Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Türkiye-Rusya ilişkisi: Odi et amo

Yayınlanma

Klasik bir Latin şairi olan Gaius Valerius Catullus, 2 bin yıldan uzun bir süre önce, giriş dizesi “Odi et amo” (nefret ediyorum ve seviyorum) olan en ünlü şiirini yazdı.

İnsanlık tarihinin en bilinen dizelerinden biri olan bu şiir, aynı zamanda en kısaları arasındadır ve 14 kelimelik sadece iki satırdan oluşur. Ama aslında olay örgüsü, yukarıda belirtilen teze bile indirgenebilir; bu tezin harfi harfine çevirisi “nefret ediyorum ve seviyorum”dur. Kişinin partneriyle son derece karmaşık ilişkilerini tarif eder.

Bu beyitin yaratılış tarihi ve saatinden şüphe duyabiliriz; ancak Catullus’un olgunluk döneminde yazdığı son başyapıtlarından biri olduğu açıktır. Ayrıca Catullus’un son yıllarını Anadolu’nun Roma vilayetlerinde, yani günümüz Türkiye topraklarında geçirdiği de biliniyor.

Neredeyse 20 yıl önce, üniversitede okurken – hadi hikayemizi Umberto Eco benzeri bir şeyle dolduralım – en keyifli saatlerden biri kısa bir Latince kursuydu. Catullus’un sözlerini inceleyen Profesörümüz bize, Klasik Latince’de bu kelimelerin doğru telaffuzunun, Sevgi ve Nefret’in aynı anda bölünmemiş bir ikiliği olan ‘Oditamo‘ olarak okunabileceğini söyledi.

Catullus’un haleflerinden biri olan Ovid (Publius Ovidius Naso) da hayatının önemli bir bölümünü Roma’dan çok uzakta geçirdi. Anlatının en güvenilir versiyonuna göre Roma İmparatoru, Ovidius’un sözlerinden utanmış ve onu İmparatorluğun dış mahallelerine sürmüştür.

Ovidius’un sürgünü modern Romanya’da bir yerde, belki de Köstence şehrinde gerçekleşti; ancak eski Ruslar – edebiyatımızın kurucusu Alexander Puşkin gibi – miras almaya cesaret ettikleri ünlü şairin Rusya’nın güneyinde, modern Ovidiopol kasabasında bir yerlerde yaşadığına inanıyorlardı.

İki ana Antik Roma şairinin tesadüfen, Türk ve Rus evreninin parçaları haline gelmesi şaşırtıcı değil mi?

Şimdi, 2000 yıl sonra, o dünya değişmedi. Hâlâ, ana tepesini ve orada bulunan devlet organını Latince bir kelimeyle ‘Capitolium’ (ABD Başkenti) olarak adlandıran denizaşırı bir İmparatorluğumuz var. Bu İmparatorluk, iklim değişikliği, ekonomi, iç istikrarsızlık, ahlaki düşüş gibi birçok nedenden dolayı kademeli olarak bozuluyor, ancak yine de bol miktarda güce, en büyük orduya ve ne olursa olsun baskıcı bir yaklaşımla tüm dünyaya empoze etmek istediği Kanun ve Düzene sahip.

Bunun nedeni, bu İmparatorluğun; Çin, Hindistan veya Persler (günümüzde İran) gibi – Roma’dan daha yaşlı ve daha kültürel olmalarına rağmen – diğer tüm toplumları “Barbar kabileler” olarak görmesidir. Bununla birlikte, eğer yönetici aktör gerçekten barışı, eşitliği, adil ticareti ve bağımsız adaleti tesis edebilseydi, bu diğer medeniyetler Roma Hukuku ve Düzenini takip etmeyi kabul edebilir ve PAX ROMANA’ya (Roma Evreni) küçük ortaklar olarak katılabilirlerdi.

Yine de şimdi ne görüyoruz? PAX AMERICANA (Amerikan Evreni), denizaşırı topraklar bir yana, Amerikan vatandaşları için bile rahatsız, istikrarsız ve tehlikeli bir alan haline geliyor. Günümüzün Ovidius’u Rusya, bağımsız politikası nedeniyle sürgüne gönderildi ve yaptırıma tabi tutuldu. Doğu ve güney sınırlarında terörle mücadele faaliyetleri yürüten günümüzün Catullus’u Türkiye, kendini Amerikan bilgini ilan edenlerin utancıyla karşı karşıya.

Neden böyle bir anti-evren çökmüyor diye sorabilirsiniz. Çünkü modern Roma bir önceki taktikle aynı taktikleri kullanır: ‘Divide et impera‘. Bu, ‘Düşmanlarınızı bölün ve tüm gücü ele geçirin’ anlamına gelir.

Gerçekten de, bu yüzyılın şafağında, üniversitedeyken duyduklarıma bakın: “Türk erkekleri Rus kadınlarını kaçırıp tecavüz ediyor”, “Çin, Sibirya’yı fethetmek istiyor”. “İranlı Müslümanlar El Kaide tarzı teröristlerdir”.

Bu tür anlatılar medya, kanaat önderleri ve akademisyenler arasında yaygındı.

Ve eminim ki, belirli ülkelerden meslektaşlarım da Rusya ve diğer potansiyel ABD rakipleri hakkında aynı şeyleri duymuşlardır. O zamandan beri sahne kısmen değişti, ancak Amerikan yanlısı – ve geniş ölçüde Batı yanlısı – aktörler, medyamızı, maliyemizi, siyasetimizi, eğitim sistemimizi, kültürümüzü vb. kontrol ederek etkili rollerini oynamaya devam ediyor.

Dolayısıyla, Moskova ve Ankara’nın karşılıklı yakınlaşması – her iki taraftan da – büyük zorluklarla karşı karşıya. Bu çiftin gerçek ilişkileri en iyi, Catullus’un ‘Odi et amo’ şiiriyle anlatılabilir.

