GÖRÜŞ
Meloni hükümeti Draghi’nin izinde
Yayınlanma
Yazar
Fabrizio Verdeİtalya Başbakanı Giorgia Meloni bütçe planlarını sunarken şunların altını çizdi: “Kendimiz değil, ulusumuz için doğru olanı yapmaya hazırız. Seçimlerde bize zarar verecek olsa bile karar alma sorumluluğunu üstleniyoruz”.
Bu açıklamasında Başkan Meloni, hükümetinin Mario Draghi’nin uygulamaya koyduğu ‘otomatik pilot’ tarafından yönlendirilmeye devam edeceğinin mesajını veriyor. Bu da neoliberal kemer sıkma politikasının süreceği anlamına geliyor. Halbuki İtalya’nın iyileşmek için aksi yönde politikalara ihtiyacı var. Ancak bazı yorumcuların tahmin ettiği gibi Meloni hükümeti, Mario Draghi’nin ‘teknik’ hükümetinin siyasi versiyonu olmak istiyor gibi görünüyor.
Seçim öncesi beyanlarına karşın, Meloni hükümetinin bıraktığı izlenim, sağın, solun veya uzmanların gözünden otuz yılı aşkın bir süredir refah devletini aşamalı olarak parçalayan, işçilere, onların haklarına ve maaşlarına saldıran ve bu şekilde fakirliği, istikrarsızlığı ve işsizliği çoğu İtalya vatandaşının yaşamının yapıtaşlarına dönüştüren geçmiş hükümetlerle her yönden aynıdır.
İş hayatı konusunda uzman sosyolog Domenico De Masi, ‘La Notizia’ gazetesine konuyla ilgili verdiği röportajda şunları belirtti: “Mevcut hükümet hem işçileri hem de işverenleri rahatsız ediyor. Çünkü bu hem işçilerden yana olup hem de para istemeye benziyor. Ancak para orada değil, yani Meloni sözler vermekten öteye geçemiyor. Kendisinin verebileceği pek bir şey yok ve zaten vermesi gereken şeyleri çoktan verdi. Yoksullarda ise ‘vatandaşlık gelirini’ kaybettikleri için bir kargaşa hakim. Yapılan tahminler pratikte gerçekleşmeye başladı. Yani Meloni, seçim kampanyasında vaat ettiği politikayı kaynak olmadığı için uygulayamıyor”. Bu da ücretlerde artış veya çalışma saatlerinde azalma olmayacağı anlamına geliyor.”
De Masi, “Tüm bunlara neoliberal politika denir” sözleriyle konuşmasını sonlandırıyor.
Neoliberal politikalar devrede
Meloni hükümetinin neoliberalizmi ve Draghi hükümet politikalarını sürdürmesi, eski Napoli Belediye Başkanı Luigi de Magistris tarafından Left dergisinde yayınlanan bir başyazıda da vurgulanıyor: “Vatandaşlık geliri, hükümet fedailerinin tezahüratlarıyla iptal edildi. Şüphesiz mükemmel hale getirilebilecek ve son yıllarda da sınırlarını görmüş bir önlemin iptal edilmesi en savunmasız olana karşı yakışıksız bir eylemdir ve toplumda gerilimin artmasına neden olur. Ayrıca, özellikle Güney’de, dramalar ve güçlükler yüzünden zar zor yaşamını sürdürenlerin üzerine bir de ekonomik ve sosyal yükler bindirmek siyasi bir hatadır. İlaçlı gaz ve enerji piyasalarının ekonomik- finansal spekülasyonlarından kâr elde eden çok uluslu büyük şirketlerin ekstra kazançları ciddi ve yeterli bir şekilde vergilendirilmiyor. Artık önceki yılların sosyal hakkına sahip olmayan bir hükümet, belki de sadece popüler sınıfların lehine en zenginlere karşı bir sinyal vermekle kalmaz, aynı zamanda en azından bu ortak malların kamulaştırılması için bir varsayımda bulunurdu. Bunun yerine, hala şüphesi olan varsa, bu Draghi hükümetiyle ekonomik-finansal açıdan mükemmel bir süreklilik içinde olan neoliberal bir hükümettir. Yönetimdeki güçlü figürlerin ilahlaştırılmasıdır”.
Napoli’nin eski belediye başkanı da başyazısında, kendisini seleflerinden daha da Atlantikçi olarak tanıtan Meloni hükümetinin dış politikasını işaret ediyor: “Başkan Meloni, bu nedenle, başını Atlantik Anlaşması ve NATO’ya doğru eğmiş, şüphesi olan varsa diye, ikincil konumda olduğunu onaylıyor. Bu politika özerklik ve egemenliğin tam zıttı gibi görünmekte. Dost ve müttefik olmak ayrı bir şey, ast olmak ayrı bir şey. Daha sonra Avrupa ve lobilerine, asi bir sağcı değil, yırtıcı kapitalizmin neoliberal dogmalarını kabul etmiş ve buna ortak olmuş uslu ve politik bir kız öğrenci olduğuna dair güvence verdi”.
Ukrayna’ya daha fazla silah
Atlantikçi ve savaş çığırtkanlığı yapan bir yaklaşım, merkez sağ çoğunluğun olduğu bir parlamentoda kabul edildi. Diğer şeylerin yanı sıra, hükümet “Temsilciler Meclisi’nde gerçekleştirilecek görüşmelere tabi olarak, askeri araç, malzeme ve teçhizatın 25 Şubat 2022 tarihli ve 14 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 2. maddesi uyarınca Ukrayna hükümet makamlarına aktarılması için 31 Aralık 2023 tarihine kadar gerekli düzenleyici girişimleri destekleyeceğini” belirten ve “İstikrar ve Büyüme Paktı reformu çerçevesinde savunma yatırım harcamalarının bütçe kısıtlamalarının hesaplanmasından hariç tutulması ve ulusal çıkarları korumak için temel bir araç olarak 2028 yılına kadar gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sine eşit savunma harcaması hedefine ulaşılması doğrultusunda gerekli tüm girişimlerde bulunacağını” taahhüt eden birleşik bir önergeyi onayladı.
