Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Modern iktisadi tarihin en akla hayale sığmayacak üç yılı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Avrupa sathında ve ABD’de 2020’de başlayan Kovid salgını, 2021’de hız verilen “yeşil enerjiye geçiş” süreci ve enerji piyasalarının reforme edilerek spekülasyona açık hale getirmesine ek olarak geçen yıl Rusya’nın Ukrayna’ya dönük müdahalesi, bazı iktisatçıların beklediğini aksine “kıyameti” getirmedi. Batı ekonomileri, mevcut durum karşısında beklenenden daha iyi bir performans gösteriyor gibi görünüyor. İspanyol El Pais gazetesine konuşan akademisyen ve think-tanker’lar sürece ilişkin bir dizi yorum yapmış.


Modern iktisadi tarihin en akla hayale sığmayacak üç yılı

Ignacio Fariza — El Pais

12 Mart 2023

Küresel ekonomi, 2020’den bu yana büyük değişim ve zorluklarla karşı karşıya kaldı: Beklenmedik derecede yüksek enflasyon, ani faiz artışları, küreselleşmenin azalması ve enerji geçişi…

Üç yıl önce virüsün hızla yayılması karşısında dünya nefesini tutmuştu, ancak ekonominin birkaç saat içinde çorap söküğü gibi geri döneceğine dair hiçbir öngörü yoktu. Bu faaliyet yapay olarak kış uykusuna yatırılacaktı. Kısacası gezegen, aylarca karantinanın sona ermesini bekleyecekti. Ne sulh döneminde yaşanmış olacak en büyük resesyonun kapıda olduğu ne de barışın Balkanlardan bu yana Avrupa topraklarındaki ilk savaşla sona ermek üzere olduğu ihtimali birilerinin aklına gelmişti. Aynı şekilde enerji ve emtiaların rekor seviyelere ulaşacağı da. Tedarik zincirleri hayal bile edilemeyecek seviyelere gerilecekti. Ve on yıllardır durdurulamayan küreselleşmenin kendisi sorgulanacaktı.

Pandemi, savaş ve dörtnala koşan enflasyonun başlaması, ne kadar ihtimal dışı olursa olsun onlarca yıl boyunca toplumsal hafızada yer edecek türden tuhaf hadiseler. Bu kadar süre içinde bir araya gelmeleri ise daha da nadir. Uzun yıllar IMF’te çalıştıktan sonra şimdi Brookings Enstitüsü’nde görev yapan Gian Maria Milesi-Ferretti, “Bunlar modern ekonomi tarihinin en çılgın üç yılı oldu. O kadar büyük şoklardı ki en durağan ekonomik değişken olan enflasyon bile fırladı” diye özetliyor.

Yaşananlar normal bir ekonomik döngü olmaktan çok uzak, iktisatçı Angel Ubide’nin ifadesiyle “tamamen anormal” bir şey; önce koma, sonra daha önce hiç görülmemiş bir hızlanma ve ardından savaş: “Bunlar her 100 yılda bir gerçekleşen üç ayrı hadise ve üçü de çok kısa bir süre içinde gerçekleşti”. Sonuç: Ekonomik şoklar ve politikalardan oluşan bir takımyıldızı “bunu tamamen benzersiz bir durum” haline getiriyor.

Arcano Research’ten Leopoldo Torralba, “11 Eylül, Büyük Resesyon, Brexit ve Donald Trump’ın iktidara gelişinden bu yana siyah kuğular artık o kadar da siyah değil. Ancak son üç yıl öngörülemezliğin zirvesi oldu, tüm ekonomik değişkenlerde hiç bu kadar oynaklık ve dağılmaya şahit olmamıştık” diyor. BBVA Ekonomik Analiz Başkanı Rafael Doménech ise “Aramızda daha önce hiç böyle zincirleme olaylar yaşamamış birkaç nesil var” yorumunu yapıyor.

