Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Rusya Güvenlik Konseyi Başkanı Patruşev ile ABD ve AB’nin geleceği üzerine

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Rusya Güvenlik Konseyi Başkanı Nikolay Patruşev, Kremlin’in dış politika rotasını izlemek açısından kilit figürlerden biri. Patruşev, Rossiyskaya Gazeta’ya verdiği mülakatta ABD’nin öncülüğünde düzenlenen “demokrasi zirvesi”, Avrupa Birliği’nin akıbeti, Ukrayna’daki askeri harekatın durumu ve Moskova’yı hedef alan ambargo politikasını değerlendiriyor.


Nikolay Patruşev ile yarın başlayacak olan ABD bayraklı “demokrasi zirvesi” üzerine

İvan Yegorov — Rossiyskaya Gazeta

27 Mart 2023

ABD tarafından düzenlenen ikinci “demokrasi zirvesi” evvelinde Rossiyskaya Gazeta muhabiri Rusya Güvenlik Konseyi Başkanı Nikolay Patruşev ile görüştü.

Nikolay Platonoviç, salı günü ABD ikinci “demokrasi zirvesini” düzenleyecek ve Dışişleri Bakanlığı’nın söylediğine göre bu zirvenin sonunda Washington, dünyanın sözüm ona demokratik restorasyonunu hızlandıracak. Amerikan vasallarının bu buluşması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Mevcut Beyaz Saray aygıtı tarafından organize edilen “demokrasi zirvesi”, tam anlamıyla fiilen başlamış olan ABD başkanlık yarışının bir parçası olarak düzenleniyor. Washington’un sonsuza dek merkezi bir rol oynamak istediği bir dünya düzeni lehine bir başka buluşma daha olacak. Muhaliflerin ise “demokratik olmayan devletler” olarak yaftalanması bekleniyor.

ABD, bir kez daha kendisini uluslararası hukukun savunucusu ilan ederken dünyanın kendi koydukları kurallara göre yaşaması gerektiğini söyleyecek. Jeopolitik düşmanlara savaş suçları ve yolsuzlukla ilgili kasıtlı olarak uydurma suçlamalar dile getirmeleri için kürsü verilecek, ancak her zamanki gibi Beyaz Saray’ın onayıyla işlenen gerçek soykırım ve mali dolandırıcılık eylemlerini görmezden gelecekler. Açları doyurma ve haksız yere hüküm giyenleri hapisten kurtarma çabalarına dair sözler verilecek. Fakat müebbet hapis cezasına çarptırılanlar da dahil olmak üzere dünyadaki cezaevi nüfusunun yaklaşık beşte birinin Amerikan cezaevlerinde olduğu gerçeğinden hiç bahsedilmeyecek. Özel bir şevkle cinsel azınlıkların haklarını savunacaklar ve dünyaya, yandaş ülkelerindeki enerji krizini daha da kötüleştirecek “yeşil ajandayı” dayatacaklar.

Kendisini dünyanın en önde gelen diktatörü ilan eden ABD, ikiyüzlü bir şekilde seçme özgürlüğünden bahsederek esasında kendi egemenliğinin ve demokrasisinin ayaklar altına alındığı ülkelerle alay etmiş olacak.

Elbette ABD’nin tüm insanlık için örnek bir demokrasi olduğunu yineleyecekler ve doğal olarak seyircilerden eleştiri duymak istemeyecekler mi?

Elbette öyle. Nihayetinde günümüz ABD’sindeki siyasi rejimin temel görevi, içinde bulundukları sistemsel krizde kendi halkını yanıltmak.

Demokrasi, sıradan Amerikalıların haklarının göz ardı edildiğini gizlemek adına tasarlanmış iyi görünümlü bir hükümet cephesinden ibaret. ABD’deki hukuki ve sosyo-politik sistemi dikkatle inceleyen hiç kimse, bu ülkede ifade ve düşünce özgürlüğü konusunda herhangi bir yanılsamaya kapılmaz. ABD’nin eski başkanının bile sosyal medyada ve basında kamuoyunu ilgilendiren konularda konuşması engellenirken ve medya en büyük şirketlerin ve seçkin grupların sözcülüğünü yaparken hangi fikir özgürlüğünden söz edilebilir?

ABD’li yetkililer, güya rekabeti korumaya önem vererek ekonomiyi Beyaz Saray ve Kongre binasına kadar uzanan rüşvetçi ve lobici bağlantılara bağımlı hale getirdi.

Siyasi süreç, kendi adamlarını kilit makamlara yerleştiren şirketlerin çatışmasına dönüştü. Bu şirketler aynı zamanda dış politikayı şekillendiriyor, uluslararası hakimiyetlerini sürdürmeye çalışıyor ve şeffaflığını kendilerinin kontrol ettiği varsayılan çeşitli sözleşmelerden elde ettikleri milyar dolarlık kârlar için dünyanın dört bir yanında gerilim noktaları yaratıyorlar.

Demokratik sloganları uygun veya uygunsuz ilan eden Washington, uzun zamandır ülkelerin egemenliğini ihlal etmenin, savaşlar ve çatışmalar çıkarmanın ve diğer ülkelerin vatandaşlarını acımasızca ve yasa dışı bir şekilde avlamanın savunucusu oldu.

Eğer ABD hakikaten demokrasiye doğru ilerlemeye ve kendisine bağlı müttefiklerini aşağılamaya son verme kararı alırsa bunu memnuniyetle karşılarız.

Zirvede Kiev’in “iyi” NATO’nun desteğiyle Rusya’nın temsil ettiği “evrensel kötülüğe” nasıl karşı koyduğuna dair büyük konuşmalar duyacak mıyız?

Eminim ana konulardan biri bu olacak. Aslında NATO ülkeleri ihtilafın tarafı. Ukrayna’yı devasa bir askeri kampa dönüştürdüler. Ukrayna birliklerine silah ve mühimmat gönderiyorlar, Starlink ve kayda değer sayıda insansız hava aracı da dahil istihbarat sağlıyorlar. NATO eğitmenleri ve danışmanları Ukrayna ordusunu eğitiyor ve paralı askerler, neo-Nazi taburların birer parçası olarak savaşıyor. Bu askeri ihtilafı mümkün olduğunca uzatmaya çalışırken asıl hedeflerini de gizlemiyorlar: Rusya’nın savaş alanında mağlubiyete uğratılması ve daha da parçalanması.

