DÜNYA BASINI
Rusya Güvenlik Konseyi Başkanı Patruşev ile ABD ve AB’nin geleceği üzerine
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Rusya Güvenlik Konseyi Başkanı Nikolay Patruşev, Kremlin’in dış politika rotasını izlemek açısından kilit figürlerden biri. Patruşev, Rossiyskaya Gazeta’ya verdiği mülakatta ABD’nin öncülüğünde düzenlenen “demokrasi zirvesi”, Avrupa Birliği’nin akıbeti, Ukrayna’daki askeri harekatın durumu ve Moskova’yı hedef alan ambargo politikasını değerlendiriyor.
Nikolay Patruşev ile yarın başlayacak olan ABD bayraklı “demokrasi zirvesi” üzerine
İvan Yegorov — Rossiyskaya Gazeta
27 Mart 2023
ABD tarafından düzenlenen ikinci “demokrasi zirvesi” evvelinde Rossiyskaya Gazeta muhabiri Rusya Güvenlik Konseyi Başkanı Nikolay Patruşev ile görüştü.
Nikolay Platonoviç, salı günü ABD ikinci “demokrasi zirvesini” düzenleyecek ve Dışişleri Bakanlığı’nın söylediğine göre bu zirvenin sonunda Washington, dünyanın sözüm ona demokratik restorasyonunu hızlandıracak. Amerikan vasallarının bu buluşması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Mevcut Beyaz Saray aygıtı tarafından organize edilen “demokrasi zirvesi”, tam anlamıyla fiilen başlamış olan ABD başkanlık yarışının bir parçası olarak düzenleniyor. Washington’un sonsuza dek merkezi bir rol oynamak istediği bir dünya düzeni lehine bir başka buluşma daha olacak. Muhaliflerin ise “demokratik olmayan devletler” olarak yaftalanması bekleniyor.
ABD, bir kez daha kendisini uluslararası hukukun savunucusu ilan ederken dünyanın kendi koydukları kurallara göre yaşaması gerektiğini söyleyecek. Jeopolitik düşmanlara savaş suçları ve yolsuzlukla ilgili kasıtlı olarak uydurma suçlamalar dile getirmeleri için kürsü verilecek, ancak her zamanki gibi Beyaz Saray’ın onayıyla işlenen gerçek soykırım ve mali dolandırıcılık eylemlerini görmezden gelecekler. Açları doyurma ve haksız yere hüküm giyenleri hapisten kurtarma çabalarına dair sözler verilecek. Fakat müebbet hapis cezasına çarptırılanlar da dahil olmak üzere dünyadaki cezaevi nüfusunun yaklaşık beşte birinin Amerikan cezaevlerinde olduğu gerçeğinden hiç bahsedilmeyecek. Özel bir şevkle cinsel azınlıkların haklarını savunacaklar ve dünyaya, yandaş ülkelerindeki enerji krizini daha da kötüleştirecek “yeşil ajandayı” dayatacaklar.
Kendisini dünyanın en önde gelen diktatörü ilan eden ABD, ikiyüzlü bir şekilde seçme özgürlüğünden bahsederek esasında kendi egemenliğinin ve demokrasisinin ayaklar altına alındığı ülkelerle alay etmiş olacak.
Elbette ABD’nin tüm insanlık için örnek bir demokrasi olduğunu yineleyecekler ve doğal olarak seyircilerden eleştiri duymak istemeyecekler mi?
Elbette öyle. Nihayetinde günümüz ABD’sindeki siyasi rejimin temel görevi, içinde bulundukları sistemsel krizde kendi halkını yanıltmak.
Demokrasi, sıradan Amerikalıların haklarının göz ardı edildiğini gizlemek adına tasarlanmış iyi görünümlü bir hükümet cephesinden ibaret. ABD’deki hukuki ve sosyo-politik sistemi dikkatle inceleyen hiç kimse, bu ülkede ifade ve düşünce özgürlüğü konusunda herhangi bir yanılsamaya kapılmaz. ABD’nin eski başkanının bile sosyal medyada ve basında kamuoyunu ilgilendiren konularda konuşması engellenirken ve medya en büyük şirketlerin ve seçkin grupların sözcülüğünü yaparken hangi fikir özgürlüğünden söz edilebilir?
ABD’li yetkililer, güya rekabeti korumaya önem vererek ekonomiyi Beyaz Saray ve Kongre binasına kadar uzanan rüşvetçi ve lobici bağlantılara bağımlı hale getirdi.
Siyasi süreç, kendi adamlarını kilit makamlara yerleştiren şirketlerin çatışmasına dönüştü. Bu şirketler aynı zamanda dış politikayı şekillendiriyor, uluslararası hakimiyetlerini sürdürmeye çalışıyor ve şeffaflığını kendilerinin kontrol ettiği varsayılan çeşitli sözleşmelerden elde ettikleri milyar dolarlık kârlar için dünyanın dört bir yanında gerilim noktaları yaratıyorlar.
Demokratik sloganları uygun veya uygunsuz ilan eden Washington, uzun zamandır ülkelerin egemenliğini ihlal etmenin, savaşlar ve çatışmalar çıkarmanın ve diğer ülkelerin vatandaşlarını acımasızca ve yasa dışı bir şekilde avlamanın savunucusu oldu.
Eğer ABD hakikaten demokrasiye doğru ilerlemeye ve kendisine bağlı müttefiklerini aşağılamaya son verme kararı alırsa bunu memnuniyetle karşılarız.
Zirvede Kiev’in “iyi” NATO’nun desteğiyle Rusya’nın temsil ettiği “evrensel kötülüğe” nasıl karşı koyduğuna dair büyük konuşmalar duyacak mıyız?
Eminim ana konulardan biri bu olacak. Aslında NATO ülkeleri ihtilafın tarafı. Ukrayna’yı devasa bir askeri kampa dönüştürdüler. Ukrayna birliklerine silah ve mühimmat gönderiyorlar, Starlink ve kayda değer sayıda insansız hava aracı da dahil istihbarat sağlıyorlar. NATO eğitmenleri ve danışmanları Ukrayna ordusunu eğitiyor ve paralı askerler, neo-Nazi taburların birer parçası olarak savaşıyor. Bu askeri ihtilafı mümkün olduğunca uzatmaya çalışırken asıl hedeflerini de gizlemiyorlar: Rusya’nın savaş alanında mağlubiyete uğratılması ve daha da parçalanması.
Amerikan seçkinleri hiçbir zaman güçlü ve bağımsız bir Rusya ile uzlaşmak istemediği için mi Washington’un bu çizgisi değişmiyor?
Bu doğru. En azından 1945’ten bu yana küresel ölçekte gerilimin tırmanmasının kaynağı, ABD’li yetkililerin dünyadaki hâkim rollerini sürdürme yönündeki dizginlenemez arzuları oldu. Şu anda gördükleri üzere iki büyük güç olan Rusya ve Çin, bunu yapmalarına engel oluyor. Rusya Federasyonu, sadece çok kutuplu bir dünyayı güçlendirmeye yönelik bağımsız bir politika izlemekle kalmıyor, aynı zamanda manevi ve askeri, pek çok açıdan Amerika’dan üstün. Çin ise Amerika’nın başlıca ekonomik rakibi. Washington, Rusya’yı “bastırma” teşebbüslerinin ardından Çin’i karşısına alacak.
SSCB’yi yok etmeye yönelik özel tedbirlerin 75 yıl evvel ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin meşhur “Rusya’ya Yönelik Hedefler” direktifiyle tasdik edildiğini hatırlatmak isterim. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte Batı, büyük bir sevinç yaşadı. Fakat bu durum uzun sürmedi, zira Rusya hataları üzerinde çalıştı. Bugün ülkemiz yalnızca iç istikrarı değil, aynı zamanda halkının dış tehditlere karşı güvenliğini de sağlayabiliyor.
Mart ayının başında ABD’ye ait bir stratejik bombardıman uçağı, Baltık Denizi’ndeki Gotland adası üzerinde 200 kilometre mesafeden St. Petersburg’a yönelik bir nükleer saldırı tatbikatı gerçekleştirerek kasıtlı olarak gerilimin tırmanmasına neden oldu. Artık hiç korkmuyorlar mı?