London School of Economics (LSE) profesörü Joan Roses’a göre karşılaştırılabilir bir dönem bulmak için Birinci Dünya Savaşı ve 1918 grip salgınından hemen sonraki yıllara geri dönmek gerekiyor: “Şimdi, o zaman olduğu gibi sermayede bir yıkım ve iş gücünde bir daralma yaşanmadı, fakat benzer bir şey görüyoruz: Uzun yıllar boyunca enflasyon vardı ve uluslararası ticaret ağları yok edildi”.

Peterson Enstitüsü’nden Olivier Blanchard, “[2008’deki] küresel mali kriz çok zalimdi ve kontrol edilmesi çok daha zordu diyerek bu görüşe katılmıyor. New York Şehir Üniversitesi’ne iktisat tarihçisi olan Leticia Arroyo, “Şu anda yaşanılanların daha kötü olduğunu düşünmemiz anlaşılabilir ama 20. yüzyılda çok çalkantılı zamanlar yaşadık; iki dünya savaşı, bir buhran ve [1918’deki] başka bir pandemi” anımsatmasını yapıyor. Kendisi de bir tarihçi olan Francisco Comín, “Bu İspanya’da karne uygulamasının sona erdiği 1952 yılından sonra doğan bizlerin yaşadığı en kötü küresel kriz. Ancak en azından şimdiye dek oldukça katlanılabilir bir durumdu” diyor. Dünya Bankası’nın eski iki numarası ve analiz başkanı Anne Krueger, “Başka zalim dönemler de oldu ama son üç yılda yaşananlar kesinlikle eşi benzeri görülmemiş bir durum” diye ekliyor.

Aşağıda, küresel ekonominin pamuk ipliğine bağlı olduğu ve neyse ki hiçbir zaman kopmadığı üç yılın kısa bir anlatımı yer alıyor:

Negatif faiz oranlarından yarım yüzyıldaki en büyük artışa. Pompeu Fabra’dan José García Montalvo, derslerine “faiz oranlarının asla negatif olamayacağı” uyarısıyla başlardı. Artık durum böyle değil. Başta Avrupa, ABD ve Japonya olmak üzere büyük ekonomiler 2020’de paranın değerini yerin dibine batırdı ve bu sıkıntıdan kurtulmak için piyasaları likiditeye boğdu. Amaç yatırım ve talebi canlandırmaktı. Profesör, “Doğal faiz oranı zaten son 30-40 yıldır düşüyordu. Fakat bu negatif faiz dönemi ekonominin temellerini tamamen bozdu” diyor.

Sarkaç göz açıp kapayıncaya kadar bir uçtan diğerine savruldu. Kısıtlamaların sona ermesi, tarihi boyutlara ulaşan tasarrufları serbest bıraktı, talebi artırdı, lojistiği bozdu ve daha sonra Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle daha da şiddetlenen enflasyonist bir tırmanışın temellerini attı. Bu sadece ultra düşük faiz politikasını sona erdirmekle kalmadı; merkez bankaları uzun zamandan beri en büyük faiz artışını gerçekleştirerek gaza bastı. Avrupa Merkez Bankası, tarihindeki en yüksek artışa gidiyor: Yol haritası değişmezse Frankfurt, sadece dokuz ay içinde faizleri yüzde 0’dan yüzde 3,5’e yükseltmiş olacak.

Cenevre’deki Graduate Institute’den Charles Wyplosz, ultra düşük faiz döneminin “büyük etkileri” olacağına inanıyor. Wyplosz, “Kamu borçlarının ödenmesi zorlaşacak ve bu tehlikeli olabilir. Varlık fiyatlarının bir şekilde kalıcı düşmesi gerekecek ve mali piyasalarda büyük bir temizlik bekleyebiliriz. Merkez bankaları geri çekilmesi gereken büyük miktarlarda likidite yarattı. Aşırı bol likiditeden daha az bol likiditeye yumuşak bir geçiş hiç olmadı” ifadelerini kullanıyor.

