Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

Malvinas’tan Arjantin hükümetine çağrı: Egemenlik haklarımızdan geri adım atmayın

Yayınlanma

Javier Milei’nin iktidara gelmesiyle birlikte Arjantin Cumhuriyeti’nin dış politikası tamamen yeniden yapılandırılıyor. Arjantin toplumu ve siyasetinde mutlak bir mutabakat olduğuna inanılan konulardan biri olan ülkenin Malvinas Adaları üzerindeki egemenliği konusu, 1982’deki Falkland Savaşı’ndan önce —ya da sonra— hiç olmadığı kadar önemli hale geldi. Söz konusu savaş, Güney Amerika ülkesini Birleşik Krallık ile karşı karşıya getirdi. ABD ve Şili’nin desteğiyle silahlı çatışmanın galibi olan emperyalist güç, 3 Ocak 1833’ten bu yana Malvinas Adaları’nı İngiliz nüfusu ve onların soyundan gelenlerle birlikte gasp etmeyi sürdürüyor.

Son zamanlarda sağcı ve aşırı sağcı Arjantin hükümetlerinin aldığı kararların bizi nasıl etkilediğini öğrenmek için 1982 savaşının gazisi ve şu anda Malvinas İşlerinden Sorumlu Bakan olan Daniel Arias ile söyleşi yapmak üzere Ushuaia’ya gittik. Tüm dünyada dünyanın en güneyindeki şehir ya da Dünyanın Sonundaki Şehir olarak bilinen Ushuaia’nın Malvinas Adalarının başkenti olduğunu ve sokaklarında adaların Arjantin’e ait olduğuna dair hem hafızanın hem de kesinliğin canlı tutulduğunu belirtmek gerekir.

Malvinas’ın başkenti Ushuaia, Foto: Micaela Ovelar

Malvinas İşlerinden Sorumlu Bakan hakkında

Daniel Arias, 1979 yılında Arjantin Donanması Mekanik Okuluna girdi ve 1982 yılında, Birleşik Krallık ile savaş başladığında, 19 yaşındayken, 2 Mayıs 1982 tarihinde İngiliz Donanması tarafından daha önce belirlenen yasak bölgenin dışında saldırıya uğrayan ve batırılan hafif kruvazör ARA Manuel Belgrano’ya refakat eden ARA (Arjantin Cumhuriyeti Donanması) Piedrabuena muhribine atandı. ARA Piedrabuena savaş gemisi de İngiliz donanması tarafından aynı saldırıya maruz kalmış, ancak füzeler tarafından vurulmamıştı. Piedrabuena muhribi, 277 Arjantinli askeri sağ olarak kurtarmayı başarmış ve bu askerler en güneydeki şehre götürülmüştü. 770 kişi, gemide 1093 kişilik mürettebatı bulunan ARA Belgrano’dan sağ kurtulanlar.

Arias 1984 yılında Arjantin Donanması’ndan ayrılmaya (terhis edildi) ve Ushuaia şehrine yerleşmeye karar verdi. Ona göre, “Arjantin topraklarında Ushuaia’yı daimi ikamet yeri olarak seçen çok sayıda son savaş gazisi var.” Birçoğuyla birlikte 40 yıldır Malvinas Eski Muharipler Merkezini ve Malvinas Adaları üzerindeki Arjantin egemenliğinin tarihini ve savunmasını gelecek nesiller adına korumak ve muhafaza etmek amacıyla diğer alanları sağlamlaştırmak için çalışıyor: “Pek çok Arjantinli de dahil olmak üzere pek çok kişi Falkland Adaları’nın tarihinin 1982’de başladığını düşünüyor, oysa durum böyle değil, tarihimiz 1500’den önce, İspanyol sömürgecilerin gelişinden önce başlıyor.”

Arias halen Ushuaia Belediyesinde Malvinas İşlerinden Sorumlu Bakan olarak görev yapıyor.

