Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Kapsamı genişleyen “stratejik planlama”

Yayınlanma

Aşağıdaki yazı, Rusya Kamu Ekonomisi ve Amme İdaresi Akademisi (RANHiGS) Hukuk ve Milli Güvenlik Enstitüsü (İPNB) Devlet Yönetimi ve Milli Güvenlik Kürsüsü profesörü D. Afinogenov’un imzasını taşıyor. Yazı, Rusya Dışişleri Bakanlığı Moskova Uluslararası İlişkiler Devlet Enstitüsü (ünlü MGİMO) Askeri ve Siyasi Araştırmalar Merkezi internet sitesinde “Stratejik planlama alanında devlet siyaseti” başlığı altında yayınlandı. Çeviri, özgün metnin yaklaşık üçte ikisini kapsıyor.

Hiç kuşku yok ki fazla akademik bir yazı; üstelik de tıpkı bir önceki çevirim gibi (“Rusya’nın askeri doktrininde yeni bir konsept”) Rusya’da akademik ortamın kurallarına (ağdalı bir üslup, zaten bilindiği varsayılan göndermeler, vb.) uygun, kimi yerlerde anlaşılması zor.

Bu, bir kitap incelemesi; ele alınan kitabın yazarı V.P. Nazarov doktora tezini FSB Akademisi’nde vermiş; akademik kariyerinden başka KGB ve Rusya Dış İstihbarat Hizmetleri’nde görev yapmış, 2005-2006 yıllarında Güvenlik Konseyi Sekreteri Yardımcısı, 2016’dan beri Güvenlik Konseyi Sekreteri Müsteşarı. Burada incelenen kitap, aynı zamanda Nazarov’un MGİMO’da verdiği yüksek doktora tezi.

Kilit kelime, “planlama”. Ama bu planlama sadece siyasi ve güvenlik planlaması, hatta sadece devlet ve savunma sektörünü kapsayan bir planlama değil; bu aynı zamanda “devletin gelişmesini” hedefleyen, “ekonomi ve iş dünyasının gelişmesinin vasıtası olarak” “korporatif” sektörü de kapsayan bir “stratejik planlama”.

Okur kuşkusuz bunun Sovyet geçmişiyle ilgisini kuracaktır. Ancak benim ilişki kurmak istediğim yer başka.

“Rusya…”da Putin’in doktora tezine uzun bir alt bölüm ayırmıştım. “Sosyalist planlamadan planlı devlet kapitalizmine” başlığı altında şöyle demiştim: “… araştırma konusunun güncelliği ‘Rusya Federasyonu’nun ekonomisinin piyasa ilişkilerine geçişine’ bağlanır. Bu, hiç şüphesiz kapitalist bir tercihtir. … [Ama] bu sadece bir kapitalizm tercihi değil, daha da önemlisi… devlet kapitalizmi tercihidir. Devlet kapitalizmi ise geniş bir devlet sektörünün planlanmasına dayanır.” Stratejik planlama, Putin’in doktora tezinin başlık konusudur ve tez boyunca belki en sık geçen kavram budur; ne var ki bu kavramla kastedilen, hiç değilse şimdilik, ekonominin istikametinin devlet sektörünün, yani başta enerji kaynaklarının (petrol ve doğalgaz üretiminin) planlanmasıyla tayin edilmesidir. Dolayısıyla (benim kitaptan alıntılıyorum):

“Bu tez, konusu itibariyle, doğal kaynaklara bağımlı bir büyüme stratejisini seslendiriyor, ancak esas önemli olan, bu stratejinin ayrıntılarından ziyade, bunun bir strateji olarak belirlenmiş olmasıdır.”

24 Şubat sonrasında ortaya çıkan tablo bu eğilimi geride bıraktı, onu derinleştirmek için yeni bir momentum sundu. Şimdi genel eğilim, sadece alabildiğine geniş tutulan bir devlet sektörünün planlanmasından ibaret değil, ama büyük burjuvazinin iktisadi dizginlerinin ele geçirilip planlamaya şu veya bu ölçüde onların da dahil edilmesi eğilimidir.