Yine de ekonomi ayakta duruyor… Neredeyse on yıl boyunca merkez bankaları mali yangının sönmesini engellemek için ellerinden geldiğince odun attılar. Şimdi tam tersini arıyorlar: Yüksek enflasyon onları yangın söndürücüyü çıkarmaya zorladı. Avrupa Merkez Bankası Başkanı Christine Lagarde’a göre “banka, enflasyonun yüzde 2’lik hedefe zamanında geri dönmesini sağlamak için önemli artışlar yapmaya devam edecek ve bunları olabildiğince kısıtlayıcı seviyelerde tutacak”.

Ve yine de ekonomi dayanıyor. Brüksel, ülkeleri enerji kesintileri ve hatta karne olasılığı ile sert bir kış konusunda uyarmıştı. Fakat doğalgaz fiyatları düştü ve böyle bir şey olmadı. García Montalvo, “Ekonominin yapısal parametreleri birkaç yıl öncesine göre farklı bir yönde ilerliyor” diyor. Özel sektörün bilançoları önceki çalkantılara kıyasla çok daha sağlıklı. Ubide, “Bankalar 2010’dan bu yana yeniden sermayelendiriliyor, ailelerin tasarrufları var ve şirketler daha az borçlu. Başlangıç pozisyonu ve uygulanan politikalar da daha iyiydi” diye ekliyor.

Euro Bölgesi, ekonominin son çeyrekte durgunlaşmasının ve istihdamın yüzde 0,3 artmasının ardından 2022 yılını yüzde 3,5’lik bir artışla kapattı. Faiz artırımlarına daha erken başlayan ABD, yılın son döneminde yüzde 0,7’lik bir artışla yılın tamamında yüzde 2,1 büyüdü. Ekonominin gücü, merkez bankalarının yeni bir sıkılaştırma turu konusunda uyarıda bulunmasına yol açtı. ABD Merkez Bankası Başkanı Jerome Powell yeniden gaza basma tehdidinde bulundu. Avrupa’da Merkez Bankası’nın daha Ortodoks kanadı faiz oranlarını yüzde 5’e çıkarmakla tehdit etti bile.

Georgetown’da görev yapan eski IMF yöneticisi Alejandro Werner, para politikasının koruyucularının reaksiyon göstermekte yavaş kaldığını ve bunun da artık çok ileri gitmek zorunda kalma riskini artırdığını kabul ederek bir soru yöneltiyor: “Enflasyonist bir sorunu olan ama eski faaliyet seviyelerini geri kazanmış bir ülkede mi yoksa bunun tam tersinin yaşandığı bir ülkede mi yaşamayı tercih ederiz? Benim için bunun birincisi olduğu çok açık”. New York Şehir Üniversitesi’nden Arroyo’ya göre mesele şu: “Enflasyonu kontrol etmek kolay değil: Enflasyonist atalet bir gün içinde kesilemez”. Arroyo’nun tahminine göre eğer faizler bu hızda artırılmasaydı “enflasyon yüzde 15’e ulaşacak ve hızlanacaktı”.

Asıl mesele, bu faiz artışlarının sık sık dile getirilen resesyona yol açma riski olup olmadığı. Berkeley’den Barry Eichengreen, “Böyle bir risk var ama ekonomik temellerin gücü göz önüne alındığında böyle bir risk varsa bile bunun kısa ve hafif olacağına inanmaya devam ediyorum. Enflasyonun yerleşmesine izin vermek çok daha kötü olur: Bu durumda faizlerin daha da uzun süre yüksek kalması gerekir ki bu da ekonomiye daha fazla zarar verir” diyor.