Foto: Micaela Ovelar

Malvinas sorunu ve Arjantin sağının dış politikası

Arias bize şunları söyledi: “Geçmişte, güney ülkesindeki birkaç sağcı hükümet, Malvinas’ı Arjantin dış politikasından çıkarma amaçlı eylemler gerçekleştirdi, yani topluma bir savaş olduğunu, Arjantin topraklarında Birleşik Krallık’ın bir askeri üssü olduğunu, bunun egemenlikten vazgeçmek ve kapıyı NATO’ya açık bırakmakla eşdeğer olduğunu unutturmaya çalıştılar. Savaş geçmişte kaldı, böyle düşünmemizi istiyorlar ama burada, ülkemizde bir savaş yaşandı ve sonuçları oldu. Hükümet düzeyindeki tüm girişimlere rağmen Malvinas davası, Arjantin kolektif bilincinde, çatışmayı yaşamamış ya da hatırlamayan en gençlerde bile giderek daha fazla pekişiyor.” Gazi, bir futbol tezahüratının son dizesini “Asla unutmayacağım Malvinaslı çocukların (oğlanların) söylediklerini…” gururla hatırlattı.

Arjantin futbol kamuoyu İngilizlere pek çok kışkırtıcı tezahürat ithaf etti ve bu rekabetin kökeni Malvinas’a dayanıyor.

Alfonsín-Menem: Birinci ve İkinci Madrid Anlaşmaları

Dış politika konularına dönecek olursak, demokrasiye dönüşün ilk başkanı Raúl Alfonsín hükümeti döneminde başlatılan ve Carlos Menem’in neoliberal hükümeti döneminde sonuçlandırılan Birinci ve İkinci Madrid Anlaşmalarına işaret etmemiz gerekir. Bu anlaşmalar, 24184 sayılı İngiliz Yatırım Garanti Yasasının onaylanmasının ardından Arjantin’in, Birleşik Krallık’ın Patagonya bölgesi (Arjantin ve Şili) üzerindeki iktisadi çıkarlarına ve Malvinas ve İngilizlerin komşu adaların doğal kaynakları üzerindeki kontrolüne tamamen boyun eğmesi anlamına geliyordu. Arias, Madrid anlaşmalarının özellikle iktisadi konularda, balıkçılık ve petrol alanlarında, her ikisi açısından da zengin bir bölge olan Arjantin için getirdiği korkunç sonuçlardan üzüntü duyuyor.

Macri: Foradori-Duncan Anlaşması

2016 yılında Mauricio Macri hükümeti döneminde sadece Birinci ve İkinci Madrid Antlaşmalarını onaylanmakla kalmadı, aynı zamanda Arjantin için daha da zararlı olan ittifaklarda da ilerleme kaydedildi. Anlaşma —yasal geleneklere göre— her iki devletin dış ilişkilerinden sorumlu kişilerin soyadını aldı. Bu anlamda ilk olarak Malcorra (Arjantin) ve Duncan (Birleşik Krallık) olarak biliniyordu ve Malcorra, Macri hükümetinden ayrıldığında Foradori-Duncan olarak yeniden adlandırıldı. Alberto Fernández hükümetinin güney ülkesi için zararlı olan bu yasal belgeleri yürürlükten kaldırdığını belirtmek gerekir.

Bu bağlamda, Malvinas İşlerinden Sorumlu Bakan kategorik olarak şunları söylüyor: “Bu anlaşmalar Arjantin için felaket oldu ve Malvinas’ın Arjantin dış politikasından çıkarılmasını devam ettirdi. Malvinas davası,  hükümetlerin siyasi yönelimleri ne olursa olsun, bir devlet meselesi olmaya devam etmelidir.”

Foradori-Duncan anlaşmasının maddeleri, hemen hemen tümüyle dönemin Birleşik Krallık Başbakanı Theresa May’in Arjantinli mevkidaşı Mauricio Macri’ye gönderdiği bir mektuptan doğdu. O dönem basında çıkan haberlere göre Macri, “May’in tüm taleplerini kabul etti ve böylece sömürgeci işgale boyun eğdiğini teyit etti.” Söz konusu belgenin imzalanması, Birleşik Krallık’ın Malvinas, adalar ve komşu deniz alanlarından iktisadi, askeri, jeopolitik ve jeostratejik olarak faydalanması anlamına geliyordu.

