Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Macaristan’ın İsrail ile güçlü bağlarının kökleri

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 7 Ekim’den sonra İsrail’e Batı’dan beklenen düzeyde bir destek geldi. Macaristan’ın sunduğu dayanışma mesajının tonu yüksekti ve bu da sürpriz değildi. Fakat Budapeşte ile Tel Aviv arasındaki ilişkilerin mazisi yakından bakmaya değer. Netanyahu-Orban dostluğunu besleyen ana hususlar arasında Soros karşıtlığı dikkat çekiyor.


Orban’ın İsrail ve onun başbakanı ile güçlü bağlarının kökleri

Andras Dezso

Balkan Insight

14 Kasım 2023

Macaristan’ın İsrail ile dayanışması, ABD’li milyarder Soros’a ve Fidesz partisinin entelektüel çevresindeki tarihi antisemit figürlere karşı yürüttüğü propaganda ışığında çelişkili görünebilir. Fakat her iki taraf da yıllar boyunca bu ilişkiden kazançlı çıktı.

“Dış politika karmaşıktır, yalnızca ne dediğinizi biliyorsanız bu işe girişin,” Macaristan Başbakanı Viktor Orban, aşırı sağcı Mi Hazank (Vatanımız) partisinin lideri Laszlo Toroczkai’nin parlamentoda kendisine Macaristan’ın neden BM’de İsrail ateşkesine karşı oy kullandığını sorması üzerine böyle yanıt verdi.

Orban hükümetinin dış politikası ve İsrail ve Yahudi halkıyla dayanışması, propagandasının yıllardır Yahudi, Macaristan doğumlu ABD’li milyarder George Soros’u bir numaralı halk düşmanı olarak göstermesi nedeniyle pek çok insana karmaşık ya da en azından çelişkili gelebilir.

Macaristan hükümeti, iktidardaki Fidesz partisine göre er ya da geç eski kıtanın İslamlaşmasına yol açacağı için Yahudi-Hıristiyan Avrupa’ya zarar veren AB’nin yasa dışı göç sorunundan Brüksel’in “yanlış göç politikasının” yanı sıra Soros’u ve vakfı tarafından finanse edilen STK’ları sorumlu tutuyor.

Macaristan’da 2010 yılından bu yana başbakanlık görevini yürüten Viktor Orban ile İsrailli mevkidaşı Binyamin Netanyahu arasında ve onlar aracılığıyla Fidesz ile Likud partileri arasında siyasi ittifak kurulmasına yardımcı olan da tam olarak bu tutum.

George Soros, Macar sağında olduğu kadar Likud taraftarları arasında da tehlikeli bir düşman olarak görülüyor. İsrail sağı, Soros’un parasının dolaylı olarak İsrail’in yok edilmesini isteyen Filistinli örgütlere gittiğini düşünüyor. Bu nedenle İsrail’de Soros’u eleştirenler, milyarderi antisemitleri desteklemekle suçlarken, Macar hükümeti de Yahudi kökenli iş insanına saldırmak amacıyla reklam panoları kullandığı için düzenli olarak antisemit olmakla suçlanıyor.

Esasında Macar hükümetinin Soros karşıtı tutumu Yahudilere değil, Orban hükümetine göre siyasi otorite olmaksızın uluslararası siyaseti etkilemek isteyen STK’lar da dahil sol-liberal siyasi güçlere yönelik. Bununla birlikte Macar aşırı sağı da Soros’a karşı yürütülen kampanyadan rahatsızlık duymuyor, zira bu kampanya Yahudiler hakkındaki komplo teorileriyle örtüşüyor.

Yine de Fidesz’in başını çektiği Soros kampanyası İsraillileri böldü. Orban 2018’de İsrail’i ziyaret edip Yad Vaşim Holokost Müzesi’ne gittiğinde, kendisini azarlayan protestocular tarafından karşılandı.