Kısa devre yapan tedarik zincirlerinden deglobalizasyona, “küresel tıkanıklığa” mı? Bu gazetenin 24 Ekim tarihli birinci sayfası kolektif bir ruh halini yansıtıyordu. Pandemi geride kalmıştı ama tüketicilerin evlerinden binlerce kilometre uzakta üretilen ürünlere erişimini sağlayan küresel tedarik zincirlerinde eşi benzeri görülmemiş bir bozulma şeklinde yeni bir sorun başlığı olarak ortaya çıkıyordu. Bu çark tıkanmıştı: Çipler yetersizdi, Rotterdam’dan gelen bir konteynerin navlunu bir yıl içinde beş kat artmıştı. Yeni bir otomobil ya da çamaşır makinesi almak imkânsız bir hayal haline gelmişti.

Savaş, bu küresel zincirlerin bitişini tamamlayacak ve iş anlayışını değiştirecekti: Dünyanın en ucuz köşesinde üretim yapmaktan en güvenilir köşesinde üretim yapmaya. Son yıllarda dünyanın ekonomik yapısını en çok değiştiren süreç olan küreselleşmenin kendisi tartışılıyor. Werner, “Birdenbire, Şanghay’dan Long Beach’e bir gemi getirmenin Chihuahua’dan San Antonio’ya trenle gitmekten daha belirsiz olduğunu fark ettik. Daha önce ilk rotanın risklerini dikkate almazdık; şimdi alıyoruz ve bu büyük bir değişiklik” diyor. Dolayısıyla Çin’in rolünün de etkilendiği bölgeselleşmiş bir küreselleşmeye doğru ilerliyoruz. Natixis’in Asya-Pasifik baş ekonomisti Alicia Garcia-Herrero, “Herkesin tercih ettiği bir ülkeyken neredeyse bir parya haline geldi. İmajı açıkça bir gerileme yaşadı” ifadelerini kullanıyor.

LSE’den Roses, “İki savaş arası dönemden farklı bir derecede olsa da şimdi de korumacılığa bir dönüş var. Ülkeler arasında siyasi bir mutabakat olmadan küreselleşme de olmaz: O dönemde yaşananlar tekrarlanırsa küreselleşme çöker” yorumunu yapıyor. Roses, o dönemden çıkarılacak en büyük dersin, uluslararası işbirliği olmadan kayıp bir çağla karşı karşıya kalabileceğimiz olduğunu söylüyor. Eichengreen ise daha iyimser: “Küreselleşmenin çöküşünü ispatlayan çok az delil var. Aksin dünya ekonomisinin daha kısa ve daha çeşitlendirilmiş tedarik zincirleriyle yeniden düzenlendiğini görüyoruz. Fakat bu onların ortadan kalktığı anlamına gelmiyor”.

CEPR Başkan Yardımcısı Ugo Panizza, “Geçici gerilimler ve aksaklıklar olacak ve hatta yeni bölgesel ticaret birlikleri görebiliriz” diyor. Cambridge’den Diane Coyle ise “Ancak dünya ekonomisi son derece entegre olmaya devam ediyor. Küreselleşmenin tersine dönmesi halinde ekonomik etki önemli olacak; bu gerçekleşemeyeceği anlamına gelmiyor ama bizi bir çatışma senaryosuna ve potansiyel olarak felaket sonuçlara sokar” uyarısında bulunuyor.

Kamu sektörünün ağırlığı. 2010 yılında uluslararası kurumlar, krizin Avrupa ekonomilerini yıllarca ağırlaştıran aşırı dozdaki kemer sıkma politikalarıyla tedavi edilebileceğinde karar kılmıştı. Pandemi ve enerji krizinin ardından işletmelere ve yurttaşlara art arda gelen iki darbeye halkın tepkisi ise baştan aşağı farklı oldu. Bruegel araştırmacısı Gregory Claeys, “Mali krizden sonra doğru politikalar uygulanmadı. Daha sonra Mario Draghi’nin ne gerekiyorsa yapmasıyla rota düzeltildi. Fakat bu kez maliye ve para politikaları hedefe yönelikti” diyor.