Amerikan seçkinleri hiçbir zaman güçlü ve bağımsız bir Rusya ile uzlaşmak istemediği için mi Washington’un bu çizgisi değişmiyor?

Bu doğru. En azından 1945’ten bu yana küresel ölçekte gerilimin tırmanmasının kaynağı, ABD’li yetkililerin dünyadaki hâkim rollerini sürdürme yönündeki dizginlenemez arzuları oldu. Şu anda gördükleri üzere iki büyük güç olan Rusya ve Çin, bunu yapmalarına engel oluyor. Rusya Federasyonu, sadece çok kutuplu bir dünyayı güçlendirmeye yönelik bağımsız bir politika izlemekle kalmıyor, aynı zamanda manevi ve askeri, pek çok açıdan Amerika’dan üstün. Çin ise Amerika’nın başlıca ekonomik rakibi. Washington, Rusya’yı “bastırma” teşebbüslerinin ardından Çin’i karşısına alacak.

SSCB’yi yok etmeye yönelik özel tedbirlerin 75 yıl evvel ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin meşhur “Rusya’ya Yönelik Hedefler” direktifiyle tasdik edildiğini hatırlatmak isterim. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte Batı, büyük bir sevinç yaşadı. Fakat bu durum uzun sürmedi, zira Rusya hataları üzerinde çalıştı. Bugün ülkemiz yalnızca iç istikrarı değil, aynı zamanda halkının dış tehditlere karşı güvenliğini de sağlayabiliyor.

Mart ayının başında ABD’ye ait bir stratejik bombardıman uçağı, Baltık Denizi’ndeki Gotland adası üzerinde 200 kilometre mesafeden St. Petersburg’a yönelik bir nükleer saldırı tatbikatı gerçekleştirerek kasıtlı olarak gerilimin tırmanmasına neden oldu. Artık hiç korkmuyorlar mı?

Kendi propagandaların hapsolmuş ABD’li politikacılar nedense Rusya ile doğrudan bir çatışma durumunda ABD’nin önleyici bir füze saldırısı yapabileceğine ve bunun ardından Rusya’nın karşılık veremeyeceğine inanmaya devam ediyor. Bu dar görüşlü bir aptallık hali ve çok tehlikeli.

Batı’daki bazıları, tarihten aldıkları dersleri unutarak Rusya’ya karşı askeri zaferle sonuçlanacak bir rövanştan söz etmeye başladılar bile. Buna dair tek bir şey söyleyebiliriz. Rusya sabırlıdır ve askeri avantajıyla kimseye gözdağı vermez. Ancak varlığına yönelik bir tehdit durumunda ABD de dahil tüm rakiplerini yok edebilecek modern ve benzersiz silahlara sahiptir.

Fakat Batı, sadece askeri mağlubiyete değil, aynı zamanda Rusya’nın ekonomik olarak tükeneceğine de inanmış durumda…

Elbette. Pek çok Batılı şirket Washington’un baskısı altında Rusya pazarını terk etti. Ama ekonomimizin çökeceğini ve protestoların artacağını düşünerek ciddi bir yanılgıya düştüler.

Son on yılda Batı, sadece kendisinin zenginleşeceği, dünyanın geri kalanının ise sosyo-ekonomik kalkınmanın periferisinde kalacağı bir teknolojik düzen yaratma fikrini uygulamaya koydu. İşte bu nedenle liderleri, Rusya’nın yaptırımlara verdiği ölçülü tepkiye öfkeleniyor. Ülkemiz iktisadi bağımsızlığı, bağımsızlığı ve bilimsel düşüncesiyle ABD ve Avrupa’nın yöneticilerini rahatsız ediyor. Batılı ülkeler tamamen ulusötesi şirketlere ve küresel ekonomik zincirlere bağımlı. Örneğin Britanya ya da Fransa’ya ülkemizler aynı seviyede yaptırımlar uygulanmış olsaydı bu ülkeler kaosa sürüklenirdi.

Ancak Rusya ekonomisini dünyaya kapatmayacak. Bizimle işbirliği yapmak da dahil, kendi refahlarıyla ilgilenen egemen ülkelerin ekonomilerine açık ve entegre kalacak.

Açıkçası, Rus ekonomisinin altını oymak ve Rus ordusunu zayıflatmak, Batı’nın yüzyıllardır denediği aynı stratejinin iki ayrı yüzü değil mi?

Elbette. Safça ekonomik saldırganlık yöntemlerinin daha yumuşak ve insancıl olduğunu düşünmemek gerek. Örneğin Avrupa ülkeleri ve Japonya, hayat kurtarıcı ilaçlar da dahil Rusya’ya ilaç tedarikini kesti. Bu açıdan Batılı eczacılar, seleflerinin “geleneklerini” uygun bir şekilde sürdürüyor. Aynı şirketlerin çoğunun bir zamanlar Nazi Almanyası adına zehirli gazlar ve sinir ajanlarının geliştirilmesine görev aldıkları iyi biliniyor. Başka bir deyişle sözüm ona “gereksiz” halkların soykırıma uğratılması ideolojisine tam destek verdiler.

Aynı Anglo-Saksonların 1930’larda Nazileri Sovyetler Birliği’ne karşı kışkırtmak umuduyla nasıl beslediklerini hatırlayalım. İkinci Dünya Savaşı’ndan mali ve jeopolitik kazançlar elde eden Washington ve Londra, bugün yeniden Nazizm ve faşizme sarılıyor. Ukrayna’yı kullanarak Avrupa genelinde, hatta küresel çapta bir çatışmayı körüklemekte sakınca görmüyorlar ve bundan paçayı kurtarabileceklerini sanıyorlar.

Görünen o ki kolektif Batı’nın geçmişten ders almaya hiç niyeti yok.

Batı “enternasyonali” ülkemize birden fazla kez karşı geldi. Bunu Polonyalıların ve İsveçlilerin bayrakları altında, Napolyon kartallarıyla, İngiliz bayrağı altında ya da Hitler’in gamalı haçı altında yaptı. Sonuç aynı: Rusya’yı ezmeye yönelik tüm teşebbüsler boşa çıktı. Ders almak istemeyen Batılılar, şanslarını tekrar tekrar zorluyorlar.