Milei, sömürgeci güçlere boyun eğme ve hayranlık duyma ile eşanlamlı

Son devlet başkanlığı münazarasında Javier Milei, yasak bölge dışında bulunan ARA askeri kruvazörü Manuel Belgrano’nun batırılması emrini veren Margaret Thatcher’a olan hayranlığını bir kez daha dile getirdi. Arjantin’in şimdiki Devlet Başkanı, ayrıca Winston Churchill ve Ronald Reagan ile kendisini fazlaca özdeşleştirdiğini çeşitli vesilelerle ifade etti. Milei’nin ABD ve Avrupa güçlerine olan yakınlığı tam, hatta liberteryen lider ilk uluslararası gezisini ABD’ye yaptı, bir diğer emperyal ve sömürgeci güç olan İsrail devletine olan hayranlığı da biliniyor, öyle ki şu anki Arjantin Devlet Başkanı Yahudi dinine geçmeyi planlıyor.

Arias, Falkland Savaşı çatışmasında ABD’nin, bir Amerikan ulusuna yapılan saldırının Amerika kıtasını oluşturan tüm ülkelere yapılmış bir saldırı anlamına geldiği Amerikalılar Arası Karşılıklı Yardım Anlaşmasına (TIAR) saygı göstermediğini hatırlatıyor. ABD, yalnızca saldırıya uğradığını hissetmemekle, Arjantin’i savunmamakla kalmadı, aynı zamanda Birleşik Krallık’ın yanında yer aldı. O zamandan beri, Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) tarafından onaylanan TIAR geçersiz hale geldi.

Şili de TIAR’a saygı göstermedi, bu durumda dar And ötesi ülke toprak bütünlüğünden korkuyordu, eğer Arjantin çatışmayı kazansaydı, bu Şili’nin Patagonya bölgesindeki çıkarlarını hassas bir yere koyacaktı.

Milei’nin aksine Arjantin toplumunun çoğunluğunun, özellikle de Malvinaslı eski savaşçıların, Thatcher’ı güney ulusunun düşmanı ve çatışma sırasındaki insan kayıplarının doğrudan sorumlusu olarak gördüğünü belirtmek önemli. Milei, Dünyanın Sonundaki şehirde her zaman mevcut olan bir şeyi unutmuş görünüyor: 1982’de Ushuaia limanı askeri amaçlarla kullanıldı, rıhtımlarında ARA Manuel Belgrano kruvazörü, ARA Bouchard destroyeri ve ARA Piedrabuena destroyeri vardı, bu son iki askeri gemi düşen kruvazörün mürettebatını kurtardı. Bu şehir, Falkland Savaşı’nın eski muharipleri için güçlü bir duygusal ve tarihi bağa sahip. Milei’nin sözlerinin gözden kaçması mümkün değil.

Ushuaia ve Malvinas’ın jeostratejik önemi

Ushuaia Malvinas’ın başkentidir, bu durum Arjantin Cumhuriyeti Anayasasına da yansımış ve dünyanın en güneyindeki şehrin Tierra del Fuego eyaletinin, Antarktika’nın ve Güney Atlantik Adalarının başkenti olması kararlaştırılmıştı. Malvinas, Güney Atlantik’teki adalardan biri. Ayrıca Ushuaia, Antarktika’ya açılan kapı, limanlarından beyaz kıtaya ziyaretler ve keşif gezileri düzenleyen gemiler kalkıyor.

Malvinas’ın gaspını sürdüren Britanya İmparatorluğu, doğal kaynakları elde etmenin yanı sıra Atlantik-Pasifik iki okyanuslu geçidinin (Macellan Boğazı) kontrolünü sağlamayı ve aynı zamanda jeostratejik olarak yeni bir emperyalist yayılma girişiminde bulunmayı amaçlıyor. Arjantin Cumhuriyeti’ne ait olan Malvinas ve komşu adaların işgali yoluyla Antarktika topraklarının bir kısmı üzerindeki gelecekteki haklarını güçlendirmeye çalışıyor. Bu konuda, gelecekte savaşların Antarktika’da bol miktarda bulunan bir kaynak olan su etrafında döneceği biliniyor.

