DÜNYA BASINI
Merkel’in askeri danışmanı Erich Vad: Ukrayna’nın kaderi Washington ve Moskova’da belirlenecek
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Batı basını ve siyasetçileri, genelde Rusya’nın barış müzakereleri istemediğini iddia ediyor. Sık sık bunun düpedüz bir yalan olduğunu, özellikle de Ukrayna’nın her türlü barış müzakeresini reddetmekle kalmayıp Eylül 2022’nin sonunda Devlet Başkanı Zelenskiy’in Rusya ile müzakereyi suç ilan eden bir kararname çıkardığı bu sayfalarda anımsatılmıştı.
Son zamanlarda Batı basınında denk gelinen bir diğer formülasyon da Rusya’nın kabul edilebilir şartları müzakere etmeye hazır olmadığı yönünde. Batı medyasının Rusya’nın hangi koşulları dayatacağı konusunda haber yapmaması dışında bu gerçeğe biraz daha yakın. Fakat ABD liderliğindeki Batı’nın Moskova’nın taleplerini müzakere etmekten çok uzak olduğu açık. Kiev’in şu anda müzakere için bütün yolları kapadığı anlaşılmışken Rusya için müzakere ortağı ABD, AB ülkelerinin de bu konularda söz hakkı yok.
Savaşın ancak ya Rusya bir devlet olarak çöktüğünde ya da ABD liderliğindeki Batı iktisadi olarak çöktüğünde sona ereceği yaygın ve mantıklı bir kanı. Batı’nın iktisadi gücü (ve dolayısıyla siyasi ve askeri gücü) dünyanın geri kalanından ucuz hammadde elde etmesine dayandığı için ikincisi oldukça akla yatkın.
Bu durum her iki tarafın da temelde varoluş mücadelesi verdiğini gösteriyor. Rusya bağımsız bir devlet olarak kalmak istiyor ancak kendini ortaya koyar ve küresel Güney, Batı tarafından sömürülmeye direnecek cesareti bulursa ABD liderliğindeki Batı, iktisadi modelini (ve dolayısıyla üstünlüğünü) kaybedebilir. Aşağıda tercümesi verilen mülakatta, eski Alman Şansölyesi Angela Merkel’in askeri konularda danışmanlığını yürütmüş olan Erich Vad, daha önce pek çok uzmanın da belirttiği üzere, Rusya’nın bir devlet olarak varlığının sona ermesinin ve dolayısıyla Doğu Avrasya’da başlayacak olan istikrarsızlığın Batı’nın çıkarına uygun olmayacağı değerlendirmesini yapıyor.
Erich Vad ile mülakat: Ukrayna’nın kaderi Washington ve Moskova’da belirlenecek
Merkel’in en önemli askeri danışmanı olan Erich Vad, Almanya’nın Ukrayna politikasını eleştiriyor. Mülakatında, durumun Afganistan’dan çekilme gibi bir kaos tehdidi barındırdığını söylüyor.
Simon Zeise
11 Şubat 2024
Eski tuğgeneral ve Merkel’in danışmanı Erich Vad, Ukrayna ve Rusya ile barış müzakerelerine verdiği destek nedeniyle Alman basınında ağır eleştirilere maruz kaldı. Bir yıl boyunca Alman basınına konuşmadı. Şimdi Berliner Zeitung’a verdiği mülakatta, Alman hükümetinin öngörüsüz stratejisini, Ukrayna’nın saldırılarının etkinliğine dair yanılsamayı ve Rusya’nın savaş hedeflerini değerlendiriyor.
Sayın Vad, Federal Savunma Bakanlığı Rusya’nın NATO’yu hedef alacak bir saldırısını nasıl savuşturacağına dair planlar yapıyor. Sizce bu senaryolar ne kadar gerçekçi?
Askeri caydırıcılık savunma stratejimizin önemli bir parçasıdır. Ancak bu strateji aynı zamanda diyalog kurma isteğini, yumuşama politikasını ve güven artırıcı tedbirleri de içerir. Harmel Doktrini olarak adlandırılan bu politika, 1960’lardan beri Batı savunma ittifakı tarafından uygulanıyor. Ukrayna ve Rusya ile ilişkilerimizde bu doktrini hasret duyuyorum. Mevcut koşullar altında ve mevcut durumda, Rusya’nın NATO’ya saldırmasının pek olası olmadığına inanıyorum. Rusya Silahlı Kuvvetleri, bırakın NATO ile bir savaşı göze almayı, Ukrayna’nın tamamını işgal edemeyecek kadar zayıf.
Eğer Rusya savaş alanını batıya doğru genişletmeye ilgisi yoksa, Devlet Başkanı Putin’in hükümeti hangi stratejik hedeflerin peşinde?
Moskova’nın Ukrayna savaşındaki maksadı, Ukrayna’nın NATO’ya katılmasını ve Batılı askerlerin Ukrayna’da konuşlanmasını engellemek. Stratejik ve jeopolitik açıdan bakıldığında Rusya’nın maksadı, NATO’ya karşı bir güvenli bölgeye sahip olmak. Rusya, Napolyon’un 1812’deki seferinden ve 20. yüzyıldaki iki büyük savaştan bu yana edindiği tarihsel deneyimlerden, Avrupa’nın kuzeyindeki alçak bölgelerden saldırıya uğrama ihtimalinin yüksek olduğunu ve bu bölgelerde savunmasız olduğunu biliyor. Kuzey Irak ve Suriye’de Kürtlere karşı Türkiye ve Gazze Şeridi’nde Hamas’a karşı İsrail gibi diğer ülkeler de kendileri için güvenli bölgeler talep ediyor. Bu durum her zaman uluslararası hukukla örtüşmez; fakat ordu, bunu ilgili hukuki durumdan bağımsız olarak, her iki taraf için de ortaya çıkan stratejik duruma göre yorumlamalı ve anlamalıdır. Ancak o zaman uygun adımlar atılabilir.
Rusya’nın Ukrayna’daki kısa vadeli savaş hedeflerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ruslar Karadeniz’e çıkış yollarının kontrolünü ellerinde tutmak istiyor. Buna Karadeniz Filosunun konuşlandığı Kırım da dahil. Bu arada, Ukrayna’nın Kırım üzerinde hala idari kontrole sahip olduğu dönemde de bu durum anlaşmayla düzenlenmişti. Bu mesele Rusya açısından müzakere edilemez. Kaliningrad oblastı, Murmansk oblastı ve Kırım ile birlikte Karadeniz bölgesi Rusya’nın batı savunmasının stratejik köşe taşlarını oluşturuyor. Bir dünya gücü olmak istediği sürece bu bölgeleri kontrol etmek Rusya açısından varoluşsal bir önem arz ediyor. Rusya, aynı zamanda stratejik çevresini kontrol etmek de istiyor. Başkan Carter döneminde Beyaz Saray’ın eski güvenlik danışmanı olan Zbigniew Brzezinski bu konuya dikkat çekmekte gecikmemişti. Bugün Rusya’nın yenilgiye uğratılmasını ve hareket edemeyecek kadar zayıflatılmasını isteyen herkes, Rusya Federasyonu’nun çökmesinin ardında büyük bir stratejik boşluk bırakacağı hakikatini de göz ardı ediyor; eğer böyle olursa Doğu Avrasya büyük ölçüde istikrarsızlaşacaktır. Bu da Batı’nın çıkarlarına uygun olmayacaktır. Henry Kissinger ölümünden kısa bir süre önce buna dikkat çekmişti.
Güçlü bir Rusya’nın güçlü bir konumda olması Batı’nın çıkarına mı? Bu cüretkâr bir tez.
Eğer Rusya’yı yenmek zorunda olduğunuzu söylüyorsanız, bunun sonuçlarının ne olacağının da göz önünde bulundurmanız gerek. Büyük güçler arasında doğrudan bir askeri çatışma her ne pahasına olursa olsun önlenmelidir. Rusya dünyanın en güçlü nükleer gücüdür ve bu durum her stratejik değerlendirmede göz önünde bulundurulmalıdır. Büyük güçler, güç politikaları açısından kendi etki alanlarına girilmesine izin vermezler. ABD açısından 1962 Küba Füze Krizi bunu göstermişti: Kennedy, Sovyetlerin Küba’da askeri bir yer edinmesine izin veremezdi. Hatta nükleer bir savaşa kadar gitmeye hazırdı.