Nazarov’un “korporatif sektör” ve “iş dünyasını” da stratejik planlama kapsamında ele alma önerisi kendi başına büyük bir yenilik değil. Ama onun doğrudan doğruya siloviki içinden gelen üst düzey bir akademisyen olarak görüşlerinin önemi ve bu görüşlerin MGİMO tarafından bilimsel-devrimci yeni bir kavramsallaştırma sayılması, yeni eğilimin gücünü gösteriyor.

Petrol-doğalgaz ekonomisinin sınırlarına artık gelinmiş olması, yaptırımların yıkıcı etkisi, kaçınılmaz olarak az çok planlı bir ekonomiyi öngerektirir. Krizden başka türlü çıkmak mümkün değildir. Bu durumda şu seçeneklerden söz edilebilir: 1) siyasi bir devrimin tetikleyeceği iktisadi, yahut tepeden gelen doğrudan doğruya iktisadi bir devrimle mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesi. Bu, en imkânsız yoldur, zira devrimin ardından yeniden kuruluşu kimse vaat edemez, 90’ların ilan edilmemiş iç savaşları andıran derin anarşi ortamına dönmeyi de halk kesimlerinin hiçbiri istemez. 2) Mülkiyet ilişkilerine dokunmadan, mülk sahiplerine belli sınırlar içinde kâr payları öngören bir planlı ekonominin geliştirilmesi. 3) Büyük burjuvazinin eylem programı. Bu program, nihai anlamda (Deripaska’nın “manifestosunda” dile getirdiği gibi) aslında devletin fiilen “işadamlarına” devredilmesinden başka bir anlam taşımıyor. Programın temel bir takım maddeleri 24 Şubat’tan beri gündeme getirildiği hemen her defasında Kremlin tarafından geri çevrildi: madencilerin navlun tarifesinin düşürülmesi talebi reddedildi, büyük burjuvaziye sadece idari değil cezai af da getirilmesi talebi reddedildi, büyük burjuvazinin “windfall tax”a karşılık kredi borçlarının silinmesi talebi reddedildi. Ama büyük burjuvazi, temel taleplerinden (ekonominin “liberalizasyonu” ve devletin “küçültülmesi”) vazgeçmemeye devam ediyor.

Bloomberg’in 13 Şubat’ta verdiği “müjde” tam da bunu gösteriyor: habere bakılırsa Putin 16 Mart’ta Rusya Sanayici ve Girişimciler Birliği’ni kabul edecek. Bloomberg kaynaklarına göre (ve Bloomberg’in kaynakları her zaman “korporatif” sektördür) “sanayiciler ve girişimciler” (eğer cesaret edebilirlerse) “devletin ekonomideki rolünün artmasından ötürü endişelerini” dile getirecek ve iş alanının liberalizasyonunu, keza kimi cezaların iptalini (yolsuz burjuvaziye af) isteyecekler.

Her iki talebin de karşılık bulacağını sanmıyorum: ekonomide devletin alanının daraltılması hem ekonomiyi yıkım tehdidiyle karşı karşıya koyar hem de bonapartizmin ayaklarını kopartır, zaten talebin nedeni de budur. Burjuvaziye işlediği suçlarda (vergi vb. idari değil rüşvet vb. cezai suçlar söz konusu) af ilanı ise siyasi gücünü artırır.

Buna karşılık Bloomberg, Putin’in “sanayici ve girişimcilere” ekonomik büyümeyi yeniden tesis etme zaruretinden ve bundan ötürü “girişimcilerin sorumluluklarının arttığından” söz edeceğini ileri sürüyor.

Bu, “iş dünyasını” stratejik planlamaya katmak için tedrici eylemlerde yeni bir adım olacaktır.

* * *

Siyaset bilimi doktoru, Rusya Dışişleri MGİMO (üniversite) siyaset teorisi kürsüsü profesörü, milli güvenlik ve stratejik planlama alanında tanınmış uzman Vladimir Nazarov’un “Stratejik Planlamanın Teorik ve Metodolojik Temellerinin Gelişmesi” başlığıyla yayınlanan monografisine sıradan bir olay gözüyle bakmak mümkün değil.