Beş Yıldız Hareketi (Movimento 5 Stelle), Giorgia Meloni liderliğindeki yönetimi destekleyen çoğunluğa karşı sert konuştu. Temsilciler Meclisi’ndeki genel görüşmeler sırasında konuşan Beş Yıldız Hareketi Temsilcisi Marco Pellegrini, “Meloni hükümeti Meclise gelmeli ve ne yapmak istediğini açıklamalıdır. Yeni silahların gönderilmesine karşıyız ve herkesin vatandaşların önünde sorumluluk alabilmesi için tüm temsilcilerin oyunu talep ediyoruz” sözleriyle çıkıştı ve şunları ekledi: “Batı’nın askeri gerginliği artırmaya dayalı stratejisinin zararlı olduğunu düşünüyoruz. Eski Başkan Draghi’nin seçimleri ile şimdiki Başkan Meloni’nin seçimleri arasında yoğun bir benzerlik olduğunu görmekten üzüntü duyuyoruz. Özellikle silah gönderimi konusunda bu eğilimin tersine dönmesini umuyoruz”.
Draghi hükümet politikasının devam etmesi, Cinquestelle’in eski Başbakan’a yöneltilen eleştiriler nedeniyle vurguladığı bir noktadır. Onlara göre, Ukrayna dosyasında kanun hükmünde kararnamelerle hareket eden suçlu Başbakan, Meclis içindeki önemli mevkileri dinlemek için Parlamentoya gelmekten kaçınıyor. Pellegrini: “Parlamentoyu savaş ve dolayısıyla ulusal güvenlikle ilgili kararlar üzerindeki yetkisinden mahrum bırakmak artık kabul edilemez- Doğru olanı yaptık, ancak bu kararda İtalyan hükümetinin çabalarının gerginliğin azaltılmasına yönelik olması şart koşuldu. Tek oylamanın bu kadar ay öncesine, yani 1 Mart’a dayanması çok saçma. Mevcut bağlam önemli ölçüde değişti. Parlamentonun bu seçimlerde yeniden odak noktası olmasını istiyoruz. Silah gönderilmesine ilişkin beş kararnameden sonra, Parlamentoda çeşitli güçler arasında çatışma yaşanması kaçınılmazdır” ifadelerini kullandı.
Ancak Dışişleri Bakanı Antonio Tajani’nin yeni İtalyan yöneticinin göreve başlamasından bir gün sonra belirttiği gibi, Meloni hükümeti “dış politikayı değiştirmeyecek”. Bakan, “Biz Ukrayna’da savunmayı sağlamak için ne gerekiyorsa yapacağız, çünkü Ukrayna kendini savunursa, Moskova ile başa çıkabilir. Öte yandan, Ruslar tarafından işgal edilirse, artık barış yoktur ve nihai hedef barışa ulaşmaktır” diye belirtti.
Atlantik’in bir parçası
Bu, İtalya’yı NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in ifade ettiği savaş çığırtkanlığı yapan görüşlerin peşinden sürükleyen bir siyaset çizgisi. Tıpkı İtalyan hükümetinin Mario Draghi tarafından yönetildiği zamanki gibi.
İtalya’yı ve Polonya’da olduğu gibi askeri gerginliği artırmayı hedefleyen hükümetleri NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in ifade ettiği savaş çığırtkanlığı düzlemine indiren bir siyaset çizgisi.
Öte yandan, savaş çığırtkanlığı çizgisinin devamlılığı, Berlusconi’nin Ukrayna’daki durumla ilgili açıklamaları sonrasında Meloni’nin kendisi tarafından Ekim ayı sonunda duyurulmuştu: “Bir konuda her zaman açık oldum, oluyorum ve olacağım. Açık ve net bir dış politika çizgisi olan bir hükümete liderlik etmek niyetindeyim. İtalya, Avrupa ve Atlantik İttifakı’nın bir parçasıdır ve başı diktir. Bu temel taşı kabul etmeyenler hükümetin bir parçası olamazlar”.
Meloni şöyle devam etti: “Biz iktidardayken İtalya asla Batı’nın zayıf halkası olmayacak, bizi kötüleyenlerin pek sevdiği güvenilmez Batı. İtalya güvenilirliğini geri kazanacak ve böylece çıkarlarını savunacaktır”.
Prensipte makul bir ifade ancak İtalya’nın Avrupa neoliberal kemer sıkma politikasının kafesine hapsolduğunu ve aslında Roma’nın dış politikasını belirleyen ABD ve NATO’nun emirlerine tabi olduğunu gösteren durumların gerçekliğiyle çatışan bir ifade.
Antonio Gramsci, ‘Quaderni dal Carcere’ (Hapishane Defterleri) eserinde şöyle yazıyor: “İncelenecek bir diğer unsur, bir devletin iç ve dış politikası arasındaki organik ilişkidir. Dış politikayı belirleyen iç politika mı yoksa tam tersi mi? Burada da büyük güçler, göreceli uluslararası özerklik ve diğer güçler arasında ve yine farklı hükümet biçimleri arasında bir ayrım yapılmalıdır.”
Gördüğümüz gibi İtalya özerk bir dış politika sergileyemiyor. Yani Roma’yı Moskova’dan çok daha sert vursa da Ukrayna’ya silah gönderilmesi ve Rusya’ya yaptırım uygulanması bunun örnekleridir. Aslında, önümüzdeki yıl İtalyan ekonomisi durgunluğa girerken, yüksek enerji maliyetleri nedeniyle kapanma riski taşıyan çok sayıda işletme var. Birçok aile evlerini ısıtmakta zorlanıyor ve enflasyon 40 yılın en yüksek seviyesinde.
Fransa tartışması suni gündem
Tam da bu nedenle, NATO’ya ve Avrupa Birliği’nin saçma neoliberal bütçe kurallarına bağlılığı önceki hükümetlerle tam bir süreklilik içinde işlerken, Akdeniz’deki STK’lar tarafından İtalya kıyılarına taşınan Afrikalı göçmenler konusunda Fransa’yla tartışmaların gösterdiği gibi, İtalya’nın yeni hükümeti kendisini İtalya’nın ulusal çıkarlarını savunmaya adamış bir yönetici olarak kabul ettirmek için medyada suni gündem yaratmaya çalışacaktır.