Eğer Rusya’nın NATO’ya saldırması olası değilse, Savunma Bakanlığı neden bu yönde planlar yapıyor?
Her şeyden evvel, bu her savunma bakanının işidir ve yalnızca askeri bir meseledir. Federal Savunma Bakanlığı, Bundeswehr’e verilen anayasal yetkiyi yerine getirmek ve nihayetinde savunma kabiliyetini yeniden tesis etmekle ilgileniyor. Bunun için personel ve malzeme eksikliğinin yanı sıra para da gerekiyor. Bu amaçla Rusya, daimî bir tehdit olarak ilan ediliyor. Bence bu yanlış bir yaklaşım. Soğuk Savaş’ın en parlak döneminde bile bir düşman imajımız yoktu ve buna ihtiyacımız da yoktu. Düşman imajının olmaması savunma stratejisinde başlı başına güçlü bir araçtır. Bu, potansiyel rakiplerin mantıksız korkularını yatıştırabilir ya da hafifletebilir.
Almanya şimdi Ukrayna’nın AB içindeki en önemli destekçisi haline geldi. Şansölye Olaf Scholz diğer üye ülkeleri daha istekli davranmaya çağırıyor. Almanya, Ukrayna’ya silah ve para yardımı yapmaya devam etmeli mi?
Silah sevkiyatı, Ukrayna’nın Rusya’nın saldırganlığına karşı kendisini savunmasına yardımcı olmayı amaçlıyor. Prensipte bu doğru ve uluslararası hukuka uygun. Fakat kendimize her zaman bu silah teslimatlarının neyi amaçladığını sormamız gerek. Yaklaşık bir yıl önce Alman hükümeti, “Savaşı lehimize çevirmek için tank tedarik ediyoruz,” açıklamasında bulunmuştu. Bu, yani gerçekçi siyasi hedefler belirlemeden silah tedarik etmek, halihazırda o dönem için de dar görüşlülüktü. Hatta yakın zamana kadar sloganlardan biri Ukrayna’nın Kırım ve Donbass’ı yeniden ele geçirmesi gerektiği yönündeydi. Durum buna imkân tanımadı ve tanımıyor da. Öncesinde gerçekçi siyasi hedefler belirlemeden savaş yürütmek anlamsızdır. Bu arada bunu Clausewitz de biliyordu.
Batı, Ukrayna’nın daha fazla silah almaması halinde Rusya’nın insafına kalacağını söylüyor. İsteğiniz Ukrayna’nın zor durumda kalması mı?
Birkaç hafta önce Ukrayna Genelkurmay Başkanı Valeriy Zalujnıy, Ukrayna ve Rusya’nın operasyonel bir çıkmazda olduğunu belirtmişti. Bana göre bu aşırı iyimser bir değerlendirme, zira askeri inisiyatif ve gerilimi tırmandırma üstünlüğü Rusya’nın elinde. Durum şöyle görünüyor: Askerî harekât dizginleri Rusya’nın elinde. Moskova şu anda işgal ettiği bölgeleri sağlamlaştırıyor ve konsolide ediyor ve taarruzun Harkov ve Odessa oblastlarında ilerleyeceği göz ardı edilemez.
Rusya Ukrayna’daki savaşı domine etmiş görünüyor. Bununla birlikte Batı, Kiev’e para ve silah sağlama konusunda daha az istekli hale geliyor. NATO savaştan yoruldu mu?
NATO savaşın tarafı olmak istemiyor. ABD’den gelen mali ve maddi bağışlar suyunu çekiyor. Bu bağlamda uzun zamandır kendime şu soruyu soruyorum: Silah sevkiyatı savaşın Ukrayna lehine dönmesini sağlamayacaksa hangi amaca hizmet edecek? Bu yardımlara neden diplomatik tedbirler eşlik etmiyor? Son aylarda pek çok barış ve müzakere girişimi oldu ama Almanya ya da AB’den hiçbir şey gelmedi. Çatışmaların askeri olarak sonlandırılmasına dönük gerçekçi bir stratejik konseptten ve her şeyden önce askeri bir çözümün olmadığı bu çatışmadan nasıl çıkılacağına dair siyasi bir konsepti hala göremedim.
Avrupa ülkelerindeki hükümetlerden gelen herhangi bir barış girişiminden haberdar olmadığınızı söylüyorsunuz. Ukrayna’daki savaşa nihai olarak Washington’da mı karar verilecek?
Görünen o ki Ruslar bir sonraki ABD yönetiminin farklı öncelikleri olacağına dair bahse giriyor. Hem Donald Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönmesi hem de Joe Biden’ın ikinci dönem için seçilmesi halinde ABD’nin ana odağının, Çin’in Güney Çin Denizi ve Tayvan’daki güç ve etki politikasını sınırlandırmak amacıyla Orta Doğu ve Hint-Pasifik bölgesine daha fazla kayması muhtemel. Bu durumda ABD —Rusya’nın pek de haksız olmayan beklentisine göre— Rusya ile bir denge kurmaya daha istekli olacaktır. Nihayetinde Ukrayna’nın kaderi Washington ve Moskova’da belirlenecektir. Biz Avrupalılar, bir yıl içinde kendimizi 2021’de Afganistan’dan aceleyle çekildiğimiz zamanki gibi şaşkın ve savunmasız bulmamak için dikkatli olmalıyız, zira Ukrayna’daki çatışmanın yıl boyunca dondurulması pek mümkün değil. Bu tür “dondurulmuş çatışmalar” Kore ya da Golan Tepeleri gibi pek çok bölgede mevcut. Korkarım ki biz Avrupalılar da inisiyatif almak yerine Amerikalıların ne yapacağını beklemekle yetindiğimiz için benzer bir duruma düşüyoruz.
Sahra Wagenknecht de Ukrayna’da barış müzakereleri yapılması çağrısında bulunuyor. Siz de onunla birlikte Şubat 2023’te Berlin’de büyük bir barış gösterisi düzenlenmesi çağrısında bulundunuz. Sahra Wagenknecht ittifakına katılacak mısınız?
Sahra Wagenknecht ve diğerleri gibi siyasi figürlerin bu anlamsız savaştan çekilmek için barış müzakerelerini aktif bir şekilde savunmaları önemli. Ben bağımsız bir askeri uzman/güvenlik uzmanı ve danışmanım.
Uzun yıllar Angela Merkel’in başbakanlıktaki askeri danışmanıydınız. Geriye dönüp baktığınızda, Almanya’nın Rusya ile ilişkilerinin yanlış bir değerlendirmeye dayandığını söyleyebilir misiniz?
Siyaset açık bir süreçtir. Uluslararası ilişkilerde pek çok şey beklenenden farklı gelişir. Sonuçta gelecek yıl bu zamanlar nerede olacağımızı ve dış politika eylemlerimizin doğru olup olmadığını net olarak bilmiyoruz. 2014’te Kırım’ın ilhakından sonra Şansölye, Minsk 1 ve 2 müzakereleri çerçevesinde çatışmaların siyasi bir süreçte çözülmesi için elinden gelen her şeyi yaptı. Bugünün perspektifinden bakıldığında pek çok insan bunun şimdiye dek önlenmiş olabileceğini söylüyor. Ben farklı görüyorum. Almanya o dönemde bu tehlikeli çatışmadan çıkış yolunu sadece silah tedariki ile değil, siyasi yollarla sağlamaya çalıştı. Ben 2006-2013 yılları arasında başbakanlıkta çalıştım. O dönemde Afganistan’a odaklanmış bir güvenlik durumumuz vardı. Ulusal ve ittifak savunması ve Rusya o dönemde ikincil bir rol oynuyordu. Elbette tarihçiler gelişmenin genel dinamiklerini değerlendirmek zorunda kalacaklar.