Çatışmanın çözümüne giden diplomatik yol

3 Ocak 1833’ten bu yana Arjantin, Malvinas ve komşu adaların İngilizler tarafından gasp edildiğini uluslararası forumlarda diplomatik olarak iddia etmekten hiç vazgeçmedi. Bir diğer önemli kilometre taşı da Malvinas Adalarının sömürge işgali altında olduğunu kabul eden 2065 sayılı Birleşmiş Milletler kararı olmuştur. Malvinas Savaşında savaşmış eski bir askerin oğlu ve Malvinas’ı Düşünmek Müzesi üyesi Jonatan Bonetti’nin de belirttiği gibi BM, adaların bir ülkeye mi yoksa başka bir ülkeye mi ait olduğu konusunda bir açıklama yapmak yerine Arjantin Cumhuriyeti ile Birleşik Krallık arasında bir egemenlik ihtilafı olduğunu kabul ediyor ve tarafları bu ihtilafı diyalog ve barışçıl bir anlaşma yoluyla çözmeye davet ediyor. Bu karar aynı zamanda “Ruda iddiası” olarak da biliniyor ve Arjantin’in BM Daimî Temsilcisi José María Ruda’nın soyadını taşıyor.

Son düşünceler

Ushuaia’nın Malvinas İşlerinden Sorumlu Bakanı Daniel Arias, Devlet Başkanı Javier Milei ve Arjantin Dışişleri Bakanı Diana Mondino’ya bir çağrıda bulundu: “Sizden Malvinas Adaları üzerindeki egemenlik haklarımızdan geri adım atmamanızı rica ediyorum. Bilakis, bu konunun diplomatik yollarla çözülebilmesi için ilerlemeliyiz.” Arias, her savaş gazisinin arzusunun Malvinas Adalarında Arjantin bayrağının dalgalandığını görmek olduğunu sözlerine ekledi.

Arjantin hükümeti ve devletinin mevcut yönetimi —70/2023 sayılı Devlet Bakanlığı Zorunluluk ve Aciliyet Kararnamesi (DNU) ve “torba yasa” ile— ülkenin Malvinas Adaları, Patagonya ve Arjantin Antarktika’sı ve Arjantin’in diğer toprakları üzerindeki egemenliğini tehlikeye atıyor. Milei’nin Patagonya ve Antarktika’ya olan ilgisi, serbest piyasa yatırımları için yollar açmak ve bu stratejik bölgeleri ulus ötesi yabancı sermayeye sunmaktır.

Malvinas Kahramanları Meydanı, Ushuaia, Foto: Micaela Ovelar

SÖYLEŞİ

Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur

Yayınlanma

Yazar

Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”

Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.

Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.

Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?

Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.

Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.

Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.

Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.

Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.

Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.

Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.

Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.

Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.

Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.

Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.

Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.

Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.

Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.

Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?

Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.

Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.

Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.

Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.

Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?

Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.

Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.

Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.

Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.

 

Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?

Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.

Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.

ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.

Okumaya Devam Et

RUSYA

‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’

Yayınlanma

Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’ye konuştu: “Yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.”

Moskova, Rusya-Ukrayna savaşı ile gelen Batı yaptırımlarının etkilerini azaltmak için stratejik araçlar olarak giderek daha fazla iş diplomasisine ve uluslararası ticaret işbirliğine yöneldi. Bu çabanın merkezinde, küresel ekonomik diyalog ve ortaklıkları teşvik etmek için Rusya’nın önde gelen vakıflarından Roscongress yer alıyor. Rusya’nın uluslararası alanda iş bağlarını güçlendirmek ve ülke kalkınmasına katkı sağlamak için kurulan Roscongress, St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) ve Doğu Ekonomik Forumu (EEF) gibi yüksek profilli forumlar aracılığıyla Rus işletmelerini küresel pazarlarla bağlayan bir köprü görevi görüyor. Gelişmekte olan ekonomilerle işbirliğini vurgulayan vakıf, geleneksel ortaklarla bağları güçlendirerek ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni ticaret fırsatlarını keşfederek Rusya’nın ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynuyor.

