Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Prabhat Patnaik, Amerikan bankalarının çöküşünü yazdı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Amerika’da son haftalarda Silicon Valley Bank’in (SVB) yaşadığı finansal fiyaskonun etkileri sürüyor. SVB’den sonra İsviçre’nin en büyük ikinci bankası olan 167 yıllık Credit Suisse’in Suudilerin sermaye artırımı yapmayacaklarını duyurmasıyla hisse senedi fiyatları çöküş yaşamış, daha sonra bankanın UBS’e satılması kararlaştırılmıştı. Amerikan Federal Mevduat Sigorta Fonu’nun kurtarma paketinin, bankaların kamu ve vergi mükelleflerinin parasıyla kurtarılmasını — 2008’deki gibi — öngöreceği konuşulsa da Hazine bu iddiaları şimdilik yalanlanmakta. Fakat kurtarma paketi doğrudan vergi mükelleflerinin parasına göz dikmiyor olsa da fon çeşitli bankalardan oluşmakta. Yani burada bedeli bankalar ödeyecek, onlar da kaybını tüketicilere ödetecek. Biden’ın da dediği gibi “kapitalizm böyle işliyor”. Hindistan’ın önde gelen Marksist iktisatçılarından Prabhat Patnaik, Peoples Democracy’de yayımlanan makalesinde son krizi değerlendiriyor.


Amerikan bankalarının çöküşü

Prabhat Patnaik — 26 Mart 2023

ABD’deki Silicon Valley Bank ve Signature Bank’in çöküş nedenlerinde gizemli herhangi bir şey yok. Kapitalist dünyanın tüm bankacılık sisteminin neden dengesizlik içinde olduğu konusunda da gizemli bir şey yok: Sistemin bir kısmı çöktüğünde, diğer kısımları da sistemin çöken kısmının yükümlülüklerinden başka bir şey olmayan “toksik” varlıklarla yüklenir ve dolayısıyla “domino etkisine” maruz kalır. Asıl mesele şu: Amerikan kapitalizmi nasıl oldu da bankacılık sisteminin böylesine ciddi bir baskı altına girdiği bir duruma geldi? Bu bankaların, özellikle de SVB’nin çöküşü içsel bir olgu olmayıp sistemsel bir çelişkiyi yansıttığına göre bu çelişki tam olarak ne?

Her iki bankanın da çöküşünün ardındaki en yakın faktör, faiz oranlarındaki artış. Fakat sistemsel çelişkiyi daha net bir şekilde vurguladığı için burada kendimiz sadece SVB vakasıyla sınırlayacağız: Signature Bank vakası, istikrarsızlığıyla meşhur kripto para birimleriyle haşır neşir olduğu için oldukça atipik.

Faiz oranlarında artış tahvil fiyatlarını düşürür: Bir tahvilin fiyatı basitçe, tahvilin ömrü boyunca elde edeceği kazançların, geçerli faiz oranına göre iskonto edilmiş halidir ve eğer geçerli faiz oranı yükselirse aynı nominal kazanç akışı tahvil için daha düşük bir fiyat verir. Şimdi tüm bankalar, aralarında tahvillerin oldukça önemli bir yer tuttuğu bir dizi varlık tutuyor. Bu nedenle faiz oranlarındaki artış, tahvil fiyatlarını düşürerek bankaların varlıklarının değerini yükümlülüklerine göre azaltır ve bu da onları zora sokar.

Bankanın bu zorlanmanın üstesinden gelmek için gösterdiği her türlü çaba, zor durumda olduğunu tüm dünyaya açıkça itiraf etmesi anlamına gelir ve halkın bankayı terk etmesi için bir sinyal işlevi görür; öz sermayesinin değeri düşer ve bu da mevduat sahiplerini panikleterek yatırımlarını bankadan çekmelerine neden olur. Unutulmaması gereken şey, bir banka bu tür bir baskı altına girdiğinde, ne yaparsa yapsın, nahoş beklentilerle karşı karşıya kalacağıdır: Eğer herhangi bir düzeltici tedbir almaya çalışmazsa, aslında çöküşle karşı karşıya kalmayı tercih etmiş olacaktır ve eğer bazı düzeltici önlemler almaya çalışırsa, o zaman da çöküşle karşı karşıya kalma ihtimali güçlü olacaktır. Dolayısıyla bu koşullarda bankanın çökmesi kendisine bağlanamaz, bunun bankanın dışındaki makroekonomik faktörlerle açıklanması gerekir.

Yukarıdaki argüman, faiz oranlarındaki artışların bankaların çöküşünü tetikleyeceğini düşündürebilir ama bu kesinlikle doğru değil. Merkez Bankası tarafından kararlaştırılan faiz oranı hareketleri normalde marjda küçük değişiklikler şeklinde gerçekleşir ve faiz oranında küçük bir artış olması durumunda bankalar üzerindeki baskı yönetilebilir. Bankalar bu zorlanmayı “piyasada” fazla panik yaratmadan yönetebilirler. Ancak Fed tarafından belirlenen faiz oranı, aniden büyük bir marjla artırıldığında bankaların herhangi bir aktif-pasif uyuşmazlığını sakin ve düzenli bir şekilde yönetme fırsatı ellerinden alınmış olur.

ABD’de faiz oranları son dönemde kayda değer ölçüde artırıldı. Faiz oranları, 2022’nin şubat ayında yüzde 0,25 iken 2023’ün şubat ayında yüzde 4,75’e yükseldi. Bu kadar kısa sürede böylesine büyük bir artış yapılması, bankaların bilançolarını sorunsuz bir şekilde yönetmelerini imkânsız hale getiriyor. Bu nedenle asıl soru şu: Federal Rezerv Kurulu (merkez bankasının ABD’deki eşleniği) neden faiz oranlarını bu şekilde yükseltiyor?

