Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Rusya Güvenlik Konseyi Başkanı Patruşev ile ABD ve AB’nin geleceği üzerine

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Rusya Güvenlik Konseyi Başkanı Nikolay Patruşev, Kremlin’in dış politika rotasını izlemek açısından kilit figürlerden biri. Patruşev, Rossiyskaya Gazeta’ya verdiği mülakatta ABD’nin öncülüğünde düzenlenen “demokrasi zirvesi”, Avrupa Birliği’nin akıbeti, Ukrayna’daki askeri harekatın durumu ve Moskova’yı hedef alan ambargo politikasını değerlendiriyor.


Nikolay Patruşev ile yarın başlayacak olan ABD bayraklı “demokrasi zirvesi” üzerine

İvan Yegorov — Rossiyskaya Gazeta

27 Mart 2023

ABD tarafından düzenlenen ikinci “demokrasi zirvesi” evvelinde Rossiyskaya Gazeta muhabiri Rusya Güvenlik Konseyi Başkanı Nikolay Patruşev ile görüştü.

Nikolay Platonoviç, salı günü ABD ikinci “demokrasi zirvesini” düzenleyecek ve Dışişleri Bakanlığı’nın söylediğine göre bu zirvenin sonunda Washington, dünyanın sözüm ona demokratik restorasyonunu hızlandıracak. Amerikan vasallarının bu buluşması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Mevcut Beyaz Saray aygıtı tarafından organize edilen “demokrasi zirvesi”, tam anlamıyla fiilen başlamış olan ABD başkanlık yarışının bir parçası olarak düzenleniyor. Washington’un sonsuza dek merkezi bir rol oynamak istediği bir dünya düzeni lehine bir başka buluşma daha olacak. Muhaliflerin ise “demokratik olmayan devletler” olarak yaftalanması bekleniyor.

ABD, bir kez daha kendisini uluslararası hukukun savunucusu ilan ederken dünyanın kendi koydukları kurallara göre yaşaması gerektiğini söyleyecek. Jeopolitik düşmanlara savaş suçları ve yolsuzlukla ilgili kasıtlı olarak uydurma suçlamalar dile getirmeleri için kürsü verilecek, ancak her zamanki gibi Beyaz Saray’ın onayıyla işlenen gerçek soykırım ve mali dolandırıcılık eylemlerini görmezden gelecekler. Açları doyurma ve haksız yere hüküm giyenleri hapisten kurtarma çabalarına dair sözler verilecek. Fakat müebbet hapis cezasına çarptırılanlar da dahil olmak üzere dünyadaki cezaevi nüfusunun yaklaşık beşte birinin Amerikan cezaevlerinde olduğu gerçeğinden hiç bahsedilmeyecek. Özel bir şevkle cinsel azınlıkların haklarını savunacaklar ve dünyaya, yandaş ülkelerindeki enerji krizini daha da kötüleştirecek “yeşil ajandayı” dayatacaklar.

Kendisini dünyanın en önde gelen diktatörü ilan eden ABD, ikiyüzlü bir şekilde seçme özgürlüğünden bahsederek esasında kendi egemenliğinin ve demokrasisinin ayaklar altına alındığı ülkelerle alay etmiş olacak.

Elbette ABD’nin tüm insanlık için örnek bir demokrasi olduğunu yineleyecekler ve doğal olarak seyircilerden eleştiri duymak istemeyecekler mi?

Elbette öyle. Nihayetinde günümüz ABD’sindeki siyasi rejimin temel görevi, içinde bulundukları sistemsel krizde kendi halkını yanıltmak.

Demokrasi, sıradan Amerikalıların haklarının göz ardı edildiğini gizlemek adına tasarlanmış iyi görünümlü bir hükümet cephesinden ibaret. ABD’deki hukuki ve sosyo-politik sistemi dikkatle inceleyen hiç kimse, bu ülkede ifade ve düşünce özgürlüğü konusunda herhangi bir yanılsamaya kapılmaz. ABD’nin eski başkanının bile sosyal medyada ve basında kamuoyunu ilgilendiren konularda konuşması engellenirken ve medya en büyük şirketlerin ve seçkin grupların sözcülüğünü yaparken hangi fikir özgürlüğünden söz edilebilir?