Kadim dostluk

Orban ve Netanyahu’nun ilişkisi uzun bir maziye dayanıyor. İlk olarak 1998-2002 yılları arasında başbakanlık koltuğunda oturan Orban, Netanyahu ile ilk olarak 2005 yılında bir araya geldi. Orban o dönemde muhalefetteydi, 1996-1999 yılları arasında başbakanlık yapan Netanyahu ise İsrail’in maliye bakanı olarak görev yapıyordu. Orban, o zaman bile Netanyahu’nun İsrail gibi küçük bir ülkenin nasıl güçlü bir ulus devlete dönüştürülebileceğine dair vizyonundan etkilenmişti.

Orban’ın Netanyahu ile olan dostluğu Fidesz’in Orta Doğu politikasını zaman içinde dönüştürdü. Orban, liberal soldaki siyasi rakipleri tarafından daha 1998’de, başbakanlığının ilk döneminde, kampında antisemitler bulundurmakla suçlandı. Bu eleştiri, siyasi kariyerine 1980’lerin sonunda liberal ve anti-komünist olarak başlayan Orban’ın 1990’ların ortalarından itibaren Fidesz’i sağa doğru yönlendirdiği hakikatine dayanıyordu.

Dünya Savaşı sırasında Macaristan’daki Yahudi kökenli yaklaşık yarım milyon insanın tehcir edilmesi ve ardından öldürülmesinde dönemin sağcı ve aşırı sağcı partilerinin ağır sorumluluğu olduğu için antisemitizm on yıllar boyunca sağın peşini bırakmadı. Bu durum 1990’larda da farklı değildi, dolayısıyla Fidesz’in sağ kampı ele geçirmesiyle birlikte partinin entelektüel çevresinde de antisemitik figürler ortaya çıktı.

İlk Orban hükümeti dönemindeki ABD liderliği (Clinton yönetimi) buna içerlemişti. Ancak Orban, Washington’da daha iyi lobi gücüne sahip olan solcu, liberal siyasi rakiplerinin asılsız bir saldırısı olarak gördüğü bu eleştirileri umursamadı. Orban, başbakana yakın olanların “taktiksel antisemitizm” olarak adlandırdığı antisemitik sağ kanadı kazanmak zorunda olduğunu biliyordu.

Bu “taktiksel antisemitizm” nedeniyle Orban’ın hükümeti 2002’de düştüğünde Fidesz antisemit olarak yaftalandı. Orban 2005 yılında İsrail’e giderek Netanyahu ile sadece ortak bir zemin bulmakla kalmadı, aynı zamanda ondan çok şey öğrenebileceğini de keşfetti.

Hakikaten de Orban ve Netanyahu’nun siyasi kariyerlerinde ve dolayısıyla Fidesz ve Likud’un kaderinde ortak olan bir nokta vardı: her ikisi de güçlü sol rüzgarlara karşı durmaya çalışmış ve partilerini zafere taşımışlardı. Orban ve Netanyahu, 2006 parlamento seçimlerini kaybettiğinde Fidesz ve Likud, halihazırda kardeş partiler olarak görülüyordu. O zamana dek Fidesz, antisemitik etiketinden kurtulmayı başarmıştı ve hatta Macar aşırı sağı Orban ve Likud ile son derece yakın bir ilişki içinde oldukları için alay ediyordu.

Yeniden iktidarda

Orban, 2010 yılında iktidara geldiğinden bu yana Netanyahu ile verimli bir siyasi ortaklık yürütüyor.

Orban sistematik olarak liberal olmayan bir devlet inşa etmeye başladı ve bu da onu Netanyahu’nun giderek daha az İsrail taraftarı olduğunu düşündüğü AB ile giderek artan bir çatışma içine soktu. 2011 Arap Baharı AB ve ABD tarafından memnuniyetle karşılanırken hem Orban hem de Netanyahu Arap devrimlerinin yalnızca kaos getireceğine inanıyordu. Ve Orban hükümeti, İsrail’e karşı giderek daha fazla jest yaptı: Filistin meselesini bir kenara iterek şimdiye kadarki dengeli Orta Doğu politikasını bir kenara bıraktı ve AB’de İsrail karşıtı veya Filistin yanlısı olduğuna inandığı her şeyi engellemeye çalıştı.

Dolayısıyla Orban ve Netanyahu, Fidesz 2015 yılında -İsrailli-Amerikalı kampanya danışmanları tarafından kendileri için icat edilen bir kampanya olan Soros karşıtı kampanyasını başlattığında halihazırda aynı gemideydiler.