Roscongress, İstanbul’da, Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçiliği ve Ankara Ticaret Temsilciliği’nin desteğiyle ülkenin yatırım potansiyelini tanıtma toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’nin sorularını yanıtladı.

Anladığımız kadarıyla Roscongress, iş diplomasisinin yanı sıra, Batı yaptırımlarının etkilerini ortadan kaldırmak için temel bir araç. Bize yapı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Evet, haklısınız. Roscongress, Rusya Federasyonu’na yatırım çekmek ve Rusya Federasyonu ekonomisini geliştirmek amacıyla Rusya’da büyük uluslararası ekonomik ve politik etkinliklerin organizasyonu ve düzenlenmesiyle ilgilenen finansal olmayan bir kalkınma kuruluşu olarak 2007 yılında kuruldu.

Aynı zamanda, etkinlikleri düzenlerken, elbette, Rusya ile belirli bir ülkeden iş insanları arasındaki etkileşimin yanı sıra, üçüncü ülkelerle de doğrudan bağlantılar kurulabileceği gerçeğinden hareket ediyoruz, ki bunu da memnuniyetle karşılıyoruz.

İş sektöründe Türk-Rus ilişkilerinde gördüğünüz fırsatlar ve riskler hakkında bize daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Kuşkusuz, yaptırımlar bir dereceye kadar Rusya-Türkiye ilişkilerinin ve genel olarak Rusya ile iş ilişkilerinin gelişimini etkiliyor.

Bununla birlikte, bugün, bu türbülansları pragmatik bir şekilde kullanarak Rusya’da iş projelerini inşa eden herkes kazanıyor, Batı ülkelerinden boşalan nişleri dolduruyor, kendi işlerini geliştiriyorlar. Ve yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS birliği (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.

Öncelikle, her zaman riskler vardır, pazarlama riskleri de dahil. İkincisi, Türk şirketlerinin Batılı şirketlerin boşalttığı alanları doldurmasına ek olarak, Rusya ekonomisinin yapısında Rusya içinde ürün ve hizmet yaratmaya daha fazla odaklanan genel bir değişiklik görüyoruz.

Örneğin turizm; Rusya’da ortaya çıkan turistik gezi sayısı COVID öncesine göre çok daha fazla, Rus vatandaşları tarafından Rusya içinde yılda yaklaşık 83 milyon gezi yapılıyor. Ve bu da altyapı geliştirmeyi gerektiriyor.

Rus devletinin turizm altyapısı geliştiren şirketlere yönelik çok sayıda destek programı göz önüne alındığında, yabancı şirketler için de LTD statüsünde bir Rus tüzel kişiliği organize etmeleri ve projelerini geliştirme fırsatı yakalamaları durumunda büyük şanslar var. Bu olasılıklardan biri.

Yaratıcı endüstri, bilgi teknolojileri, bilgi teknolojileri güvenliği, yazılım ürünleri; tüm bu alanlarda tamamen özgürce işbirliği yapabiliriz. Bunlar, bence yaptırımlara tabi olmanın çok zor olduğu sınır ötesi endüstriler.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ikili ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi koymuşlardı. 2025’te Türkiye-Rusya ticaret hacminde bir genişleme mi yoksa daralma mı görüyorsunuz?

Birincisi, bu şu an sahip olduğumuza göre neredeyse %100 büyüme demek. 2025-2026 tahminine gelince, asıl mesele, birincisi; bence, ulaştırma ve lojistik projelerinin inşası. Örneğin Karadeniz ve Hazar Denizi var. İkincisi; enerji alanındaki işbirliği. Üçüncüsü, tedarik edilen ham maddelerden, petrol ve gazdan kimya (kimyasal ürünlerin yaratılması) alanındaki işbirliğidir. Bu, Türkiye’de ilaç, tıbbi ekipman tedariki ve tıbbi hizmetler alanında gelecek vaat eden bir sektördür. Şüphesiz, turizmin gelişimi çok umut vericidir, ancak yaratıcı endüstri, BT endüstrisi, siber güvenlik de öyle. Bunlar, bence yakın gelecekte gelişecek alanlardır. Elbette, metalurji alanındaki geleneksel işbirliği, tarım ve gıda tedariki alanındaki geleneksel işbirliği de kesinlikle büyüyecektir.