Mevcut Rusya-Ukrayna krizinde Türkiye, Bayraktar insansız hava araçları, Kirpi araçları, diplomatik destek ve diğer yardımları sağlayarakUkrayna’yı destekliyor. Her Rus bunu varoluşsal bir tehlike olarak değerlendiriyor, çünkü böyle bir silahlanma Ukrayna’nın güneydoğusundaki etnik Rus sakinlerini öldürmek için kullanılabilir.

Öte yandan, Karabağ krizi sırasında Rusya, karşı tarafa, Türkiye’nin bölgedeki kardeş ülkesi Azerbaycan tarafından tehdit olarak görülen silahları temin etti.

Karadeniz’den Kafkasya’ya, Kıbrıs’tan Suriye’ye kadar bu iki gücün dosttan çok düşman olması muhtemeldir. Ancak özünde, ikisinin de göründüğünden daha fazla ortak noktası var. Amerika, Eski Roma’dan en kötü yanlarını -otokrasi, yolsuzluk ve kayırmacılık- ödünç alırken, aynı Antik İmparatorluğun aynı halefleri olan Rusya ve Türkiye, onun en iyi özünü miras aldı: Adalete bağlılık. Yani birisine bir söz verdiğimizde, ikiyüzlülüğümüzü savunmak için çifte standartlar icat etmek yerine, ona uyuyoruz. Batı’nın, Pensilvanya’da FETÖ’cüleri, Stockholm’de YPG’li katliamcıları ağırlarken kendi demokrasisini övdüğünü hatırlayın.

Bu nedenle Rusya ve Türkiye’nin böylesine değer temelli bir bağlılığı kaçınılmazdır. Her iki ülke de bu gerçeğin farkına varana kadar daha ne kadar kayıp verecek bilmiyorum. Ama dünyanın en küçük parçasının – eski Roma ya da modern Capitol Hill – insanlığın geri kalanına zalimce dikte edemeyeceğini biliyorum.

Yazar, Rusya, St. Petersburg Ekonomi Yüksek Okulu’nda misafir Profesördür.

GÖRÜŞ

Thomas Piketty’nin İdeolojisi

Yayınlanma

2008 krizinden itibaren dünya büyük bir buhranın içinden geçiyor. Yaşanan ekonomik krizler hızla siyasi ve kültürel krizlerin doğmasına neden oldu. Son olarak Ukrayna ile Rusya arasında başlayan savaşın bütün dünyayı etkisi altına almasıyla, yaşamakta olduğumuz bu krizler kristalleşerek elle tutulur hale geldi.

Farklı politik görüşe sahip birçok saygın düşünür, içinde bulunduğumuz durumun, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemle benzerliklerinin altını çiziyor.

Yüz yıl öncesinde olduğu gibi, büyük ekonomik buhran derin eşitsizlikler doğurmaktadır. Parlamentolar yüz yıl önce olduğu gibi işlevsiz, hiçbir toplumsal soruna çözüm üretemeyen köhnemiş kurumlara çoktan dönüştü. Var olan yasalar bizzat yasa korucular tarafından iğdiş edilmekte, olağanüstü hal koşulları olağan haline gelmekte, anayasalar askıya alınmaktadır.

Yarım asırlık neoliberalizm sonrası, sosyal devletin kazanımlarının adım adım kaybedilmesiyle eşitsizlik, Batı kapitalizminin ışıltılı şehirlerinde tüm çıplaklığıyla yeniden görünüyor. İşsizlik vebası yeniden hortlayarak önlenemeyen göçmen kriziyle iç içe geçiyor.

Başta Fransa’da Sarı Yelekliler hareketi olmak üzere, dünyanın birçok şehrinde halk hareketi tsunami dalgası gibi toplumsal kurumları sadece aşındırıp geri çekilmekte, öte yandan çözüme kavuşturulamayan tüm krizlere tepki olarak aşırı sağ hareketler yükselmektedir.

Neoliberal iktisatçılar dahi, kapitalizmin yüz yıl önceki gibi yapısal bir kriz içinde olduğunu, derin eşitsizliklerin kapitalizmin temellerini sarstığını kabul etmektedir.

Yüz yıl önceki tüm benzerliklere rağmen, bugünü geçmişten ayıran en belirgin özellik, yaşanan krizin ekonomik ve sosyal analizi yapılırken kullanılan kavramların değişmesidir.

Yüz yıl önce toplumsal analizin başat kavramları olan ‘burjuvazi’ ve ‘burjuva toplumu’ artık sosyal bilimlerin dilinden sökülüp atılmıştır.

Yüz yıl önce Simmel, Weber, Sombart, Schumpeter gibi farklı görüşlere sahip sosyal bilimciler kapitalizmin eleştirisini, burjuva sınıfı ve burjuva toplumuyla birlikte ele almışlardı. Kapitalizm ve burjuvazi, aynı toplumsal gerçeğin iki yüzüydü.

Bugün ‘sol’ eğilimli, kendini ‘sosyalist’ olarak tanımlayan, kapitalizme ciddi eleştiriler yönelten iktisatçılar bile burjuva kavramını kullanmamaktadır. Peki neden?

Putlaştırılan Orta Sınıf

2008 krizinden beş yıl sonra yayımladığı 21. Yüzyılda Kapital kitabıyla tüm dünyada ses getiren Thomas Piketty bu iktisatçıların başında gelir.

Kapitalizmin tarihindeki eşitsizliklerin seyrini kapsamlı verilerle inceleyen ve çıkardığı politik sonuçlarla Avrupa sol partilerinin ekonomik programını etkileyen Piketty de burjuva kavramına analizlerinde yer vermez.