Kendi propagandaların hapsolmuş ABD’li politikacılar nedense Rusya ile doğrudan bir çatışma durumunda ABD’nin önleyici bir füze saldırısı yapabileceğine ve bunun ardından Rusya’nın karşılık veremeyeceğine inanmaya devam ediyor. Bu dar görüşlü bir aptallık hali ve çok tehlikeli.
Batı’daki bazıları, tarihten aldıkları dersleri unutarak Rusya’ya karşı askeri zaferle sonuçlanacak bir rövanştan söz etmeye başladılar bile. Buna dair tek bir şey söyleyebiliriz. Rusya sabırlıdır ve askeri avantajıyla kimseye gözdağı vermez. Ancak varlığına yönelik bir tehdit durumunda ABD de dahil tüm rakiplerini yok edebilecek modern ve benzersiz silahlara sahiptir.
Fakat Batı, sadece askeri mağlubiyete değil, aynı zamanda Rusya’nın ekonomik olarak tükeneceğine de inanmış durumda…
Elbette. Pek çok Batılı şirket Washington’un baskısı altında Rusya pazarını terk etti. Ama ekonomimizin çökeceğini ve protestoların artacağını düşünerek ciddi bir yanılgıya düştüler.
Son on yılda Batı, sadece kendisinin zenginleşeceği, dünyanın geri kalanının ise sosyo-ekonomik kalkınmanın periferisinde kalacağı bir teknolojik düzen yaratma fikrini uygulamaya koydu. İşte bu nedenle liderleri, Rusya’nın yaptırımlara verdiği ölçülü tepkiye öfkeleniyor. Ülkemiz iktisadi bağımsızlığı, bağımsızlığı ve bilimsel düşüncesiyle ABD ve Avrupa’nın yöneticilerini rahatsız ediyor. Batılı ülkeler tamamen ulusötesi şirketlere ve küresel ekonomik zincirlere bağımlı. Örneğin Britanya ya da Fransa’ya ülkemizler aynı seviyede yaptırımlar uygulanmış olsaydı bu ülkeler kaosa sürüklenirdi.
Ancak Rusya ekonomisini dünyaya kapatmayacak. Bizimle işbirliği yapmak da dahil, kendi refahlarıyla ilgilenen egemen ülkelerin ekonomilerine açık ve entegre kalacak.
Açıkçası, Rus ekonomisinin altını oymak ve Rus ordusunu zayıflatmak, Batı’nın yüzyıllardır denediği aynı stratejinin iki ayrı yüzü değil mi?
Elbette. Safça ekonomik saldırganlık yöntemlerinin daha yumuşak ve insancıl olduğunu düşünmemek gerek. Örneğin Avrupa ülkeleri ve Japonya, hayat kurtarıcı ilaçlar da dahil Rusya’ya ilaç tedarikini kesti. Bu açıdan Batılı eczacılar, seleflerinin “geleneklerini” uygun bir şekilde sürdürüyor. Aynı şirketlerin çoğunun bir zamanlar Nazi Almanyası adına zehirli gazlar ve sinir ajanlarının geliştirilmesine görev aldıkları iyi biliniyor. Başka bir deyişle sözüm ona “gereksiz” halkların soykırıma uğratılması ideolojisine tam destek verdiler.
Aynı Anglo-Saksonların 1930’larda Nazileri Sovyetler Birliği’ne karşı kışkırtmak umuduyla nasıl beslediklerini hatırlayalım. İkinci Dünya Savaşı’ndan mali ve jeopolitik kazançlar elde eden Washington ve Londra, bugün yeniden Nazizm ve faşizme sarılıyor. Ukrayna’yı kullanarak Avrupa genelinde, hatta küresel çapta bir çatışmayı körüklemekte sakınca görmüyorlar ve bundan paçayı kurtarabileceklerini sanıyorlar.
Görünen o ki kolektif Batı’nın geçmişten ders almaya hiç niyeti yok.
Batı “enternasyonali” ülkemize birden fazla kez karşı geldi. Bunu Polonyalıların ve İsveçlilerin bayrakları altında, Napolyon kartallarıyla, İngiliz bayrağı altında ya da Hitler’in gamalı haçı altında yaptı. Sonuç aynı: Rusya’yı ezmeye yönelik tüm teşebbüsler boşa çıktı. Ders almak istemeyen Batılılar, şanslarını tekrar tekrar zorluyorlar.
Washington, Asya’da İkinci Dünya Savaşı ve kurtuluş hareketlerinden kaynaklanan istikrar konusunda da hoşnut değil. ABD’nin Hint-Pasifik stratejisi bir Asya NATO’su yaratma teşebbüsü. Yeni ittifak, Çin ve Rusya’ya karşı ve aynı zamanda artık bağımsız olan ülkeleri pasifize etmeye yönelik bir başka saldırgan ittifak olacak.
Avustralya donanmasının yeni AUKUS ittifakı kapsamında nükleer güçle çalışan denizaltılar da dahil yeniden silahlandırılması, Tayvan ve Güney Kore’ye askeri destek verilmesi, Avrasya’nın doğu kanadında ABD ve NATO hakimiyetini tesis etmek gibi uzun vadeli bir hedefe sahip.
Washington, Japonya’yı silahlandırmanın yanı sıra 1945’te ortadan kalkmış gibi görünen militarist Japon ruhunu yeniden canlandırmaya çalışıyor. Görünüşe göre ada ülkesinin sakinleri bir daha başkalarının çıkarları adına ölen kamikaze savaşçılara dönüştürülüyor. Batılılar, 20. yüzyılın başlarında saldırganlıklarını Sovyetler Birliği ve Çin’e karşı nasıl kullandıklarını ve nihayetinde Japonların silahlarını Amerikalılara, İngilizlere ve müttefiklerine karşı nasıl kullandıklarını hatırlamak istemiyor ve bu konuda kasıtlı olarak sessiz kalıyorlar.
Bugün Amerikalı ve Avrupalı politikacılar, mazinin rahatsız edici gerçeklerini “unutmakla” kalmıyor, sağduyuyu bile hiçe sayarak tarihi bilinçli bir şekilde yeniden yazıyorlar. Bu, Nazizmi rehabilite etmeye yönelik ikiyüzlü kampanyada görülebilir. Avrupa’nın Nazilerden sadece Ukraynalılar tarafından kurtarıldığını bile uydurdular. Holodomor efsanesini bir soykırım eylemi olarak tanıtıyorlar.
Tarihi bilenler ve onu tahrif etmeye çalışmayanlar, 1920’lerde ve 1930’larda Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nde gıdaya erişim durumunun Ukrayna’dakinden daha kötü olduğunu bilir. Bu belgelenmiştir ve pek çok kanıt vardır. Sovyetler Birliği Kahramanı Grigoriy İvanoviç Boyarinov’un biyografisi buna bir örnek. Geçen yılın sonunda yüzüncü yıldönümü kutlandı. Büyük Anayurt Savaşı’na ve pek çok özel harekata katılan tanınmış bir istihbarat casusu olan Boyarinov, Afganistan’da Amin’in sarayına yapılan baskında öldürüldü. Doğru, 1922 yılında Smolensk oblastında, babası kolektif çiftliklerden birinin şefiydi. Fakat 1930’larda ailesi Ukrayna’ya taşındı, zira orada beslenmek ve hayatta kalmak daha kolaydı.
Bu arada Amerikalılar, Holodomor’un sloganlarını küresel ölçekte benimseyerek ülkemizi küresel bir gıda krizine yol açmakla suçluyorlar. Demokrasi Zirvesi sırasında bu konunun tekrar tartışılacağından hiç şüphem yok. Aynı zamanda Batılılar, Rus tahıl ve gübresinin yurt dışına çıkışını bizzat kendileri engellerken Ukrayna’nın zula mallarını, tıpkı ataları olan sömürgecilerin yaptığı gibi, en yoksul ülkelere üç misli fiyatla ve gümrük vergili olarak satıyorlar.
Bazen Batı’nın eylemleriyle kendi kuyusunu kazdığı görülüyor. AB’de olup bitenleri izlerken, burayı çok muğlak bir geleceğin beklediğine dair güçlü bir hissiyat var.