ABD’li yetkililer, güya rekabeti korumaya önem vererek ekonomiyi Beyaz Saray ve Kongre binasına kadar uzanan rüşvetçi ve lobici bağlantılara bağımlı hale getirdi.

Siyasi süreç, kendi adamlarını kilit makamlara yerleştiren şirketlerin çatışmasına dönüştü. Bu şirketler aynı zamanda dış politikayı şekillendiriyor, uluslararası hakimiyetlerini sürdürmeye çalışıyor ve şeffaflığını kendilerinin kontrol ettiği varsayılan çeşitli sözleşmelerden elde ettikleri milyar dolarlık kârlar için dünyanın dört bir yanında gerilim noktaları yaratıyorlar.

Demokratik sloganları uygun veya uygunsuz ilan eden Washington, uzun zamandır ülkelerin egemenliğini ihlal etmenin, savaşlar ve çatışmalar çıkarmanın ve diğer ülkelerin vatandaşlarını acımasızca ve yasa dışı bir şekilde avlamanın savunucusu oldu.

Eğer ABD hakikaten demokrasiye doğru ilerlemeye ve kendisine bağlı müttefiklerini aşağılamaya son verme kararı alırsa bunu memnuniyetle karşılarız.

Zirvede Kiev’in “iyi” NATO’nun desteğiyle Rusya’nın temsil ettiği “evrensel kötülüğe” nasıl karşı koyduğuna dair büyük konuşmalar duyacak mıyız?

Eminim ana konulardan biri bu olacak. Aslında NATO ülkeleri ihtilafın tarafı. Ukrayna’yı devasa bir askeri kampa dönüştürdüler. Ukrayna birliklerine silah ve mühimmat gönderiyorlar, Starlink ve kayda değer sayıda insansız hava aracı da dahil istihbarat sağlıyorlar. NATO eğitmenleri ve danışmanları Ukrayna ordusunu eğitiyor ve paralı askerler, neo-Nazi taburların birer parçası olarak savaşıyor. Bu askeri ihtilafı mümkün olduğunca uzatmaya çalışırken asıl hedeflerini de gizlemiyorlar: Rusya’nın savaş alanında mağlubiyete uğratılması ve daha da parçalanması.

Amerikan seçkinleri hiçbir zaman güçlü ve bağımsız bir Rusya ile uzlaşmak istemediği için mi Washington’un bu çizgisi değişmiyor?

Bu doğru. En azından 1945’ten bu yana küresel ölçekte gerilimin tırmanmasının kaynağı, ABD’li yetkililerin dünyadaki hâkim rollerini sürdürme yönündeki dizginlenemez arzuları oldu. Şu anda gördükleri üzere iki büyük güç olan Rusya ve Çin, bunu yapmalarına engel oluyor. Rusya Federasyonu, sadece çok kutuplu bir dünyayı güçlendirmeye yönelik bağımsız bir politika izlemekle kalmıyor, aynı zamanda manevi ve askeri, pek çok açıdan Amerika’dan üstün. Çin ise Amerika’nın başlıca ekonomik rakibi. Washington, Rusya’yı “bastırma” teşebbüslerinin ardından Çin’i karşısına alacak.

SSCB’yi yok etmeye yönelik özel tedbirlerin 75 yıl evvel ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin meşhur “Rusya’ya Yönelik Hedefler” direktifiyle tasdik edildiğini hatırlatmak isterim. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte Batı, büyük bir sevinç yaşadı. Fakat bu durum uzun sürmedi, zira Rusya hataları üzerinde çalıştı. Bugün ülkemiz yalnızca iç istikrarı değil, aynı zamanda halkının dış tehditlere karşı güvenliğini de sağlayabiliyor.