21. Yüzyılda Kapital eserinde, toplumsal sınıfları tanımlarken neden ‘burjuvazi’ yerine ‘orta sınıfı’ tercih ettiğini bir anlamda belirtir:

“Kullanılan ‘halk sınıfı’ (en alt %50’lik kesim), ‘orta sınıf’ (%50’lik alt kesimle %10’luk üst kesim arasında kalan %40’lık kesim) ve ‘üst sınıf’ (en üst %10’luk kesim) isimlerinin tamamen keyfi ve tartışmaya açık terimler olduğunu belirtelim. Bunları sadece açıklayıcı olması, somut bir fikir vermesi açısından kullanıyoruz, ancak gerçekte analizimiz açısından bu terimlerin pratik bir işlevi yoktur.”[1]

“Keyfi” ve “pratik işlevi yok”! Fransız akademisyenlerin metot konusundaki takıntı düzeyindeki titizliği göz önüne bulundurulunca oldukça çarpıcı bir durum.

Devamında bu kavramsal tercihlerin aslında politik bir tutumu yansıttığını da söyler:

Kamusal tartışma alanında bu tür terminolojik sorunlar asla önemsiz diye geçiştirilemez: Bu konularda tarafların verdikleri kararlar, genellikle şu veya bu grubun gelir ve servet seviyelerinin gerekçelendirilmesine ve meşrulaştırılmasına yönelik örtülü ya da açık tavırları yansıtır.”[2]

İlginç şekilde kavramsal tercihin pratik işlevi yok derken Piketty, bir cümle sonra bu tercihlerin politik tavrı yansıttığını ifade etmektedir.

Kendi çelişkilerinin üzerini hızla örtmek için Piketty, “Amacımız burada dil ve sözlük bekçiliği yapmak değildir. Bu isimlendirmeler konusunda herkes hem haklı hem de haksızdır. Herkes kendi kullandığı terimleri seçmekte haklı, ama başkalarının seçtiklerine burun kıvırmakta haksızdır. ‘Orta sınıf’ (orta %40’ı) tanımımız da tartışmaya açıktır”[3] diyerek eleştirilere set çeker.

Orta sınıf kavramı tartışmaya açıktır ancak bu kavramı kullandığı için kimse Piketty’i eleştiremez. Herkesin dilediği kavramı kullanabileceği ve kimsenin kimseyi eleştiremeyeceği ‘demokratik bilim’ kültürü!

‘Utangaç sosyalist’ Piketty, evrenselliği reddeden postmodern bilim anlayışını savunarak bir yerde, neoliberal cenahtan gelebilecek eleştirilere karşı kendini savunmak istemektedir. Neoliberallerin de sosyalistlerin de haklı olduğu bir kapitalizm tartışması!

Gizlenen Burjuvazi

2019 yılında yayımladığı Kapital ve İdeoloji eserinde Piketty bir önceki çalışmasını tarihsel olarak derinleştirip başka ülkeleri de kapsayacak şekilde genişletir. Metodunu ve kavramsal tercihlerini ise devam ettirir. Bu kitabında da burjuvazi kavramına yer vermez.

Çarpıcı olan, Piketty’in her iki kitabında da geçen ‘burjuvazi’ sözcüğünü, sadece geçmişteki toplumsal tarihi anlatırken kullanmasıdır ki bunlar da çoğunlukla 18. ve 19. yüzyıldaki Avrupa romanlarına yaptığı atıflarda yer almaktadır.

Piketty’in tarihsel anlatısında burjuvazi, günümüze yaklaştıkça ismi silinir, duyulmaz olur. Tıpkı aristokrasi, soyluluk gibi geçmişte kalmış, tarihe karışmış bugün var olmayan bir toplumsal sınıfı ifade eder.

Burjuvazi yerine ikame olarak ‘mülk sahipleri’ (les sociétés de propriétaires) kavramını kullanır fakat, bu kavramda da mülk sahibinin kimliği belirsizdir. Mülk sahibinin soylu mu, aristokrat mı yoksa burjuva mı olduğunun altı çizilmez. Mülkiyetin farklı biçimlerinin toplumsal ilişkileri doğrudan belirlediği gerçeğini görmezden gelir.

21. Yüzyılda Kapital eserinde, orta sınıf kavramının ağırlığı hissedilirken ‘mülk sahipleri’ kavramına da kitabın sonlarına doğru yer verilmektedir. Kapital ve İdeoloji’de ise ‘mülk sahipleri’ kavramına daha fazla ağırlık verilir.

Diğer yandan Kapital ve İdeoloji eseri, önceki kitabına göre politik tavrını çok daha fazla ortaya koyar. Piketty, kitabının hemen başında “Her toplum eşitsizlikleri meşrulaştırmak zorundadır. Buna gerekçeler bulmak gerekir, yoksa bütün politik ve sosyal yapı çökme tehdidiyle karşı karşıya kalır” [4] diyerek kapitalizmde var olan eşitsizliklerin devam edebilmesinde ideolojinin öneminin altını çizer. Klasik politik ekonomi geleneğindeki gibi ideolojiyi ciddiye alır.

Piketty “her eşitsizlikçi rejimin, her eşitsizlik ideolojisinin bir hudut teorisine ve bir mülkiyet teorisine dayandığını söyleyebiliriz”[5] der ancak bu ideolojinin ne olduğunu tanımlamaktan geri durur. Hangi sınıfın ideolojisi ve mülkiyet teorisi olduğu sorusu cevapsız kalır. İdeolojiyi “mülkiyetçi ve liyakatçi büyük anlatı”[6] gibi muğlak biçimde tanımlayıp karikatüre dönüştürmektedir.

Piketty bin sayfaya yakın uzunluktaki kitabında, bugünkü mülkiyet ve gelir eşitsizliğini ‘burjuva’ ideolojisiyle, burjuva mülkiyet teorisiyle meşrulaştırdığı gibi en basit gerçeği dile getirmekten imtina eder.