Avrupa Birliği’nin çöküşü çok uzak değil. Elbette Avrupalılar, sadece kendini haklı çıkaramayan değil, aynı zamanda Eski Dünya’yı ülkemizle açık bir çatışmaya iten bu uluslar üstü üst yapıya tolerans göstermeyecektir. ABD, Rusya ile sadece son Ukraynalıya kadar değil, son Avrupalıya kadar da savaşmaya hazır. Henüz “Soğuk Savaş” döneminde Pentagon, SSCB’den gelecek en ufak bir tehdit karşısında Avrupa’yı radyoaktif bir çöle çevirmeye hazırdı. Amerikalı stratejistlerin kafasında bir şeylerin değişmiş olması pek olası değil.
Ve bu, ABD ve Avrupa’nın sözde ana müttefikler olduğu gerçeğiyle nasıl örtüşüyor?
Buradaki paradoks, Washington’un ekonomik rakibini ortadan kaldırmak ve Avrupa’nın Rusya ile işbirliği yaparak gelişmesini engellemek için Avrupa Birliği’nin çökmesinde doğrudan çıkarı olması. Amerikalılar, Eski Dünya’yı güçlü bir ekonomik aktör statüsünden mahrum bırakmak için halihazırda büyük çaba sarf ettiler. Washington’un Rusya karşıtı yaptırımlar hikayesini desteklemesinin nedeni büyük ölçüde bu. AB’nin Rusya’da gelen ucuz enerji kaynakları ve ileri Avrupa teknolojisinin birleşimine dayanan ekonomi modeli, gözlerimizin önünde radikal bir değişim geçiriyor.
Avrupa, Pekin’e olan hammadde ve teknoloji bağımlılığını azaltmak için Washington ile ortak planların uygulanmasından da aynı derece etkilenecek. Buna ek olarak AB, bir göçmen çıkmazının içinde. Göçmenlerin çoğu sadece Avrupa ailesine entegre olmak istememekle kalmıyor, aynı zamanda kendi halifeliklerini kurarak yerel yetkilileri ve halkı kendi kanunlarıyla yaşamaya zorluyor. Onlarla birlikte suç gruplarının temsilcileri ve militanlar da Avrupa’ya geliyor. Son yıllarda Londra, Brüksel ve Paris’te meydana gelen yüksek profilli terör saldırılarının failleri, Avrupa’da halihazırda var olan etnik yerleşim bölgelerinden gelen AB vatandaşları. El Kaide, IŞİD ve diğer terör örgütlerinin zamanında ABD tarafından yaratıldığı ve Suriye ve Irak’taki teröristlerin CIA eğitmenleri tarafından eğitildiği hatırlanacak olursa Avrupa’daki terör eylemlerinin hazırlanmasının arkasında da aynı kişilerin olduğu göz ardı edilemez. Amaçları, ABD’nin akıbetini umursamadığı kıtadaki durumu istikrarsızlaştırmak.
ABD, Avrupa’ya kıtadaki öncü rolün tarihsel olarak Rusya’ya ait olduğu gerçeğini göz ardı ederek hükmediyor. 19. yüzyılda Rus İmparatorluğu, 20. yüzyılda Sovyetler Birliği. Ve 21. yüzyılda da öyle olacak.
ABD kendi gücüne kefil mi? Kendileri dışında herkesin çöküş tehlikesi altında olduğunu mu düşünüyorlar? Bana öyle geliyor ki ABD de parçalanma riskiyle karşı karşıya kalabilir.
ABD, toprakları ve kaynakları ele geçirmek, halkları sömürmek ve diğer ulusların askeri talihsizliklerinden kâr elde etmek üzere kinik eylemlere dayalı iktisadi başarılarla büyük bir güç statüsü elde etti. Aynı zamanda dikiş yerlerinden kolayca ayrılabilen yamalı bir yorgan olarak kaldı. Diyelim ki başlangıçta olduğu gibi Kuzey ve Güney olarak ikiye bölündü. Ve hiç kimse Güney’in, Amerikalıların 1848’de topraklarını ele geçirdiği Meksika’ya doğru kayacağını göz ardı edemez. Bu da iki milyon kilometrekareden fazla bir alan demek. Bu arada Latin Amerikalı liderler, ABD’nin yıkıcı rolüne ilişkin farkındalığın yaygınlaştığı hakikatini gizlemiyorlar. Guantanamo Körfezi üssünün kurulması Küba’nın egemenliğinin doğrudan gasp edilmesi olarak değerlendiriliyor. Ve bu, Latin Amerika’nın bağımsızlığına yönelik sistematik tecavüzün pek çok örneğinden sadece bir tanesi. ABD’nin güney komşularının er ya da geç kendilerinden çalınan toprakları geri alacaklarına kuşku yok.
Buna ek olarak ABD’de pek çok iç çelişki mevcut. Amerikan seçkinleri kendi içinde bile birlik halinde değil.
Bu doğru. Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki husumet giderek artıyor. Amerika’nın refahını değil, sadece kendi sermayelerini düşünen çeşitli finansal yapılar ve çok uluslu şirketler arasında giderek artan bir husumet var. ABD’nin kendini “dokunulmaz” ilan eden seçkinleri, Amerikan halkıyla hiçbir şekilde bağ kurmadı.
BLM, “Black Lives Matter” gibi projeler ve genel anlamda transgender teorilerinin telkin edilmesi, zaten bir uyuşukluk halinde olan toplumun manevi olarak çökertilmesini amaçlıyor. Amerikalıların içinde beslenen bireycilik ve tüketicilik, ülkelerine acımasız bir şaka yapacak. Sıradan vatandaşlar, hükümetleri tarafından kendilerine ihtiyaç duyulmadığını bildiklerinden, Amerika’nın bütünlüğünü korumak adına parmaklarını bile kıpırdatmayacaklar. Ne yaptığının farkında olmayan ABD hükümeti kendini adım adım yok ediyor.
Amerika’nın sorunu, kendi acil sorunlarını unutarak çok fazla jeopolitik oyuna dahil olması. ABD, askeri biyolojik laboratuvarlarında sakıncalı ülkelerin halklarını yok etmek için yeni virüsler icat ederken bir zamanlar temiz olan Amerikan kentleri pislik ve çöp içinde boğuluyor.
Matbaa eliyle inşa edilen Amerikan mali piramidi defalarca başarısızlığa uğradı. Herhangi bir ekonomik sorunun kelimenin tam anlamıyla paraya boğulduğu kontrolsüz emisyon modeli sonsuza kadar çalışamaz. 31,5 trilyon dolardan fazla dış borcu olan ABD, giderek daha fazla temerrüde sürükleniyor. Gerçek mallarla desteklenmeyen dolara olan güvenin azalması ve şişirilmiş borsa spekülasyonu sistemi, ABD’yi şiddetli bir mali krize sürükleyecektir.
Kulağa ne kadar acıklı gelse de Ruslar sadece savaş istememekle kalmıyor, ABD’nin ya da başka bir ülkenin ölümünü de dilemiyorlar.
Kesinlikle katılıyorum. Yüzyıllardır süregelen kültürümüz maneviyat, şefkat ve merhamet üzerine kurulu. Rusya, yardım için kendisine başvuran tüm halkların egemenliğinin ve devletinin tarihsel savunucusudur. Bağımsızlık savaşı ve iç savaş sırasında ABD’yi en az iki kez kurtarmıştır. Ancak bu defa ABD’nin bütünlüğünü korumasına yardımcı olmanın münasip olmadığına inanıyorum.
İlginizi Çekebilir
-
Putin ve Lula da Silva, Brezilya’nın barış girişimini görüştü
-
ABD ve Hindistan, Hint Okyanusu konusunda ilk diyaloğu gerçekleştirecek
-
Rusya’da yıllık enflasyon geriledi
-
Rusya, Norveç’in sınır yakınında radyoaktif sezyum bulunduğu iddiasına yanıt verdi
-
Neredeyse tüm Türk bankaları Rusya ile iş yapmayı kesti
-
Finlandiya ve Estonya, Baltık Denizi’nde Rusya donanmasına karşı plan hazırlıyor
DÜNYA BASINI
The National: İsrail dijital dünyanın silahlandırılmasına öncülük ediyor
Yayınlanma
1 saat önce19/09/2024
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in Lübnan’da iletişim cihazları üzerinden geçekleştirdiği saldırıların tarihsel gelişimine ışık tutuyor. Makalenin yazarı, bu saldırıların Hizbullah’ın uzun vadede dijital misillemesini tetikleyebileceği görüşünde.