Soros karşıtı kampanya sadece kelimelerden ibaret değildi. 2018 Macaristan seçim kampanyası sırasında Fidesz’in medyası, dünyanın çeşitli yerlerinde Soros’la bağlantılı STK’ları suçlamak için İsrailli bir özel istihbarat şirketi tarafından üretilen itibarsızlaştırma materyallerini kullandı. Operasyon Macaristan’da, İsrail özel istihbarat teşkilatının Macar istihbaratının muhbiri olduğunu bilmediği Migration Aid’in başkanı olan bir aktivisti hedef almasıyla başarısızlığa uğradı. Bu durum ortaya çıktıktan sonra Fidesz karalama kampanyasını hızla durdurdu ama Soros aleyhtarı kampanya o zamandan beri devam ediyor.

Orban ve Netanyahu son yıllarda karşılıklı olarak birbirlerine destek oldular. Orban, Netanyahu’nun Visegrad Grubu’ndaki diğer ülkeleri, özellikle de Polonya’yı İsrail’in müttefiki haline getirmesine yardımcı oldu, fakat Çekya ve Slovakya da dahil V4’ün tamamı artık İsrail yanlısı olarak kabul edilebilir.

Netanyahu İsrail’de pek çok kişi tarafından Avrupa’da, özellikle de Orta ve Güneydoğu Avrupa’da antisemitik olarak görülen (aşırı) sağa açıldığı için eleştiriliyor. Ancak Netanyahu’nun politikası 2015’teki mülteci krizine tepkiydi: o andan itibaren Müslüman göçmenler düşmandı ve Netanyahu, Avrupa’daki sol ve aşırı solun aşırı sağdan daha İsrail karşıtı olduğunu düşünüyordu. Likud partisi içinde “yeni antisemitizmin” İsrail karşıtlığı olduğuna inanıyorlar. Ayrıca bazı sol çevrelerin İsrail işgali altındaki topraklardan gelen ürünlerin boykot edilmesi çağrısında bulunması da “yeni antisemitizm” olarak değerlendiriliyor.

Orban Avrupa’da Netanyahu’ya yardım ederken, İsrail Başbakanı da Fidesz’in ABD’de İsrail’e yakın olan Cumhuriyetçi Parti’nin sağ kanadıyla bağlantı kurması için çalışıyordu. Netanyahu, Donald Trump ve Orban’ın bir araya gelmesinde etkili oldu. Orban için de ABD içindeki ilişkilerinin en azından Cumhuriyetçiler tarafından kabul edilebilir olması hayati önem taşıyordu. 2014 yılı civarında Orban hükümeti ile Barack Obama’nın Demokrat yönetimi arasındaki ilişkiler kötüleşme noktasına gelmişti. Trump’ın başkanlığı döneminde ilişkiler biraz düzeldi ama Demokratların tekrar kazanmasının ardından ABD-Macaristan ilişkileri yeni bir dibe vuruş yaşadı.

Orban’ın 2024’te Trump’ın kazanmasını bu kadar istemesinin ve bundan bu kadar emin olmasının nedeni de bu. Orban’ın Netanyahu ittifakı ise tamamen başka bir mesele; İsrail Başbakanının mevcut çatışmayla silinmesi beklendiği için muhtemelen gelecekte pek bir kıymeti olmayacak.

Bu mazi göz önüne alındığında, Orban hükümetinin Hamas’ın 7 Ekim’de İsrailli sivillere yönelik acımasız saldırısının ardından İsrail’in yanında durmakta bir an bile tereddüt etmemesi şaşırtıcı değil.

Dahası, Soros kampanyası nedeniyle antisemitizmle suçlanan Fidesz, şimdi Yahudilerin Macaristan’da güvende olduğunu ve antisemitizme sıfır tolerans gösterildiğini söyleyerek övünebilir. Bu iddiaya karşı çıkmak zor olacaktır: Orban, Macaristan’da Filistin yanlısı hiçbir gösterinin yapılamayacağına bizzat karar vermişti. Yahudilere yönelik İslamcı saldırıların son dönemde arttığı Almanya ve Fransa’nın aksine Macaristan’da şimdilik böyle bir tehdit yok.