Şüphesiz Piketty, kapitalizmi bir üretim biçimi ve ilişkileri olarak incelemez. Bundan dolayı, sürekli eşitsizlikler üreten kapitalist sistemin yapısal işleyişi yerine sadece bölüşüm ve paylaşım sorununa dikkat çeker. Piketty’e göre, sorun sistemin kendisi değildir, zenginliğin bölüşümünü daha adil kılacak kurumsal ve yasal düzenleme eksiklikleridir.

Piketty bu bölüşümün “… politik- ideolojik güç ilişkilerinden hareketle meydana geldiğini”[7] söylerken yine kimler arasında, hangi sınıflar arasında bölüşüm kavgası verildiğini söylemez. Ne burjuvazinin ne isçi sınıfının adı zikredilir.

Öyleyse Piketty, burjuvazi yerine orta sınıf; burjuva toplumu yerine sivil toplum kavramlarını kullanarak neyi meşrulaştırmaktadır?

Reinhart Kosselleck Kavramların Tarihi kitabında, kavramların “ bilinçli olarak bir silah gibi konuşlandırıldığını” söyler. Piketty de orta sınıf kavramını kullanarak, bugünkü büyük krizin sorumlusu olarak eleştiri silahının burjuvaziye yönelmesini engeller. Bütün eşitsizliklere neden olan, toplumsal zenginliğin büyük kısmını elinde tutan bir burjuva sınıfı yokmuş gibi, krizin faili gizlenir.

Bernand Groethuysen, 1927 tarihinde yayımladığı Origines de l’esprit bourgeois en France (Fransa’da Burjuva Ruhunun Kökleri) kitabında çarpıcı bir öngörüde bulunur: “Burjuvazinin neden kendi ismiyle çağrılmaktan hoşlanmadığını anlamakta güçlük çekiyorum. Krallara kral denir, rahiplere rahip ve şövalyelere şövalye denir. Fakat burjuvazi, takma isminin kullanılmasını istiyor”[8]

Yüz yıl önceki ekonomik ve siyasi krizlere neden olan, insanlığı yıkıma götüren savaşı başlatan burjuvazi, işte bu orta sınıf takma adını kullanarak, suçlarından sıyrılmayı amaçlamıştı. Burjuvazi tüm bu yaşananlardan sorumlu tutulamazdı, çünkü kendisi her şeyden habersiz toplumun ortasında durmaktaydı..

Piketty gibi sol eğilimli düşünürler sayesinde, burjuvazi kendisini gizlemeyi başardı. Burjuvazinin gizlenmesiyle kapitalizmin eleştirileri hedefi ıskalamaya, soyut kalmaya mahkum hale geldi.

Kapitalizmin eleştirilerinin, başka ekonomik ve toplumsal sistemleri gündeme getirebilmesi, yeni politik seçeneklerin açığa çıkabilmesi, daha adil ve eşitlikçi tasavvurları hayal edilebilmesi için, bu eleştirilerin silahının burjuvaziye yönelmesi gerekmektedir.

[1] Thomas Piketty, Yirmi Birinci Yüzyilda Kapital, sy 266

[2] Piketty, sy 266

[3] Piketty, sy 267

[4] Kapital ve ideoloji, sy 1

[5] Kapital ve ideoloji, sy 4

[6] Kapital ve ideoloji sy 1

[7] Kapital ve ideoloji sy 6

[8] bkz. Franco Moretti, Burjuva, sy 16

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Filistin’in geleceği – 3

Yayınlanma

Yazar

Her savunma savaşı uzatmalı savaş değildir; ama saldırı savaşı kesin bir sonuç almayı hedeflerken savunma savaşı hasmı bunu geciktirmeye çalıştığı için uzatmalı savaşa meyleder. Savunma savaşı tabiatı gereği savaşın negatif biçimidir. “… direniş hasmın tasarısından vazgeçmek zorunda kalacağı kadar miktarda kuvvetlerini yok etme faaliyetidir. … bu suretle saf direniş ilkesini ihtiva eden bu negatif görev aynı zamanda uzatmalı mücadelede hasım üzerinde üstünlük kazanmanın yani onu yıpratmanın tabii vasıtasıdır.” (Clausewitz s. 66.) Bu, savunma savaşının üstünlüğüdür; veya savaşın negatif biçiminin pozitif biçimi üzerinde üstünlüğüdür. Ancak savunma savaşı en mükemmel durumda bile mutlak bir üstünlük kazandırmaz. Maddi ve manevi bütün güç halktan doğar; uzatmalı savaş, en çok da uzatmalı savunma savaşı maddi gücü tüketir, manevi gücü yıpratır.

Savaş için gerekli maddi gücü pek çok imkânsızlığa rağmen dış destekle elde etmeyi başaran Filistin açısından uzatmalı savaşın ve en genelde onyıllara yayılan mücadelenin başlıca tehlikesi savaş yorgunluğudur. Filistin’in üçüncü savaşındaki yenilginin, yani Oslo bozgununun ardından uzun süreli göreli sessizlik döneminin altında bu yatar; Filistin halkı bitmeyen savaşların ardından olana ve olma ihtimaline razı gelmiştir. Bir önceki dönemin (birinci intifada) öfke patlaması, bozgunun ardından hızla ortaya çıkan savaş yorgunluğuna engel olmamış, tam tersine yorgunluğu katlamıştır. “… barışın imzalanması ile, için için yanmaya devam edebilecek pek çok kıvılcım her defasında söner, her iki tarafın da gerilimi zayıflar, çünkü barışa meyilli bütün akımlar (ve bunlar her millette ve her zaman epey çoktur) direniş hattından kesin olarak uzaklaşırlar.” (Clausewitz s. 68.) Aynı şey daha kadim bir formülasyonla da ifade edilebilir: “Savaş zaferi sever ve süregitmeyi sevmez.” (Sun Tzu 2:14.)