Washington, Asya’da İkinci Dünya Savaşı ve kurtuluş hareketlerinden kaynaklanan istikrar konusunda da hoşnut değil. ABD’nin Hint-Pasifik stratejisi bir Asya NATO’su yaratma teşebbüsü. Yeni ittifak, Çin ve Rusya’ya karşı ve aynı zamanda artık bağımsız olan ülkeleri pasifize etmeye yönelik bir başka saldırgan ittifak olacak.

Avustralya donanmasının yeni AUKUS ittifakı kapsamında nükleer güçle çalışan denizaltılar da dahil yeniden silahlandırılması, Tayvan ve Güney Kore’ye askeri destek verilmesi, Avrasya’nın doğu kanadında ABD ve NATO hakimiyetini tesis etmek gibi uzun vadeli bir hedefe sahip.

Washington, Japonya’yı silahlandırmanın yanı sıra 1945’te ortadan kalkmış gibi görünen militarist Japon ruhunu yeniden canlandırmaya çalışıyor. Görünüşe göre ada ülkesinin sakinleri bir daha başkalarının çıkarları adına ölen kamikaze savaşçılara dönüştürülüyor. Batılılar, 20. yüzyılın başlarında saldırganlıklarını Sovyetler Birliği ve Çin’e karşı nasıl kullandıklarını ve nihayetinde Japonların silahlarını Amerikalılara, İngilizlere ve müttefiklerine karşı nasıl kullandıklarını hatırlamak istemiyor ve bu konuda kasıtlı olarak sessiz kalıyorlar.

Bugün Amerikalı ve Avrupalı politikacılar, mazinin rahatsız edici gerçeklerini “unutmakla” kalmıyor, sağduyuyu bile hiçe sayarak tarihi bilinçli bir şekilde yeniden yazıyorlar. Bu, Nazizmi rehabilite etmeye yönelik ikiyüzlü kampanyada görülebilir. Avrupa’nın Nazilerden sadece Ukraynalılar tarafından kurtarıldığını bile uydurdular. Holodomor efsanesini bir soykırım eylemi olarak tanıtıyorlar.

Tarihi bilenler ve onu tahrif etmeye çalışmayanlar, 1920’lerde ve 1930’larda Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nde gıdaya erişim durumunun Ukrayna’dakinden daha kötü olduğunu bilir. Bu belgelenmiştir ve pek çok kanıt vardır. Sovyetler Birliği Kahramanı Grigoriy İvanoviç Boyarinov’un biyografisi buna bir örnek. Geçen yılın sonunda yüzüncü yıldönümü kutlandı. Büyük Anayurt Savaşı’na ve pek çok özel harekata katılan tanınmış bir istihbarat casusu olan Boyarinov, Afganistan’da Amin’in sarayına yapılan baskında öldürüldü. Doğru, 1922 yılında Smolensk oblastında, babası kolektif çiftliklerden birinin şefiydi. Fakat 1930’larda ailesi Ukrayna’ya taşındı, zira orada beslenmek ve hayatta kalmak daha kolaydı.

Bu arada Amerikalılar, Holodomor’un sloganlarını küresel ölçekte benimseyerek ülkemizi küresel bir gıda krizine yol açmakla suçluyorlar. Demokrasi Zirvesi sırasında bu konunun tekrar tartışılacağından hiç şüphem yok. Aynı zamanda Batılılar, Rus tahıl ve gübresinin yurt dışına çıkışını bizzat kendileri engellerken Ukrayna’nın zula mallarını, tıpkı ataları olan sömürgecilerin yaptığı gibi, en yoksul ülkelere üç misli fiyatla ve gümrük vergili olarak satıyorlar.

Bazen Batı’nın eylemleriyle kendi kuyusunu kazdığı görülüyor. AB’de olup bitenleri izlerken, burayı çok muğlak bir geleceğin beklediğine dair güçlü bir hissiyat var.

Avrupa Birliği’nin çöküşü çok uzak değil. Elbette Avrupalılar, sadece kendini haklı çıkaramayan değil, aynı zamanda Eski Dünya’yı ülkemizle açık bir çatışmaya iten bu uluslar üstü üst yapıya tolerans göstermeyecektir. ABD, Rusya ile sadece son Ukraynalıya kadar değil, son Avrupalıya kadar da savaşmaya hazır. Henüz “Soğuk Savaş” döneminde Pentagon, SSCB’den gelecek en ufak bir tehdit karşısında Avrupa’yı radyoaktif bir çöle çevirmeye hazırdı. Amerikalı stratejistlerin kafasında bir şeylerin değişmiş olması pek olası değil.

Ve bu, ABD ve Avrupa’nın sözde ana müttefikler olduğu gerçeğiyle nasıl örtüşüyor?

Buradaki paradoks, Washington’un ekonomik rakibini ortadan kaldırmak ve Avrupa’nın Rusya ile işbirliği yaparak gelişmesini engellemek için Avrupa Birliği’nin çökmesinde doğrudan çıkarı olması. Amerikalılar, Eski Dünya’yı güçlü bir ekonomik aktör statüsünden mahrum bırakmak için halihazırda büyük çaba sarf ettiler. Washington’un Rusya karşıtı yaptırımlar hikayesini desteklemesinin nedeni büyük ölçüde bu. AB’nin Rusya’da gelen ucuz enerji kaynakları ve ileri Avrupa teknolojisinin birleşimine dayanan ekonomi modeli, gözlerimizin önünde radikal bir değişim geçiriyor.

Avrupa, Pekin’e olan hammadde ve teknoloji bağımlılığını azaltmak için Washington ile ortak planların uygulanmasından da aynı derece etkilenecek. Buna ek olarak AB, bir göçmen çıkmazının içinde. Göçmenlerin çoğu sadece Avrupa ailesine entegre olmak istememekle kalmıyor, aynı zamanda kendi halifeliklerini kurarak yerel yetkilileri ve halkı kendi kanunlarıyla yaşamaya zorluyor. Onlarla birlikte suç gruplarının temsilcileri ve militanlar da Avrupa’ya geliyor. Son yıllarda Londra, Brüksel ve Paris’te meydana gelen yüksek profilli terör saldırılarının failleri, Avrupa’da halihazırda var olan etnik yerleşim bölgelerinden gelen AB vatandaşları. El Kaide, IŞİD ve diğer terör örgütlerinin zamanında ABD tarafından yaratıldığı ve Suriye ve Irak’taki teröristlerin CIA eğitmenleri tarafından eğitildiği hatırlanacak olursa Avrupa’daki terör eylemlerinin hazırlanmasının arkasında da aynı kişilerin olduğu göz ardı edilemez. Amaçları, ABD’nin akıbetini umursamadığı kıtadaki durumu istikrarsızlaştırmak.