***
İbrahim Al-Marashi
Lübnan genelinde meydana gelen bir dizi çağrı cihazı patlaması ve ertesi gün telsizlere yönelik ikincil saldırılar çok sayıda Hizbullah mensubunun yanı sıra aralarında çocukların da bulunduğu çok sayıda sivilin ölümüne ve sakat kalmasına neden oldu. Saldırılarda aralarında İran’ın Beyrut Büyükelçisi’nin de bulunduğu binlerce kişi de yaralandı.
Genelde yabancı topraklardaki saldırıların sorumluluğunu üstlenmeyen İsrail bu saldırıları da üstlenmedi ancak Savunma Bakanı Yoav Gallant çarşamba günü yaptığı bir konuşmada Mossad’ın sabotajdaki rolüne dair güçlü işaretler verdi.
Gallant ayrıca neredeyse bir yıldır Gazze’de Hamas’la mücadele eden İsrail’in savaşta yeni bir aşamaya geçtiğini söyledi. “Ağırlık merkezi kuzeye doğru kayıyor, yani güçlerimizi, kaynaklarımızı ve enerjimizi giderek daha fazla kuzeye yönlendiriyoruz” diye ekledi.
Lübnan saldırıları İsrail’in uzak mesafeden vurma yeteneğini gösteriyor; bu da bir tür caydırıcılık sağlarken makul bir inkâr olasılığı yaratıyor ve Washington’un Başbakan Binyamin Netanyahu’ya Hizbullah’a saldırmaması yönünde baskı yaptığı bir dönemde ABD’nin tepkisinden kaçınma imkânı sunuyor. Bununla birlikte, Lübnanlı grubun da dijital dünyayı silahlandırma yeteneği var, bu da şiddet yanlısı devlet dışı aktörlerin düşmanlarına misilleme yapma ve dijital savaşı yapay zekâ alanına taşıma olasılığını artırıyor.
Son birkaç gündeki saldırılara yönelik belirsiz imalar bir yana, tarihsel örnekler, iletişimin silahlandırılmasının İsrail devletinin bir çalışma yöntemi olduğunu gösteriyor.
1972 yılında Münih Olimpiyatlarında 11 İsrailli sporcunun öldürülmesine misilleme olarak Mossad ajanları Filistinli yetkili Mahmud Hamşari’nin Paris’teki evinde telefonuna yerleştirdikleri bir patlayıcıyı infilak ettirmişlerdi. O telefon analog bir cihazdı, ancak dijital devrim İsrail için uzun mesafeli suikastları daha kolay hale getirdi. Başka bir telefon 1996 yılında silah haline getirildi; bu sefer İsrail’in iç güvenlik servisi Şin Bet, Hamas’ın bombacısı Yahya Ayyaş’ın Motorola Alpha cep telefonunu hedef aldı. Bir Filistinli işbirlikçisiyle çalışan Şin Bet, cihaza 50 gram patlayıcı yerleştirerek, Ayyaş telefonu kulağına götürdüğünde onu öldürmeyi başardı.
Son dönemde Lübnan’da yaşanan ölümler, postmodernizmin bir örneğidir; dijital kültürün, bilgiyi kolayca düzenleme olanağı sunan bir dönemin ürünü. Bilim ve teknoloji, mesafeleri neredeyse yok eden bir şekilde bilgiyi değiştirme ve kodlar üzerinden kolayca manipüle etme imkânı sağlıyor.
Countdown to Zero Day: Stuxnet and the Launch of the World’s First Digital Weapon kitabı, İsrail’in 2010 yılında Stuxnet olarak bilinen kötü amaçlı bir dijital kod ile İran’ın Natanz nükleer tesisinin bazı bölümlerini yok etme yeteneğine atıfta bulunuyor. Bir USB sürücüsüne gizlice yerleştirilen bu kod, nükleer santrifüjlerin kendilerini imha edecek kadar hızlanmasına neden oldu.
Buna karşılık, 1981’de İsrail F-15 ve F-16 uçakları, Irak’ın Osirak nükleer tesisini yok etmek için uzun mesafeler kat etmek, havada yakıt ikmali yapmak ve bombalar atmak zorundaydı; bazıları hedefi bile ıskaladı. İsrailli pilotlar vurulma veya kaza yapma riski taşıyordu ki bu, Bağdat dışındaki hedeflerine giderken telefon tellerine takılmaktan kıl payı kurtulduklarında bu risk neredeyse gerçekleşiyordu.
Stuxnet, İran’ın nükleer tesisini hedef alırken hiçbir İsrailli ajanı riske sokmadı. Bu kod, geleneksel bir bombanın aksine kolayca düzenlenebilir, bir USB sürücüsüne yüklenebilir, uzun mesafeler kat edebilir, hedefine ulaşabilir ve İsrail’in sorumluluğunu inkâr etmesine olanak sağlayabilirdi.
Binlerce haberleşme cihazına müdahale etmenin teknolojik zorluğuna rağmen, İsrail son iki gün içinde Lübnan’ın dört bir yanındaki, hatta komşu Suriye’deki hedefleri nispeten kolaylıkla vurabildi, zira bireyleri hedef almak için hiçbir ajanının orada bulunması gerekmiyordu. Bu, uzaktan kumandayla gerçekleştirilen bir suikasttı.
Caydırıcılık oluşturmak, bir düşmana zarar verebilme yeteneğini göstererek ve sinyaller vererek sağlanır. Can kaybı nispeten düşük olmasına rağmen, İsrail, Lübnan’ın egemenliğini ihlal etmek zorunda kalmadan, Hizbullah’a üyelerinin ülkelerinde hiçbir yerde güvende olmadığı mesajını verdi.
Ne yazık ki bu saldırıların bir başka etkisi daha oldu: sivillerin ontolojik güvenliğini bozdu. Bu, gündelik yaşamın düzeninden ve sürekliliğinden, hatta sıradanlığından kaynaklanan zihinsel durumu ifade eder. Elektrik kesintileri nedeniyle ülkede tıbbi çalışanlar bile çağrı cihazları kullanıyor ve her vatandaş cep telefonunun silah haline getirilip getirilmediğini merak ediyor.
Ancak caydırıcılık ölçülemez. İsrail, Hizbullah’ı caydırmak yerine, grubun misilleme yaparak itibarını koruma baskısı altında kalmasına yol açabilir. İsrail’in 1970’lerde bölgeye getirdiği ve temmuz ayında İsrail’i uzun mesafeli bir insansız hava aracıyla doğrudan vuran Husiler de dahil düşmanları arasında yaygınlaşmasına neden olan insansız hava aracı teknolojisinden ders alması gerekirdi.
Ortadoğu’da insansız hava araçlarını ilk kez 1973 yılında İsrail kullanmış ve bölgede bu konuda tekel olmuştu. Ancak Beyrut Amerikan Üniversitesi profesörü Rami Khouri’nin bir keresinde insansız hava araçları konusunda dünyanın en önde gelen uzmanı Peter W Singer’a söylediği gibi “İHA’lara verilecek yanıt kendi İHA’larınızı elde etmektir. Onlar sadece savaş araçlarıdır. Her araç bir karşı tepki doğurur.” Nitekim, 2024’e gelindiğinde Hizbullah, İHA’larının İsrail’in egemenliğini ihlal ettiğini ve Hayfa kentine ulaştığını gösteren videolar yayımladı.
Yapay zekâ destekli İHA’ların kullanılıp kullanılmadığı belirsiz olsa da İsrail’in Gazze’deki askeri harekâtı için Gospel adlı bir yapay zeka programını hedef belirlemek amacıyla kullandığı biliniyor.