Böylece bir kez daha iç siyasete, sosyal dokuya, yani sınıf kompozisyonuna dönüyoruz. Çünkü: “Savaş sadece siyasetin devamı değildir, siyasetin özeti, siyaset öğrenimidir.” (Lenin c. 39 s. 406.)

Filistin’in geleceği – 2

Özellikle savunmadaki taraf için iç siyaset savaşın gidişatında çok daha tayin edici olabilir. İçerideki bütün sınıf karşıtlıkları, çatışmaları, gerilimleri bu gidişatta doğrudan hissedilir. Savunmadaki tarafın içerideki durumdan daha fazla etkilenmesinin nedeni şudur: savunma askeri açıdan daha güçlü bir yol olmasına rağmen siyasi açıdan daha zayıf bir ortam yaratır, çünkü savunmanın biçimini düşmanın saldırısı tayin eder; savunmadaki tarafın iradesi şimdi tamamen düşmanın iradesine bağlıdır. Bununla birlikte savunma içerideki sınıf mücadelesine karşı daha kırılgan olsa bile bu mücadeleyi gizleme potansiyeli de taşır. Özellikle milli savaşlarda böyle olur. Dolayısıyla bu dezavantajı bertaraf etmek ve bu avantajdan yararlanmak için savunmadaki tarafın siyasi iradesi saldıran tarafa göre daha güçlü olmak zorundadır.

Savaşan taraflar arasındaki saldırı-savunma dengesi değiştikçe bu ortam da değişir; bir önceki aşamada savunmada olan tarafın içerideki sınıf mücadelesinde bütün avantaj ve dezavantajları şimdi savunmada bulunan tarafa geçer. Milli mücadelelerde paradoksal bir şekilde savunmadaki tarafın bütün sınıf ve tabakalarının kenetlenme potansiyeli artar; ama bu sınıf ve tabakalar arasındaki sınıfsal ayrımlar da aynı şekilde keskinleşir. Uzatmalı bir savaşta siyasi irade onları göğüsleyecek kadar muhkem değilse bu ayrımlar savunmadaki taraf için yıkıcı olur.

Diğer yandan savunma savaşı uzadıkça ayrımlar keskinleşir, siyasi irade hâkimiyetini kaybetmeye başlar. Savaş yorgunluğundaki tırmanışı yukarıda görmüştük, buna paralel olarak ihanet de yaygınlaşır. İhanet can korkusuyla düşmana sığınan eski savaşçıların tekil örneklerinden ibaret değildir; esasen bir sınıf tavrıdır. Savunmadaki tarafta hain sayısının saldıran tarafa göre çok daha fazla olmasının nedeni budur. İhanete daha açık olan sınıfların başında savaş uzadıkça maddi menfaatlerini kaybedecek olanlar gelir. “Bu iki kuvvet [emperyalizm ve hâkim burjuvazi] birbirini öldürecek, güçsüz bırakacak, kalabalığın eline koz verecek şekilde savaşmazlar.” [Şeriati s. 15] Ama sadece bu da değil; toplumun gözeneklerinde yaşayan lümpen proletarya da ihanet potansiyeli taşır. Bu gözenekler genişledikçe, yani lümpen proletarya büyüdükçe serseri unsurlar direnişe daha sık sızar.

Lümpen proletarya bütün savunma savaşlarında özel bir önem taşır.

Lümpen proletaryanın uzatmalı savunma savaşlarındaki etkisi ihanet potansiyelinin katlanmasından ibaret değildir; bu etki, ikinci bölümde de vurguladığım gibi, askercil psikolojinin siyasetin önüne geçmesiyle de karşımıza çıkar.

Uzatmalı savaş veren toplumlarda lümpen proletarya gitgide artan bir sosyal ağırlık kazanır. Kaçınılmazdır bu, çünkü sürekli savunma durumu bunun imkânları olduğunda bile devletin (yani belli bir hukuk düzeninin) işleyişini engeller; sosyal adaletsizlik ve sefalet derinleşir, meşru ilişki biçimleri daralacağından gayrimeşru ilişkiler ağı genişler, toplumun gözeneklerinde yaşayan insanların sayısı muazzam bir artış gösterir. Bu genel durum toplumun diğer kesimleri üzerinde de yıkıcı bir moral etkide bulunur.

Lümpen proletarya gözeneklerde yaşadığı için diğer sınıflar gibi sınıf bağları geliştiremez, belli bir sosyal kimlik oluşturamaz. İşçi sınıfı azami seviyede atomize edildiğinde bile sınıfsal kimliğini az çok korumayı başarır veya doğru bir önderlik bu bağların yeniden kurulmasını sağlayabilir, oysa lümpen proletarya bireylerden oluşur. Bu, güç dengesinin savunmadaki taraf için son derece zayıf olduğu uzatmalı savunma savaşlarında zaten yaygın olan şiddet fetişizmini derinleştirir.

Siyasi önderliğin zayıf olduğu mücadelelerde askercil psikolojiyle şiddet fetişizmi sarmala dönüşür. Böylece siyaset tayin edici rolünü tamamen kaybeder, şiddet yüceltilir; zira (bu fetişizmin en mükemmel ideologu olarak Fanon’un sözleriyle): “… şiddet kusursuz bir meditasyon olarak görülebilir. Sömürgeleştirilmiş insan şiddette ve şiddet aracılığıyla özgürleşir. Bu praksis militanı aydınlatır, çünkü ona araçları ve amacı gösterir.” (Fanon s. 89) Bu sözler sadece şiddetin şiddeti doğurduğu tespiti değildir; bu aynı zamanda şiddetin özgürleşme aracı olarak gösterilmesidir: “Şiddet bireysel düzeyde temizleyici bir güçtür. Sömürge insanını aşağılık kompleksinden, umutsuzluk ve pasiflikten kurtarır, ona cesaretini ve özgüvenini yeniden kazandırır.” (Fanon s. 98) Savaşın kutsanmasına çok sık rastlanır, edebiyatta da bulunur böyle örnekler. Mesela olanca bireyciliğiyle Dostoyevski ortak bir şiddet eyleminde, savaşta bireysel, ilahi kurtuluş vazediyordu: “Her ne olursa olsun tek bir kurtuluş yoktur dünyada; bazen savaştadır bu.” (Dostoyevski s. 116.) Ama insanın bireysel kurtuluşu için bireysel şiddetin kutsanması tamamen farklı bir anlayıştır.