ABD, Avrupa’ya kıtadaki öncü rolün tarihsel olarak Rusya’ya ait olduğu gerçeğini göz ardı ederek hükmediyor. 19. yüzyılda Rus İmparatorluğu, 20. yüzyılda Sovyetler Birliği. Ve 21. yüzyılda da öyle olacak.

ABD kendi gücüne kefil mi? Kendileri dışında herkesin çöküş tehlikesi altında olduğunu mu düşünüyorlar? Bana öyle geliyor ki ABD de parçalanma riskiyle karşı karşıya kalabilir.

ABD, toprakları ve kaynakları ele geçirmek, halkları sömürmek ve diğer ulusların askeri talihsizliklerinden kâr elde etmek üzere kinik eylemlere dayalı iktisadi başarılarla büyük bir güç statüsü elde etti. Aynı zamanda dikiş yerlerinden kolayca ayrılabilen yamalı bir yorgan olarak kaldı. Diyelim ki başlangıçta olduğu gibi Kuzey ve Güney olarak ikiye bölündü. Ve hiç kimse Güney’in, Amerikalıların 1848’de topraklarını ele geçirdiği Meksika’ya doğru kayacağını göz ardı edemez. Bu da iki milyon kilometrekareden fazla bir alan demek. Bu arada Latin Amerikalı liderler, ABD’nin yıkıcı rolüne ilişkin farkındalığın yaygınlaştığı hakikatini gizlemiyorlar. Guantanamo Körfezi üssünün kurulması Küba’nın egemenliğinin doğrudan gasp edilmesi olarak değerlendiriliyor. Ve bu, Latin Amerika’nın bağımsızlığına yönelik sistematik tecavüzün pek çok örneğinden sadece bir tanesi. ABD’nin güney komşularının er ya da geç kendilerinden çalınan toprakları geri alacaklarına kuşku yok.

Buna ek olarak ABD’de pek çok iç çelişki mevcut. Amerikan seçkinleri kendi içinde bile birlik halinde değil.

Bu doğru. Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki husumet giderek artıyor. Amerika’nın refahını değil, sadece kendi sermayelerini düşünen çeşitli finansal yapılar ve çok uluslu şirketler arasında giderek artan bir husumet var. ABD’nin kendini “dokunulmaz” ilan eden seçkinleri, Amerikan halkıyla hiçbir şekilde bağ kurmadı.

BLM, “Black Lives Matter” gibi projeler ve genel anlamda transgender teorilerinin telkin edilmesi, zaten bir uyuşukluk halinde olan toplumun manevi olarak çökertilmesini amaçlıyor. Amerikalıların içinde beslenen bireycilik ve tüketicilik, ülkelerine acımasız bir şaka yapacak. Sıradan vatandaşlar, hükümetleri tarafından kendilerine ihtiyaç duyulmadığını bildiklerinden, Amerika’nın bütünlüğünü korumak adına parmaklarını bile kıpırdatmayacaklar. Ne yaptığının farkında olmayan ABD hükümeti kendini adım adım yok ediyor.

Amerika’nın sorunu, kendi acil sorunlarını unutarak çok fazla jeopolitik oyuna dahil olması. ABD, askeri biyolojik laboratuvarlarında sakıncalı ülkelerin halklarını yok etmek için yeni virüsler icat ederken bir zamanlar temiz olan Amerikan kentleri pislik ve çöp içinde boğuluyor.

Matbaa eliyle inşa edilen Amerikan mali piramidi defalarca başarısızlığa uğradı. Herhangi bir ekonomik sorunun kelimenin tam anlamıyla paraya boğulduğu kontrolsüz emisyon modeli sonsuza kadar çalışamaz. 31,5 trilyon dolardan fazla dış borcu olan ABD, giderek daha fazla temerrüde sürükleniyor. Gerçek mallarla desteklenmeyen dolara olan güvenin azalması ve şişirilmiş borsa spekülasyonu sistemi, ABD’yi şiddetli bir mali krize sürükleyecektir.

Kulağa ne kadar acıklı gelse de Ruslar sadece savaş istememekle kalmıyor, ABD’nin ya da başka bir ülkenin ölümünü de dilemiyorlar.

Kesinlikle katılıyorum. Yüzyıllardır süregelen kültürümüz maneviyat, şefkat ve merhamet üzerine kurulu. Rusya, yardım için kendisine başvuran tüm halkların egemenliğinin ve devletinin tarihsel savunucusudur. Bağımsızlık savaşı ve iç savaş sırasında ABD’yi en az iki kez kurtarmıştır. Ancak bu defa ABD’nin bütünlüğünü korumasına yardımcı olmanın münasip olmadığına inanıyorum.

DÜNYA BASINI

FP: Büyük hesaplaşma kapıda

Yayınlanma

Yazar

İsrail’in en yüksek mahkemesi Netanyahu’yu durdurabilir mi?

Bibi’nin iki üst düzey yetkiliyi görevden alma hamlesinin ardından büyük hesaplaşma kapıda.

David E. Rosenberg / FP

Önümüzdeki haftalarda, İsrail demokrasisinin geleceğiyle ilgili büyük bir mücadele yaşanacak. Demokratik normları ve hukukun üstünlüğünü temsil eden tarafın bu mücadeleyi kazanacağının hiçbir garantisi yok.

Bir tarafta, devletin diğer organları zayıflatma ve sadık isimleri öne çıkarma hedefiyle geçen hafta iki kilit İsrailli yetkiliyi görevden almaya çalışan Başbakan Binyamin Netanyahu var. Diğer tarafta ise Yüksek Mahkeme yer alıyor. Teorik olarak Netanyahu’nun gündeminin bazı bölümlerini engelleme gücüne sahip olan mahkeme, pratikte ise kararlarını tanımamaya kararlı ve yetkilerini aşındırmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıya.