Dijital alanın silah haline getirilmesiyle birlikte Hizbullah misilleme yapma ihtiyacı hissedecektir. Ancak bu misillemenin İsrail’in önleyebileceği kaba bir roket ya da füze saldırısı olması pek olası değil. Grup, kendi dijital zaferini kazanmak için uzun vadeli bir strateji izleyebilir ve belki de bu hedefe ulaşmak için yapay zekayı silahlandırma yoluna başvurabilir.
DÜNYA BASINI
Baldwin’in 45 yıl öncesinden seslenen mektubu: İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı
Yayınlanma
5 saat önce19/09/2024
Çevirmenin notu: 20. yüzyılda, ABD’deki siyah hakları için kafasıyla ve vücuduyla mücadele edenleri saymaya kalksak, James Baldwin bunlar arasında nadide bir yerde duracaktır. O medeni haklar hareketi, siyahların ötesinde, dünyadaki tüm ezilenlerle de kendilerini aynı yerde görmüş ve “canavarın ağzında”, ABD’de mücadele etmenin bilinciyle kendilerini aynı davanın bir parçası olarak hissetmişlerdi. Öyle ki, İkinci Dünya Savaşı bitiminde, ezilen bir siyah, ataları kölelik zulmünü, plantasyonları görmüş bir siyah, “bir zenci”, demişti, “kendini Yahudi ile özdeşleştirir.” Aynı Baldwin’in, 1961’de İsrail’e gidince, Arapların Yahudiler tarafından “kontrol edildiğini” ve “mülksüzleştirildiğini” görerek İsrail devletine karşı tutum almaya başlaması da bu nedenle şaşırtıcı değildir. Baldwin, İsrail devletinin şahsında, acılı Yahudi halkının kurtuluşunu değil, batılı sömürgecilerin koçbaşını görüyordu. Dolayısıyla ezilen siyahların kendini özdeşleştirdiği “kimlik”, tersine dönüyordu: Baldwin, Amerika’da Yahudiyi, beyaz adam olarak teşhis ediyor ve yeni siyasetini buna göre düzenliyordu. İsrail, Avrupa’nın “suçlu Hıristiyan vicdanı” ile Filistinlilere çektirdiği acının adıydı. Aşağıdaki mektup da, dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’ın, BM Büyükelçisi Andrew Young’ı Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) temsilcisiyle görüştüğü için kovmasına yönelik öfkesinin bir ürünüdür. Mektup, yayınlandığı andan itibaren büyük tartışma yaratmıştı. Malum antisemitizm suçlamalarına Baldwin’in ironiyle verdiği cevap ise, “siyahların antibeyaz oldukları için antisemitik de oldukları” yönündeydi. The Nation, tam 45 yıl sonra, Baldwin’in mektubunu yeniden yayınladı.
Yeniden Doğmuşlara Açık Mektup
James Baldwin
The Nation
29 Eylül 1979
Bu makale ilk olarak The Nation dergisinin 29 Eylül 1979 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Andrew Young’la tanışmadan önce Martin Luther King Jr. ile tanışmıştım. Andy ile tanışmamızın Martin sayesinde olduğunu biliyorum. Andy bana göre Martin’in “sağ kolu” idi, kendisini öyle tanımladığı için değil. O oradaydı, kesinlikle oradaydı. Neler olduğunu gördü. Bildiklerini bilme ve gördüklerini görme sorumluluğunu kendi üzerine aldı. Andy’nin kendisini tanımlamaya çalıştığını sadece bir kez duydum: o da benimle ilgili bir şeyi bir başkasına açıklamaya çalışırken. Böylece, bir akşam, Hıristiyan ibadetinin onun için ne anlama geldiğini öğrendim. Bunu biraz açıklayayım.
Metin Matta İncilinden, 25:40: En basit kardeşlerimden biri için yaptıklarınızı, benim için yapmış oldunuz.
Batı dünyasına iletmem gereken haberler olduğu için yorucu ve sıkıcı olmaktan uzak bir konumdayım – örneğin: siyah, köle ile eşanlamlı değildir. Size tavsiyem, bu çarpıcı, hantal ve istenmeyen mesaja karşı kendinizi savunmaya kalkışmayın. Bunu tekrar duyacaksınız: gerçekten de Batı dünyasının bundan sonra duyacağı tek mesaj bu olacaktır.
Bunu biraz sert bir üslupla ifade ediyorum çünkü gerekli ve çünkü şimdi bir kölenin torunu, yeniden doğmuş bir Hıristiyan’ın soyundan gelen biri olarak konuşuyorum. Countee Cullen’ın dediği gibi, benim ihtidam pahalıya mal oldu / Ben İsa Mesih’e aitim. Ayrıca Müjde’nin eski bir hizmetkârı ve dolayısıyla yeniden doğanlardan biri olarak konuşuyorum. Bana açları doyurmam, çıplakları giydirmem ve hapistekileri ziyaret etmem emredilmişti. Gençliğimden ve babamın evinden çok uzaktayım ama bu talimatları unutmadım ve asla unutmamam için ruhumla dua ediyorum. Bugün kendilerini “yeniden doğmuş” olarak adlandıran insanlar, dünyanın en zengin, en seçkin özel kulübünün, Celileli adamın girmeyi umamayacağı ya da istemeyeceği bir kulübün üyeleri haline gelmişlerdir.
En basit kardeşlerimden biri için yaptıklarınızı, benim için yapmış oldunuz. Bu zor bir söz. Bununla yaşamak zor. Birbirimize karşı sorumluluğumuzun acımasız bir tanımı. İnsanın ahlaki seçimini yaptığı o sert ışık. Batı dünyasının ahlaki seçim diye bir şeyin var olduğunu unutmuş olması, benim tarihim, bedenim ve ruhum için bir ibret vesikasıdır. Dünyanın en ünlü yeniden doğmuş Hıristiyan’ının Bay Andrew Young’ı içine atmayı başardığı çıkmaz da öyle.
Batı dünyasının “enerji” krizi olarak adlandırdığı şeyin, piyasaları artık kontrol edemediğinizde, sömürgelerinize zincirlendiğinizde (tam tersi yerine), köleleriniz tükendiğinde (ve hâlâ sahip olduğunuzu düşündüklerinize güvenemediğinizde) neler yaşandığını, titizlikle düşündüğünüzde Deniz Piyadelerini ya da Kraliyet Donanmasını herhangi bir yere gönderemeyeceğinizi ya da küresel bir savaşı göze alamayacağınızı, müttefikiniz olmadığını, sadece iş ortaklarınız ya da “uydularınız” olduğunu ve herhangi bir yerde, herhangi birine verdiğiniz her sözü tutmadığınızı beceriksizce gizlediği bariz gerçekler olduğunun üzerinde fazla durmayalım. Neden bahsettiğimi biliyorum: büyükbabam vaat edilen “kırk dönümlük araziyi ve bir katırı” asla alamadı, o soykırımdan kurtulan Kızılderililer ya rezervasyonlarda ya da sokaklarda ölüyorlar ve Birleşik Devletler ile Kızılderililer arasında yapılan tek bir antlaşmaya bile uyulmadı. Bu büyük bir rekor.
Yahudiler ve Filistinliler verilen sözlerin tutulmadığını bilirler. Balfour Deklarasyonundan bu yana (I. Dünya Savaşı sırasında) Filistin beş İngiliz mandası altındaydı ve İngiltere hangi atın önde göründüğüne bağlı olarak toprakları Araplara ya da Yahudilere vaat etti. Siyonistler –Yahudi olarak bilinen insanlardan farklı olarak– birinin deyimiyle “mevcut siyasi mekanizmayı”, yani sömürgeciliği, örneğin İngiliz İmparatorluğunu kullanarak İngilizlere, bölgenin kendilerine verilmesi halinde İngiliz İmparatorluğunun sonsuza kadar güvende olacağı sözünü verdiler.
Fakat kimse Yahudileri umursamıyordu ve Yahudi olmayan Siyonistlerin sıklıkla antisemitik olduğunu gözlemlemek ilginçtir. Siyah köleleri Liberya’ya (Firestone Kauçuk Fabrikası için hâlâ köle olarak çalıştıkları yere) göndermekten sorumlu olan beyaz Amerikalılar bunu onları özgür bırakmak için yapmadılar. Onları adam yerine koymuyor ve onlardan kurtulmak istiyorlardı. Lincoln’ün niyeti köleleri “özgürleştirmek” değil, kölelerine “kaçmaları” için bir neden vererek Konfederasyon Hükümetinin “istikrarını bozmaktı.” Özgürlük Bildirisi, tam olarak, henüz bir Birlik olarak teminat altına alınamayan bir ülkenin Başkanının yetkisi altında olmayan köleleri serbest bıraktı.