Bağımsız Mali Kurumlar ağına göre geçtiğimiz mayıs ayında enerji krizinin ortasında AB, ülke hazinelerinin şoku durdurmak için 1,3 trilyon euro — GSYİH’nin yüzde 9’u — doğrudan yardım ayırmasından sonra geri çekilmeye hazırlanıyordu. Sadece o zamana kadar başkentler tarafından vergi ve devlet teşviği kurallarının geçici olarak askıya alınmasından istifade edilerek 1000’den fazla tedbir uygulamaya konmuştu.

Bu politikaya ECB’nin 1,7 trilyon euroluk kurtarma paketi eşlik etti ve bu da bol miktarda likidite sağladı. ABD de Joe Biden’ın teşvik planları ve Merkez Bankası’nın devasa borç alımlarıyla aynı yolu izledi. Eichengreen, “En kötü senaryoyu yaşamamamızın başlıca nedeni para ve maliye otoriteleri tarafından atılan etkili ve uyumlu adım” diyerek övgüde bulunuyor: “Beş yıl sonra geriye dönüp baktığımızda para ve maliye politikasını anlama şeklimizin tamamen değiştiğini görebiliriz. Çerçeveler değişti”.

Enerji krizi patlak verdiğinde hükümetler ve merkez bankaları ortak hareket etmeyi bıraktı. Japonya hariç enflasyon, para otoritelerinin geri çekilmeye başlamasına neden oldu. Washington bir yıl önce bilançosunu küçültmeye başlarken Frankfurt da aynısını yapmaya başladı. Mali cephede ise teşvikler devam ediyor. Bruegel’e göre 27 AB üyesi ülke, yurttaşları ve şirketleri korumaya yönelik tedbirler için 681 milyar ayırdı. Bunun 268 milyarı tek bir ülkeye tahsis edildi: O da kartları dağıtan Almanya. Bu harcama, enflasyonla mücadelelerini engellediğini düşünen merkez bankacıları arasında bir dizi kuşkuya yol açtı. IMF’ten Brüksel’e kadar çeşitli kuruluşlar artık daha sıkı bir şekilde çalışıp ayarlamalar yapılmasını talep etmeye başladılar. Fakat on yıl öncesine kıyasla çok çok daha çekingen bir şekilde.

Enerji dönüşümünde hızlanma mı yoksa yavaşlama mı? Uzun süredir kaynamakta olan hammadde krizi, Kremlin’in ilk top mermisinin Ukrayna topraklarına düştüğü anda patlak verdi: Rusya dünyanın en büyük enerji ihracatçısı. Aynı zamanda, ekolojik dönüşümde bir tür körük etkisi yaşandı; kısa vadede fosil yakıtların — özellikle de en kirletici olan kömürün — daha fazla yakılması, fakat aynı zamanda yenilenebilir devrimde benzeri görülmemiş bir hızlanma.

Karbondioksit emisyonları geçen yıl, dünyanın çeşitli bölgelerindeki elektrik üretiminde büyük ölçüde doğalgazdan kömüre geçilmesi nedeniyle yüzde 1 oranında arttı. Başlangıçta öngörülenden daha düşük olsa da Uluslararası Enerji Ajansı’na göre “sürdürülemez” olan bu artış, iklim değişikliğiyle mücadelede kötü bir haber. Fakat gelecekte bu gidişat tersine dönecek: Avrupa’nın enerji bağımsızlığı arzusu, 27 AB üyesi ülkenin rüzgâr ve güneş enerjisine olan bağlılığını artırdı. Ve hem ABD’nin Enflasyon Düşürme Yasası hem de AB’nin RepowerEU’su her iki teknolojiye yatırım için teşvikler ekleyecek.

Bank of America’da emtia ve türev ürünler başkanı olan Francisco Blanch, “Enerji dönüşümü şüphesiz hızlanacak; silah zoruyla ama hızlanacak” diyor. Bunun iki sebebi var: “Yüksek fiyatlar tasarruf çabasına yol açtığı için petrolü alıp götürdü ve yenilenebilir enerji kaynaklarında çok fazla ilerleme kaydedildi”.