Son yıllarda, özellikle 172 FZ sayılı “Rusya Federasyonu’nda Stratejik Planlama” kanununun [2014] kabulünden, Rusya Başkanı tarafından uzun vadeli perspektifle ülkenin kalkınması ve milli hedeflerin siyasi-idari yönetime Rusya için yeni olan bu uygulamanın da katılması şeklinde formülasyonuna yönelik bir dizi inisiyatifin geliştirilmesinden sonra stratejik planlamaya ve bütün olarak da stratejik yönetime yönelik ilgi arttı.

Buna uluslararası siyasi ve iktisadi alanlardaki durumun gerginleşmesi de katkıda bulundu. Ülkeye ve Rusya’nın siyasi ve idari sınıfındaki sivil topluma yönelik meydan okuma ve tehditlerin büyük artış gösterdiği bir ortamda, ülkenin milli menfaatlerini gerçekleştirmek ve milli güvenliğini temin etmek için çağdaş dünya düzeni şartlarında en başarılı vasıtanın ancak etkin bir stratejik yönetim olabileceği anlayışı da olgunlaştı.

Son yıllarda, yazarlarının stratejik planlamanın pek çok özgül veçhesini mülahaza ettikleri makale ve malzemelerle epey büyük bir külliyat ortaya çıktı. Bunlar arasında yeni meydan okuyuşlar ve tehditler bağlamında genel milli güvenlik teorisinin geliştirilmesi problemleri, stratejik planlama metodolojisinin geliştirilmesine (bu bağlamda bu problemim bölgesel tebarüzüne) yönelik genel meseleler, milli iktisadi kalkınmanın stratejik planlaması meseleleri, şartlara uygun bir stratejik planlama dokümantasyon sistemi kurma ve bunların normatif-hukuki formülasyonu meseleleri, stratejik planlama ve stratejik milli önceliklerin hayata geçirilmesi metodolojisinin iyileştirilmesine yönelik bilimsel-pratik konular, 172 FZ sayılı “Rusya Federasyonu’nda Stratejik Planlama” kanununun temel tezlerinin hayata geçirilmesine yönelik vasıtaların geliştirilmesi ve başka bir dizi alan daha var.

Ne var ki stratejik planlama alanında, genel ilkeler ve kalıplara yaslanan tek bir metodolojik yaklaşıma dayanarak ekonominin, sosyal alanın, sivil toplumun, dinlerin, ülkenin mali sisteminin olanaklarının, ülkenin demografik, besin, entelektüel ve kaynak potansiyellerinin geliştirilmesi meselelerini Rusya Federasyonu’nun milli güvenliğini güçlendirme göreviyle ilişkilendiren araştırmalar yoktu.

Vladimir Nazarov’un, stratejik planlama ve milli güvenliğin sağlanması alanında tek bir devlet siyasetine dair kompleks bir kavrayış getiren “Stratejik Planlamanın Teorik ve Metodolojik Temellerinin Gelişmesi” başlıklı monografisi bu boşluğu tam anlamıyla dolduruyor.

Bunun, yerli siyaset biliminde, genel bir milli güvenlik teorisiyle devlet yönetiminin kilit unsuru olarak stratejik planlamanın teorik, bilimsel-pratik ve uygulamalı veçhelerinin teşkil ettiği geniş bir alanı ilişkilendiren ilk çalışmalardan biri olduğunu söylemek abartma olmaz. Bu yaklaşım, Nazarov’un monografisini, ekonomi ve iş dünyasının gelişmesinin vasıtası olarak stratejik planlama problemlerinin mülahazasına yönelik mevcut çok sayı ve çeşitlilikteki incelemelerden ayırıyor.

Bu konunun açımlanmasındaki sistemli yaklaşım, monografinin bütün kısım ve bölümlerine nüfuz ediyor. Rusya Güvenlik Konseyi Sekreteri Nikolay Patruşev’in, çalışmanın önsözünde şöyle demesi tesadüf değildir: “V. Nazarov’un monografisi Rusya’da bilim dünyasında stratejik planlama alanında, üstelik de Rusya’nın milli menfaatlerinin korunmasına yönelik devlet siyasetinin şekillendirilmesi ve hayata geçirilmesi için uygulamalı bir önem taşıyan pek az olan kompleks ve sistemli bilimsel-pratik incelemelerden biri sayılabilir.” …

Söz konusu monografinin bütüncül işlevi üzerinde de durmaya değer.