Örneğin Franco’nun İspanya’sı ile İspanyol Engizisyonu; Hıristiyan kilisesinin ya da daha açık bir ifadeyle Katolik Kilisesi’nin Avrupa tarihindeki rolü ile Yahudilerin kaderi; Yahudilerin Hıristiyan dünyasındaki rolü ile Amerika’nın keşfi arasındaki bağlantıyı kimsenin kuramaması beni her zaman hayrete düşürmüştür. Çünkü Amerika’nın keşfi, Engizisyon ve Yahudilerin İspanya’dan kovulmasıyla aynı döneme denk gelmiştir. Hiçkimse Venedik Taciri ile Tefeci(*) arasındaki bağı görmüyor mu? Bu iki eserde de, sanki zaman hiç geçmemiş gibi, Yahudi, Hıristiyan’ın çıkar amaçlı pis işlerini yapıyor olarak tasvir edilir. Gördüğüm ilk beyaz adam kirayı tahsil etmek için gelen Yahudi yöneticiydi ve binanın sahibi olmadığı için kirayı o tahsil ediyordu. Aslında, yetişkin ve ünlü bir adam olana kadar, içinde uzun süre temizlik yaptığımız ve acı çektiğimiz binaların sahiplerinden hiçbirini görmedim. Hiçbiri Yahudi değildi.
Ve aptal değildim: örneğin bakkal ve eczacı Yahudiydi ve bana ve bize karşı çok çok iyiydiler. Polisler beyazdı. Şehir beyazdı. Tehdit beyazdı ve Tanrı da beyazdı. Hayatımda bir an bile “İsa’yı Yahudiler öldürdü” gibi aşağılık ve korkakça bir suçlama yankılanmadı. Bir katili gördüğümde tanırdım ve beni öldürmeye çalışan insanlar Yahudi değildi.
Fakat İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı; Batının çıkarlarının kurtuluşu için kuruldu. Artık netleşen şey budur (benim için her zaman net olduğunu söylemeliyim). Filistinliler otuz yılı aşkın bir süredir İngiliz sömürgeciliğinin “böl ve yönet” politikasının ve Avrupa’nın suçlu Hıristiyan vicdanının bedelini ödüyorlar.
Nihayet: Avrupa’nın olanca kibriyle Orta Doğu (Avrupa ne anlar ki? Hindistan’a bir geçit bulmakta bu kadar başarısız olduktan sonra) olarak adlandırdığı yerde Filistinlilerle muhatap olmadan barışı kurmak katiyen –tekrar: katiyen– umut edilemez. İran Şahı’nın çöküşü sadece dindar Carter’ın “insan hakları” konusundaki endişelerinin derinliğini ortaya çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’e kimin petrol ve İsrail’in kime silah sağladığını da ortaya çıkardı. Hecelemek gerekirse, bu beyaz Güney Afrika idi.
Pekâlâ. Yahudi, Amerika’da beyaz bir adamdır. Öyle olmak zorunda, çünkü ben siyah bir adamım ve onun varsaydığı gibi, onu Amerika’ya sürükleyen kadere karşı tek korumasıyım. Ama hâlâ Hıristiyanların kirli işlerini yapıyor ve siyahlar bunu biliyor.
Arkadaşım Bay Andrew Young, muazzam bir sevgi ve cesaretle ve sessiz, kusursuz, tarif edilemez bir asaletle, bir soykırımı önlemeye çalıştı ve ben onu korkakların ihanetine uğramış bir kahraman olarak ilan ediyorum.
(*) Tefeci (The Pawnbroker) Sidney Lumet’in 1964 yapımı filmi. Filmde Rod Steiger, Doğu Harlem’de küçük bir rehinci dükkânı işleten, Holokost’tan sağ kurtulan bir Alman-Yahudi’yi canlandırır ve çaresiz müşterilerle olan günlük etkileşimleri ile gitgide kararan bir kişi haline gelir. (ç.n.)
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz mülakat, kapitalizm üzerine araştırmalarıyla bilinen sosyolog Wolfgang Streeck ile Die Zeit’te yapılmış ve Thomas Fazi tarafından İngilizceye çevirmişti (her nedense, Fazi bu mülakatı yayınladığı sayfayı yayından kaldırmış). Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) “entelektüel beyni” olarak da görülen Streeck, eşitlikçi dünya görüşünü bir tür refah devleti savunusu (veya nostaljisi?) ile birleştiriyor ve demokratik bir yenilenme için ulus-devlet ölçeğine dönmeyi (veya o ölçeği yeniden kazanmayı) vaaz ediyor. Streeck’in BSW’den asgari beklentisi, kapitalizmin altın çağında, kapitalizmi de evcilleştiren dayanışma mekanizmalarının ortadan kalkmasının ardından, yeni dayanışma mekanizmalarını başka bir düzlemde yeniden kurmasından ibaret görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
“Kapitalizm evcilleştirilmelidir”
Wolfgang Streeck’in Die Zeit için Lars Weisbrod’a verdiği röportajın İngilizce çevirisi. [Orijinal röportaj]
Wolfgang Streeck, Köln’deki Max Planck Toplum Araştırmaları Enstitüsü’nün emeritus direktörü olan Alman sosyolog ve politik iktisatçıdır. Streeck’in çalışmaları kapitalizm ve demokrasi arasındaki gerilimlere, özellikle de iktisadi sistemlerin toplumsal ve siyasi yapıları nasıl etkilediğine odaklanmaktadır. Önemli kitapları arasında neoliberal politikaların uzun vadeli sonuçlarını incelediği Buying Time: The Delayed Crisis of Democratic Capitalism [Zaman Kazanmak: Demokratik Kapitalizmin Ertelenmiş Krizi] yer almaktadır. Streeck, gelişmiş ekonomilerde kapitalizmin geleceğine ilişkin tartışmalara yaptığı katkılarla tanınmaktadır.
Zeit: Şu anda ne düşünüyorsunuz, Bay Streeck?
Wolfgang Streeck: On yıllardır politik iktisat üzerine çalışan benim gibi biri, bugün, toplumlara bakış açımızın uzun zamandır sınırlı olduğunu, çünkü genellikle ulusal toplumlarla uğraştığımız gerçeğini göz ardı ettiğimizi fark etmekten kendini alamıyor. Örneğin demokratik kapitalizmin tarihi, ancak tek tek ulusal toplumlar ile küresel toplum arasındaki bağlantıları incelediğimizde anlaşılabilir.
Zeit: Sahra Wagenknecht’in siyaseti üzerinde önemli bir entelektüel etkiye sahip olduğunuz düşünülüyor. Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) Saksonya ve Thüringen’deki başarısından memnun musunuz?
Streeck: Tanrım, nadiren memnun oluyorum ama büyük bir sempati ile bakıyorum. Alman siyasi sisteminin krizi yadsınamaz ve bu sadece Almanya’ya özgü bir olgu olmayıp tüm Batılı kapitalist toplumlarda gözlemlenebilir: merkezin çöküşü, sosyal demokrasinin gerilemesi ve daha önce yerleşik parti yelpazesinde yeri olmayan çıkar ve değerleri temsil eden yeni partilerin ortaya çıkışı. Bu genellikle bir çürüme süreci olarak tanımlanır, en azından eski partilerin perspektifinden bakıldığında bu şekilde görülebilir. Fakat demokrasiyi vatandaşların farklı deneyimlerine yer veren, bu deneyimleri ifade etmelerine ve siyasete taşımalarına olanak tanıyan bir kurum olarak anlıyorsanız, bunu bir demokratik yenilenme süreci olarak da tanımlayabilirsiniz. Bu yeni partilerin birçoğu gerçekten de hiç sempatik değil: örneğin Trump ve Hollanda, İtalya, Fransa’daki benzerleri. Fakat demokrasiyi başarısız siyasi elitleri oylama fırsatı olarak anlıyorsanız, o zaman yine de şunu kabul edebilirsiniz: evet, demokrasi seçmenlerin iradesinin bu tür bir şekilde ifade edilmesi için vardır.