Geleneksel sektörler ve teknoloji sektörleri arasındaki salınımlar. Son iki gerileme dönemine borsalarda muazzam bir dalgalanma eşlik etti ve her iki şokun da kazananları ile kaybedenleri arasında hızlı değişimler yaşandı. 2020’de teknoloji devleri uzaktan çalışmanın etkisiyle galip gelirken kripto para balonu şişti. Google’ın Avrupa Başkanı Matt Brittin, o dönemde El Pais’e verdiği demeçte, “Beş ay içinde beş yıllık bir teknolojik değişim yaşadık” demişti. Bu değişim kalıcı olmadı. Sadece iki yıl sonra, teknoloji şirketleri fazla iyimser olduklarını kabul etmek zorunda kaldılar ve toplu işten çıkarmalar başlattılar.

Eski ABD Hazine Bakanı Larry Summers, bu hafta katıldığı bir konferansta “Bu politika yatırımları teşvik etti mi bilmiyorum ama zombi şirketlerin varlığını sürdürmeye devam etmesi ve balonlar oluşması riskini arttırdı,” dedi. Bunların yerine, krizden bir tür talih kuşu kârıyla istifade eden iki geleneksel sektör ortaya çıktı: Para değerindeki düşüşten istifade eden enerji ve bankacılık.

Çözülmemiş iki bulmaca: Vergi gelirleri ve iş gücü piyasası. Pandemi öncesi küresel ekonomik havayı yeniden yakalayan Batı’da vergi tahsilatı daha önce görülmemiş seviyelere yükseldi. Bu kısmen yeraltı faaliyetlerinin ortaya çıkmasından —şirketlere ve işçilere şartlı yardım; daha düşük nakit ödemeleri— kısmen de enflasyondaki artıştan kaynaklanıyor. Fakat bulmacayı tüm boyutlarıyla anlamak için hala eksik olan unsurlar var: Bu krizin iki kara kutusundan biri olan bu konuya yalnızca zaman ışık tutabilir.

İkincisi ise işsizlik. Özellikle de ABD’de kendine özgü bir şekilde iş gücü piyasasının istediği gibi hareket etmesine imkan veren ve yurttaşlarını korumak için ERTE’yi [İspanya’nın geçici izin programı] değil maaş çeklerini tercih eden bir ülkede. 2020’nin nisan ayının o vahim günlerinde ekonomi yüzde 50 oranda çalışırken ve dünya evinde hiç gelmeyecekmiş gibi görünen bir yeniden açılmayı beklerken neredeyse her yedi Amerikalıdan biri — yüzde 14,7 — işsizdi ve bu, verilerin mevcut olduğu tarihten bu yana en yüksek orandı. Bugün ise her 30 Amerikalıdan yalnızca biri işsiz —yüzde 3,6— ve bu, 1969’un mayıs ayından bu yana en düşük seviye.

İstihdam yalnızca pandeminin en kötü dönemlerinde beklenenden daha iyi bir şekilde ayakta kalmakla kalmadı, aynı zamanda toparlanması da herkesin tahmin edebileceğinden çok daha hızlı oldu. Atalet — Atlantik’in her iki yakasında da iş gücü piyasaları Büyük Resesyon’a minimum boşluk oranlarıyla girdi — bu toparlanmanın bir kısmını açıklıyor. ABD’de Trump’ın göçmenler aleyhindeki politikaları da ek bir açıklama sunuyor. Ancak daha aydınlatılması gereken çok şey var.

“Hala üzerinde çalışıyoruz,” itirafında bulunan BBVA’dan Domenech, “Bize üç yıl önce arada Avrupa’da bir savaş olsa bile, bugün bulunduğumuz yerde olacağımızı söyleselerdi inanmazdık. Fakat dikkatli olun, zira bu çoklu kriz henüz tamamen sona ermiş değil” uyarısını yapıyor. Arcano’dan Torralba ise “Şu anki risk, piyasalarla oynadıkları ayna oyununda merkez bankalarının çok ileri gitmeleri” diye ekliyor.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English