Mart ayının başında ABD’ye ait bir stratejik bombardıman uçağı, Baltık Denizi’ndeki Gotland adası üzerinde 200 kilometre mesafeden St. Petersburg’a yönelik bir nükleer saldırı tatbikatı gerçekleştirerek kasıtlı olarak gerilimin tırmanmasına neden oldu. Artık hiç korkmuyorlar mı?

Kendi propagandaların hapsolmuş ABD’li politikacılar nedense Rusya ile doğrudan bir çatışma durumunda ABD’nin önleyici bir füze saldırısı yapabileceğine ve bunun ardından Rusya’nın karşılık veremeyeceğine inanmaya devam ediyor. Bu dar görüşlü bir aptallık hali ve çok tehlikeli.

Batı’daki bazıları, tarihten aldıkları dersleri unutarak Rusya’ya karşı askeri zaferle sonuçlanacak bir rövanştan söz etmeye başladılar bile. Buna dair tek bir şey söyleyebiliriz. Rusya sabırlıdır ve askeri avantajıyla kimseye gözdağı vermez. Ancak varlığına yönelik bir tehdit durumunda ABD de dahil tüm rakiplerini yok edebilecek modern ve benzersiz silahlara sahiptir.

Fakat Batı, sadece askeri mağlubiyete değil, aynı zamanda Rusya’nın ekonomik olarak tükeneceğine de inanmış durumda…

Elbette. Pek çok Batılı şirket Washington’un baskısı altında Rusya pazarını terk etti. Ama ekonomimizin çökeceğini ve protestoların artacağını düşünerek ciddi bir yanılgıya düştüler.

Son on yılda Batı, sadece kendisinin zenginleşeceği, dünyanın geri kalanının ise sosyo-ekonomik kalkınmanın periferisinde kalacağı bir teknolojik düzen yaratma fikrini uygulamaya koydu. İşte bu nedenle liderleri, Rusya’nın yaptırımlara verdiği ölçülü tepkiye öfkeleniyor. Ülkemiz iktisadi bağımsızlığı, bağımsızlığı ve bilimsel düşüncesiyle ABD ve Avrupa’nın yöneticilerini rahatsız ediyor. Batılı ülkeler tamamen ulusötesi şirketlere ve küresel ekonomik zincirlere bağımlı. Örneğin Britanya ya da Fransa’ya ülkemizler aynı seviyede yaptırımlar uygulanmış olsaydı bu ülkeler kaosa sürüklenirdi.

Ancak Rusya ekonomisini dünyaya kapatmayacak. Bizimle işbirliği yapmak da dahil, kendi refahlarıyla ilgilenen egemen ülkelerin ekonomilerine açık ve entegre kalacak.

Açıkçası, Rus ekonomisinin altını oymak ve Rus ordusunu zayıflatmak, Batı’nın yüzyıllardır denediği aynı stratejinin iki ayrı yüzü değil mi?

Elbette. Safça ekonomik saldırganlık yöntemlerinin daha yumuşak ve insancıl olduğunu düşünmemek gerek. Örneğin Avrupa ülkeleri ve Japonya, hayat kurtarıcı ilaçlar da dahil Rusya’ya ilaç tedarikini kesti. Bu açıdan Batılı eczacılar, seleflerinin “geleneklerini” uygun bir şekilde sürdürüyor. Aynı şirketlerin çoğunun bir zamanlar Nazi Almanyası adına zehirli gazlar ve sinir ajanlarının geliştirilmesine görev aldıkları iyi biliniyor. Başka bir deyişle sözüm ona “gereksiz” halkların soykırıma uğratılması ideolojisine tam destek verdiler.

Aynı Anglo-Saksonların 1930’larda Nazileri Sovyetler Birliği’ne karşı kışkırtmak umuduyla nasıl beslediklerini hatırlayalım. İkinci Dünya Savaşı’ndan mali ve jeopolitik kazançlar elde eden Washington ve Londra, bugün yeniden Nazizm ve faşizme sarılıyor. Ukrayna’yı kullanarak Avrupa genelinde, hatta küresel çapta bir çatışmayı körüklemekte sakınca görmüyorlar ve bundan paçayı kurtarabileceklerini sanıyorlar.