DÜNYA BASINI

Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun sabah saatlerinde “kent uzlaşısı ile teröre destek” ve “yolsuzluk” iddiaları ile gözaltına alınmasının yankıları sürüyor.

Batı medyasında İmamoğlu’nun gözaltısı, genel olarak olası Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibine yönelik bir hamle olarak görülüyor.

Örneğin Financial Times, “Türk polisi Erdoğan’ın başlıca siyasi rakibini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Devlet medyası İmamoğlu’nun çarşamba günü gözaltına alınmasının terörle bağlantılı olduğu iddiasıyla yürütülen bir soruşturmanın parçası olduğunu belirtirken, muhalefet bu hamleyi bir ‘darbe girişimi’ olarak nitelendirdi ve tutuklama Türk para biriminin ve piyasalarının düşmesine neden oldu,” dedi.

Yatırım yönetimi zinciri T Rowe Price analisti Tomasz Wieladek FT’ye verdiği demeçte, gözaltıyı “herkes için bir uyandırma çağrısı” olarak nitelendirdi.

Wieladek, Türkiye Merkez Bankası’nın TL’yi savunmak için ‘sınırlı bir ateş gücüne sahip olduğunu’ öne sürerek, “Varlıklar muhtemelen daha fazla satılmaya devam edecek,” dedi.

Bloomberg, sabahtan öğle saatlerine kadar Türk bankalarının TL’ye destek için 8 milyar dolar sattığını yazmıştı.

Piyasalarda sabah saatlerinden itibaren yaşanan çalkantılara dikkat çeken Bloomberg, bir başka haberinde ise, “Türkiye piyasaları çarşamba günü, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibinin gözaltına alınmasının ardından, siyasi kargaşanın son dönemdeki yatırımcı dostu ekonomi politikalarını baltalama riski taşıdığı endişesiyle sarsıldı,” dedi.

Haberde görüşlerine yer verilen Londra’daki Monex Europe’un makro araştırma müdürü Nick Rees, “Bu sistem için biraz şok oldu. Piyasalar giderek daha kayıtsız hale gelmişti ve şimdi bu büyü bozuldu, tüccarlar Türkiye’nin siyasi risk primlerini yeniden fiyatlandırırken dramatik sonuçlar ortaya çıktı,” diye konuştu.

Coex Partners’tan Henrik Gullberg, hamlenin büyüklüğünün “şaşırtıcı” olduğunu, fakat siyasi baskı haberlerinin daha az şaşırtıcı olduğunu söyledi ve “Pratikte, bunun piyasaya duyarlı ekonomik politikalar açısından pek bir şey değiştireceğinden emin değilim,” dedi.

Haberde, Borsa İstanbul 100 Endeksi’nin de açılışta yaklaşık %7 düştüğü, 10 yıllık devlet tahvillerinin getirisinin ise 139 baz puan artarak %29,58’e yükseldiği belirtildi.

Alman Der Spiegel, “Türk yetkililer en önemli Erdoğan muhalifini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Türk makamları İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik baskıcı önlemlerini genişletiyor,” denildi.

Haberde İmamoğlu’nun, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş ile birlikte Erdoğan’ın en güçlü rakibi olarak görüldüğüne dikkat çekiyor.

DW Türkçe’nin aktardığına göreİmamoğlu’nun gözaltına alınması Alman siyasetinde de geniş yankı buldu. Gelişme, “Erdoğan’ın baş rakibini devre dışı bırakma girişimi” diye değerlendirildi, ciddi sonuçlar doğurabileceği uyarısı yapıldı.

SPD Eş Genel Başkanı Lars Klingbeil da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını ‘Türkiye’deki demokrasiye ağır saldırı” sözleriyle sert bir şekilde eleştirdi.

Klingbeil, “Türk hükümeti böylece artık adil seçimler ve bağımsız bir hukuk devleti istemediğini göstermiş oluyor. Atılan adımlar orantısızdır, güven ve inandırıcılığı yok etmektedir. Bunun tüm ülke açısından dramatik sonuçları olacaktır,” ifadelerini kullandı.