Yaptırımlar ikili ilişkilere hangi zorlukları getiriyor?

Birincisi, ulusal para birimleriyle ödeme ve dijital para birimlerinin kullanımı da dahil olmak üzere yaptırım rejiminde bir eksen. İkincisi, iş dünyası, yetenekleri sayesinde, her türlü kısıtlamaya bir çözüm bulacaktır. Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, şirketlerin normal bir ticaret dengesini korumak için kullanabilecekleri fırsatların ayrıntılarını ifşa etmek istemiyorum.

Afrika’daki sömürge karşıtı hareketler hem diplomatik hem de ticari açıdan Rusya’ya alan açmış gibi görünüyor. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu, yalnızca Fransa ile ilgili olarak değil, aynı zamanda diğer ülkelerle ilgili olarak da sömürge karşıtı bir harekettir. Bu, örneğin Afrika’ya haksızlık eden yeşil geçiş önerileriyle ilgili bir harekettir, çünkü Afrika işletmelerini yok edecek ve küresel şirketlere büyük avantajlar sağlayacaktır. Bence, Rusya’nın her zaman yaptığı gibi, Afrika ülkelerinin çıkarlarından hareket etmek gerekir. Bu, ekonomimizin ve politikamızın avantajıdır.

Biz ‘kazan-kazan’ ilkesiyle çalışıyoruz. Aynı şekilde, Türk tarafı da Afrika’da çalışabilir. Aynı şekilde Çinli yatırımcılar da bu pazarın beklentileri şeklinde bugüne kadar Afrika’da aktif olarak çalışmaktadır. Ancak ortak çıkarlara dayanarak, bir yandan karlı işletmelerin yaratılması söz konusudur. Diğer yandan yalnızca Afrika ekonomisinin geliştirilmesi karşılıklı büyümenin daha da ileriye gitmesi için bir fırsat sağlayacaktır. Sadece tüketici olarak sömürgelerden maddi kaynakları ihraç edersek ve karşılığında hiçbir şey vermezsek, kesinlikle iyi bir şey gelmeyecektir.

Esad yönetiminin düşmesinden sonra, Rusya’nın Suriye’nin yeniden inşasında iş yapmaya ilgisi var mı?

Rus şirketlerinin diğer uluslararası şirketler gibi bu sürece katılacağından eminim. Şimdi siyasi istikrar dönemi geçecek ve belirli bir büyüme dönemi başlayacak. Önemli olan, Suriye ve Suriye halkıyla ilgili aşırılıkçı hareketlerin ve yapıcı olmayan hareketlerin siyasette galip gelmemesidir. Yakın gelecekte siyasetin ve ekonominin düzeleceğine inanıyorum.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

E. Mısır Dışişleri Bakanı Harici’ye konuştu: Trump’ın Gazze planını desteklemeyeceğiz

Yayınlanma

Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nabil Fahmy Harici’ye konuştu: “Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar sağlanamaz”

Mısır’ın eski Dışişleri Bakanı (2013-2014) Nabil Fahmy, Harici Youtube kanalında, Prof. Dr. Hasan Ünal’ın ‘Stratejik Pusula’ programına konuk oldu. Nabil Fahmy, ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı Gazze planı, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türkiye-Mısır ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulundu.

İşte söyleşiden öne çıkan başlıklar:

‘Trump’ın Gazze planı uluslararası hukuka aykırı ve uygulanamaz’

“Bu insanlar 70 yılı aşkın bir süredir toprakları için mücadele ediyorlar. Trump, gerçekten onların barışçıl bir şekilde ayrılıp başka yerlere gideceklerini mi düşünüyor?” diye soran eski bakan, ve Filistinlilerin bu durumu kabul etmeyeceğinin altını çizdi.