Görünen o ki kolektif Batı’nın geçmişten ders almaya hiç niyeti yok.

Batı “enternasyonali” ülkemize birden fazla kez karşı geldi. Bunu Polonyalıların ve İsveçlilerin bayrakları altında, Napolyon kartallarıyla, İngiliz bayrağı altında ya da Hitler’in gamalı haçı altında yaptı. Sonuç aynı: Rusya’yı ezmeye yönelik tüm teşebbüsler boşa çıktı. Ders almak istemeyen Batılılar, şanslarını tekrar tekrar zorluyorlar.

Washington, Asya’da İkinci Dünya Savaşı ve kurtuluş hareketlerinden kaynaklanan istikrar konusunda da hoşnut değil. ABD’nin Hint-Pasifik stratejisi bir Asya NATO’su yaratma teşebbüsü. Yeni ittifak, Çin ve Rusya’ya karşı ve aynı zamanda artık bağımsız olan ülkeleri pasifize etmeye yönelik bir başka saldırgan ittifak olacak.

Avustralya donanmasının yeni AUKUS ittifakı kapsamında nükleer güçle çalışan denizaltılar da dahil yeniden silahlandırılması, Tayvan ve Güney Kore’ye askeri destek verilmesi, Avrasya’nın doğu kanadında ABD ve NATO hakimiyetini tesis etmek gibi uzun vadeli bir hedefe sahip.

Washington, Japonya’yı silahlandırmanın yanı sıra 1945’te ortadan kalkmış gibi görünen militarist Japon ruhunu yeniden canlandırmaya çalışıyor. Görünüşe göre ada ülkesinin sakinleri bir daha başkalarının çıkarları adına ölen kamikaze savaşçılara dönüştürülüyor. Batılılar, 20. yüzyılın başlarında saldırganlıklarını Sovyetler Birliği ve Çin’e karşı nasıl kullandıklarını ve nihayetinde Japonların silahlarını Amerikalılara, İngilizlere ve müttefiklerine karşı nasıl kullandıklarını hatırlamak istemiyor ve bu konuda kasıtlı olarak sessiz kalıyorlar.

Bugün Amerikalı ve Avrupalı politikacılar, mazinin rahatsız edici gerçeklerini “unutmakla” kalmıyor, sağduyuyu bile hiçe sayarak tarihi bilinçli bir şekilde yeniden yazıyorlar. Bu, Nazizmi rehabilite etmeye yönelik ikiyüzlü kampanyada görülebilir. Avrupa’nın Nazilerden sadece Ukraynalılar tarafından kurtarıldığını bile uydurdular. Holodomor efsanesini bir soykırım eylemi olarak tanıtıyorlar.

Tarihi bilenler ve onu tahrif etmeye çalışmayanlar, 1920’lerde ve 1930’larda Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nde gıdaya erişim durumunun Ukrayna’dakinden daha kötü olduğunu bilir. Bu belgelenmiştir ve pek çok kanıt vardır. Sovyetler Birliği Kahramanı Grigoriy İvanoviç Boyarinov’un biyografisi buna bir örnek. Geçen yılın sonunda yüzüncü yıldönümü kutlandı. Büyük Anayurt Savaşı’na ve pek çok özel harekata katılan tanınmış bir istihbarat casusu olan Boyarinov, Afganistan’da Amin’in sarayına yapılan baskında öldürüldü. Doğru, 1922 yılında Smolensk oblastında, babası kolektif çiftliklerden birinin şefiydi. Fakat 1930’larda ailesi Ukrayna’ya taşındı, zira orada beslenmek ve hayatta kalmak daha kolaydı.

Bu arada Amerikalılar, Holodomor’un sloganlarını küresel ölçekte benimseyerek ülkemizi küresel bir gıda krizine yol açmakla suçluyorlar. Demokrasi Zirvesi sırasında bu konunun tekrar tartışılacağından hiç şüphem yok. Aynı zamanda Batılılar, Rus tahıl ve gübresinin yurt dışına çıkışını bizzat kendileri engellerken Ukrayna’nın zula mallarını, tıpkı ataları olan sömürgecilerin yaptığı gibi, en yoksul ülkelere üç misli fiyatla ve gümrük vergili olarak satıyorlar.

