cesur bir hamle için zamanın geldiği anlaşılıyordu.

Bölgesel olarak ABD, İsrail ile Suudi Arabistan arasında bir normalleşme anlaşmasına aracılık etmek amacıyla Abraham Anlaşmalarını ilerletmeye çalışıyordu. Bu çaba, ABD’nin Batı Asya’daki çıkarlarını, özellikle de İsrail’in güvenliğini korumaya yardımcı olabilecek bir Arap-İsrail bloğu oluşturmak için çok önemli olarak görülüyordu.

Ancak Filistinliler bu normalleşme çabalarını ulusal istekleri için ciddi bir tehlike olarak gördüler. Suudi Arabistan’ın Filistin davası için önemli tavizler elde etmeden sürece dahil olmasının İsrail’e “nihai çözüm” için yeşil ışık yakacağından korkuyorlardı – yasadışı Yahudi yerleşimlerini artırmak, Gazze üzerindeki kuşatmayı sıkılaştırmak ve Kudüs’ü Yahudileştirirken Filistin devleti için her türlü şansı silmek.

Direniş, Suudi Arabistan’ın normalleşme yolunda devam etmesi halinde diğer Arap ve Müslüman çoğunluklu ülkelerin de onu izleyerek Filistin davasını daha da yalnızlaştıracağına inanıyordu. Filistin ile Arap ve İslam dayanışmasının aşınacağı potansiyel bir jeopolitik gerçeklikle karşı karşıya kalan direniş, El Aksa Tufanı Operasyonu’nu gidişatı değiştirmek için son bir çaba olarak gördü.

Tufandan Sonra

İsrail’in El Aksa Tufanı’na verdiği yanıt orantılı olmaktan çok uzaktı. Filistin direniş operasyonuna tepki olarak başlayan süreç hızla soykırıma benzetilen bir etnik temizlik kampanyasına ve Gazze, Batı Şeria, Lübnan, Suriye ve Yemen’e yönelik yıkıcı saldırılarla daha geniş çaplı bir bölgesel savaşa dönüştü.

Ancak İsrail’in acımasız askeri saldırıları Tel Aviv’in acil hedeflerinden daha fazlasına hizmet ediyor gibi görünüyor. ABD’nin Çin, Rusya ve İran gibi güçlerin artan etkisine karşı koyarken bölgesel çıkarlarını güvence altına almaya yönelik daha geniş stratejisine uyuyor.

İsrail’in Filistin direnişini yok etme ve Gazze halkını yerinden etme amacı, Washington’un eylül ayında Lübnanlı direniş liderlerine yönelik suikast saldırısının ardından ortaya çıkan daha büyük jeopolitik hedefleriyle iç içe geçmiş durumda: Batı Asya’nın yeniden şekillendirilmesi.

Tel Aviv’in bu planı, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun BM Genel Kurulu kürsüsüne çıkıp Suudi-İsrail normalleşmesinin Washington tarafından güvence altına alınmasının ardından hayata geçirilebileceğini öngördüğü “yeni Orta Doğu” haritasını havaya kaldırdığı 7 Ekim 2023 tarihinden çok önce harekete geçirilmişti.

ABD, Tel Aviv’deki vekili aracılığıyla, Çin ve Rusya’nın nüfuzuna karşı koymaya yönelik daha geniş bir stratejinin parçası olarak bölgenin kaynakları, ticaret yolları ve ittifakları üzerindeki kontrolünü sürdürmeye çalışıyor. Bu çatışma, Ukrayna’dan Kızıldeniz’e uzanan daha büyük bir küresel hakimiyet mücadelesinin bir parçasıdır.

Gazze’nin çektiği acılara verilen küresel tepki keskin bir çelişkinin altını çiziyor. ABD ve müttefikleri liberal değerleri, insan haklarını ve demokrasiyi savunduklarını iddia ederken, eylemleri genellikle farklı bir hikaye anlatmaktadır. Ukrayna çatışması ve Gazze’deki soykırım sırasında Batılı devletler uzun süredir savundukları pek çok ideali soğuk ve sert jeopolitik çıkarlar uğruna terk ettiler.

El Aksa’nın ötesinde bir savaş

İsrail’in Gazze’ye ve şimdi de Lübnan’a karşı sürdürdüğü savaş, sadece El Aksa Tufanı direniş operasyonunun acil sonuçlarıyla ilgili değildir. Sözde “Yüzyılın Anlaşması”nı anımsatan, ABD’nin bölgeye yönelik daha geniş bir projesinin parçasıdır.

Bu, Gazze ve diğer parlama noktalarının ötesine uzanan saldırganlığın ölçeğinde açıkça görülmektedir. Nihai hedef, bölgenin jeopolitik düzeninde radikal bir dönüşüm gibi görünüyor – kaynaklar, limanlar ve ticaret yolları üzerindeki kontrolü güvence altına alırken, Batı hakimiyetini sağlamak için halklara boyun eğdiren bir düzen.

Bu savaş sadece sınırlar ya da topraklarla ilgili değil; küresel ekonomik coğrafya üzerinde kontrol ve eski düzenin tartışıldığı bir dünyada nüfuzla ilgili. Bu büyük nüfuz mücadelesinde, ister Ukrayna’da, ister Gazze’de ya da başka bir yerde olsun, bedeli genellikle sahadaki insanlar ödüyor.

Varoluşsal bir tehditle karşı karşıya olan Filistinliler, tarihin akışını değiştirmek amacıyla El Aksa Tufanı’nı başlattı. Ancak savaş uzadıkça, bu çatışmanın çok daha büyük bir küresel güç oyununun parçası olduğu ve sonuçlarının bölgenin çok ötesine yayılacağı anlaşıldı.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English