ABD’nin düşüşü ve Avrupa’nın kendini sabote etmesi (Washington tarafından dayatılan) yeni ve aynı zamanda ilginç senaryolar ortaya koyuyor ancak İtalya’da hala maalesef yaygın düşünce, elindeki az sayıda kaynağa sahip bir orta gücün en büyük müttefiki, gerçek ‘Sahip’, Amerika Birleşik Devletleri’ne yakın bir şekilde bağlı kalması gerektiğidir. Ve bu nedenle hükümettekilerin radikal Atlantikçiliğe sıkı sıkıya bağlı kalmaktan başka çareleri yok. Bu bakış, ABD tek kutupluluğunun sona erdiği tarihsel aşamada, en hafif tabirle, dar görüşlü bir vizyondur. Bu bağlamda, İtalya gözlerini yeni çok kutuplu dünyayı, yani BRICS’i (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) somutlaştıran gruba çevirebilir. Üye devletlerin kimliğini destekleyen, koruyan ve geliştiren; ulusal egemenliğe, toprak bütünlüğüne, bağımsızlığa, birliğe ve ulus-devletlerin egemen eşitliğine değer veren bir projedir bu. BRICS koordinasyonuna bağlı kalarak, Rusya ve Çin, İtalya’ya Akdeniz’in merkezi, birleşmesi ve istikrarı konusundaki tarihi rolünü geri verebilir. Bu, Eni ve Leonardo gibi ‘şampiyonların’ yanı sıra, tarım ürünleri pazarını ve turizm sektörünü daha da geliştirmeyi amaçlayan bir proje.
Ayrıca Akdeniz’de, hala Atlantik sisteminde resmi olarak yer alan ve BRICS’e katılmaya aday başka bir ülke, Türkiye, var. Akdeniz’de İtalya ile aynı jeopolitik önceliklere ve yine onun gibi deniz gücüne sahip bir ülke. Roma ve Ankara birlikte Akdeniz’i istikrara kavuşturma, emperyalistleri yenme ve BRICS tarafından amaçlandığı gibi bir fırsatlar denizine dönüştürme imkanına sahip olabilirler.
İlginizi Çekebilir
-
İsrail, Lübnan’da ateşkes için el yükseltti
-
İtalya, emisyon kuralları revizyonunda 9 AB ülkesinin desteğini aldı
-
Almanya’nın Commerzbank kaygısı “Mittelstand” kaynaklı
-
İtalya: İçten yanmalı motor yasağı Avrupa için ciddi bir kriz tehdidi oluşturuyor
-
Almanya’da Commerzbank gerilimi artıyor
-
ABD ve İngiltere, Ukrayna’nın Rusya topraklarını Storm Shadow füzeleriyle vurmasına sessizce onay verebilir
GÖRÜŞ
İsrail, İran ile vekâlet savaşı yerine doğrudan çatışmaya mı gidecek?
Yayınlanma
3 gün önce06/10/2024
Yazar
Ma Xiaolin4 Ekim’de İsrail ve ABD, 1 Ekim’de İran’ın gerçekleştirdiği ikinci füze saldırısına nasıl karşılık vereceklerini tartışıyordu. Özellikle İran’ın petrol tesislerine saldırı yapılması gündemdeydi. İran ise ABD ve İsrail’e, artık “tek taraflı itidalle” sınırlı kalmayacaklarını ve herhangi bir İsrail saldırısının “olağanüstü bir şekilde misilleme” göreceğini açıkça belirtti. Bunun etkisiyle, uluslararası petrol fiyatları üst üste üç gün artarak Brent petrolünün varil fiyatı 75 dolara, Texas petrolü ise 71 dolara yükseldi; bu durum, ağustos ayından bu yana en uzun süren artış olarak kaydedildi.
İsrail’in askeri araçları artık hızla ilerliyor ve ABD Başkanı Biden’ın öneri ve endişelerini umursamıyor, Orta Doğu’daki durumu sürekli tırmandırarak krizi büyütüyor. Hatta dünya enerji arzını tehlikeye atarak küresel ekonomi için büyük bir bedel ödetmekten çekinmiyor. İsrail, İran ile 45 yıldır süregelen vekâlet savaşını sonlandırıp doğrudan çatışmaya girmeye dahi karar verebilir.
Bu yeni dönemde, bir yıllık barışın eşiğindeki Filistin-İsrail çatışmasında, İran, İsrail’e 200 orta menzilli füze fırlattı ve bu, Doğu Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan potansiyel bir bölgesel krizi yeniden gündeme getirdi. İran, büyük bir hava saldırısının, Lübnan Hizbullahı lideri Hasan Nasrallah ile İran İslam Devrim Muhafızları (IRGC) Kudüs Gücü Başkan Yardımcısı Abbas Nilfrushan’ın intikamını almak için yapıldığını iddia etti. 28 Eylül’de İsrail Hava Kuvvetleri, Beyrut’un güneyindeki Hizbullah karargâhına en az 80 adet yer altı bombası atarak birkaç binayı anında yerle bir etti ve Nasrallah ile Nilfrushan’ı öldürdü.
Sonrasında yapılan açıklamalarda, Nasrallah’ın cesedinin sağlam ve belirgin bir yara olmadan bulunduğu, büyük patlamanın yarattığı şok dalgaları nedeniyle hayatını kaybettiği görüldü. Bu durum, İsrail istihbaratının Nasrallah’ın yerini ve hareketlerini son derece doğru bir şekilde bildiğini ve hedefe yönelik yoğun bir bombardıman uygulandığını gösteriyor.
2 Ekim’de Lübnan Dışişleri Bakanı Abdullah Habib, CNN’e yaptığı açıklamada, Nasrallah’ın ölümünün ateşkese olumlu yaklaşmasından sonra gerçekleştiğini belirtti. Habib, ABD Başkanı Biden ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki çağrılarının ardından Lübnan hükümetinin Hizbullah ile ateşkesi müzakere ettiğini, Nasrallah’ın 21 gün boyunca ateşkesi kabul ettiğini ve bu durumun ABD ile Fransa’ya bildirildiğini aktardı. İran ise Nilfrushan’ın Nasrallah’a riskten kaçınması için Tahran’a gitmesi gerektiğini söyleyerek öldüğünü iddia etti.
Ağaçlar sessiz olmak istiyor ama rüzgar durmuyor. Eğer Lübnan yukarıdaki açıklamayı doğrularsa, Netanyahu hükümetinin Hizbullah’ın ateşkesi kabul ettiğini ilan ettiğini görmek istemediğini, Hizbullah’a karşı başlattığı “Kuzey Seferi”ni durdurmaya niyeti olmadığını ve bu çatışmayı İran’ı da hedef alacak şekilde daha da tırmandırmaya kararlı olduğunu gösteriyor. Hatta savaş Lübnan, Suriye ve İran’ı da kapsayan topyekûn bir savaşa dönüşebilir. 2 Ekim’de İsrail’in Şam’da bir eve düzenlediği hava saldırısında Nasrallah’ın damadı Hassan Karsi öldürüldü. Nasrallah’ın üst düzey Hamas yetkilileriyle evli iki kızı var ve Nasrallah’ın diğer damadının da er ya da geç İsrail’in ölüm listesinde olması muhtemel, çünkü Netanyahu hükümeti Hizbullah’la ölümüne savaşmaya kararlı.