Eminim başbakanlıkta görev yaptığınız dönemden kalma çok sayıda bağlantınız vardır. Barış müzakerelerini başlatmak için Moskova ve Washington’daki kanallarınızı kullanmaya çalıştınız mı?
Elbette federal başbakanlıkta çalıştığım dönemden kalma, değerlendirme yaparken kullandığım ve güvenlik konularında uzmanlaşmış bir yönetim danışmanı olarak çalışmamla da genişleyen mükemmel bir ağım var. Sonuç olarak, Ukrayna’daki savaşın diğer ülkelerde Almanya’dakinden daha farklı, daha farklılaştırılmış, daha dengeli ve daha gerçekçi bir şekilde tartışıldığını ve yorumlandığını da biliyorum. Ukrayna’daki savaşla ilgili olarak örneğin ABD’de yürütülen türden açık bir tartışma ortamına sahip olmamamız esef verici. Ne yazık ki Alman basınında bile siyah-beyaz ve dost-düşman düşüncesine varan şaşırtıcı bir fikir birliği görüyorum.
Minsk müzakerelerinden bahsettiniz. Putin’e NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin Ukrayna’da duracağına dair yeterli garanti verildi mi?
Alman Şansölyesi, Ukrayna’nın NATO üyeliğinin tehlikelerini çok erken fark etmişti. Bükreş’teki 2008 NATO zirvesinde Ukrayna ve Gürcistan’ın üyeliği tartışılırken, bu ülkelerin derhal üyeliğe kabul edilmesini engelleyenler kendisi ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy idi. Angela Merkel, Ukrayna’daki iç siyasi muhalefete ek olarak, bunun Ruslar için kırmızı çizgi anlamına geleceğini ve Gürcistan örneğinde olduğu gibi aşılmasının savaşla sonuçlanacağını biliyordu. NATO daha sonra farklı bir yol izledi. Ukrayna’nın ittifaka dahil edilmesi konusunda baskı yapmaya devam etti. Bu, Rusya’nın Şubat 2022’de uluslararası hukuku ihlal ederek Ukrayna’yı işgal etmesinin siyasi tarih öncesinin bir parçası ve pek tartışılmaz.
Federal Şansölye Olaf Scholz, Ukrayna’ya Taurus füzelerinin teslim edilmesine karşı çıktı. Sizce doğru bir karar mı verdi?
Taurus sistemlerinin teslimatı savaşı tırmandıracaktı ama savaşta arzu edilen askeri dönüm noktasını beraberinde getirmeyecekti. Füzeler 500 kilometreden fazla menzile sahip. Bu da Ukraynalıların halihazırda sahip olduğu benzer İngiliz ve Fransız sistemlerinden iki kat daha uzağa fırlatılabilecekleri anlamına geliyor. Bu nedenle başbakanlığın Taurus tedarikini reddetmesinin doğru olduğunu düşünüyorum.
Silah sevkiyatının devamından yana olanlar Taurus füzelerinin oyunun kurallarını değiştireceğini ve Kiev’e daha iyi bir müzakere pozisyonu sağlayacağını savunuyor. Siz buna ne dersiniz?
Ukrayna’ya yönelik askeri yardımlarımızda sık sık dile getirilen oyun değiştirici unsur hiçbir zaman olmadı. Geçen yıl Leopard 2 tankları oyunun kurallarını değiştiren bir unsur olarak tanımlanmıştı. Başbakanlık üzerindeki yoğun medya baskısı, bunların Ukrayna’ya Bundeswehr stoklarından teslim edilmesini talep etmişti. Fakat ne muharebe tankları ne Taurus füzeleri ne de talep edilen F-16 savaş uçakları mucize silahlar olamaz ve genel askeri durumu Ukrayna’nın lehine değiştiremez. Her şeyden önce Ukrayna’nın savunması için acilen topçu mühimmatına ihtiyacı var. AB, oybirliğiyle bunu sağlamayı taahhüt etmişti. Ancak üye ülkeler bunu yapacak kapasiteye sahip olmadıkları için bu taahhüdün gerçekleşmesi pek mümkün değil. Almanya’daki tartışmalar bazen ikiyüzlü bir hal alıyor. Bazı politikacılar savaş ve ordu hakkında çok az şey bilmelerine rağmen savaş söylemlerinde birbirleriyle yarışıyorlar. Ukrayna’ya silah sağlamaya devam ediyoruz ama bunun etkili olacağına ciddi olarak inanmıyoruz ve aynı zamanda askerliğe elverişli yüz binlerce Ukraynalı ülkeyi terk ediyor. Sadece 200 bine yakını Almanya’ya geldi, askerlik hizmetine karşı vicdani ret uyguluyor ve vatandaşlık geliri alıyor. Bu tutarlı bir politika mı?
Öte yandan, Rusya’nın askerî açıdan Ukrayna’dan daha üstün olduğunu söylediniz. Genç Ukraynalılar kendilerini umutsuz bir savaşa mı atmalı?
Hayır, haklısınız. On binlerce genç Rus da savaştan kaçmak için ülkeyi terk etti. Elbette bu konuda her türlü insani duyguya sahibim. Beni kişisel olarak rahatsız eden şey, askerlik görevini yapan binlerce genç Ukraynalı ve Rus askerin askeri çözümü olmayan bir savaşta harcanması. Savaşa dahil olmayan Almanların en büyük Ukraynalı vatanseverler gibi görünmesini tuhaf buluyorum. Hiç askerlik yapmamış ve onlarca yıldır pasifist bir şekilde tartışan politikacılar aniden Ukraynalılar için her şeylerini vermek ve tercihen “her şeylerini ortaya koymak” istiyorlar. Bu durum siyasetin güvenilirliğini artırıyor mu?
Ukrayna’ya silah sevkiyatına siyasi ve diplomatik girişimlerin eşlik etmemesini eleştirmekte gecikmediniz. Savaşın gidişatına bakarak bu tutumunuzda haklı olduğunuzu düşünüyor musunuz?
Kasım 2022’de ABD Genelkurmay Başkanı Mike Milley, askeri çözümün pek mümkün olmadığını açıklamıştı. Güç dengesi sadece silah sevkiyatıyla değiştirilemez. Etkili Amerikan düşünce kuruluşu Rand Corporation da bu görüşü teyit etmişti. Ben Ukrayna tartışmalarında bu görüşü savunurken, Almanya’nın önde gelen basın kuruluşları gerçek bir hüsnükuruntu konseri düzenledi: İlk olarak geçen yıl medyada bir bahar taarruzu hayal edildi. Bu serap söndükten sonra, erken bir yaz taarruzu olması gerekiyordu ve bu böyle devam etti. Ben Ukrayna’nın başarılı bir taarruz düzenleyebileceğine inanmadım. Rusya’nın savunmasını hiçbir noktada aşamayan ve savaş üzerinde kalıcı bir etkisi olmayan münferit ilerlemeler oldu. Kurt Biedenkopf’un bir keresinde söylediği gibi, gerçekliğin giderek daha görünür bir şekilde kendini hissettirdiği bir dönemde, gerçekçi sonuçlar çıkarmaya başlamamız gereken en son nokta buydu.
Ukrayna’daki savaş git gide bir siper savaşına dönüşüyor. Savunma Bakanı Boris Pistorius, halkta “savaş yorgunluğu” olduğu uyarısında bulunuyor. Bu durumda barışçıl bir çözüme ilişkin daha geniş bir tartışmanın mümkün olduğu izlenimine sahip misiniz?
Evet, her ne kadar Almanya’da düşünce ve söylem koridorları daralmış olsa da. Bunu üzücü buluyorum, ne de olsa liberal demokratik bir ülkede yaşıyoruz ve uluslararası ilişkilerin sorunlarına daha geniş bir yaklaşım benimsemeye hazır olmalıyız; yani, Hannah Arendt’in bir zamanlar “tırabzansız düşünmek” dediği şeye. Yarının çatışmalarına hazırlanabilmemiz için etrafımızdaki dünya düzensizliğini anlamayı öğrenmeliyiz. Ne de olsa ihtilaflı bölgeler ve savaş alanları giderek artıyor. Dünyanın demokrasiler ve otokrasiler, uzlaşmaz dostlar ve düşmanlar olarak sığ bir şekilde ayrıştırılması ne dünyanın ivmelenen çok kutupluluğuyla ne de Almanya’nın çıkarlarıyla örtüşebilir.