Böylece örgütlenen tekil şiddet eylemlerinin hedefinin ne olduğu önemini giderek kaybeder; “sömürgeciye” karşı her tür şiddet eylemi meşru kabul edilir. Ancak sömürgeci, bir sömürge sisteminin yürütücülerinden (şirketlerden, kolluk gücünden, vb.) ibaret değildir. Onlar doğrudan faillerdir, ama sömürgeci halk da doğrudan yahut dolaylı rızasıyla sömürgeci şiddetin failidir. Dolayısıyla “sömürge insanının” şiddeti onu da hedefler.

Bu şiddet fetişizmi teorisinde “sömürge insanı” bütün sömürge halkı değildir; bu, şiddeti örgütleyen bireydir. Onun örgütlediği tekil şiddet de sadece sömürgenin kurtuluş hedefine erişmek için zaruri bir vasıta değildir; aynı zamanda şiddeti uygulayanın bireysel kurtuluş vasıtasıdır.

Fanon’un şiddet fetişizmi dindışı bir kaynaktan akar; çokça tanık olduğumuz sünni islamcı şiddet fetişizmi ise nitelik olarak bundan çok farklı olmamakla kalmaz, ama çok daha yıkıcı olabilir; çünkü şiddeti örgütleyen, gerçekleştiren islamcı, bu şiddet eyleminin sonunda zarar görenlerin, yani “sömürgeci halkın” (kâfirlerin, dinsizlerin, haçlıların, vb.) zaten suçlu olduğu ön-kabulünden başka şuna da inanır: şiddet eyleminin kime ne zarar vereceğinin pek önemi yoktur; eğer kâfirse zaten cennete, müminse de zaten cehenneme gidecek.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

ABD’deki Çin takıntısı ve Xi’nin Amerika şovu

Yayınlanma

Yazar

Biden yönetimi; 21. yüzyıldaki büyük güç mücadelesinde ‘Ukrayna projesinin’ başarısızlığıyla yüzleşirken, iyi niyetli uzmanların ABD’nin ‘çok kutuplu dünyada geri vitese takmak zorunda kalacağı’ analizlerini zorlamaya devam ediyor. ABD; en büyük hegemonik güç olarak Rusya Federasyonunu alt edememişken, askeri, siyasi ve ekonomik üstünlüğünü yitirme halinin adeta takıntılı ana teması Çin Halk Cumhuriyeti.

Örneğin, artık Batılı analistlerin de Rusya’ya açılan savaşın yitirilmekte olduğunu teslim ettikleri bir aşamada, 20 Kasım’da Kiev’e giden ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, hızını alamadı. ‘Rusya’nın Ukrayna’da başarılı olması halinde Çin’in Hint-Pasifik’teki topraklarını genişletmek için askeri güç kullanma konusunda cesaretleneceğini’ iddia etti.

Başkan Joe Biden da, 18 Ekim’de İsrail dönüşünde ‘Gazze temalı’ Ulusa Sesleniş konuşmasında mevzuyu ‘ana temaya’ bağlamıştı. ABD Kongresi’ni İsrail ve Ukrayna’ya askeri yardım için ‘kesenin ağzını açmaya’ ikna etmek için “Avrupa’nın ötesinde, müttefiklerimizin ve belki de en önemlisi rakiplerimizin ve hasımlarımızın bizi izlediğini biliyoruz” demişti. Bakanları yaz boyu kendisine Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’le görüşme ayarlamaya uğraşmışken o, ‘Çatışma ve kaos riski dünyanın Ortadoğu gibi diğer bölgelerine ve asıl önemlisi Hint Pasifik’e yayılabilir’ diyordu. Başka harcamalarla birlikte 106 milyar dolar lazımdı. Nitekim Kongre’nden Kiev için 61.4, İsrail için 14.3 milyar doların yanı sıra, Tayvan için de 2 milyar dolar askeri yardım ile yine Çin’e karşı Hint-Pasifik nüfuzuna harcanacak 4 milyar dolar daha talep etti.

UKRAYNA, İSRAİL, TAYVAN…

Ukrayna, İsrail ve Tayvan dünyanın farklı bölgelerinde ideolojik ve tarihsel bağlamda alakasız meseleler. Amerikalılar için, hayatlarına olumlu etkisi tartışmalı kavgaların faturaları. Elitleri için öyle değil. Yine de Biden’ın işleri yolunda gitmiyor. Normalde Amerikan militarist maceralarını kolaylaştıran Kongre’deki iki partili birlik halinin ifadesi olan ‘savaş partisi’, iç siyasi çıkar kavgaları eşliğinde tekliyor. 2024 başkanlık yarışı da kızışırken ‘ana temayı’ mevkidaşlarına Senato’daki Demokrat çoğunluğun Başkanı Chuck Schumer bir mektupla anımsattı:

“Tamamlamamız gereken en önemli görevlerden biri, hem bizim hem de Ukrayna, İsrail ve Hint-Pasifik bölgesindeki dost ve ortaklarımızın, düşmanlarımız ve rakiplerimizle yüzleşmek ve onları caydırmak için gerekli askeri kabiliyetlere sahip olmasını sağlayacak bir finansman tasarısını ele almak ve geçirmektir.”

Bu inatçı savaşçı irade, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 6 yıl sonra ilk kez Amerikan topraklarını ziyaretini engellemedi. Bu durum ABD ile diplomasiden sonuç alınamayacağını deneyimlemiş Çin liderinin yine de gitmiş olmasını daha ilginç kılıyor.