Hizbullah ateşkes teklifini kabul etti ve Nasrallah öldürüldü. Bu garip bir durum mu? Hayır. 31 Temmuz’da Tahran’da İsrail askeri istihbaratı tarafından öldürülen Hamas lideri İsmail Haniye de bir barış lideriydi ve Gazze’de ateşkes istiyordu. Müzakere ortaklarını ortadan kaldırmak, barış görüşmelerinin yolunu kesmek, süper askeri araçlarla savaşmak, ABD’den sonsuz ekonomik ve askeri yardım ithal ederek sıfır toplamlı bir son elde etmek Netanyahu hükümetinin temel mantığı ve formülüdür.
İran’ın saldırısında stratejik vuruş silahları kullandığı ve İsrail’in Demir Kubbe savunma sistemini kısmen deldiği için, her ne kadar kasıtlı olarak zayiat vermekten kaçınsa da, sonuçta İsrail’in stratejik savunma ve caydırıcılık sistemini kırmış ve İran’ın stratejik sürpriz ve caydırıcılık kapasitesini artırmıştır. Bu durum, İsrail’in büyük bir misilleme yapma olasılığını artırıyor. İsrail’in dinlenmeyeceği ve misillemenin 18 Nisan sembolik saldırısını aşacağı, İranlı siyasi ve askeri liderlerin, hükümet ve askeri birimlerin, nükleer ve petrol tesislerinin, önemli liman ve havaalanlarının vb. saldırının hedefi haline gelebileceği ve hatta saldırıyı gerçekleştirmek için savaş uçaklarının İran hinterlandının derinliklerine gönderilmesini göz ardı etmemesi bekleniyor. Kısacası, güç gösterisi topu bir kez daha İsrail’in yarı sahasına atılmıştır ve bu karsr Netanyahu ve savaş kabinesine kalmıştır.
Netanyahu hükümeti, “Korkunç İvan” ve “Çılgın İvan”ın bir bileşimi olan gerçek bir savaş kabinesine dönüştü. “Korkunç İvan”, güvensizlik nedeniyle, yaşlı Veliaht Prens de dahil olmak üzere tehdit olarak algıladığı herkesi öldüren Rus İmparatorluğu’nun 4. İvan’ına atıfta bulunur; “Çılgın İvan” ise Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği denizaltılarının, takip edilme riskini atlatmak için ani manevralar yaparak denizde çarpışma riskini göze aldığı taktikleri ifade eder.
Netanyahu hükümeti Gazze’de ateşkes yerine Direniş Ekseni’nin şartlarını reddediyor ve saldırılarını genişleterek, Hamas’tan daha güçlü ve daha esnek olan Hizbullah’ı yok etmeye çalışıyor. Bu durum, bölgesel çatışmayı Üçüncü Lübnan Savaşı’na veya Altıncı Ortadoğu Savaşı’na taşıma riskini göze alarak, İsrail’i uzun süreli bir savaş durumuna sokmak ve ABD ile İran arasında bir savaşı kışkırtmak pahasına gerçekleştiriliyor.
Amerikan siyasetinin haber ağı “Politico” 2 Ekim’de Biden hükümetinin Netanyahu hükümetine karşı etkisiz hale geldiğini, sadece İran’ın nükleer tesislerine doğrudan saldırmaması için Netanyahu’yu ikna etmeye çalıştığını ancak kararlarını etkileme konusunda pek fazla alanlarının kalmadığını açıkladı. Haberde, iki Amerikalı anonim yetkiliye atıfta bulunarak, Biden hükümetinin Orta Doğu’daki etkisinin giderek azaldığı ve geçen bir yılın ardından, durdurmak için çaba gösterdiği durumu—bölgesel savaşı—artık engelleyemediğini kabul ettiğine dikkat çekildi. Şu anki seçenek, İsrail’in yanıtını sınırlamak, ancak eylemlerini tamamen durdurmak değil.
Haberde ayrıca, Netanyahu hükümetinin defalarca Amerikan önerilerini görmezden gelerek Gazze’deki savaş hedeflerini genişlettiği, bu durumun giderek artan insani kriz nedeniyle Biden hükümetine ciddi iç siyasi baskılar yarattığı belirtildi. Bu da Biden’ın Netanyahu’dan uzak durması için yapılan çağrıların daha da güçlenmesine yol açtı. Biden’ın Netanyahu üzerindeki etkisinin zayıflamasıyla birlikte öfkesinin de arttığı, telefon görüşmelerinin giderek daha fazla “yüksek sesli tartışmalara” dönüşmeye başladığı ifade edildi. Biden, yakın arkadaşlarına Netanyahu’nun ateşkese ulaşma niyetinin olmadığını, aksine çatışmayı uzatarak kendi siyasi geleceğini kurtarmaya çalıştığını ve aynı zamanda Kasım’daki seçimlerde Cumhuriyetçi aday Trump’a yardımcı olmaya çalıştığını söyledi.
Netanyahu’nun Trump ve Yahudi damadı Kushner ile güçlü kişisel bağları ve çıkar ilişkisi olduğu biliniyor. Bazı haberlere göre, Netanyahu, Amerika’da eğitim aldığı dönemde Kushner ailesinin evinde kalmıştı. Trump, 2017’de Beyaz Saray’a girdiğinde, İsrail’e ilk resmi ziyaretini gerçekleştirdi; 20 yılı aşkın süredir iki partili hükümetin kabul ettiği politikaları kırarak, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdı; İsrail sağının nefret ettiği İran nükleer anlaşmasını (JCPOA) feshetti; Filistin’in temel çıkarlarını feda eden “Yüzyılın Anlaşması”nı sundu ve dört Arap ülkesini “toprak karşılığında barış” ilkesini bir kenara bırakarak İsrail ile ilişki normalleştirmeye ikna etti.
Buna karşılık, Netanyahu’nun Amerikan Demokrat Partisi ile ilişkisi oldukça hassas ve çalkantılıdır. Biden kişisel olarak İsrail’e ve Yahudi halkına yakın olsa da, Obama hükümeti Filistin-İsrail arasında denge kurmaya çalışmış, Suudi Arabistan ile İran arasında uzlaşıyı teşvik etmiş, İsrail sağının karşı çıkmasına rağmen İran ile nükleer anlaşmaya varmış ve “Şii hilali”ni İran’ın etki alanı olarak görmüş, 2016’nın sonunda görev süresini tamamlamadan İsrail’in yasa dışı yerleşimlerini kınayan 2334 sayılı kararı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde kabul ettirmişti.