Mülakat için çok teşekkür ederim.
Eski NATO-Rusya Konseyi Başkanı Kujat: ABD iki cepheli savaş yürütemeyeceğinin farkında
İlginizi Çekebilir
DÜNYA BASINI
Trump, ‘beyaz feminizm’den neler öğrendi?
Yayınlanma
16 saat önce19/01/2025
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, 2024 ABD başkanlık seçimleri bağlamında, kadın seçmenlerin artan etkisini ve bu etkiyi kazanmak için egemen siyasetin nasıl şekillendirildiğini ele alıyor. Yazı, feminist retoriğin hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler tarafından stratejik olarak araçsallaştırılmasına odaklanırken, ayrıcalıklı kadınların çıkarlarını merkeze alan, “daha az ayrıcalıklı” kadınların yaşamlarını ise görmezden gelen beyaz feminizme dair de kapsamlı bir eleştirel analiz sunuyor. Ayrıca, Trump ve Vance’in seçim kampanyası boyunca öne sürdükleri “kadınların korunması” ve “seçenekler sunulması” retoriklerinin, feminizmin özündeki eşitlik ve adalet taleplerini yalnızca ayrıcalıklı kesimlerin çıkarlarına hizmet eden yüzeysel bir savunuculuğa dönüştürme ve beyaz feminizmin neoliberal ve milliyetçi varyasyonlarıyla kolayca örtüşebilme riskine dikkat çekiliyor.
Makale boyunca tartışılan temel sorunsal, yalnızca ABD başkanlık seçimlerinin değil, feminist hareketin geleceğini de şekillendirecek nitelikte bir siyasi netlik ihtiyacını ortaya koyuyor: Feminist hareket, kadınların bireysel seçim özgürlüğüne odaklanarak ayrıcalıklıların çıkarlarına mı hizmet edecek, yoksa derin toplumsal eşitsizlikleri hedef alarak kolektif bir kurtuluşun yolunu mu açacak?
Trump Beyaz Feminizmin Oyun Kitabından Bir Şeyler Öğreniyor
Serene Khader
yes!
31 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Kadınların başkanlık seçimlerini belirleme ihtimali giderek artarken, her iki parti de kadın seçmenlerin oylarını alabilmek için yoğun bir çaba sarf ediyor. Kamala Harris kâh kürtaj hakkını ön plana çıkararak kâh Beyoncé ile “Call Her Daddy” gibi podcast’lerde görünerek kendisini “kadınların adayı” olarak lanse etmeye çalışıyor.
Donald Trump ile J.D. Vance ise, cinsiyet temelli mesajların neredeyse bütünüyle açık bir kadın düşmanlığından ibaret olduğu bir kampanyanın kendilerine hiçbir fayda sağlamadığının farkına varmış görünüyorlar. Son birkaç haftadır Cumhuriyetçi adaylar kadınlara bir dizi vaatte bulunuyor: Onları “korumak”, “kültürel baskıya” direnebilmeleri için “seçenekler” sunmak ve “artık kaygı duymayacakları” bir dünya sağlamak gibi…
Trump ve Vance’in kadınlara özel verdiği bu mesajlar, siyasal kültürümüzde yaşanan önemli bir değişimi gözler önüne seriyor. Feminizm daha önce benzeri görülmemiş ölçüde bir popülerlik düzeyine ulaştı. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kadınların yüzde 61’inin kendisini feminist olarak tanımladığı düşünüldüğünde, içinde bulundukları [dezavantajlı] durumu anladığınıza dair bir iddiada bulunmadan kadınlara ulaşmak neredeyse imkânsız.
Yine de kürtaj hakkına karşı çıkan, federal asgari ücreti artırma yönünde herhangi bir programı olmayan ve gümrük tarifeleri ile bakımı krizini halledebileceklerini düşünen Trump ve Vance ikilisi, kendi politik pozisyonlarını baltalamadan “kadınların savunuculuğu”na öyle kolay kolay soyunamazlar. Buna rağmen, cinsel saldırı, Title IX¹ ve “annelerin mücadeleleri” gibi geleneksel feminist meseleler olduğu düşünülen konulara değinmeye devam ediyorlar. Bu konulara getirdikleri cila, şaşırtıcı olmayacaktır ki, son derece ırkçı, transfobik ve pek tabii ekonomik eşitsizliklere kayıtsız. Fakat bu ikilinin, elit kadınların, adayların baskıcı sistemlere yaptığı yatırım ile kadınların kaderine yapılan yatırımları birbirne karıştırmalarından medet umduğu anlaşılıyor.
Aslına bakılırsa, Cumhuriyetçilerin bu kafa karışıklığına oynayabilmeleri için hali hazırda bir argüman rezervuarı var ve bu, pek şaşırtıcı bir yerden geliyor: Feminizmin içinden. Yeni kitabım Sahte Feminizm: Beyaz Feminizme Neden Kapılıyoruz ve Nasıl Durdurabiliriz?‘de (Beacon Press, Ekim 2024) tartıştığım gibi, feminizm içinde her zaman farklı akımları barındırmıştır ve bunlardan bazıları ayrıcalıklı kadınların çıkarlarını daha az ayrıcalıklı olanların aleyhine geliştirmeye çalışır.
Trump son haftalarda “kadınların koruyucusu” olacağı mesajını birkaç kez tekrarladı. Bu pozisyon, kadınlara dönük küçümseyici tavırları bilinen ve cinsel saldırı faili olduğu iddia edilen birinden geldiği için ürkütücü bulundu haliyle. Ancak Trump ve destekçilerinin hangi kadınları, kimden koruyacakları konusunda pek az şey söylendi.
Trump’ın kadınları korumaya dönük vaatleri, beyaz olmayan erkeklere yönelik bir dizi örtük mesajın içine yerleştirilmişti. Trump’ın özel vaadi ise (muhtemelen beyaz) kadınların “sınırlarda” ve “kentlerin sokaklarında” kendilerini güvende hissetmelerini sağlamaktı.
Bu, Trump’ın tecavüz ve her türden cinsel saldırıyı Latin kökenli ve kağıtsız göçmenlerle tekrar tekrar ilişkilendirmeye çalıştığı daha uzun soluklu bir temanın parçası. Ve yine bu retorik, cinsel saldırı vakalarının tüm ırksal ve etnik gruplar arasında yaygın olmasına ve göçmen kadınlara yönelik cinsel saldırı suçlarının azımsanmayacak bir kısmının ABD Gümrük ve Sınır Koruma polisleri tarafından gerçekleştirildiği gerçeğinin gölgesinde devam etmektedir.
Bu noktada ilginç olan şu ki, beyaz olmayan erkekleri tecavüzle ilişkilendirme çabasının, “beyaz feminizm” içinde de hiç de kısa olmayan bir mazisi var. Öyle ki, 19. yüzyıl sonları, 20. yüzyıl başlarında “öteki” erkeklerin kadınlara yönelik muamelesinin Küresel Güney’deki ülkelerin sömürgeleştirilmesi için geçerli bir neden olduğu fikrini istikrarlı şekilde savunmuşlardı. Yakın zamana kadar da ABD’de yaşanan cinsel saldırı suçları karşısındaki hakim feminist tepki, toplumsal cinsiyete dayalı şiddete çözüm olarak ırkçı bir ceza adaleti sisteminin kapsamını genişletmeyi öneren “karseral feminizm”di.
Trump ve Vance’in beyaz feminizmden ödünç aldıkları, “koruma” retoriği bir başka alana daha uzanıyor: Kadın sporları. Vance kısa bir süre önce trans kadınların spordan dışlanmasının kız çocuklarının şiddet görmesini engelleyeceğini savunarak, transların, kadınların “güvenli alanları”nı ihlal ettiği yönündeki yanlış imajı devam ettirdi. Bu kavram ve açılımları, feminist çevrelerde ilk popülerliğini kazandığı 1970’leri aratmamacasına yakın zamanda yeniden hortladı. Beyaz olmayan feministler o dönemde “güvenli alanlar” fikrini yüksek sesle eleştiriyorlardı çünkü bu fikir kadın olmanın tek bir yolu olduğunu varsayıyordu – bu da genellikle beyazların tutturduğu yoldu.