Zeit: Fakat bu sağcı popülist partiler antidemokratik hedefleri takip ediyor.
Streeck: Evet, eğer demokrasiyi birbirimize iyi davranmak, Habermasçı bir söylem kültürünü sürdürmek ya da başkalarının sahip olmadığı bazı değerlere sahip çıkmak olarak tanımlıyorsanız, bu tanıma göre bu yeni partiler kesinlikle demokrat değildir. Fakat seçimlerle ilgili yorumlarda yeterince tartışılmayan bir konu, bu iki federal eyalette seçime katılımın yaklaşık yüzde on puan artmış olmasıdır. Bu sansasyonel bir durum, zira seçimlere katılım sürekli olarak düşmekteydi. İnsanların bu seçimleri yeniden ciddiye almaya başlaması, bir demokrasi destekçisi olarak benim kötü olarak görmediğim bir şey. Özellikle de Wagenknecht’in partisi daha önce oy kullanmayan seçmenleri harekete geçirdi. Ayrıca tüm bu merkezci mobilizasyon çabalarının –çoğunluğu yüz binlerle ifade edilen duyarlı insanların sokaklara döküldüğü bu gösterilerin– AfD’nin sonuçları üzerinde gözle görülür bir etkisi olmadığı da ortaya çıktı. Bu da benim merkezci endoktrinasyon olarak adlandırdığım şeye karşı nüfusun bazı kesimlerinde ilginç bir direnç olduğunu gösteriyor. Merkezci siyasetin bariz sorunlarını bir cephe yaratarak örtbas etmeye çalışan bir endoktrinasyon: “Biz, demokratlar, otoriterliğe karşıyız!” Bu arada, kendinden menkul demokratik güçler altyapının çürümesinden, eğitim sisteminin sefaletinden, okullardan, kreş eksikliğinden, demiryollarından, 1960’lar ve 1970’lerden kalma fiziksel ve kurumsal altyapının çöküşünden sorumludur; buna bir de göçmen politikasını ekleyin. Merkez, bu sorunlar karşısında durmakta ve bu konuda nasıl hiçbir şey yapılamadığına hayret etmektedir. Ve sonra bu harekete geçememe durumu, sözde popülistler tarafından verilen sözde basit cevapların aksine, karmaşık sorunlara karmaşık bir yanıt olarak ilan ediliyor.
Zeit: BSW ile kişisel bir ilişkiniz var mı?
Streeck: Ben bir sempatizanım, ama aynı zamanda 78 yaşındayım ve çok sabırsız olduğum için artık parti toplantılarına katılamıyorum. Aktif bir üye değilim. Fakat son yıllarda yazdıklarımın çoğunun parti çevrelerinde kabul gördüğünü görüyorum ve bence bu iyi bir şey. Yeniden siyasi sorumluluk alabileceğimiz bir yere ihtiyacımız var ve bu yer de ancak demokratik ulus-devlet olabilir. Dahası, Almanya’da sorulması gereken önemli sorular şu anda sadece marjlardan gelebilir; CDU, SPD veya [FDP’li Christian] Lindner’den gelemez. Fakat Wagenknecht gibi kendi metinlerini yazarak kendini diğerlerinden ayıran bir siyasetçi bunu yapabilir.
Zeit: Az önce birçok siyasi sorunu sıraladınız ve ardından göç konusunu eklediniz. Ama Solingen’deki saldırıdan bu yana asıl mesele bu değil mi?
Streeck: Sorun sadece insanların festivallerde bıçaklanmak istememesi değildir. Toplumlar kendilerini, yeni gelenlerin de benimsemesini bekledikleri önceki anlayış ve anlaşmalarla tanımlarlar. Ve burada, Avrupa toplumları artık büyük ölçekli göçle nasıl başa çıkacakları konusunda hiçbir fikre sahip değil. İnsanları nasıl entegre edersiniz, gettoların oluşmasını nasıl engellersiniz? Bizler “Habermasçı insanlar” değiliz; ortak bir anayasanın dayanıksız temeli üzerinde sosyalleşmiyoruz, fakat tabiri caizse, belirgin görünümleri güveni teşvik eden gelenek ve görenekler var. Ayrıca, göç koşulları altında ortaya çıkan yabancılaşma etkisinin siyasi olarak yönetilebilir olması gerekir; bunun için bir şeyler bulmalısınız. İnsanları ırkçı olmamaları konusunda uyarmakla yetinemezsiniz. Bu ülkedeki göçmenlerin büyük çoğunluğunun toplumun merkezine girmeyi başarmasını sağlamak zorundasınız. Çünkü bunu başaramayanlar, bu topluma karşı siyasi açıdan verimsiz ve tehlikeli hınçlar biriktiriyor.
Zeit: Siz ve Wagenknecht kendinizi kapitalizm eleştirmeni olarak görmeye devam ediyorsunuz. O halde bu tür kültüralist kategorilere başvurmak tuhaf değil mi? Rekabetçi bir toplumun zorunlu olarak ürettiği kaybedenlerin şehrin bazı bölgelerinde varlıklarını sürdürmelerine yol açan iktisadi nedenler vardır. Bunun kültürel farklılıklarla hiçbir ilgisi yoktur.
Streeck: “Kapitalizm eleştirmeni” terimine katılmıyorum. Ben bir kapitalizm teorisyeniyim. Kapitalizm eleştirisinin sosyolojik, tarihsel ve siyaset bilimi geleneğini, kapitalizmin sürekli değişen biçimiyle neyle ilgili olduğunu anlamak istediğim anlamında ciddiye alıyorum. Mesele sadece belirli insanların rekabetçi bir ortamda kaybetmeleri değil, bu konuda bir şeyler yapabilecek kaynakların ortaya çıktığı bir yaşam bağlamında var olup olmadıklarıdır. Sosyalleşme ve eğer böyle adlandırmak isterseniz, sömürü kolayca birbirinden ayrılamaz. Kapitalizmde siyaset aynı zamanda onun yaratıcı yıkıcı gücünü kontrol altına alma girişimidir ve bunun ön koşullarından biri dayanışmadır. Fakat dayanışma koşulları artık karşılanmıyorsa, o zaman kapitalizm evcilleştirilemez. Ve evcilleştirilmelidir, aksi takdirde cinayet ve adam öldürme hüküm sürecektir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilen dayanışma kaynaklarının çoğu –güçlü sendikalar veya kitlesel siyasi partiler gibi– neoliberal yıllarda temelden zayıfladı. Kitlesel siyasi partiler üye kaybediyor, reklam profesyonellerinden –ya da ısıtma uzmanlarından (Almanya’nın tartışmalı ısıtma yasasınabir gönderme)– oluşan bir çekirdeğe doğru küçülüyor. Geriye kalan yerel dayanışma toplulukları göçmenleri entegre etmeyi başarmalı ve ardından birlikte mücadele etmelidir. Bugün federal düzeyde bile sözde göçmen kökenli insanlardan çok güçlü bir şekilde etkilenen IG Metall gibi iyi örnekler her zaman vardır. Fakat tüm bunların öğrenilmesi ve inşa edilmesi gerekiyor ve hiçbir şekilde bir gecede gerçekleşemez.
Zeit: Bunun için neden Sahra Wagenknecht İttifakı’na ihtiyacınız var? CDU’da da benzer şekilde göçe şüpheyle yaklaşan pozisyonlar bulabilirsiniz.