Amerikan seçimlerine bir ay kala, Netanyahu hükümeti Orta Doğu savaşının ölçeğini genişletmeye karar veriyor ve bu durum Biden hükümetini ve Demokratları zor durumda bırakıyor, aynı zamanda Trump ve Cumhuriyetçi Parti’ye oy kazandırma şüphesi doğuruyor. Sorun şu ki, Netanyahu bu kadar ileri gitmeye devam ettikçe, Biden ekibi durmak istese de duramıyor; İsrail’in savaş politikalarını bağımlı bir şekilde takip ediyor, sürekli olarak ona silah sağlıyor ve stratejik destek sunmaya devam ediyor. Amerika’nın İsrail’e güvenlik taahhüdünü sürdürdüğü söylenebilir, ancak aslında Amerika’nın Orta Doğu politikası ve ulusal çıkarları tamamen İsrail’in etkisi altına girmiş durumda.
Netanyahu hükümeti, Biden ekibine biraz saygı gösterip İran’ın nükleer tesislerine saldırmayı engellerse nükleer silahlanma riskini azaltmış olur, ama İran’ın petrol tesislerine saldırmayı, petrol gelirlerini kısıtlamayı ve İran halkı ile hükümetinin arasını açma fırsatını kaçırır mı? İran, dünyada önde gelen petrol üreticisi ülkelerden biridir, ABD yaptırımları ve ambargoları altında olmasına rağmen, günlük gerçek üretimi ve gri ihracatının yaklaşık 2 milyon varil civarında olduğu tahmin edilmektedir. Şu an dünya petrol piyasasında arz fazlası durumu oldukça istikrarlı olsa da, İran’ın petrol tesislerinin tahrip edilmesi, gelecekteki enerji arzında büyük bir daralmaya yol açabilir, özellikle de Rusya’nın birkaç yıl içinde normal petrol ve gaz ihracatına yeniden başlaması beklenmiyor.
Daha da önemlisi, İran İsrail’e karşı tekrar nasıl misilleme yapacaktır? Haniye olayından sonra, İran İsrail’den intikam alacağını açıklamıştı, hatta Macaristan aracılığıyla İsrail’e önceden belirlenmiş hedefleri bildirmişti, fakat ikinci hamle hala gerçekleşmedi. Nasrallah ve Nilfrushan’ın öldürülmesi, İran için eski öcün ödenmeden yeni bir nefretin eklenmesi anlamına geliyordu ve İsrail’in bir adım daha ileri gitmesi, İran için büyük bir aşağılamaydı. Bu nedenle, geri çekilmeye hiç şansı kalmayan Tahran, sert bir şekilde yanıt vermek zorunda kaldı ve ilk kez savunması zor ve siyasi anlamı büyük orta menzilli füzeleri kullandı.
Tabii ki, intikamın gerçek olup olmadığına bakmaksızın, propaganda yerine etkilerine bakmak gerekir. Bu kadar büyük ve sarsıcı bir cezalandırıcı hava saldırısı, İsrail’e hiçbir ciddi zarar vermemiş gibi görünüyor, tek onaylanan ölüm ise İran füzelerinin enkazından ölen Batı Şeria’daki bir Filistinli sivildi. Bu, ne kadar büyük bir ironidir!
İran, İsrail ile askeri mücadelesinin sona erdiğini açıklamış durumda, bu da “barış teklifini” yüksek sesle sunduklarını gösteriyor. Soru şu ki, Netanyahu, İran’ın işi büyütmek istemediğini ve Amerika’nın her halükârda İsrail’i destekleyeceğini artık anlamış durumda, bu nedenle ne zaman saldırılacağı ne kadar küçük ya da büyük olacağı tamamen onun kararına bağlıdır. İsrail ile İran arasındaki çatışma ve düşmanlık yapısal ve uzun vadeli bir sorundur. Ya İsrail, Arap topraklarındaki yasa dışı işgalini sonlandırır, ya da İran “İslam Devrimi”nin ihraç edilmesinden vazgeçer; başka bir barış yolu yoktur.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
GÖRÜŞ
Muhafazakarların kıyamet günü planı: Project 2025
Yayınlanma
3 gün önce06/10/2024
Yazar
Sarp Sinan HacırAmerikan siyasetinin son bir yılına damgasını vuran bir hadise var; Project 2025. Demokratlar sabah bununla kalkıyor, akşam bununla yatıyor. Liberal çevrelerde öyle bir korku unsuruna döndü ki Demokrat seçim kampanyası neredeyse bunun üzerine kuruldu. Joe Biden, “Project 2025’i googlelayın” diye bir tweet attığından bu yana liberal diskurun vazgeçilmezi haline geldi.
Kısaca özetlemek gerekirse Project 2025, başını muhafazakâr düşünce kuruluşu Heritage Foundation’ın çektiği, sayısı 100’ü geçen muhafazakâr organizasyon ve 400 kadar akademisyenin katkılarıyla hazırlanan, sayfa sayısı 900’ü geçen devasa bir başkanlık değişim planı. Demokratlar, bu planla ABD’nin faşizme sürükleneceğini düşünürken Cumhuriyetçiler konunun abartıldığını söylüyor. Peki Project 2025 gerçekten de liberaller için bir kıyamet günü planı anlamına mı geliyor?
Devletin Muhafazakârlaşması
Detaylara girmeden önce böyle bir plana neden ihtiyaç duyulduğunu anlatmak gerekir. Hepimiz bugüne kadar Amerikan devlet yapısını muhafazakâr bildik. Özellikle Ronald Reagan döneminden sonra ABD, Soğuk Savaş’ta Sovyetlerin komünizmine karşı daha sağda bir tutum belirlemişti. Küresel çapta, özellikle de Güney Amerika’da sağ hareketleri desteklemekten geri durmadı. Doğal olarak bu politikanın temsilcisi de Franklin D. Roosevelt sonrası partiler yer değiştirince kendini muhafazakârlığın temsilcisi olarak bulan “büyük eski parti” (GOP) yani Cumhuriyetçilerdi. 60’lar ve 70’ler bu değişimin perçinlendiği bir dönem oldu. Belki de Obama döneminde kadar Amerikan devletinin bürokrasisinden ordusuna bu muhafazakâr tutumun kalıcı olduğunu gözlemledik.
Obama dönemiyle işler değişti. Amerikan devleti modern çağda daha liberal bir tutumun ulusal çıkarları koruyacağına inanarak bir değişim süreci başlattı. Bugün bu sayede istihbarattan orduya tüm kurumlarda LGBT bayraklı ya da Black Lives Matter sembollü paylaşımlar görüyoruz. Bu sırada muhafazakârlar, uzun süredir kendilerine ait olduğuna inandıkları devletin ellerinden kayıp gittiğini izlediler.