Vance’in aile ve çocuk bakımı konusundaki son söylemi beyaz feminizmin bir başka yumuşak karnına dayanıyor. Geçmişte tutturulan “Çocuksuz kedili kadınlar” ve “menopoz sonrası kadının tüm amacı” türünden alaycı şakalar yerini anneleri “kültürel baskı” ve yargılamadan korumak ve onlara farklı “seçenekler” sunmak isteyen bir adama bırakmış gibi görünüyor.
Feministlerin çalışmak yerine evde kalan çocuklu kadınların düşmanı olduğu fikrinin kökleri 1990’lardaki “anne savaşlarına” dayanıyor. Dönemin muhafazakârları, feministleri anneliğe burun kıvırarak tepeden bakan bir kariyer kadını olarak göstererek feministlerin parasız çocuk bakımını güvence altına alma çabalarını itibarsızlaştırmayı bir ölçüde başardılar.
Bu dönemin mirası, feminizmin amacının bireysel olarak kadınların seçimlerine saygı duymak olduğu ve kadınların yargılanma korkusu olmadan hayatları hakkında karar verebilmeleri gerektiği yönündeki popüler feminist yaklaşımda varlığını sürdürmektedir. Ancak yargılamamaya odaklı bir feminizm yalnızca en ayrıcalıklı kadınlara seslenmeye devam edecektir, zira ev dışında çalışmama “tercihi” yalnızca hali vakti yerinde olanlar için geçerlidir. Çocuk bakımı, kürtaj ve cinsel taciz gibi bir dizi konuda kadınların asıl ihtiyaç duyduğu şey sahte bir seçenek illüzyonu değil, aynı zamanda maddi destektir.
Ayrıcalıklı kadınlara hitap eden bu stratejilerin Trump ve Vance’e seçim kazandırıp kazandırmayacağını zaman gösterecek. Ancak görünüşte feminist argümanların bu şekilde sahiplenilmesinden çıkarılacak dersler, başkanlık seçiminde yaşanacakların çok ötesine varacaktır. Feminizmin amaçları konusunda daha büyük bir ahlaki netlik sağlanmadığı sürece, ayrıcalıklı kadınların kendi çıkarlarını, “başka” kadınların ve toplumsal cinsiyet mücadelesine dahil edilebilecek geniş kitlelerin çıkarı gibi gösterilebilmesi devam edecektir.
Neyse ki feministler açısından bu netliğe ulaşmak, her şeye sıfırdan başlamak anlamına gelmek zorunda değil. Beyaz feminizm ve onun neoliberal ve “femonasyonal” feminizm gibi kardeş ideolojileri hiçbir zaman hâkim oyun kurucular olmadılar, her ne kadar feminizmin kadınların bireysel özgürlüğünü artırmaya yönelik bir hareket olarak anlaşılmasına neden oldularsa da…
Oysa feminizm bell hooks’un [Gloria Jean Watkins] 1984’te tanımladığı şekliyle, yani baskıya karşı bir hareket olarak anlaşılmalıdır. Bu baskı, bireysel olarak kadınların yapabileceklerine getirilen kısıtlamalarla bir ve aynı şey değildir; kadınları bir grup olarak aşağı çeken bir dizi sosyal yapıya ilişkindir. Ve ayrıcalıklıların çıkarlarına hizmet eden sahte feminizmlerin çoğalmasına karşı ancak feminizmin bu özünü geri kazanarak mücadele edebiliriz.
¹ 1972 yılında ABD’de kabul edilen bir federal yasa. Eğitimde cinsiyet temelli ayrımcılığı yasaklayarak kadın ve erkeklere eşit fırsatlar sağlanmasını amaçlar; özellikle spor, akademik programlar ve kampüs içi cinsel taciz konularında uygulanır. (ç.n.)
Çevirmenin notu: Yeni ABD Başkanı Donald Trump’ın Grönland’ı, gerekirse askeri zor yoluyla Amerikan topraklarına katmak istemesi üzerine çok şey yazıldı ve yazılmaya devam ediyor. Yenilenmiş bir tür Amerikan milliyetçiliğine ve iktisadi merkantilizmle belirlenmiş “saf jeopolitik” kavrayışına yaslanan bu yeni yayılmacılığın bir de Kuzey Amerika’nın iç sömürgeleştirilmesine yönelik kolonist zihnin canlandırılması eşlik ediyor. “Amerikan sınırı” (American frontier) ya da “Vahşi Batı” olarak da bilinen Birleşik Devletler’in batı bölgelerine yönelik beyaz yerleşimci hücumu, esas olarak “sınır zihniyeti” kavramında cisimleşen bir milliyetçi-sömürgeci söylemin başar unsurlarından biriydi. Çevirisini verdiğimiz makalede de bahsi geçen tarihçi Frederick Jackson Turner, bu terimin “Kızılderili tüccarlar, avcılar, madenciler, çiftlik sahipleri, ormancılar ve her türden maceraperest tarafından seyrek olarak işgal edilen toprak kuşağı” anlamına geldiğini ve “genişleyen bir toplumun esasen özgür toprakların kenarındaki geçici sınırını” oluşturduğunu belirtiyordu. Hem “sınır”, hem de Amerikan batısı, vahşilik/ilkellik ile modern toplum/medeniyet arasındaki ayrım çizgisine işaret ediyordu. Elbette, bu sınır mentalitesi, beyaz yerleşimcilerin “uygarlaştırıcı” misyonu ile “vahşi” yerlilerin tehcirini, mülksüzleştirimesini, katledilmesini ya da mümkünse ehlileştirilmesini içeriyordu. Amerikan yerleşimcilerinin üçüncü “sınır” mücadelesinde işgal edilen Vahşi Batı (aşağı yukarı 1840-1890 arası), bugün hâlâ Amerikan ve dünya kültüründe önemli bir yeri olan tekdüze manzaranın benzersiz unsuru “kovboy” imajı ile bilinir. Toprakla uğraşmak, zorlu doğa koşulları, karmaşık ve tehlikeli kentlerden uzaklık… Amerikan yerleşimcilerinin Avrupa’daki faşist hareketlere ilham kaynağı olan “meziyetleri”dir bunlar ve Grönland, yeni Amerikan yerleşimci mantığına ve yayılmacılığına çok uygun bir peyzaj sunmaktadır. Üstelik bu, şimdi yeni teknoloji milyarderleri tarafından gündeme getirilmektedir.
Grönland için Ruhani Dava
Ian Ward
Politico
16 Ocak 2024
Seçilmiş Başkan Donald Trump ABD’nin Grönland üzerindeki kontrolünü genişletme önerisine yoğunlaşırken, MAGA [Amerika’yı Yeniden Büyük Yap] hareketindeki müttefiklerinin çoğu bu hamleyi geleneksel dış politika terimleriyle savundu. Bu argümanın yaygın bir biçimine göre, Grönland’ı satın alarak, ilhak ederek ya da hükümetiyle yeni bir anlaşma yaparak üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmak, ada ülkesinin kilit nakliye yollarına yakınlığı, Kuzey Kutbunu kontrol etmek için jeostratejik önemi ve kritik minerallerin geniş rezervleri göz önüne alındığında, Amerika’nın acil jeopolitik ve ekonomik çıkarlarına hizmet edecektir.
Fakat Trump’ın katı Amerikan milliyetçiliğinin güçlü bir tekno-ütopyacılıkla birlikte var olduğu, Yeni Sağ olarak bilinen muhafazakâr hareketin kıyısında, Trump’ın savunucuları Grönland’ı almak için daha az geleneksel –ama daha az etkili olmayan– bir durum ortaya koyuyorlar. Yeni Sağ’ın birçoğunun gözünde Grönland’ı almak sadece Amerika’nın maddi ve stratejik çıkarları için değil; aynı zamanda Amerika’nın manevi refahı için de kilit önem taşıyor.