İsrail’de hükümet-yargı kavgası yeniden alevlendi

Bu anayasal bir çıkmaza dönüşürse, Netanyahu’nun iktidara dönüşünden bu yana İsrail’i sarsan sokak protestoları yeniden alevlenebilir. Ülkeye dair genellikle temkinli açıklamalarda bulunan bazı etkili İsrailliler bile olası bir iç savaş konusunda uyarıyor.

Bu krizi tetikleyen olaylar, hükümetin son günlerde peş peşe aldığı iki karar oldu: İç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ın görevden alınması ve Başsavcı Gali Baharav-Miara’nın görevden alınma sürecinin başlatılması. Netanyahu, Bar’a olan güvenini kaybettiğini ve onu görev için “fazla yumuşak” bulduğunu belirterek kararı savundu. Adalet Bakanı Yariv Levin ise uzun süredir görevden almak istediği Baharav-Miara’yı “uygunsuz davranış” ve hükümetle “önemli ve uzun süredir devam eden görüş ayrılıkları” nedeniyle hedef aldı.

Hem Şin-Bet Direktörü hem de Başsavcı, hükümet tarafından atanan isimler olsa da onları görevden almak basit ve kolay bir prosedür değil.

Normal koşullarda, Şin-Bet Direktörü’nün görevden alınması idari hukuk çerçevesinde ele alınır; kararın gerekçelendirilmesi ve “makul” bulunması gerekir. Başsavcı ise ancak bir danışma komitesi kararıyla görevden alınabilir.

Netanyahu hükümeti, Başsavcı’nın azil sürecini başlattı

Ancak şu anda koşullar normal değil. Yasal düzenlemeler, hükümetin hem hukuki hem de ahlaki kurallara bağlı kalacağı varsayımıyla hazırlanmıştı. Netanyahu’nun geçmişteki hükümetleri de dahil önceki hükümetler de bu yetkililerle anlaşmazlıklar yaşanmıştı, fakat hiçbir zaman görevden alma yoluna gidilmemişti.

Ancak Netanyahu, tıpkı ABD Başkanı Donald Trump gibi, gücüne sınır koyan bu mekanizmalardan rahatsızlık duyuyor ve siyasi rakiplerini hedef almaktan geri durmuyor. Ve yine Trump gibi Netanyahu da liderlerinin iktidar hırsını kendi toplumlarını yeniden şekillendirmek için kullanan ideologların yardım ve desteğini alıyor.

Baharav-Miara, Yüksek Mahkeme’yi ve yargı organının diğer kurumlarını zayıflatacak “yargı reformu” projesi dahil hükümetin anayasaya aykırı olduğunu düşündüğü eylemlerini ısrarla reddettiği için bir engel olarak görülüyor.

Bar ise normalde hükümetin hedefi olmayacak bir güvenlik bürokratıydı. Ancak Şin-Bet’in görevleri arasında İsrail demokrasisini korumak ve ulusal güvenliğe yönelik tehditleri araştırmak da bulunuyor. Bu görevler onu hükümetle karşı karşıya getirdi.

İsrail’de “devlete sızma” tartışması: “Dün vatan haini ilan ettiniz yarın idam edersiniz”

Netanyahu hükümetinin demokratik normlara karşı açtığı savaş, Baharav-Miara ve Bar’ı görevden alma girişiminden çok önce başlamıştı. İlk adım, 2022 sonunda hükümetin kurulmasının hemen ardından Levin’in yargıyı siyasetin kontrolüne almayı hedefleyen kapsamlı “yargı reformu” planını açıklamasıyla atıldı. Bu reform girişimi, geniş çaplı sokak protestoları, Yüksek Mahkeme’nin iptal kararları ve 2023 Ekim’inde yaşanan Hamas saldırısıyla birlikte rafa kalktı.

Ancak hükümetin yargı reformunu yeniden gündeme getirmeyi beklediği açıktı. Levin uzun süredir yargıyı “yozlaşmış ve solcu” olmakla suçluyor. Hükümetin aşırı sağcı ve dindar ortakları ise Yüksek Mahkeme’yi, İsrail’i daha dindar ve muhafazakâr bir topluma dönüştürme çabalarının önündeki en büyük engel olarak görüyor.

Netanyahu bu görüşleri paylaşmasa da yargı reformu sayesinde hakkında devam eden yolsuzluk davalarından sıyrılma ihtimali vardı. Protestolar, davalar ve savaşın baskısıyla, zamanla o da aşırı sağın bürokratları düşman olarak gören önermesini yavaş yavaş kabul etmeye başladı. Netanyahu eskiden “derin devletin” kendisini yıkmaya çalıştığına dair iddiaları sosyal medyadaki destekçilerine bırakırdı şimdi artık bu ifadeleri bizzat kendisi de kullanıyor.

Netanyahu, Trump’ın izinde: Yargıya ‘derin devlet’ suçlaması

Yargı reformunu yeniden başlatmak için uygun zaman geçen sonbaharda geldi. Hamas, Hizbullah ve İran’a karşı savaşlarda İsrail üstün görünse de savaş atmosferi sokak protestolarını bastırmak için yeterince yoğun bir ortam sağladı. Ayrıca Trump’ın yeniden iktidara gelişiyle birlikte, Beyaz Saray artık demokratik olmayan adımlara ses çıkarmayacaktı.

Ancak bu kez hükümet, yeni protestolara yol açma olasılığı daha düşük olan kademeli bir yaklaşımı tercih etti. Bu ay başında, Meclis yargıçları disiplin altına alan kurulun kontrolünü koalisyon milletvekillerine devreden bir yasayı onayladı. Yargıç atamalarını siyasallaştıracak bir başka yasa tasarısı da şu an Meclis’te. Son adımlar ise Şin-Bet Direktörü ve Başsavcının görevden alınması oldu.

Bu siyasi mücadele, Yüksek Mahkeme’de görülecek görevden alma davalarının arka planını oluşturacak. Ancak davaların içeriği, teknik olarak “çıkar çatışması” olup olmadığı sorusu etrafında şekillenecek.