Temel cevap, neoliberalizmde devletin ekonomiye müdahale etmek için elindeki tek silahın para politikası olduğudur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uzun bir süre boyunca başlıca müdahale aracı olan maliye politikası, neoliberalizmde geri plana çekildi. Hükümetler, küresel mobil finans sermayesi tarafından GSYH’ye oranla mali açıklarına bir tavan koymaya zorlanıyorlar ve kapitalistlerin ve genel olarak zenginlerin vergilendirilmesi aynı nedenle, yani küresel mobil finans sermayesinin hoşnutsuzluğuna yol açtığı için tabu olduğundan ekonomideki faaliyeti canlandırma çabası yalnızca faiz oranlarını düşürme biçimini alıyor.

Doğru, ABD’nin “mali sorumluluk” yasası yok ve mali açığını kontrol altında tutmak için ne yasal olarak ne de pratikte herhangi bir mali kaçış korkusu nedeniyle (zira böyle bir kaçış ABD gibi güvenli bir zeminde pek gerçekleşemez) kısıtlanmıyor ama ABD’nin faaliyeti canlandırmak için mali açığını artırması, dış borcunu artırırken yurt dışında istihdam yaratması anlamına gelir (zira ABD’nin yurt içi harcamalarının önemli bir kısmı yurt dışında üretilen mal ve hizmetlere talep olarak “sızar”). ABD, elbette pandemi sırasında mali açığını büyük ölçüde artırdı, bazılarının mevcut enflasyonu buna bağladığı bir hakikat, fakat bu yalnızca bir pandeminin yükü altındaydı. Konut balonunun çöküşünden sonra çok uzun bir süre, ekonomiyi canlandırmak için kullanılan başlıca araç, faiz oranının son derece düşük seviyelere, hatta sıfıra yakın seviyelere çekilmesiydi.

Konut balonu 2008 yılında çöktü. 2009’un sonlarından 2022’ye kadar faiz oranının aşamalı olarak maksimum yüzde 2’ye yükseltildiği 2016 ve 2020 yılları arasındaki kısa bir ara dışında aşağı yukarı yüzde 0,25’te takılı kaldı. Bu olağanüstü uzun ve olağanüstü ucuz para dönemi, ABD’li oligopolistlerin kâr marjlarını ve fiyatları yükseltmedeki risklerini azaltarak kesinlikle mevcut enflasyona katkıda bulundu, ama yine de Amerikan ekonomisini yeterince yüksek bir istihdam seviyesine yaklaştırmadı. Doğru, ABD’nin resmi işsizlik oranı yüzde 4 gibi düşük bir seviyeye geriledi ama aynı zamanda iş gücüne katılım oranında da düşüş yaşandı; iş gücüne katılım oranının 2008 ortasındaki seviyede devam ettiği varsayılarak hesaplanan işsizlik oranı, 2008’den sonraki dönem boyunca yüksek kaldı. Enflasyon patlak verdiğinde ise faiz oranı aniden büyük ölçüde yükseldi. Para politikasındaki bu görünürde irrasyonel olan dalgalanmanın, faiz oranındaki bu yo-yo hareketinin nedeni, küresel mobil finansın hegemonyası altında neredeyse hiçbir alternatifin olmaması gerçeğinde yatıyor. Kısacası bu görünürdeki irrasyonellik hükümetin kaprislerinden değil, küresel finansın hegemonyasından kaynaklanıyor.

Bu vahşi dalgalanmaların negatif etkisi ikinci bir faktör tarafından daha da şiddetlendirildi. Faiz oranı düştüğünde ve tahvil fiyatları arttığında bunun ekonomi üzerinde herhangi bir uyarıcı etkisi olsun ya da olmasın, en azından bankacılık sistemi için herhangi bir tehdit oluşturmaz. Bir bankanın varlıklarının değerindeki artış bankayı hiçbir şekilde zayıflatmaz. Fakat faiz oranı yükseldiğinde ve tahvil fiyatları düştüğünde, bir bankanın varlıklarının değeri yükümlülüklerinin değerine göre düşer; bu da “piyasada” bankayı yaşayamaz hale getirebilecek reaksiyonları tetikler. Faiz oranındaki düşüşün banka üzerindeki etkisi ile yükselişin etkisi arasındaki bu asimetri, bankacılık sistemini daha da zayıflatır.

Yalnızca Amerikan bankacılık sistemi değil, tüm kapitalist dünyanın bankacılık sistemi enflasyona karşı resmi politika reaksiyonu olarak faiz oranlarında keskin artışlara gitmesi nedeniyle tehdit altında. Credit Suisse gibi tanınmış bir banka bile son dönemde hisse senedi fiyatlarında çöküşle karşı karşıya kaldı ve rakibi UBS tarafından devralınıyor.

Dahası kapitalist dünyanın bankacılık sistemine yönelik tehdit hiçbir şekilde düşüşe geçmiş değil. Fed, daha önce enflasyonla mücadele için faiz oranlarını daha da yükseltmeyi planlıyordu; iki ABD bankasının çöküşü nedeniyle şimdi biraz daha yavaş hareket edebilir. Fakat enflasyon devam ettiği sürece faiz oranlarını yükseltmekten başka bir alternatifi yok, zira kapitalizmde enflasyonla mücadelenin tek yolu işsizlik yaratmaktır ve bu da bugünlerde tipik olarak faiz oranlarındaki artışla gerçekleştiriliyor. Kapitalizm kriz içinde bocalarken Avrupa’nın dört bir yanındaki işçilerin gösterileri, onun neoliberal evresinde ulaştığı çıkmazın daha da altını çiziyor.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English