Xi, 14-16 Kasım’da Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi vesilesiyle San Francisco kentine gitti. Biden ile bir yıl önce Bali’deki G-20 zirvesinden sonra ikinci kez görüştü. 2012’de iktidara geldikten sonra ABD’yi 6 kez ziyaret etmişti. Sadece bir kere, Obama döneminde 2015’te devlet ziyareti gerçekleştirdi. En son 2017’de Florida Mar-e-Lago’da Trump’la buluşmuştu. Sonrasında pandemi ve gümrük savaşları ABD-Çin ilişkilerini belirledi. Pekin Trump’tan kurtulmaktan memnun da kalmıştı ama Biden ile fark etmeyeceği 2021 baharında anlaşılmıştı.

TAYVAN ÜZERİNDEN ISITILAN GERİLİM

ABD’nin Demokrat Başkanı, dış politikada hasımlarına diplomasi adabının dışına çıkarak ‘katil’, ‘diktatör’ gibi yakıştırmalar yapmaktan sakınmayan isimlerden. 2021’de işe Rusya lideri Putin’le başlamıştı. Xi ile sürdürdü.

Malum ‘insan hakları’ ve ‘demokrasi’ ABD dış politikasının araçları. Nüfus ve refah artışı içindeki Uygurlar üzerinden ‘soykırım’ iddiaları ve siyasal İslamcı ajanda çok uluslu Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı öteden beri gözde tema. Buna Hong Kong’u iade edileli beri ‘İngilizleşmek arzusundaki Çinli’ yaratmaya soyunmuş müttefik Britanya ile oluşturulan dosya eklenebilir. Fakat Trump’ın gümrük duvarları ile başlattığı ticaret savaşını teknoloji temelinde Tayvan’la pekiştirmek Biden’a düştü. Çok daha tehlikeli biçimde. ‘Tek Çin’ ilkesi ve ‘Üç ortak bildirinin’ altını inceden inceye oyarak.

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın, Mart 2021’de Alaska’da Çinli mevkidaşlarıyla ilk buluşmasında genel edasına yansıyan üstünlükçülüğü, Çin dış politika ekibine toslamıştı. Wang Yi, beklenmedik sertlikte sınır çekmişti. 2021 Ağustos’unda dönemin ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi, ‘korsan Tayvan ziyareti’ ile meydan okudu. Biden ‘engelleyememişti’. Çinliler burunlarının dibindeki Tayvan adasını askeri ablukaya alarak yanıt verirken, ABD ile askeri diyaloğu kestiler.

Biden’ın ‘Tek Çin’ ilkesinin altını oyarken öne çıkardığı Tayvan dosyası ‘çifte kullanımlı’. Bir yanı Güney Çin Denizi’ndeki hakimiyet ve Çin’i çevreleme, diğer yanı hassas çip teknolojisi. Dünyanın fabrikası Çin’in teknolojiden men edilmesi arzusu Biden’ın Tayvan’ın en büyük şirketine Amerikan topraklarını açarak yürüttüğü teşvik stratejisiyle birleşmişti.

BALİ, SAN FRANCISCO VE TEKRARLAYAN İKİ SUNUM

Ne ki ABD’nin NATO üzerinden Rusya’ya karşı askeri, siyasi ve tecrit politikaları teklerken ‘büyük güç mücadelesinin’ zorlayıcılığı ve ABD’nin kapitalizminin, kendine has ‘üretim modeliyle’ Çin ile ekonomik bağları Biden yönetimini gemledi. Biden ile Xi, 2022 Kasım’ında Bali’deki G-20 zirvesi vesilesiyle görüştü. Gerilimin kısmen yatıştığını düşünenler, resmi devlet sunumlarındaki (readout) büyük farklılığa bakmadılar.

Çin tarafının sunumunda, Xi’nin ‘çok ciddiye aldığı’ belirtilen ‘Biden’ın vurguladığı 5 Hayır’, yani taahhüt yer aldı; ‘ABD yeni Soğuk Savaş arayışında değil, Çin’e karşı ittifaklarını canlandırmaya çalışmamakta, Çin’in siyasi sistemini değiştirme peşinde değil, Tayvan’ın bağımsızlığını desteklememekte, Çin’i çevrelemek ve çatışmak peşinde değil’. (http://ws.china-embassy.gov.cn/eng/xwdt/202211/t20221116_10975995.htm )

ABD tarafının sunumunda hiçbiri yoktu. Bildik ‘rekabetin çatışmaya dönüşmemesi, iletişim hatlarını açık tutmak’ gereği yer alırken, ‘Tek Çin’ atfı ‘statükonun tek taraflı değiştirilmemesi’ vurgusuyla ve Çin’in ‘saldırgan tavırlarına yönelik itiraz’ eşliğinde yazıldı. ‘Sincan, Tibet, Hong Kong ve insan hakları endişelerinin’ altının çizildi. (https://www.whitehouse.gov/briefing-room/statements-releases/2022/11/14/readout-of-president-joe-bidens-meeting-with-president-xi-jinping-of-the-peoples-republic-of-china/ )

İklim gibi konularda diyalog başlıkları açılan Bali zirvesinin ardından şubatta Antony Blinken Pekin’de beklenirken, Amerikan semalarında sürüklenen meteoroloji balonu üzerinden ‘casus Çin balonu’ krizi çıkarıldı. Biden’ın talimatıyla malum balonun ötesinde Amerikan üniversitelerinin birkaç yüz dolarlık deneyleri bile hedef oldu. Amerikan halkı gökte ‘Çinli aradı’! Pentagon ancak haziranda kısa bir açıklama ile casus balon filan olmadığını teslim ettiğinde, haber değeri biçen pek çıkmadı.