Bazen Batı’nın eylemleriyle kendi kuyusunu kazdığı görülüyor. AB’de olup bitenleri izlerken, burayı çok muğlak bir geleceğin beklediğine dair güçlü bir hissiyat var.

Avrupa Birliği’nin çöküşü çok uzak değil. Elbette Avrupalılar, sadece kendini haklı çıkaramayan değil, aynı zamanda Eski Dünya’yı ülkemizle açık bir çatışmaya iten bu uluslar üstü üst yapıya tolerans göstermeyecektir. ABD, Rusya ile sadece son Ukraynalıya kadar değil, son Avrupalıya kadar da savaşmaya hazır. Henüz “Soğuk Savaş” döneminde Pentagon, SSCB’den gelecek en ufak bir tehdit karşısında Avrupa’yı radyoaktif bir çöle çevirmeye hazırdı. Amerikalı stratejistlerin kafasında bir şeylerin değişmiş olması pek olası değil.

Ve bu, ABD ve Avrupa’nın sözde ana müttefikler olduğu gerçeğiyle nasıl örtüşüyor?

Buradaki paradoks, Washington’un ekonomik rakibini ortadan kaldırmak ve Avrupa’nın Rusya ile işbirliği yaparak gelişmesini engellemek için Avrupa Birliği’nin çökmesinde doğrudan çıkarı olması. Amerikalılar, Eski Dünya’yı güçlü bir ekonomik aktör statüsünden mahrum bırakmak için halihazırda büyük çaba sarf ettiler. Washington’un Rusya karşıtı yaptırımlar hikayesini desteklemesinin nedeni büyük ölçüde bu. AB’nin Rusya’da gelen ucuz enerji kaynakları ve ileri Avrupa teknolojisinin birleşimine dayanan ekonomi modeli, gözlerimizin önünde radikal bir değişim geçiriyor.

Avrupa, Pekin’e olan hammadde ve teknoloji bağımlılığını azaltmak için Washington ile ortak planların uygulanmasından da aynı derece etkilenecek. Buna ek olarak AB, bir göçmen çıkmazının içinde. Göçmenlerin çoğu sadece Avrupa ailesine entegre olmak istememekle kalmıyor, aynı zamanda kendi halifeliklerini kurarak yerel yetkilileri ve halkı kendi kanunlarıyla yaşamaya zorluyor. Onlarla birlikte suç gruplarının temsilcileri ve militanlar da Avrupa’ya geliyor. Son yıllarda Londra, Brüksel ve Paris’te meydana gelen yüksek profilli terör saldırılarının failleri, Avrupa’da halihazırda var olan etnik yerleşim bölgelerinden gelen AB vatandaşları. El Kaide, IŞİD ve diğer terör örgütlerinin zamanında ABD tarafından yaratıldığı ve Suriye ve Irak’taki teröristlerin CIA eğitmenleri tarafından eğitildiği hatırlanacak olursa Avrupa’daki terör eylemlerinin hazırlanmasının arkasında da aynı kişilerin olduğu göz ardı edilemez. Amaçları, ABD’nin akıbetini umursamadığı kıtadaki durumu istikrarsızlaştırmak.

ABD, Avrupa’ya kıtadaki öncü rolün tarihsel olarak Rusya’ya ait olduğu gerçeğini göz ardı ederek hükmediyor. 19. yüzyılda Rus İmparatorluğu, 20. yüzyılda Sovyetler Birliği. Ve 21. yüzyılda da öyle olacak.

ABD kendi gücüne kefil mi? Kendileri dışında herkesin çöküş tehlikesi altında olduğunu mu düşünüyorlar? Bana öyle geliyor ki ABD de parçalanma riskiyle karşı karşıya kalabilir.