Ne değişecek?
İşte Project 2025, muhafazakârların devleti liberallerden “geri alma” projesi. Tüm kültürel ve ekonomik politikaların yanında, Project 2025, Trump’ın seçilmesiyle birlikte önceden saflarına kattığı binlerce muhafazakârı Amerikan bürokrasisine yerleştirmeyi planlıyor. Tabii Project 2025, ekonomiden sınır güvenliğine pek çok alanda birçok politika önerisinde bulunuyor. Bunların en önemlilerini şöyle bir sıralayalım.
Öncelikle Project 2025’in en çok konuşulan sosyal vaatlerinden başlamakta fayda var. Özellikle Demokrat Parti Kongresi boyunca en çok dile getirilen mesela ulusal çapta bir kürtaj yasağıydı. Project 2025 böyle bir vaatte doğrudan bulunmasa da bazı kürtaj ilaçlarının pazardan toplatılmasını talep ediyor. Dahası, Sağlık Bakanlığı’nın İncil’i temel alan, aile ve evlilik tanımları üzerinden hizmet sunmaları gerektiğini vurguladığı gibi pornonun yasaklanmasını da istiyor. Yasadışı göçü durdurmak metindeki önemli kısımlardan biri. Project 2025, güney sınırındaki duvarın tamamlanması için yeni bir bütçe ayrılması ve Ulusal Güvenlik Bakanlığının diğer sınır güvenliği kurumlarıyla birleştirilerek daha da güçlendirilmesini ön görüyor.
Project 2025, eğitim alanında da büyük değişimler talep ediyor. Okullardaki “woke” eğitimin çocukları yozlaştırdığını, bu sebeple son yıllarda çokça tartışılan LGBT ve kapsayıcılık temelli eğitimlere denetleme getirmeyi planlıyor.
Gelelim Project 2025’in en önemli kısmına; devlet seviyesinde değişimler. Metindeki en büyük vurgu, devlet kurumlarındaki çürüme üzerineydi. FBI için “kibirli ve hukuk tanımaz bir organizasyon” ifadesi kullanılırken Adalet Bakanlığı’nın Başkan’ın kontrolü altına girmesini ve hatta Eğitim Bakanlığı’nın tamamen kapatılmasını istiyor. Tüm bu vaatleri üst üste sıraladığınızda Demokratların neden gerildiğini anlamak zor değil. Burada devletin sadece muhafazakârlaşması değil, bağımsız Demokratik kurumların da tahakküm altına alınması söz konusu.
Trumpizm’in başka planları var
Peki, Trump ne diyor bu işlere? Cumhuriyetçi Parti’nin lideri ve MAGA hareketinin önderi olarak böylesi muhafazakâr bir planı sevinçle karşılamıştır değil mi? Pek sayılmaz.
Joe Biden başta olmak üzere tüm Demokratlar kendisine Project 2025 üzerinden vurmaya başlayınca Trump, davayı “satıverdi”. “Kim yazmış bilmiyorum, bir alakam yok. Nasıl solda kötü insanlar varsa sağda da aşırıcı kötü insanlar var. Desteklemiyorum” dedi ve çıktı işin içinden. Tabii bunun tek sebebi Demokratların Trump’a Project 2025 üzerinden yüklenmesi değildi, asıl sebep bunun işe yaramasıydı.
ABD toplumunun kendisine oy verenler de dahil olmak üzere ciddi bir kısmı bu kadar muhafazakar değil. Trump, böylesi bir projeyi sahiplenerek seçimin kaderini belirleyecek kararsız seçmeni ötekileştirmek istemedi. Böylece ilk fırsatta Project 2025’i kapının önüne koymayı bildi. Tabii böylesi bir proje ne tamamen çöpe atılacak ne de tamamen uygulanmaya çalışılacaktır. Heritage Foundation benzer bir projeyi Reagan için de hazırlamış, sadece küçük bir kısmını hayata geçirmişti.
Bu nedenle Trump’ın kazanması halinde Project 2025’teki bir takım maddelerin hayata geçirilmeye çalışılacağını tahmin ediyorum. Devlet kurumlarının başında liberallerin bulunması, ABD müesses nizamının tamamen Demokratların yana tavır alması, sadece Cumhuriyetçiler için değil Trump için de çok büyük bir sorun. Bunu 2020 seçimleri öncesinde FBI’ın, oğlunun laptop meselesini Biden’dan yana tavır alarak gerçek olmasına rağmen “Rus manipülasyonu” diye açıklamasından biliyoruz. Muhtemelen yeni bir Trump dönemi FBI ve CIA da dahil olmak üzere bir çok ABD kurumunda reformlar getirecektir.
Ancak Trump’ın Project 2025’i dışlaması projeye pahalıya patladı. Heritage Foundation’ın Project 2025’i yöneten üyesi Paul Dans görevinden istifa etti. Tahmin ederim ki Heritage Foundation içinde ortada bırakıldıkları için Trump’a en azından ufak bir kırgınlık oluşmuştur.
Trump ne kadar davayı “satsa da” Project 2025 Amerikan seçimlerine çoktan damgasını vurdu. Anketler büyük oranda iki taraf lehine de gerçeği yansıtmayan sonuçlar verebiliyorlar ancak hepsinin bir ortak noktası var; parti seçimi konusunda cinsiyet giderek daha da belirleyici bir faktör haline geliyor. Kadınlar Demokratlara erkekler ise Cumhuriyetçilere yönleniyorlar. Project 2025 de buna sebep olan faktörlerin başında geliyor. Bu proje, son 15 yılı kasıp kavuran kültür savaşlarının her gün yenisi açılan cephelerinden sadece bir tanesi. Muhtemelen sonuncusu da olmayacak. Ancak mevcut görüntüye bakılırsa Project 2025 Trump’ın kampanyasına faydadan çok zarar getirdi.
GÖRÜŞ
Türk medyası Hizbullah’ı ‘bitirdi’: Ukrayna savaşının başında Rusya’yı da ‘bitirmişti’
Yayınlanma
1 hafta önce01/10/2024
Yazar
Hasan ÜnalHafta sonunda gelen haber bölgesel ve küresel siyaset üzerine tam manasıyla bomba gibi düştü. Önce İsrail’in ağır bombardımanı sonucunda içinde Hizbullah Lideri (Hizbullah Genel Sekreteri) Hasan Nasrallah’ın da bulunduğu binaların tamamının tahrip edildiği ve Nasrallah dahil örgütün üst düzey komutanlarının neredeyse tamamının öldürüldüğü haberleri geldi. Batı dünyasında sevinçle karşılanan haber ertesi gün (27 Eylül Cumartesi) teyit edilince askeri/siyasi durumdaki belirsizlik devam etmekte olsa da Hizbullah-İsrail çatışmasında/mücadelesinde bundan sonra nelerin muhtemel olduğuna dair yorumlar Türk medyasını kaplamaya başladı.