ABD ordusu artık, Tayvan’a yeni askeri yardım paketleri açılıp Hint-Pasifik ittifakları pekiştirilirken, Çin ordusuyla konuşamamaktan şikayetçiydi. Dönemin savunma bakanını yaptırım listesindeyse, ne olmuş! Yine de diplomasi çarkı döndü, Blinken nihayet geçen haziranda Pekin’de ağırlandı. Onu, Amerikan tahvillerinin derdindeki Hazine Bakanı Jannet Yellen ve diğer yetkililer izledi. Temmuz sonunda ABD dış politikasının önde gelen ismi Henry Kissinger Xi tarafından ‘el üstünde’ ağırlandı. Tabii bu arada Elon Musk’tan Tim Cook’a iş alemini ve ekim sonunda Pekin’e giden California valisi Gavin Newsom’ı anlamak lazım. Nihayet Vang Yi ekim sonunda Washington’a gitti. Yine de Çin liderinin APEC zirvesine katılımı ve Biden ile görüşmesi netleşmemişti.

Xİ KÜRESEL TOPLUMA HİTAP ETTİ

Ama gitti. 14-16 Kasım’da San Francisco’daki APEC zirvesine katıldı ve 15 Kasım’da Biden’la ikinci kez görüştü. 4 saatlik heyetler arası görüşmenin özü ‘2. Bali’. Çin sunumunda Biden’ın Bali’deki taahhütleri yine teyit ettiği yer alırken, Amerikan sunumunda yoktu. Besbelli ki Biden sarf ettiyse bile ABD kamuoyuna mal olmasını istemiyordu.

Üstüne bir de gaf geldi. Haziranda bakanı Blinken’ın Pekin temaslarından bir gün sonra Xi için ‘diktatör’ demiş olan Biden, San Francisco’daki görüşmenin ardından bir soru üzerine ‘diktatör’ söylemini tekrarladı. Blinken’in bezgin ifadesi kameralara yakalanırken, “Bizimkinden tamamen farklı olan komünist bir ülkeyi yöneten bir adam olması anlamında o bir diktatör” diye kıvırmaya çalıştı. Ama ‘rekabetin çatışmaya yol açmaması için sorumlu yönetilmesi’ vurgusu yapıldı. Yapay zeka ve fentanil dahil çeşitli konularda çalışma gruplarının görüşmesi gibi detaylar dışında tek somut gelişme ordular arasında iletişimin başlaması oldu.

Çin lideri ise daha ziyade Amerikalılara ve küresel topluma hitap etti. Biden’a atfettiği ‘5 Hayır’da ısrarcı olurken, ABD ve Çin’in taşıdıkları sorumluluğu anımsatıp insanlık ve gezegenin geleceğine karar verecekleri iki yol çizdi: ‘Dayanışma ve işbirliği içinde küresel güvenliği ve refahı teşvik etmek’ yahut ‘düşmanlığı ve cepheleşmeyi kışkırtarak dünyayı kargaşa ve bölünmeye sürüklemek’.

Xi, Çin’in ABD’nin yerine geçmeyi hedeflemediği, eski sömürgeciliği yahut yağma yolunu izleyerek hegemonya arayışında olmadığını tekrarladı; “Dünya, ABD ve Çin’e yetecek kadar büyük. Bir ülkenin başarısı diğeri için fırsattır” dedi. ABD tarafının ‘Çin’in Amerikan teknolojilerini ABD ulusal güvenliğine zarar verecek şekilde kullanması’ şikayetinin karşısına Çin’in teknolojik gelişimini engelleme hedefli ihracat kontrollerini koydu.

TEKNO-SAVAŞTA DARBE

Biden’ın ‘Tayvan temasıyla bağladığı’, Çin’i gelişmiş çip teknolojisinden men eden ihracat kontrollerinin eylül başındaki çöküşünü anmakta fayda var. Amerikalılar, yaz sonunda Çin’in ‘ekonomik çöküşü’ temasını hararetle konuşurken, Batı kapitalizminin rekabet safsatasının sopasını önceden yemiş Huawei, eylül başında 7 nanometrelik çiplerin yer aldığı akıllı telefonla ‘nanik’ yapmıştı. O gün bugündür pek az anılan Çin’in yerli çip üreticisi Semiconductor Manufacturing International Corp (SMIC) Amerikalılara dert oldu. Üretimin yanı sıra bilim, teknoloji, mühendislik üssüne dönen Çin’i engellemek kolay değil. Amerikan finansal medyasının Tayvan’dan ana karaya gidip çalışanların sayısındaki artıştan şikayet etmesi, daha da manidar.

Biden yönetiminin; tam aksini yapmak üzere diplomasi yürütüp yeni çevreleme ve çatışma falları açarken, Çin’i takıntı haline getirmemesi zor. Xi, bu kez koreografisini Amerikalılara hazırlattığı San Francisco’da Çin’in gücünün şovunu yaptı. Wall Street Journal, herhangi bir güvence de alamadıklarını belirttiği Amerikan iş dünyasının yöneticilerinin Xi’yi ayakta alkışlamalarını satır aralarından sızan bir ‘homurtu’ eşliğinde yazdı. Xi ise ABD’den gelecek yeni saldırı hamlelerine hazırlıkları ihmal etmeyeceği memleketine döndü.

Geriye Amerikalıların sosyal medyada Xi’yle fotoğrafının üzerine Hazine Bakanı Jennet Yellen’e atfen yazdıkları ‘Affedersiniz, bizden biraz tahvil almak ister misiniz? Şu anda iki savaşı finanse ediyoruz ve likiditeye ihtiyacımız var. Ucuzlayacaklarından endişe etmeyin, ordumuzun yardımıyla her şeyi ileri-geri çeviririz’ esprisi kaldı. Bir de komünist liderin ziyareti vesilesiyle sokaklardan temizlendiği söylenen evsizlerin geri dönüşüne hayıflanan San Franciscoluların şikayetleri…

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English