Bu argümanın versiyonları Vahşi Batı’dan gerçek manyaklıklara kadar çeşitlilik gösteriyor: Yeni Sağ’dan bazıları Grönland’ı almanın yeni bir Amerikan sınırının açılmasını temsil edeceğini, 19. yüzyılın Amerikan öncülerine büyük ölçüde aşılayan “sınır zihniyetini” ve “yerleşimci ruhunu” yeniden canlandıracağını savunuyor. Diğerleri ise Grönland’ın, nihai olarak Mars’a yerleşmek de dahil olmak üzere, Amerikan genişlemesinin daha iddialı başarıları için bir tür manevi ve teknolojik hazırlık alanı olarak hizmet edebileceğini savunuyor. Vurgu ve kapsamdaki farklılıklara rağmen, bu argümanların çoğu Trump’ın yeniden seçilmesinin Amerika’yı manevi bir canlanmanın eşiğine getirdiği ve bölgesel genişlemenin bu dönüşüm için gerekli bir katalizör görevi görebileceği önermesinden yola çıkıyor.
Trump’ın mega bağışçısı ve Peter Thiel’in Palantir’deki kurucu ortağı Joe Lonsdale, BBC’ye verdiği son röportajda, “Bence sınırlara sahip olmak çok sağlıklı” dedi. “Bu bir sınır zihniyeti – yeni olasılıkları değerlendiriyor, yeni şeyler yaratıyor.”
Şimdiye kadar bu argümanlar, birçoğu Silikon Vadisi’nin yükselen “teknoloji sağı” ile bağları olan küçük –ve ziyadesiyle çevrimiçi– bir muhafazakâr kadro etrafında dönüp duruyordu. Fakat yeni Trump yönetiminde güçlü ve potansiyel olarak sempatik bir kitle bulabilirler. Bu potansiyel müttefiklerin başında, şu anda Grönland’ı kontrol eden ve kaderini belirlemede etkili olacak Danimarka’ya, Trump’ın büyükelçi olarak seçtiği Ken Howery geliyor. Silikon Vadisi’ndeki “PayPal mafyası”nın orijinal bir üyesi ve Trump’ın eski İsveç Büyükelçisi Howery, hem Elon Musk’a hem de Yeni Sağ’da önemli bir figür olan Thiel’e yakın.
Birçok durumda muhafazakârlar, Amerikalıların lise tarih derslerinden aşina olabilecekleri bir kavramdan yola çıkıyorlar: Frederick Jackson Turner’ın “sınır tezi”. Turner tarafından ilk kez 1893’te ortaya atılan bu teori, Amerika’nın Batı sınırına yerleşilmesinin ülkenin gelişmekte olan kültürünü ve siyasi ahlakını şekillendirmede önemli bir rol oynadığını ve 1890’larda sınırın kapanmasının ülkenin benlik algısı için büyük bir tehdit oluşturduğunu savunuyor.
Daha çağdaş tarihçiler Turner’ın tezine karşı çıksalar da Trump’ın müttefikleri onun önerisini savunurken Turner’ın görüşlerini açıkça dile getirdiler. Aralık ayında, Yeni Sağ’ın en iddialı milliyetçi kanadının sözcüsü haline gelen IM-1776 dergisi, Grönland’a yerleşmenin “Batılı insanların girmesi için yeni bir bölgenin açılmasını, zamanla soğuk iklim ve sert arazi tarafından şartlandırılmış yeni bir halk oluşturacak bir sınırı” temsil edeceğini savunan isimsiz bir yazarın makalesini yayınladı.
Daha ana akım muhafazakârlar da benzer bir ses çıkardılar. Bu hafta, Trump’a yakın düşünce kuruluşu Center for Renewing America’nın başkan yardımcısı Eric Teetsel, Trump’ın Grönland önerisini “Plymouth Rock’tan Lewis ve Clark’a, Sooner’lardan 49er’lara, daha iyi bir yaşam hayallerinin peşinde uzun ihtimallere meydan okuyan kaşifler” geleneğine yerleştiren bir yazı yayınladı.
Teetsel, “100 yıl boyunca Amerika’nın iç ve dış politikası, denizden parlayan denize kadar kaderimizi kontrol etme yetkisi tarafından belirlendi,” diye yazdı. “Seçilmiş Başkan Trump bu ruhu yeniden canlandırıyor.”
Bu söylemlerin hiçbiri teknoloji sağı için daha önce görülmemiş şeyler değil. Son yıllarda Thiel ve diğer üyeler, liberter zihniyetli bireylerin liberal demokrasilerin kısıtlamalarından kaçmalarını sağlamak için tasarlanmış çeşitli “çıkış projeleri” ile uğraştılar. Son öneriler Batı Dağları’nda şebekeden bağımsız yaşamaktan “seasteading”e ya da uluslararası sularda yüzen platformlar üzerinde özerk topluluklar kurmaya kadar uzanıyor.
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, teknoloji sağındaki bazıları Trump’ın Grönland planlarını ana akım Amerikan toplumundan “çıkmak” için potansiyel bir fırsat olarak görüyor. Kripto para ile desteklenen özerk bir “ağ devleti” kurmaya çalışan Praxis adlı bir şirketin kurucusu olan Dryden Brown, “Grönland sınırın yeniden açılmasını temsil ediyor,” diye yazdı (Proje Thiel’in çevresindeki bir dizi yatırımcının desteğini aldı). Brown, bu yılın başlarında, Mars’ta kendi kendini idame ettiren bir koloni için bir “prototip” olarak hizmet edebileceğini varsaydığı Grönland’ı yeni bir “özelleştirilmiş charter devleti” –proje meyve vermedi– için olası bir yer olarak ziyaret ettiğini söyledi. Önerisini açıkladığı yazısında Elon Musk’ı etiketledi.
Yine de MAGA öncülerinin Grönland’da yeni bir süper koloni için teknoloji sağının görkemli planlarının arkasında yekpare biçimde bulunmadığına dair işaretler var. Trump’ın Grönland’ı satın alma planını genel olarak destekleyen Steve Bannon, War Room podcast’inin son bölümünde, teknoloji sağının Grönland için “transhümanist” vizyonu olarak adlandırdığı şeyden uzaklaşarak Musk ve teknoloji sağıyla devam eden kavgasında yeni bir cephe açtı.
Bannon, “Umarım bu adamlar tarafından önerilen şey Grönland değildir,” dedi.
Entelektüel tartışmalar bir yana, Trump’ın Grönland planları –Panama Kanalı’nın kontrolünü yeniden ele geçirme ve potansiyel olarak Kanada’nın bazı kısımlarını ABD için talep etme önerisinin yanı sıra– popülist-milliyetçi sağdaki pek çok kişinin ABD için gerçek bir jeostratejik zorluk olarak gördüğü şeye yanıt veriyor. Çin’in yükselişi ve Amerikan askeri ve iktisadi hegemonyasının düşüşüyle birlikte, birçok muhafazakâr Soğuk Savaş sonrası “tek kutuplu anın” sona erdiğine ve büyük güçler arasındaki emperyal atakların arttığına inanıyor.
Muhafazakâr dış politika analisti Sumantra Maitra, Rusya’nın Ukrayna’daki hamlelerine, Çin’in Sri Lanka ve Afrika’daki tasarımlarına ve İsrail ile Türkiye’nin Suriye’deki manevralarına işaret ederek, “Yeni bir emperyalizm çağında olduğumuzu zaten gördük,” dedi. Maitra, çok kutuplu küresel düzenin çöküşüyle birlikte, “ABD’nin kendi çıkarlarını [savunmaya] alışmış normal bir büyük güç gibi davranmaya başladığını” söyledi.
Yine de Maitra, Grönland’ı talep etmek için yapısal ve maddi gerekçelerin kendi başlarına yeterince güçlü olduğu göz önüne alındığında, genişleme için manevi davaya biraz şüpheyle yaklaşmaya devam ettiğini söyledi. Fakat argümanın faydasını da görüyor.