Haber ve analizlerini büyük ölçüde Batı’dan alan veya almayı yeğleyen Türk medyası ‘terör örgütü lideri’ olarak takdim edilen Nasrallah’la ilgili değerlendirmelerde Vaşington veya Avrupa merkezli yorumcuları pek aratmadı. Batılı ve sistem yanlısı analistlere göre, Nasrallah bir terör örgütünün başı olmasının yanı sıra Filistin’de ulaşılması mümkün bir barışın önündeki (herhalde Abraham Antlaşmalarını kastediyorlar) en önemli engellerden birisiydi. Dolayısıyla ortadan kaldırılması hiç de fena olmamıştı.
Biden ve diğer Amerikan ve Avrupalı yetkililerin resmi olarak dile getirdiği bu görüşlere Trump’ın damadı Jared Kushner de uzun bir tivit serisiyle destek oldu. Aslında Nasrallah ve/veya Hizbullah olmasaymış Abraham Antlaşması çoktan uygulamaya girecekmiş. Bu iddiaların hepsi de Amerika ve Avrupa yönetimlerinin/hükümetlerinin resmi gözlüğüyle bakıldığında mantıklı ve doğru. Sonuçta özellikle Amerika açısından Gazze’de soykırım yapılmış/yapılmakta olmasının fazlaca bir önemi yok. Eğer bu soykırım medyanın ve özellikle sosyal medyanın bu kadar yaygın kullanılmadığı bir dönemde gerçekleştirilseydi Amerikan yönetimleri ‘bize ulaşan bilgilere göre’ diyerek Batı dışı basında yer alan haberleri ‘asılsız’ diyerek bir kenara atıverirdi.
Birkaç insan hakları kuruluşu durumun Amerikan/Avrupa hükümetlerinin söylediğinden çok daha vahim olduğunu anlatmaya çalışır; ama, örneğin internetin de olmadığı bir ortamda, bu haber ve yorumlarını yayımlayacak yer bulamazlardı. Aradan yıllar geçtikten sonra bazı akademisyenler, uzmanlar ve medya mensupları kitap ve/veya makaleler kaleme alırlar ama onlar da sınırlı sayıda okuyucuya ulaşırdı; çünkü yayınevlerinin çoğu bunları basmaz, basanlar da geniş bir dağıtım yapamazdı.
Kısacası İsrail’in Gazze’de soykırım yapmasında veya Güney Lübnan’ı feci şekilde bombalamasında ve Hizbullah lideri Nasrallah’ı çok sayıda diğer Hizbullah üst düzey komutanlarıyla birlikte öldürmesinde ve toplamda dört ülkeyi (Gazze, Lübnan, Suriye ve zaman zaman Yemen) aynı anda bombalamakta olmasından rahatsızlık duymaları için bir sebep yoktu ve olamazdı. Hatta bıyık altından sırıtarak ‘yeni Hizbullah lideri ve üst düzey komutanları bakalım kaç gün veya kaç saat yaşayabilecek’ gibi laflar etmeye devam edeceklerdir. Batı dünyasının özellikle de Amerika’nın onlarca yıldır İsrail konusunda izlediği politikalar açısından bunların hemen hemen hepsi normal; sadece bu konuların mevcut medya mecraları yoluyla dünya kamuoyuna anında ulaşmasından dolayı bir dizi sorunlar yaşanıyor, o kadar!
PEKİ TÜRK MEDYASINA, SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILARA NE DEMELİ?
Bütün enformasyonunu Batılı medyadan alan Türk ana akım gazete ve televizyonlarına ne demeli? Ayrıca Türkiye’deki siyasal/selefi/İslamcıların adeta bayram yapmasını nasıl yorumlamalı?
Büyükçe bir kısmı hükümete doğrudan olmasa da dolaylı destek veren Türkiye’deki ana akım medya İsrail’in Hizbullah liderini ve diğer üst düzey komutanlarını öldürmesine seviniyor görünmüyor; ancak Batı medyasından aldığı haber ve yorumları fazlaca bir süzgeçten geçirmeden kamuoyuna sunuyor. Bu yayınlarda iki temel unsur ön plana çıkıyor. Birincisi, İsrail bombardımanı ve Hizbullah liderlerinin öldürülmesiyle birlikte Hizbullah yapısının yok olduğu ve bittiği propagandası pompalanıyor.
Oysa Hizbullah, önceki yıllarda giriştiği çatışmalarda Orta Doğu’da yenilmez unvanı bulunan İsrail ordusunu her defasında püskürtmüş ve geri çekilmeye zorlamış. İsrail’in Lübnan’ı işgali ve özellikle Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında çok sayıda Filistinli sivili katletmesiyle başlayan işgal ve kargaşa ortamında oluşan Hizbullah ne bir gerilla örgütü ne de düzenli ordu. Her iki özelliği de bünyesinde taşıyor ve İsrail ile giriştiği bütün çatışmalarda duruma göre bu iki özelliğini de sahaya yansıtabiliyor.
Hava gücü olmadığı için İsrail topraklarına yönelik ileri harekat yapamayan ve yapması da beklenmeyen Hizbullah en son 2006 yılında İsrail ile tutuştuğu ve toplamda otuz üç gün (33) süren çatışmalarda karşı tarafa büyük kayıplar vererek geri çekilmesini sağlamıştı, hem de süklüm püklüm… İsrail yine ağır bombardıman ile başlamış; çoluk-çocuk demeden herkesi hedef almış; fakat kara operasyonuna başladığı andan itibaren karşısında beklemediği ölçüde dirençli bir Hizbullah bulmuş; çok sayıda tank, belli sayıda da helikopterinin tahrip edilmesi, çok sayıda asker kaybı ve önemli sayıda da askerinin esir alınması üzerine zor durumda kalmıştı.