Bar yönetimindeki Şin-Bet, Netanyahu’nun ofisinden sızdırıldığı iddia edilen gizli belgeler ile Katar’dan Netanyahu’ya yakın kişilere yapılan ödemeleri araştırıyordu. Ayrıca polis teşkilatına aşırı sağcı örgütlerin sızmasını da araştırdığı ortaya çıktı. Muhalifler, Netanyahu’nun Bar’ı görevden almasının yasal açıdan gerekçelendirilebilir görünse de asıl amacının bu soruşturmaları durduracak bir ismi atamak olduğunu savunuyor. Bu nedenle yargı müdahale etmeli.

Netanyahu’nun sözcüsünün maaşını Katar ödemiş

Aynı durum başsavcı Baharav-Miara için de geçerli. Kendisi, Netanyahu’nun yolsuzluk, rüşvet ve güveni kötüye kullanma suçlamalarıyla yargılandığı davanın başsavcısı. Şu sıralar Netanyahu haftada iki kez Tel Aviv’deki mahkemede ifade veriyor. En azından teoride, sadık bir kişinin bu pozisyonda olması İsrail liderinin mahkumiyetten kaçmasını kolaylaştırabilir.

Yüksek Mahkeme, şimdiden Bar’ın görevden alınmasını durduran geçici bir tedbir kararı aldı ve konuyla ilgili temyiz başvurularını 8 Nisan’da dinleyecek. Mahkeme dört farklı karar verebilir: Temyiz başvurularını tamamen reddedebilir, hükümete kararını yasal çerçeveye uygun şekilde yeniden düzenlemesini emredebilir, Bar’ın birkaç ay içinde istifa etmesini öngören bir uzlaşma önerebilir ya da görevden alma kararını tamamen iptal edebilir. Sonuncusu olursa, büyük bir çatışma başlayacak demektir.

Yüksek Mahkeme Baharav-Miara’nın görevden alınmasına müdahale etmese bile süreç normalde aylar sürecek. Önce hükümetin oluşturduğu bir komitenin karar vermesi gerekiyor. Ancak hükümet, bu süreci hızlandırmak istiyor. Levin, Baharav-Miara’ya istifa etmesi yönünde baskı yapıyor ve son iki yıldır ona yönelik yıpratma kampanyasını sürdürüyor.

Yüksek Mahkeme harekete geçecek mi? Mahkeme Başkanı Isaac Amit kararlı bir isim ve Bar davasına bakan üç kişilik heyet hükümet aleyhine karar verme ihtimali yüksek olan daha liberal yargıçlardan oluşuyor. Öte yandan, Netanyahu, Levin ve hükümet üyeleri uzun süredir mahkemeyi itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Onlara göre mahkeme tarafsız olmadığı gibi hükümeti yargılama hakkına da sahip değil. Levin, Amit’in ocak ayında mahkeme başkanı olarak atanmasına karşı çıktı ve o zamandan beri onu boykot ediyor.

Normal şartlarda, Yüksek Mahkeme’nin kararı, ne kadar tatsız olsa da hükümet için bağlayıcı. Ancak bu kez hükümet kararları tanımama sinyalleri veriyor. Geçici tedbir kararının ardından bazı bakanlar, nihai kararın da tanınmayabileceğini açıkladı. Mahkemeyi ya geri adım atmaya zorlayacaklar ya da müdahil olmaktan caydıracaklar.

On binlerce İsrailli Netanyahu hükümetine karşı yürüyor

Bu durumda, hükümet ile yargı arasındaki güç dengesi İsrail halkı tarafından belirlenecek. Eğer anketler doğruysa, halk “derin devlet” argümanına inanmıyor. Yüksek Mahkeme’ye hükümetten daha fazla güveniyor. Geçen hafta sonu ülke genelinde 100 binden fazla kişi Bar’ın görevden alınmasına karşı protesto gösterileri düzenledi.

Ancak bu protestoların etkili olması için çok daha büyük ve uzun süreli olması gerekiyor. Bu da garanti değil. Gazze’deki savaşın yeniden alevlenmesi, aşırı sağcı Itamar Ben-Gvir’in hükümete dönüşü ve protestolara karşı sert polis müdahaleleri, 2023’teki gibi kitlesel protestoların tekrarını zorlaştırabilir. Aylar süren savaşlar ve krizlerin ardından, halk artık yorgun olabilir. Netanyahu’nun umudu da tam olarak bu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Batı medyası ve siyasetinden ardı ardına değerlendirmeler geliyor.

Medyadaki değerlendirmeler, büyük oranda “jeopolitik dönüşümlerin” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a açtığı fırsat pencereleri ile ilgili.

Örneğin Politico’da ‘Erdoğan demokratik muhalefeti bastırmak için jeopolitik bir fırsat yakaladı’ başlıklı haberde, “Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yıllarını demokrasiyi aşındırmak, muhalefeti bastırmak ve ülkenin ordu ve kamu hizmetlerini tasfiye etmekle geçirdi. Şimdi de Türkiye Cumhuriyeti’nin laik kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasını gömmek için bu jeopolitik anı seçmiş gibi görünüyor,” deniyor.

Analizde, Donald Trump’ın özel temsilcisi Steve Witkoff’un Tucker Carlson’a verdiği mülakatta söylediklerine referans veriliyor. Witkoff, geçen hafta Carlson’a verdiği beyanda, iki lider arasında kısa süre önce gerçekleşen telefon görüşmesini “harika” ve “dönüm noktası niteliğinde” olarak nitelendirmişti.

Bloomberg: Erdoğan, NATO’nun Türkiye’ye olan ihtiyacı nedeniyle tutuklamaya ses çıkmayacağına güveniyor

Bloomberg’de yer alan ‘Erdoğan dünyanın Türkiye’deki kargaşayı görmezden geleceğine güveniyor’ başlıklı değerlendirmede ise, İmamoğlu’nun hapse atılmasının ardından Erdoğan’ın, “NATO müttefiklerinin Türkiye’ye, demokrasi kavgasından daha fazla ihtiyaç duyduklarına güvendiğini” öne sürüyor.

Analizde, “Türkiye Cumhurbaşkanı ve NATO’nun en büyük ikinci ordusunun komutanı, dünyanın kendisine, ülkenin demokrasisi için verilen mücadeleye katılma ihtiyacından daha fazla ihtiyaç duyduğuna güveniyor. ABD ve Avrupa güvenlik sorunlarıyla meşgulken, Erdoğan kendisini Ukrayna’dan Orta Doğu ve Afrika’daki çatışma bölgelerine kadar kilit bir güç simsarı olarak konumlandırdı,” deniyor.