“Eğer daha fazla rekabete ve daha fazla yeniliğe yol açacaksa, benim için sorun yok.”
Editörün notu: Aşağıda sıcağı sıcağına çevirisini verdiğimiz makalenin yazarı Electronic Intifada yayının genel yayın yönetmeni Ali Abunimah. İsrail’in 1 yılı aşkın süredir Gazze’ye yönelik yürüttüğü soykırıma varan askeri saldırı, yeni Trump yönetiminin müdahalesiyle 19 Ocak’tan itibaren duracak. Filistin direnişinin veya İsrail saldırganlığının kazanıp kazanmadığına ilişkin tartışmalar bir süre daha devam edecek gibi görünüyor. Abunimah, İsrail’in askeri ve siyasi hedeflerine ulaşamadığını, Filistin direnişinin ise aslında daha önce işgalci güçlerin zafer ilan ettiği bölgelerde siyonistlere karşı silahlı mücadelesini sürdürmeye devam ettiğine işaret ediyor. Direnişin askeri kapasitesi, yazara göre, İsrail’in içerisinde de kamuoyu değişikliğine neden olmuş durumda. Elbette, en büyük faktörler arasında, Trump da yer alıyor.
Trump neden İsrail’e Gazze’ye yönelik savaşını sonlandırması için baskı yapıyor?
Ali Abunimah
Electronic Intifada
15 Ocak 2024
Çarşamba sabahı itibariyle Filistin’de, Gazze’deki İsrail soykırımını sona erdirecek ve Filistinli ve İsrailli esirleri serbest bırakacak bir anlaşmanın yakın olduğuna dair umutlar hâlâ yüksekti.
Doha’daki müzakerecilerin, en az on binlerce kişinin ölümüne ve milyonlarca kişinin hayatının altüst olmasına neden olan, 15 aydan fazla bir süredir İsrail’in acımasız bombardımanı ve açlık gibi tarifsiz zulümlerine maruz kalan bir halka rahat bir nefes aldıracak bir anlaşmanın son detaylarını belirledikleri bildirildi.
Anlaşma kabul edildiği ve uygulandığı takdirde İsrail için büyük bir stratejik yenilgi anlamına da gelecek.
Medyada yer aldığı şekliyle anlaşmanın ana hatları, mayıs ayında ABD Başkanı Joe Biden tarafından ortaya konan ve Hamas tarafından kabul edilen çerçeveye dayanan üç aşamalı bir süreci öngörüyor.
Buna göre derhal ateşkes ilan edilecek, büyük miktarda insani yardım girişi sağlanacak ve İsrail Gazze’den kademeli olarak çekilecek, buna birkaç hafta sürecek esir takası eşlik edecek.
Salı günü BreakThrough News kanalındaki Dispatches programında gazeteci Rania Khalek ile tartıştığım kilit soru, geçen yıl hiçbir yere varmayan aynı anlaşmanın neden şimdi imzalanmak üzere olduğuydu.
Geniş kapsamlı bir tartışmada ayrıca Suriye hükümetinin çöküşü, Direniş Ekseninin geleceği ve çok daha fazlası hakkında konuştuk. Tüm tartışmayı videoda izleyebilirsiniz.
Direniş hâlâ güçlü
Khalek’e de söylediğim gibi, iki kilit faktör direnişin gücü ve bir haftadan kısa bir süre sonra ABD Başkanı olarak Beyaz Saray’a dönecek olan Donald Trump.
Genel kanının aksine Trump, İsrail’e Tel Aviv’i şoke eden ve Biden yönetiminin uygulamayı kesinlikle reddettiği türden olağanüstü bir baskı uyguluyor.
15 ay sonra Filistinli direniş savaşçıları, İsrail’in işgalinin ilk haftalarında girdiği ve sözde kontrol altına aldığı kuzey bölgeleri de dahil olmak üzere, Gazze’nin bulundukları her yerinde İsrail işgal güçlerine saldırmaya devam ediyor.
Ağır kayıplar ve sürekli yıpranma, aylardır İsrail ordusunun, büyük ölçüde sağlam kalan geniş bir tünel sistemiyle hareket eden bir direnişi yenmek için nafile bir çaba sürdürme yeteneğini ve moralini tüketiyor.
Bunun ışığında, İsraillilerin açık bir çoğunluğu artık savaşı sona erdirecek kapsamlı bir anlaşmayı destekliyor, sadece İsrail’in gelişigüzel bombardımanından kurtulan esirler eve dönene kadar geçici bir duraklamayı değil. Bu, 7 Ekim 2023 direniş operasyonu nedeniyle Gazze’deki Filistinlilerden intikam alma arzusu doyumsuz görünen İsrail kamuoyunda büyük bir değişim.
Gücün gerçekte saklı olduğu yer
Diğer kilit faktör ise Trump’ın müdahalesi. Seçilmiş başkan geçen hafta Orta Doğu temsilcisini göndererek İsrail’e haddini bildirdi.
İsrail ile ABD arasındaki gerçek güç ilişkilerini sembolik bir şekilde ortaya koyan Steve Witkoff, geçtiğimiz cuma günü Binyamin Netanyahu’nun ofisine ertesi gün İsrail’e geleceğini ve kendisiyle görüşmek istediğini bildirdi.
İsrail gazetesi Haaretz’e göre Netanyahu’nun yardımcıları “kibarca bunun Şabat günü olduğunu ama başbakanın kendisiyle cumartesi gecesi memnuniyetle görüşebileceğini” söyledi.
Haaretz, “Witkoff’un açık tepkisi onları şaşırttı” diye ekledi. “Onlara aşağılayıcı bir İngilizceyle Şabat’ın kendisini ilgilendirmediğini açıkladı. Mesajı açık ve netti.”
Netanyahu Trump’ın elçisinin emirlerine itaat etti ve “Witkoff ile resmi bir görüşme yapmak üzere” emredildiği gibi ofisine gitti ve ardından anlaşmayı imzalamak üzere Katar’a döndü.
Haaretz’e göre bu görüşmenin sonucu, “Witkoff’un İsrail’i, Netanyahu’nun son altı ayda defalarca reddettiği bir planı kabul etmeye zorlaması” ve İsrailli esirlerin serbest bırakılmasının Filistinli esirlerin serbest bırakılması, savaşın sona ermesi ve İsrail’in Gazze’den aşamalı da olsa tamamen çekilmesi şartına bağlı olduğu yönündeki tutumundan vazgeçmeyen Hamas’a ciddi bir taviz vermesi oldu.
Bu tek hareket, İsrail lobisinin ABD hükümeti üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olduğu efsanesini yıkabilir.
Stratejik bir yenilgi
İsrail’in devam eden soykırımının korkunç ve hâlâ tam olarak bilinmeyen bedeli karşısında bu nasıl İsrail için stratejik bir yenilgi ve Filistin direnişi için bir zafer anlamına gelecektir?
Basitçe ifade etmek gerekirse, İsrail Netanyahu’nun defalarca sözünü ettiği “topyekûn zafere” ulaşmakta tamamen başarısız olacaktır.
Netanyahu haziran ayında ABD Kongresinde yaptığı konuşmada, “Hamas teslim olur, silahsızlanır ve tüm rehineleri geri verirse Gazze’deki savaş yarın sona erebilir,” demişti. “Fakat bunu yapmazlarsa İsrail, Hamas’ın askeri yeteneklerini ve Gazze’deki yönetimini yok edene ve tüm rehinelerimizi eve getirene kadar savaşacaktır.”
Başbakan, “İşte tam zafer budur ve daha azına razı olmayacağız,” diye eklemişti.
Eğer bu anlaşma gerçekleşirse İsrail bu hedeflerin hiçbirine ulaşamamış olacak: Hamas yok edilmemiş ya da silahsızlandırılmamış olacak. Savaş sonrası düzenlemeler ne olursa olsun Hamas Gazze’de fiili kontrolü elinde tutmaya devam edecek ve İsrail neredeyse 500 gün süren soykırıma varan imha ve eşi benzeri görülmemiş kitlesel yıkımın ardından kuşatma altındaki küçük bir bölgeye kendi iradesini dayatmayı başaramamış olacak.