ABD, toprakları ve kaynakları ele geçirmek, halkları sömürmek ve diğer ulusların askeri talihsizliklerinden kâr elde etmek üzere kinik eylemlere dayalı iktisadi başarılarla büyük bir güç statüsü elde etti. Aynı zamanda dikiş yerlerinden kolayca ayrılabilen yamalı bir yorgan olarak kaldı. Diyelim ki başlangıçta olduğu gibi Kuzey ve Güney olarak ikiye bölündü. Ve hiç kimse Güney’in, Amerikalıların 1848’de topraklarını ele geçirdiği Meksika’ya doğru kayacağını göz ardı edemez. Bu da iki milyon kilometrekareden fazla bir alan demek. Bu arada Latin Amerikalı liderler, ABD’nin yıkıcı rolüne ilişkin farkındalığın yaygınlaştığı hakikatini gizlemiyorlar. Guantanamo Körfezi üssünün kurulması Küba’nın egemenliğinin doğrudan gasp edilmesi olarak değerlendiriliyor. Ve bu, Latin Amerika’nın bağımsızlığına yönelik sistematik tecavüzün pek çok örneğinden sadece bir tanesi. ABD’nin güney komşularının er ya da geç kendilerinden çalınan toprakları geri alacaklarına kuşku yok.

Buna ek olarak ABD’de pek çok iç çelişki mevcut. Amerikan seçkinleri kendi içinde bile birlik halinde değil.

Bu doğru. Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki husumet giderek artıyor. Amerika’nın refahını değil, sadece kendi sermayelerini düşünen çeşitli finansal yapılar ve çok uluslu şirketler arasında giderek artan bir husumet var. ABD’nin kendini “dokunulmaz” ilan eden seçkinleri, Amerikan halkıyla hiçbir şekilde bağ kurmadı.

BLM, “Black Lives Matter” gibi projeler ve genel anlamda transgender teorilerinin telkin edilmesi, zaten bir uyuşukluk halinde olan toplumun manevi olarak çökertilmesini amaçlıyor. Amerikalıların içinde beslenen bireycilik ve tüketicilik, ülkelerine acımasız bir şaka yapacak. Sıradan vatandaşlar, hükümetleri tarafından kendilerine ihtiyaç duyulmadığını bildiklerinden, Amerika’nın bütünlüğünü korumak adına parmaklarını bile kıpırdatmayacaklar. Ne yaptığının farkında olmayan ABD hükümeti kendini adım adım yok ediyor.

Amerika’nın sorunu, kendi acil sorunlarını unutarak çok fazla jeopolitik oyuna dahil olması. ABD, askeri biyolojik laboratuvarlarında sakıncalı ülkelerin halklarını yok etmek için yeni virüsler icat ederken bir zamanlar temiz olan Amerikan kentleri pislik ve çöp içinde boğuluyor.

Matbaa eliyle inşa edilen Amerikan mali piramidi defalarca başarısızlığa uğradı. Herhangi bir ekonomik sorunun kelimenin tam anlamıyla paraya boğulduğu kontrolsüz emisyon modeli sonsuza kadar çalışamaz. 31,5 trilyon dolardan fazla dış borcu olan ABD, giderek daha fazla temerrüde sürükleniyor. Gerçek mallarla desteklenmeyen dolara olan güvenin azalması ve şişirilmiş borsa spekülasyonu sistemi, ABD’yi şiddetli bir mali krize sürükleyecektir.

Kulağa ne kadar acıklı gelse de Ruslar sadece savaş istememekle kalmıyor, ABD’nin ya da başka bir ülkenin ölümünü de dilemiyorlar.

Kesinlikle katılıyorum. Yüzyıllardır süregelen kültürümüz maneviyat, şefkat ve merhamet üzerine kurulu. Rusya, yardım için kendisine başvuran tüm halkların egemenliğinin ve devletinin tarihsel savunucusudur. Bağımsızlık savaşı ve iç savaş sırasında ABD’yi en az iki kez kurtarmıştır. Ancak bu defa ABD’nin bütünlüğünü korumasına yardımcı olmanın münasip olmadığına inanıyorum.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English