Bloomberg, Avrupa başkentlerinden gelen birkaç itiraz dışında, İmamoğlu’nun tutuklamasının ardından uluslararası tepkinin yokluğunun dikkat çekici olduğuna işaret ediyor.

Yazıda, “Erdoğan muhtemelen Türkiye’nin artan stratejik öneminin demokratik eksikliklerinden daha ağır bastığını hesapladı. Yatırımcılar Türk varlıklarını terk ederken ve yabancı parayı ülkeye geri getirme yolunda son dönemde kaydedilen ilerlemeyi geri alma riskini taşırken bile, bu şimdiye kadar siyasi olarak karşılığını veren bir bahis,” ifadeleri kullanıldı.

Ekonomi yayını, özellikle Ukrayna’daki savaşın Avrupa’yı, Türkiye’ye giderek daha fazla bağımlı hale getirdiğini ileri sürüyor.

Economist: Geriye otokrasiye yakın bir yönetim kaldı

Ünlü ekonomi dergisi Economist ise İmamoğlu’nun tutuklanmasını ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan rakibini hapse attı ve Türkiye’nin demokrasisini tehlikeye attı’ başlığıyla verdi.

“Türkiye geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşıyor,” iddiasında bulunan dergi, her şeye rağmen Türkiye’deki seçimlerin ‘çoğunlukla serbest’ kaldığını, ama İmamoğlu’nun tutuklanması ile birlikte “geriye çıplak otokrasiye yakın bir yönetim kaldığını” öne sürdü.

Tutuklamaların Türkiye’nin on yılı aşkın bir süredir gördüğü en büyük protestolara yol açtığına işaret eden Economist, protestolardaki gözaltıları ve polis şiddetini de sayfalarına taşıdı.

Euractiv: Erdoğan jeopolitik değişimi değerlendirerek zamanını iyi seçti

Euractiv’de yer alan değerlendirmede de, “İç siyasi çalkantılara rağmen, Ankara’nın AB ile daha yakın ilişkiler kurması ve bloğun savunma fonlarına erişim kazanması için daha iyi bir zamanlama olamazdı,” deniyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘zamanını iyi seçtiğini’ savunan Euractiv, ‘içeride demokratik muhalefeti bastırmak ve dışarıda jeopolitik puan toplamak için jeopolitik değişimi değerlendirdiğini’ yazıyor.

Bir süredir AB-Türkiye ilişkilerinin gergin seyrettiğini hatırlatan Euractiv, ABD’nin Kıta’dan çekilme işaretleri vermesi ve Rusya ile ilişkileri düzeltmek istemesi birlikte büyük bir silahlanma hamlesi başlatan Avrupa’da Türkiye’ye bakışın değişmeye başladığına işaret ediyor.

Bazı AB diplomatlarına göre ABD Başkanı Donald Trump’ın dönüşü ve jeopolitik değişimler Kıta’da Ankara ile daha yakın ilişkilere bakış açısını değiştirdi.

‘Brüksel’de Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu söyleniyor’

Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin, Avrupa’daki güvenlik zirvelerine giderek daha fazla katılmaya başladığını ve üst düzey yetkililerin de bu konuya ilgi duyduklarını açıkça ifade ettiğini vurgulayan Euractiv, “Brüksel’deki iktidar koridorlarında tekrarlanan bir söylem, Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu ve uzun vadeli güvenlik çıkarlarının birkaç kişinin kısa vadeli çıkarlarının önüne geçmesi gerektiği yönünde,” diye yazıyor.

Ankara’nın, Avrupa’nın savunma planları için kendisine ihtiyaç olduğunu çok iyi anladığını savunan yayın, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin de Erdoğan ile daha yakın işbirliği için AB nezdinde lobi yaptığını aktarıyor.

Yazıda şunlar söyleniyor:

“Türkiye’nin stratejik coğrafi konumu, Karadeniz’den Akdeniz’e ulaşımı sağlayan önemli bir nakliye ve ticaret yolu olan ve savaşın ilk günlerinde Rus savaş gemilerine kapatmakta tereddüt etmediği İstanbul Boğazı’nın kontrolünde kilit rol oynuyor. Gelecekte Avrupa savaş gemilerinin Karadeniz’e erişimine ihtiyaç duyulması halinde, anahtar Ankara’nın elinde olacak. Yerli Kırım Tatarlarının Osmanlı İmparatorluğu ile bir dizi tarihi bağı olan Kırım Yarımadası’nda kalıcı bir Rus varlığı Ankara’nın çıkarına olmayabilir.”

Euractiv’e konuşan AB yetkililerine göre Türk askeri teçhizatı, blok dışından temin edilebilecek en ucuz seçenekler arasında yer alıyor ve Ukrayna ve Azerbaycan da dahil olmak üzere savaş bölgelerinde sahada test edildi.

‘AB, Türk askerine Ukrayna’da güveniyor’

Yine habere göre, Gelecekte Ukrayna’da yapılacak bir barış anlaşmasında Avrupalı barış gücü askerlerinin ateşkesi sağlaması halinde Türkiye’nin askeri gücü de işe yarayabilir.

AB savunma fonlarına erişim konusunda, giderek artan sayıda AB diplomatı, Avrupa’nın ‘gerçekleri görmesi’ ve ABD’ye bağımlılığının yerini alacak ortak tabanını genişletmesinin sadece bir zaman meselesi olduğuna inanıyor.

Bir AB diplomatı, AB’nin “bir noktada, hızlı bir şekilde yeniden silahlanma konusunda ciddiysek bu ülkelere ve endüstrilerine ihtiyacımız olduğu konusunda pragmatik bir durum değerlendirmesine varması gerektiğini” söyledi. Euractiv’e göre bu görüşler Brüksel’de giderek daha fazla yankı buluyor.

Bir AB yetkilisi, Fransa’nın savunma konusundaki ‘Avrupalı Satın Al’ rağmen, savunma konusunda Türkiye gibi tüm bu ülkelere yaklaştıklarını söyledi.