İsrail’in Gazze halkını etnik olarak temizleme ve Yahudi sömürgecilerle yeniden yerleştirme yönündeki pek de gizli olmayan arzuları yenilgiye uğratılmış olacak.
Dahası, İsrail bir zamanlar dünyada sahip olduğu yere geri dönmeyecek. Her zamankinden daha fazla, liderleri ve askerleri kaçak savaş suçluları olan, dünyayı özgürce dolaşamayan, hor görülen birer parya olacak.
Beklenmedik baskı
“Trump’ın şu anda uyguladığı baskı İsrail’in ondan beklediği türden bir baskı değil. Meselenin özü bu baskıdır,” dedi Netanyahu’nun bir vekili geçenlerde.
Başta İsrailli liderler olmak üzere herkes, ilk döneminde olabildiğince İsrail yanlısı olan Trump’ın Netanyahu üzerinde herhangi bir baskı kurmasına şaşırmış görünüyor.
ABD seçim kampanyası sırasında Trump, İsrail’in Gazze’deki “işini bitirmesine” izin vermekten bahsetmişti ki bu hem kendi tabanı hem de İsrail hükümeti için heyecan verici bir söylem anlamına geliyordu.
Bu yazarın da belirttiği gibi, başka bir şeylerin döndüğüne dair ilginç bir gösterge, Trump’ın bu ayın başlarında sosyal medyada Netanyahu’yu ziyadesiyle eleştiren bir video yayınlamasıydı.
Videoda Columbia Üniversitesi profesörü Jeffrey Sachs, Netanyahu’yu ABD’yi Irak’taki savaşa sürüklemekle, ABD’nin İran’la savaşa girmesini sağlamaya çalışmakla suçluyor ve İsrail liderini “derin, karanlık bir orospu çocuğu” olarak nitelendiriyor.
Bu, Biden’ın aksine Trump’ın koşulsuz desteğine kesin gözüyle bakılamayacağının bir işaretiydi.
Fakat daha önce de işaretler vardı: Temmuz ayında, daha ABD seçimlerinden önce, Trump Netanyahu’ya Gazze’deki savaşın Trump göreve dönmeden önce sona ermesini istediğini söyledi.
Trump’ın elçisi Witkoff’un da bu son tarih konusunda kararlı ve tutarlı olduğu bildiriliyor.
Ve kampanyanın son aşamalarında Trump, Biden-Harris yönetiminin soykırıma verdiği amansız destekten tiksinen geleneksel olarak Demokrat ağırlıklı seçmenlere kur yapmıştı.
“Michigan’daki ve ülke genelindeki Müslüman ve Arap seçmenler sonu gelmeyen savaşların durmasını ve Orta Doğu’da barışa dönülmesini istiyor. Tek istedikleri bu,” demişti Trump, diğer tüm kararsız eyaletlerle birlikte kazandığı Michigan’daki bir mitingde.
Trump’ın motivasyonu nedir?
Khalek ve bu yazarın da tartıştığı gibi, Trump’ın İsrail’e baskı yapma konusundaki şaşırtıcı istekliliğinin arkasında ne olabileceğini anlamak için Filistin mücadelesine herhangi bir sempati duyduğunu düşünmek gerekmiyor.
Trump genellikle öngörülemez ve değişken olsa da, dünya görüşünün tutarlı bir yönü, Amerika’nın geleneksel “müttefiklerini” Amerikan cömertliğinden yararlanan müşteri devletlerden başka bir şey olarak görmemesi.
Onlara karşı duygusal bir bağlılığı yok gibi görünüyor ve onları “Önce Amerika” gündemi için hayati önemde görmüyor.
İlk döneminde, transatlantik güvenlik ittifakının temel taşı olduğu varsayılan Almanya’yı, ülkede konuşlu ABD birliklerinden “servet kazanmakla” suçladığında NATO’ya bakışı buydu.
Görünürdeki müttefik ve ortaklarından milyarlarca dolar talep ederek, “Neden ülkeleri savunalım ve karşılığını almayalım?” diye gürlemişti.
Şimdi bu tutumunda daha da inatçı.
ABD’nin en büyük ticaret ortağı olan Kanada’ya bile saldırarak ABD’nin sömürüldüğünü ve Kanada’nın mallarına ihtiyacı olmadığını söyledi.
Hatta ABD’nin Kanada’yı 51. eyalet olarak bünyesine katması çağrısında bulundu.
Trump’ın uzun zamandır transatlantik egemen sınıflar tarafından –ikincil de olsa– ortak olarak görülen ülkeleri küçümsediği düşünüldüğünde, İsrail’e neden farklı davrandığı sorusu akla geliyor.
Özellikle de İsrail’in uzun zamandır Amerikan cömertliğinin en büyük alıcısı olduğu bir dönemde.
En azından Trump, İsrail’in faturalarını Amerika ödediği için emirleri de Amerika’nın vereceği yaklaşımını benimseyecek gibi görünüyor.
Gazze anlaşması henüz tamamlanmamış olsa da, Trump’ın müdahalesiyle birkaç gün içinde kaydedilen ilerleme, Washington’un emir vermesinin ABD-İsrail ilişkisinin gerçek doğası olduğunun ve her zaman da öyle olduğunun altını çiziyor.
Bu gelişmeler, Biden yönetiminin ateşkes sağlamadaki başarısızlığının her zaman kasıtlı olduğunu ve Demokrat Parti hükümetinin soykırımı silahlandırmayı ve desteklemeyi olumlu bir şekilde seçtiğini şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koyuyor.
Bunun için hesap verilmesi gerekecek.
Trump’ın bölge için daha büyük planlarının ne olduğu henüz belli değil.
Yaygın olarak belirtildiği üzere, Trump’ın en cömert kampanya bağışçılarından biri fanatik İsrail yanlısı milyarder Miriam Adelson.
Adelson, 100 milyon dolarlık bağışını Trump’ın İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etmesine destek vermesi şartına bağladığı yönündeki haberleri yalanladı.
Fakat onun ve Trump’ın tabanının diğer unsurlarının, Trump’ın kendisinin de söz verdiği gibi, Filistin dayanışma hareketine yönelik daha fazla iç baskı da dahil olmak üzere, aşırı Filistin karşıtı önlemleri uygulamak için yönetime yakın ve yönetim içindeki konumlarını kullanacaklarına şüphe yok.
Trump bu vaadini yerine getirirse ve getirdiğinde de kimse şaşırmamalı.
Fakat Trump, Çin’in, Rusya’nın ve BRICS gibi yeni çok kutuplu oluşumların devam eden yükselişi göz önüne alındığında, göreve ilk geldiği zamana kıyasla göreceli olarak çok daha zayıf bir ABD’nin başkanı olarak geri dönüyor.
ABD artık iradesini tek taraflı olarak tüm dünyaya dayatamayabilir, fakat Güneybatı Asya’daki küçük soykırım bağımlısı İsrail’e iradesini dayatabilir.
Gazze’deki Filistin halkının iyiliği için, Trump’ın baskısının korkunç kan banyosuna mümkün olduğunca çabuk bir son vermesini umalım.
ABD’de TikTok yasağı yürürlüğe girdi
Trump, ‘beyaz feminizm’den neler öğrendi?
Gazze’de ateşkes rötarlı başladı
Trump’ın yemin törenine kimler katılacak?
Ateşkes yarın 8:30’da yürürlüğe girecek
Çok Okunanlar
-
AMERİKA1 hafta önce
Kaliforniya yangınları: San Francisco büyüklüğünde bir alan yok oldu
-
AMERİKA1 hafta önce
Kaliforniya’daki yangınların yol açtığı zarar 150 milyar dolara ulaştı
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
CIA ve MI6, IŞİD’i nasıl yarattı?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Kara para, kara bayraklar
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Trump, Sachs’ın Netanyahu’ya küfür ettiği videoyu paylaştı
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
OnlyFans feminizm kılığına bürünmüş sömürüdür
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Rus basınından değerlendirme: Trump’ın Grönland’a neden ihtiyacı var?