Alman Federal Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu üyesi ve Alman-Türk Parlamenterler Grubu Başkanı Max Lucks da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını Cumhurbaşkanlığı seçimleri ışığında adil seçim ve adil rekabete yönelik bir saldırı diye nitelendirdi.

İngiliz The Times ise, “Erdoğan seçim rakiplerine baskı yaparken İstanbul Belediye Başkanı gözaltına alındı” başlıklı haberinde, “Türk liderin başkanlık için en büyük tehdidi olarak görülen Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından şehir genelinde protestolar yasaklandı,” ifadeleri kullanıldı.

Tokyo merkezli Nikkei Asia’daki haberde de Türk yetkililerin “Erdoğan’ın ana rakibini” gözaltına aldığı ileri sürülürken, muhalefetin bu hamleyi “darbe” olarak nitelendirdiğine dikkat çekildi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Netanyahu’nun asıl hedefi

Yayınlanma

İsrail’in Gazze savaşına yeniden başlaması, Netanyahu’nun asıl amacını ortaya çıkarıyor: Sonsuz savaş yoluyla siyasi hayatta kalma

Amos Harel / Haaretz

İsrail’in Gazze operasyonuna yeniden başlaması, rehine görüşmelerindeki çıkmazı aşma ve Hamas’ı yenilgiye uğratma çabası olarak sunuluyor. Ancak Netanyahu’nun asıl amacı, acil siyasi hedeflere ulaşmak: Ben-Gvir’i hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonunu sağlamlaştırmak.

Bunu başka türlü açıklamak mümkün değil: İsrail, iki ay önce imzaladığı ateşkes anlaşmasının tüm şartlarını yerine getirmek istemediği için, ABD onayıyla, kasıtlı olarak ateşkesi ihlal etti.

Hamas, bir terör örgütü ve savaş, 7 Ekim’de İsrail’in güneyine düzenlediği sürpriz saldırıyla tamamen onun inisiyatifi ve sorumluluğunda başladı. Ancak son rehinelerin serbest bırakılma süreçlerinde Hamas’ın rehinelere ve ailelerine yönelik psikolojik istismarı, örgütün anlaşmayı büyük ölçüde ihlal ettiği şeklinde yorumlanamaz.

İsrail hükümeti, son haftalarda orduyu Gazze Şeridi’nden özellikle Gazze-Mısır sınırındaki Philadelphia Koridoru’ndan çekmeyerek anlaşmayı ihlal etti.

İsrail, ABD oluruyla Gazze’de katliama yeniden başladı

Hamas, Amerikalılar rehinelerin serbest bırakılması konusunda yeni bir müzakere süreci yürütüyor diye İsrail’in bu ihlaline göz yummadı. Bu da müzakerelerin tıkanmasına yol açtı. Buna karşılık İsrail, salı sabahı erken saatlerde yeniden saldırıya geçti.

Hamas’ın açıklamalarına göre, Gazze’de düzenlenen bir dizi hava saldırısında 320’den fazla Filistinli öldürüldü; bunlar arasında Hamas’ın üst düzey yetkilileri ve örgütün hükümet birimlerinde çalışan isimler de vardı.

Son iki ayda serbest bırakılan bazı rehinelerin ifadelerinden açıkça ortaya çıkan bir gerçek var: Hamas, rehineleri sürekli olarak farklı yerlere taşıdı.

İsrail güvenlik birimlerinin, rehinelerin nerede olduğu konusunda gerçek zamanlı ve kesin istihbarata sahip olmadığı anlaşılıyor. Bu da hava saldırıları ve kara operasyonları sırasında rehinelerin zarar görmeyeceğinden emin olmayı imkânsız hale getiriyor.

İsrail’in Gazze saldırısından bir gün önce, ABD ve Birleşik Krallık, Yemen’deki Husilere karşı yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlattı.

ABD Başkanı Donald Trump, Husilere şimdiye kadar görülmemiş bir sertlikle saldırı düzenleyeceği tehdidinde bulundu. Ancak özellikle dikkat çeken, İran’a yönelik doğrudan tehdidiydi. Trump, Husiler tarafından Amerikalılara yönelik herhangi bir saldırıyı, Tahran’daki rejimin gerçekleştirdiği bir eylem olarak değerlendireceğini söyledi.