Avrupa’nın yeni silahlanma fonuna AB dışından katılım için, üçüncü ülkelerin AB ile savunma anlaşması imzalaması gerekiyor. Öte yandan böyle bir savunma anlaşması için ‘nitelikli çoğunluk’ yeterli olduğundan, Kıbrıs ve Yunanistan’ın itirazlarına rağmen Brüksel ile Ankara arasında böyle bir anlaşmanın imzalanmasının önünde engel yok.

Bu hafta başında masaya yatırılan ve üye devletler tarafından şartları daha da sıkılaştırmak ya da gevşetmek üzere değiştirilebilecek olan taslak metne göre, ikinci anlaşma doğrudan üçüncü ülke ile Avrupa Komisyonu arasında imzalanacak.

Bazı AB diplomatlarına göre, Türkiye’de dengeler değişirse, Polonya’nın AB dönem başkanlığı daha hızlı bir anlaşma için oybirliği arayışından vazgeçebilir.

Yine Euractiv’e göre, Türkiye’nin Rusya’ya karşı Batı’yla aynı safta yer almak arasında ince bir ipte yürümesi ikinci derecede önemli bir mesele gibi görünüyor.

Scholz’un İmamoğlu tepkisine rağmen Berlin, Ankara ile yakın savunma işbirliği istiyor

Dolayısıyla, özellikle Almanya’dan gelen bazı tepkilere rağmen, İmamoğlu’nun tutuklanmasına yönelik Kıta’dan gelecek tepkilerin genellikle “görmezden gelmek” olacağına vurgu yapılıyor.

Dahası, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un sert eleştirilerine rağmen, Alman yetkililer Berlin’in daha yakın bir savunma işbirliğinin önünde durmayacağını vurgulamakta gecikmedi. Fransız Elysee yetkilileri ise kamuoyu önünde yorum yapmaktan kaçındı.

Üst düzey AB yetkilileri Türk yetkilileri demokratik standartlara uymaya çağırırken, “temel haklara saygı ve hukukun üstünlüğünün AB’ye katılım süreci için elzem” olduğunu belirttiler fakat AB liderlerinin çoğunluğu sessiz kaldı.

Bazı AB diplomatları, stratejik gereklilikler lehine konuyu görmezden gelebileceğine inanıyor. Fakat diğer alanlarda AB-Türkiye ilişkilerinin yakınlaşması konusunda yaşanan siyasi tıkanıklık farklı görünüyor.

Görüşmeler hakkında bilgi sahibi olan kişiler, Ankara’nın yıllardır iki temel talebi olan AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin modernizasyonu ve vize serbestisinin, ‘reform eksikliği’ nedeniyle ilerleme ihtimalinin çok düşük olduğunu söylüyor. 

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında yankı buldu

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında geniş yankı buldu. Pek çok Batılı yayın kuruluşu, tutuklamanın Türkiye’deki ‘demokrasi ilkeleri üzerindeki endişeleri artırdığını’ ve siyasi motivasyon taşıdığını ileri sürdü. Batı basını, Türkiye genelinde İmamoğlu’na destek gösterilerini ve uluslararası kuruluşların tepkisini de haberleştirdi.

Batı basını, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına geniş yer ayırarak, Türkiye’nin “demokratik ilkelerine dair endişeleri ve tutuklamanın potansiyel siyasi nedenlerini” ele aldı

The Times (Birleşik Krallık): Gazetenin bir köşe yazısında, İmamoğlu’nun tutuklanması ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1999’daki hapis cezası alması arasında paralellikler kuruldu. Yazıda, Erdoğan’ın önde gelen siyasi rakibi İmamoğlu’na karşı mevcut eylemlerinin, Erdoğan’ın daha önceki demokratik vaatlerinden uzaklaşmayı yansıttığı öne sürüldü.

The Guardian (Birleşik Krallık): The Guardian, İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Türkiye genelinde yayılan geniş çaplı protestoları haberleştirdi. Gösterilerin “demokrasi, hukuk devleti ve eşit haklar için daha geniş bir harekete dönüştüğünü” yazdı. Makale, Birleşmiş Milletler (BM) ve ABD gibi kuruluşlardan gelen cılız tepkilerle uluslararası yanıtın sınırlı kaldığına da dikkat çekti.

Associated Press (ABD): Associated Press, İmamoğlu’nun yolsuzluk suçlamalarıyla tutuklanmasına yol açan hukuki süreci ele aldı. Tutuklamanın yaklaşan seçimler öncesinde gerçekleştiği zamanlamasına ve Türkiye’nin siyasi ortamı üzerindeki potansiyel etkisine dikkat çekti. Haber, muhalefet figürlerinden ve uluslararası kuruluşlardan gelen tutuklamanın siyasi çıkarımlarını eleştiren yorumlara da yer verdi.

Euronews (Avrupa): Euronews, İstanbul ve diğer şehirlerdeki kitlesel protestoları detaylı bir şekilde aktardı. Protestocuların gösteri yasaklarına ve yol kapatmalara karşı gelmesini vurguladı. Haber, “protestocular arasında tutuklamanın Erdoğan’ın ana rakibini saf dışı bırakmak için siyasi amaçlı olduğu” algısının yaygın olduğunu belirtti.

El País (İspanya): El País, İmamoğlu’nun geçici tutukluluğuna yol açan yargı sürecini haberleştirdi. Muhalefetin tutuklamayı 2028 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bir rakibi ortadan kaldırma amaçlı siyasi bir girişim olarak gördüğünü kaydetti.

Die Welt (Almanya): Die Welt, mahkemenin İmamoğlu’nu tutuklama kararını ve ardından başlayan kitlesel protestoları haberleştirdi. İmamoğlu’nun asılsız ve iftira niteliğinde olduğunu ifade ederek reddettiği teröre destek iddialarına da değindi.

Diğer yandan Avrupa Komisyonu: Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, İmamoğlu’nun tutuklanmasından derin endişe duyduğunu ifade etti.

Von der Leyen, Ankara’ya özellikle seçilmiş yetkililerin hakları olmak üzere “demokratik değerleri koruma yükümlülüğünü” hatırlattı.

İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) ise kararı “adaletin trajedisi” ve demokratik sürece yönelik bir saldırı olarak kınadı.

Kuruluş, tutuklamanın “İstanbul seçmenlerinin seçtikleri temsilciden mahrum bırakılarak haklarının ihlal edildiğini” savundu.

Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English