Streeck: Çünkü doğru sorular sorulmalı ve çünkü sorulara boş cevaplar verilmemesini sağlamalısınız. Parlamento ne için vardır? Kürsünün arkasında hükümetin hayatını zorlaştıracak kadar bilgili insanların olması içindir. AfD bunu yapamaz; sadece kızgınlıklara hitap eder. Başka bir örnek vermek gerekirse, göç politikasının yanı sıra: dış politikamız hakkında gerçek bir tartışma nerede yapılıyor? BSW dışında doğru soruları kim soruyor? Şansölye bir basın toplantısında 2026’dan itibaren Almanya’da nükleer kapasiteli orta menzilli Amerikan füzelerinin konuşlandırılacağından bahsediyor. Arkasından hiçbir tartışma gelmiyor. Aslında bu, Avrupa’nın güvenlik mimarisinde benzersiz bir değişiklik. Bunu istiyor muyuz? BSW parlamentoda bu tür soruları gündeme getirmeyi başarabilir ve böylece bu sorulardan artık kaçınılamaz. Amaç, eski merkezin üstünü örtmeye, piyasaya bırakmaya veya Brüksel’e kaydırmaya çalıştığı gerçek sorunları ele almak için ulusal siyasi arenayı geri kazanmaktır. Belki de yeniden canlanan demokratik bir kamusal alanda duyarlı bir devleti yeniden tesis etmeyi başaracaktır. Her şey burada başlar; demokrasinin dayandığı kaynak budur. “Otoriterlere karşı demokratlar” gösterileriyle gerçek soruların üstünü örterek bu kaynağın kasıtlı olarak etkisizleştirilmesi, kasıtlı olarak altını oymaktadır. O zaman resmi sözde söylem şu hale gelir: “Wagenknecht milliyetçidir!” Evet, başka ne olabilir ki, ulus-devletlerimiz var ve nihayetinde bu, bir toplum olarak çıkarlarımızı formüle etmek ve savunmak için potansiyel olarak etkili tek aracımız.
Zeit: Liberalizm ve kapitalizm de sağ tarafından özenle teorize ediliyor ve eleştiriliyor. Sizin pozisyonunuzu muhafazakâr ya da gerici bir pozisyondan ayıran nedir?
Streeck: En önemli hocam New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Amitai Etzioni adında bir adamdı. Sosyologların sosyoloğuydu. İlginç bir hayatı vardı. Köln’de doğmuş, İsrail’de bir kibbutzda büyümüş, Martin Buber’in öğrencisi olmuş ve doktorasını Berkeley, Kaliforniya’da yapmıştı. Etzioni daha sonra komüniteryanizmin mucidi olarak kabul edildi. Bu teori, Etzioni’nin toplumlar arasındaki yaşam deneyimini ve belirli topluluklarla olan bağlantısını bir araya getirmiştir. Örneğin kibbutz onu hiç terk etmedi. Deneyimleri, insanların bir topluluğa entegre olamazlarsa ve kendilerini diğer gruplardan ayıran bir ortaklık duygusu geliştiremezlerse yaşayamayacakları yönündeydi. Fakat aynı zamanda insanlar, herkesin eşit derecede insan olduğu bir bağlama uyum sağlamaya da muhtaçtır. Bu, Habermasçı evrenselcilerde ortaya çıkan ve insan topluluklarının aslında ahlaki açıdan meşru tek bir insan topluluğu olan bir bütün olarak insanlık olana kadar daha da yukarılara çekildiği aşırı seyreltmeye bir alternatiftir. Etzioni’nin komüniteryanizmi böyle bir kavramın sosyolojik olmadığını ve bu nedenle de başarısız olmaya mahkum olduğunu anlamıştır. Günümüz koşullarında sorun bana, gerçekte sadece depolitizasyon ve teknokrasi anlamına gelen bir evrenselciliğin nasıl daha da ilerletileceği değil, gerçek “çeşitliliğin” kendi evinde olduğu taban denilen şeye nasıl biraz daha inileceği gibi görünüyor. İnsanlar içinde yaşadıkları somut topluluklarda kendilerini nasıl güçlendirebilirler?
Zeit: Eğer durum buysa, neden AfD’yi ve Björn Höcke’yi desteklemiyorsunuz?
Streeck: Aman Tanrım. Höcke ve takipçilerinin tek bir tutarlı düşüncesini bile bilmiyorum. Hepsi alaycı sembolik provokasyonlardan ibaret. Ama bir şekilde muhafazakâr olsaydı bile, onunla hiçbir işim olmazdı. Sağ muhafazakârlar doğal bir hiyerarşiye, daha iyi olanların daha az iyi olanlara ne yapmaları gerektiğini söylemek için orada olduğu bir dünyaya inanırlar. Fakat ben din değiştirmemiş bir eşitlikçiyim: tüm insanlar eşit değerdedir. Dahası, sağcı muhafazakârlar bu dünyada barış olamayacağına inanırlar: Schmittçi varoluşsal düşmanlar vardır ve ancak onların yaşamasına izin vermezsek yaşayabiliriz. Bu sonuncusu, Amerikan neoconlarının ve dışişleri bakanımız da dahil olmak üzere Avrupalı NATO muhafazakârlarının ana teması haline gelmiştir.
Zeit: Annalena Baerbock’u Höcke ile mi kıyaslıyorsunuz?
Streeck: Eğer bu savaşın ancak Putin’i Lahey’e teslim ettiğimizde sona erebileceğini söylüyorsanız, bu nihai zafer anlamına gelir: Alman tankları Moskova’da. Ben de bunu tekrar düşünmemiz gerektiğini söylüyorum.
Zeit: Bu retoriğe eleştirel bir gözle bakabilirsiniz, fakat aslında bu evrenselci değerler adına bir taleptir – Schmittçi düşman düşüncesi adına değil. Tam tersi: tikelci, cemaatçi konumunuz aslında kendinizden farklı bir düşmanın varlığına dayanıyor.
Streeck: Of, hadi ama. Dünyada başkalarının da olduğu gerçeği, başa çıkmamız gereken bir gerçektir. Onları sevmek zorunda değilsiniz ama onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek zorundasınız. Etzioni’ye geri dönecek olursak: dünya topluluklardan oluşur ve siyasetin görevi, şans ve beceri ile bunları mümkün olduğunca iyi bir şekilde topluluklar topluluğu olarak organize etmektir; bu arada, bu oldukça orijinal olmayan bir şekilde Birleşmiş Milletler Şartı’nda yazılmıştır. Bir kez daha, herhangi bir sağcı gruba katılmamın neden imkansız olduğunu anlıyorum: aşağı yukarı hepsi, doğal olarak ait oldukları bir azınlığın çoğunluğa ne yapması gerektiğini söyleme hakkına sahip olduğu varsayılan elitist bir dünya görüşüne bağlılar. Ben bunu destekleyemem; ben son derece eşitlikçiyim. Benim için her insanın yaşam deneyimi eşit derecede değerlidir, işte bu nedenle bir demokraside, Nobel Ödülü sahibi olsun ya da olmasın, herkesin lise notlarına göre ağırlıklandırılmamış tam olarak bir oyu ve yalnızca bir oyu vardır. Buna karşı çıkan biri benim arkadaşım olamaz. BSW ile ilgili olarak: siyasi hareketleri kültürel olarak özgürlükçü veya muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici veya liberal olmak üzere iki boyutta kategorize edebilirsiniz. Bu dört çeyrek oluşturur ve bunlardan üçü doludur. Dördüncü çeyrek, kültürel olarak muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici, şimdiye kadar işgal edilmemiştir. BSW’nin kalıcı olarak yerleşebileceği ve benim de kendimi rahat hissettiğim yer burasıdır.
Putin ve Lula da Silva, Brezilya’nın barış girişimini görüştü
Almanya’da ünlü iklim aktivisti Neubauer, uçakla yaptığı seyahatler nedeniyle eleştirilerin hedefinde
ABD ve Hindistan, Hint Okyanusu konusunda ilk diyaloğu gerçekleştirecek
Alman Dış İlişkiler Konseyi: Küresel Güney ile ilişkilerde kibre son verilmeli
Rusya’da yıllık enflasyon geriledi
Çok Okunanlar
-
ASYA1 hafta önce
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1
-
RUSYA2 hafta önce
Putin, Doğu Ekonomi Forumu’nda konuştu
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 2
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Sovyet basınında 12 Eylül – 1
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Hedef Finlandiya’nın NATO içinde yerini sağlamlaştırmak’
-
RUSYA2 hafta önce
Lavrov, Ukrayna Dışişleri Bakanı Kuleba ile Antalya’da yaptığı görüşmeyi anlattı