Nabil Fahmy, Trump’ın tüm bunların Amerikan parası olmadan, Arapların ödemesiyle yapılacağını iddia etmesine de değinerek, Arapların uluslararası hukuka aykırı bir projeyi finanse etmeyeceğine inandığını belirtti. İnsanların topraklarından kitlesel olarak göç ettirilmesinin uluslararası hukukun ihlali olduğunu vurguladı.

Fahmy, bu plana yalnızca İsrail’deki aşırı sağcıların destek verdiğini ifade etti. İsrail’deki aşırı sağın Gazze, Batı Şeria, Mısır’ın bazı kısımları, Lübnan, Suriye, Irak ve Ürdün’ü içine alan daha büyük bir Yahudi devleti istediğini hatırlattı ve Trump’ın bu hamlesinin onlara manevra alanı sunduğunu belirtti.

“Arap dünyası bu süreci desteklemeyecek”

Mısır’ın bu sürece karşı çıktığını belirten Fehmi, “Mısır, doğrudan ya da dolaylı olarak toprakların bu Filistinsizleştirilmesine yol açacak hiçbir süreci desteklemeyecek ya da bu sürece katılmayacaktır,” ifadesini kullandı.

Eski Bakan, Arap dünyasının da bu plana karşı çıktığını ve önümüzdeki günlerde gerginliklerin aratacağını söyledi.

Arap dünyasının güçlü bir şekilde sesini yükselteceğini ve gerekirse bu sürece direnmek için harekete geçeceğini vurgulayan Fahmy, Arap dünyası ile yeni Amerikan yönetimi arasında gerginlik yaşanmasını beklediğini ifade etti.

Fahmy, İbrahim Anlaşmalarını genişletmeye yönelik her türlü girişimin sonuçları olacağını ve bu anlaşmalara bir Suudi bileşeni eklemenin mümkün olmayacağını vurguladı. Suudilerin açıkça barış ve iki devletli çözüm istediğini hatırlattı.

“Türkiye, Mısır için çok önemli”

Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilere de değinen Fahmy, bu ilişkilerin düzelmesinden memnun olduğunu ve iki ülkenin “birbirlerini çekiştirdikleri zamanların hoş olmadığını” belirtti.

Mısır için Türkiye’nin çok önemli bir ülke olduğunu ve rekabet konusunda hassas olmadıklarını söyleyen Fahmy, şöyle devam etti:

” Mısır için Türkiye çok önemli bir ülke ve rekabet konusunda hiç de hassas değiliz. Aslında ben Mısır’da yıllardır bunu söyleyenlerden biriyim, Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın sağlanamayacağını düşünüyorum.”

“Mısır, Türkiye-Yunanistan ihtilafında taraf olmamalı”

Mısır’ın Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile olan ilişkileri hakkında da konuşan Fahmy, o dönemde kendisinin tüm süreçte yer aldığını belirterek, Mısır’ın bu ihtilafta taraf olmamasını istediklerini ve her zaman böyle olduğunu söyledi:

“O zaman belirttiğim ve Yunanistan ve Kıbrıs’la yaptığımız tüm anlaşmalara da yansıyan husus, hatta Türkiye ile Mısır arasındaki gerginlikte de belirttiğim husus, Mısır’ın Türk halkını olumsuz etkileyecek ya da Türkiye’nin siyasi yapısını hassaslaştıracak hiçbir şey yapmaması gerektiğiydi; o dönemde Türkiye’deki belirli bir liderlik türüyle sorunlarımız vardı ve bunu aştık. Türkiye’nin çıkarlarıyla temelden çelişen bir şey yapmayacaktık. Dolayısıyla, Türkiye’nin özellikle komşularıyla ilgili hassas konuların hiçbirine girmedik.”

“Libya’yla ilgili ve denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim”

Eski Bakan, Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırı ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek istediğini ifade etti:

“Açıkçası Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırımız ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim. Yani, evet, bunu yaptık ve bundan sorumlu olan benim. Fakat hiçbir zaman Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan etkileyen veya Türkiye’yi dışlayan bir şey göremezsiniz.”

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English