Bu tehdit, ABD’nin İran’ı nükleer programını durdurmaya yönelik müzakerelere geri döndürme çabasının bir parçası olsa da aynı zamanda iki ülke arasındaki askeri gerilimi artırıyor.

Gazze’deki ateşkesten bu yana Husiler, İsrail’e roket ve insansız hava aracı saldırılarını durdurmuştu. Ancak şimdi, Hamas’la dayanışma adına İsrail’in merkezi bölgelerini yeniden vurma girişimlerinde bulunmaları muhtemel görünüyor.

Netanyahu’nun dikkat dağıtma hamlesi

Bu arada Netanyahu, İsrail iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in başkanı Ronen Bar’ı görevden alma çabalarına devam ediyor. Netanyahu, pazar akşamı Bar ile kısa bir görevden alma konuşması yaptığında, her ikisi de İsrail’in Hamas’a karşı savaşı yeniden başlatma kararının an meselesi olduğunu biliyordu. Bar, Netanyahu’nun pazartesi akşamı Gazze’ye hava saldırıları öncesinde düzenlediği dar kapsamlı istişarelere de katıldı.

Bu ancak Netanyahu’nun yönetiminde yaşanabilecek bir durum: Eğer Şin-Bet başkanına güvenmiyorsa, neden onu en gizli toplantılara dâhil etmeye devam ediyor?

Netanyahu’nun kovacağını açıkladığı Şin-Bet Direktörü’ne Başsavcı kalkanı

Netanyahu’nun üç danışmanı hakkında Katar’dan fon aldıkları iddiasıyla süren soruşturma göz önünde bulundurulduğunda, Bar hakkında herhangi bir adım atmaktan kaçınması gerekirdi. Özellikle de Şin-Bet’in 7 Ekim’deki güvenlik zaaflarına ilişkin iç soruşturmasının, Netanyahu’ya yönelik ağır suçlamalar içerdiği düşünüldüğünde…

Raporda, Şin-Bet’in Netanyahu’yu, Katar’dan gelen paraların bir kısmının doğrudan terör faaliyetlerinde kullanıldığı konusunda uyardığı belirtiliyor. Şu noktada, hükümetin Bar’ı görevden alma sürecini savaş devam ederken bile hızlandırmaya çalışması tamamen ihtimal dışı değil.

İsrail’in Gazze’de başlattığı operasyon, müzakerelerdeki çıkmazı aşmak için gerekli bir adım olarak ve aynı zamanda Netanyahu’nun Hamas’ı yok etme sözünü yerine getirdiği iddiasıyla meşrulaştırılacaktır. Ancak bu iki hedefin zaman çizelgeleri örtüşmüyor: Hamas yok edilmeden önce rehineler ölebilir tabi eğer Hamas yenilgiye uğratılabilirse…

Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?

Ancak her şeyden önce bu operasyon, Başbakan’ın kamuoyuna açıkça dile getirmeyeceği bir dizi acil siyasi hedefe hizmet ediyor: Itamar Ben-Gvir ve aşırı sağcı Otzma Yehudit partisini hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonu sağlamlaştırmak.

Bu kez, Netanyahu’nun siyasi hayatta kalması gerçekten Gazze’deki baskıyı sürdürmesine bağlı ve aynı zamanda Bar’ın görevden alınması planına karşı düzenlenen protestolara medyanın ilgisini azaltma girişimine de…

Netanyahu’nun asıl hedefi giderek netleşiyor: Otoriter bir rejime doğru kademeli bir kayış ve bu rejimin devamını çok cepheli bir savaşı sürekli kılarak sağlama çabası.

Netanyahu, Bar’ı görevden alma girişimiyle ilgili yayımladığı videoda bile “yedi cephede savaş”tan bahsetti. Peki ya rehineler? Netanyahu’nun perspektifinden bakıldığında, iktidarı elinde tutmasına katkıda bulunduklarını bilerek tünellerde ölebilirler.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.

***

Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası

Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.

Yossi Melman

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.

Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.

Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.

Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.

Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.

Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.

Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.

Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.

Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.

Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.

Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.

Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.

Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.

7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English