İsrail Hava Kuvvetlerinin sivil yerleşim yerlerini sürekli bombalamasına karşılık İsrail’in kuzey bölgelerini füzelerle vurmaya başlamış ve nihayet Tel Aviv’e de roketler fırlatmayı başarmış ve İsrail Hava Kuvvetleri bombardımanı kesmediği takdirde daha fazla hedefi vuracağını açıklayınca İsrail tarafı savaşı sonlandırarak geri çekilmek zorunda kalmıştı. İsrail gibi Orta Doğu’da adeta bütün Arap ordularının korkulu rüyası haline gelmiş bir askeri gücü son defa 2006 yılında durdurmayı başarmak kolay bir iş değildi, her ne kadar Türkiye’deki siyasal/selefi İslamcılar burun kıvırsalar da…
O yıllarda da Batı medyası İsrail’in giriştiği saldırı üzerine abartılı haber ve yorumlarla doluydu ama İsrail’in göreceli büyük kayıplar vererek geri çekilmesinden sonra durumu yeniden analiz etmek zorunda kalmışlardı. Hatta savaşın başından itibaren İsrail lehine genel yorumların aksine değerlendirmelere de hep yer vermişti.
TÜRKİYE’DEKİ SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILAR
Türkiye’deki medyanın İsrail’in Hizbullah’ı bitirdiğine dair verdiği haberler ve yorumlarda Nasrallah’ın Mossad ajanı olduğu veya İran’ın zaten ABD’nin ileri karakolu olarak kritik bir noktada Nasrallah’ın bilgilerini Amerika ve İsrail’e verdiği gibi akla ziyanın ötesindeki değerlendirmeleri (!) bir kenara bırakacak olursak, göze çarpan ikinci unsur da siyasal/selefi İslamcı diyebileceğimiz grupların reaksiyonlarından oluşuyor. Meseleye büyük ölçüde Orta Çağ’ın mezhepçi prizmasından bakan bu gruplara göre aslında Nasrallah bugüne kadar hep Müslümanları katletmiş birisi. Ve Filistin meselesinde İsrail’e karşıymış gibi rol yapıyor. Oysa aslında ya İsrail ve Batı’nın ajanı veya Şii olmasından dolayı esas derdi Sünnilerle olduğu için Amerika ve İsrail’in ekmeğine yağ süren politikalar uyguluyor.
Müslümanları katlettiğine dair verilen örneklerin büyük bölümü Suriye savaşına Hizbullah’ın da katılarak Esat hükümeti yanında yer almış olmasından kaynaklanıyor. Suriye yönetimini devirmek amacıyla ABD ve İsrail’in başlattığı ve bu devletin epeyce zayıflatılmasıyla sonuçlanan savaşın jeopolitik çerçevesini göremeyen ve Türkiye’nin bu savaşta Amerika ile İsrail’e doğrudan veya dolaylı destek veren politikasının ülkemizin ulusal çıkarlarıyla hiç mi hiç uyumlu olmadığını anlamayan bu zihniyete göre Hizbullah gibi Esat’a destek veren güçler devreye girmeseydi Esat yönetimi devrilmiş ve ülkede bir ‘İslami’ (!) yönetim kurulmuş olacaktı.
Buradaki çıkmaz şu ki, böyle bir İslami yönetimin İsrail’e veya Amerika’ya karşı durup durmayacağı bir yana Esat hükümetinin bölgede Amerika ve İsrail’in çıkarları ve emellerine en fazla karşı çıktığını görmezden gelmesidir. Oysa IŞİD veya El Nusra gibi bir yönetim gelse aynı şekilde Amerika ve İsrail’e karşı koyarlar mıydı kocaman bir soru işareti. Öte yandan bu grupların eline teslim edilmiş bir Suriye muhtemelen parçalanırdı ve bu da en çok Amerika ve İsrail’in işine gelirdi. Bu savaşta Ankara’nın yanlış politikalarından dolayı Türkiye ve Hizbullah’ın karşı karşıya gelmiş olması mevcut hükümetin yanlışı ile izah edilebilir. Bu anlayış Hizbullah’ın Sünni Hamas’a da destek vermesini ise ya görmezden geliyor ya da bunu da bir oyun olarak söyleyip geçiyor.
Hizbullah konusundaki kafa karışıklığın küçük bir kısmı da ortalama her Arap veya İranlıyı kökten dinci, radikal İslamcı gibi görme eğilimindeki laik kesimden geliyor. Onlara göre kökten dinci radikal İslamcı birilerinin Batı’ya karşı galip gelmesi mümkün değil/olmamalı. Bu grup, çatışmaları ve aktörleri yakından takip etmediği için Hizbullah’ın, IŞİD ve El Nusra gibi gruplara karşı sadece Müslümanları değil aynı zamanda Hristiyanları da koruduğunu bilmiyor ve bu Hristiyanların ve laik Lübnanlı toplulukların Hizbullah’a nasıl destek verdiğini de anlayamıyor.
Evet Türk medyası Ukrayna savaşının başlarında Rusya’yı bitirdiği gibi Hizbullah’ı da bitirdi (!); ama sonuç pek de öyle olmayabilir. Hizbullah – İsrail çatışmalarının kısaca gözden geçirilmesi bile bu pilavın daha çok su kaldıracağını gösteriyor. Örneğin, eğer Hizbullah İsrail’in bir darbesiyle yerle bir olmuş olsaydı Tel Aviv karadan operasyona gerek görmez ve bu örgüt Orta Doğu siyasi tarihinin sayfalarında yerini alırdı. Şimdi kara harekatı başladığına göre örgüt bitmemiş. Bakalım önümüzdeki günler neler gösterecek…
Çin güvenlik teşkilatı Pakistan’daki ölümcül saldırının ardından istihbarat işbirliğini artırma sözü verdi
İranlı Bakan Riyad’da: Lübnan ve Gazze masada
ABD Adalet Bakanlığı, Google’ı “parçalamanın” yollarını arıyor
Zaharova: Kuzey Akım sabotajında ABD ve İngiltere’nin dahli olduğuna dair elimizde kanıtlar var
Almanya’da süregelen resesyon, şirketleri satışa açık hale getiriyor
Çok Okunanlar
-
DÜNYA BASINI6 gün önce
Stephen Walt: Netanyahu, Irak’ı işgal eden George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Türk medyası Hizbullah’ı ‘bitirdi’: Ukrayna savaşının başında Rusya’yı da ‘bitirmişti’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Yeni nesil saldırılar
-
DÜNYA BASINI4 gün önce
“Şok ve dehşet” zafer demek değil
-
ORTADOĞU1 hafta önce
Hizbullah’ın olası yeni lideri: Haşim Safiyuddin kimdir?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İsrail uçurumun kenarında
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Almanya, doğusunda bir ulus inşa ediyor
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Haaretz: İran’ın benzeri görülmemiş saldırısının ardından İsrail bölgesel bir savaşın içinde