Bir yandan, ele alınan inceleme, “stratejik planlama” ve bunun hayata geçirilmesi (sosyal-iktisadi kalkınma ve Rusya Federasyonu’nun milli güvenliğinin temin edilmesi sahasında devlet siyaseti) konusunun mülahazasına ayrılmış kompleks bir bilimsel-teorik ve bilimsel-pratik inceleme ortaya koyuyor.

Diğer bir yandan ise çalışmada devlet yönetiminin pratiğinde stratejik planlamanın vasıtalarının kullanılması, keza yönetim organlarının ve siyasi kararları alan ve hayata geçiren mekanizmaların mümkün ve belki de zaruri iyileştirilmesi, stratejik planlama bağlamında stratejik analiz ve tahminlerin ve milli güvenliğin durumundaki değerlendirmelerin mükemmelleştirilmesi hususlarında çok sayıda pratik öneri de sunuluyor. Çalışmada sunulan öneriler milli güvenliğin ve sosyal-iktisadi kalkınmanın sağlanmasına yönelik pratik ödevlerin çözülmesinde devlet yönetiminin muhtelif seviyelerinde kullanılabilir.

Monografinin ele aldığı bilimsel problem, Rusya Federasyonu’nun milli güvenliğinin sağlanmasında devlet siyasetinin hayata geçirilmesinin işler bir vasıtası olarak stratejik planlama sisteminin kurulmasının metodoloji ve uygulaması. …

Monografinin ilk bölümünde stratejik planlamada yerli ve yabancı tecrübelerin analizine dayanarak “milli güvenlik”, “stratejik planlama”, “stratejik planlama sahasında devlet planlaması” gibi temel kavramların yeni bir okuması yapılıyor. Monografi, bugün stratejik planlamanın esasen, devlet yönetimi organlarının, sivil toplumun ve ülke ekonomisinde korporatif sektörün, devletin gelişmesine yönelik stratejik ödevlerin çözülmesinde siyasi olduğu kadar iktisadi pratik açısından da zaruri biricik etkin vasıta olduğu düşüncesi ileri sürülüyor.

Bu görüş, bizatihi “stratejik planlama” terimine önerilen formülasyonda da yansımasını buluyor; kavram, devletin (teşkilatın) uzun vadeli faaliyetlerinin temininde en önemli vasıta, karmaşık bir sistemin stratejik yönetim döngüsünde ilk aşama olarak anlaşılıyor; bu aşama, tutarlı eylemler (stratejik analiz, stratejik tahmin, stratejik hedef tayini, monitoring ve durum değerlendirmesi) temelinde risklerin azaltılmasını ve milli stratejik önceliklere rasyonel yoldan erişilmesini temin ediyor.

Bu mantığa bağlı kalınırsa milli menfaatlerin korunmasına ilişkin stratejik planlama, Rusya Federasyonu’nun kalkınma ve milli güvenliği temin stratejisinin geliştirilmesi, yani stratejik hedeflerin tespiti, bunlara en rasyonel şekilde ulaşmayı temin edecek eylemlerin sırasının seçilmesi, stratejik eylem planının kabul edilmesi olarak, keza stratejik yönetim de bu stratejinin hayata geçirilmesine yönelik eylemler sistematiği olarak mülahaza edilebilir. …

Monografinin ikinci kısmı milli güvenliğin temini sahasında bir devlet siyasetinin teorik ve metodolojik temellerini ele alıyor. Yazar, hem batılı hem de yerli siyaset biliminin geliştirdiği konseptüalist yaklaşımlar temelinde, milli menfaatlerin teminine yönelik bir devlet siyasetinin metodolojisinin özünü incelerken bir dizi tamamen yeni tez de ileri sürüyor. Bilhassa da, “milli güvenlik” kavramında, meydan okuyuş ve tehditlere karşı “savunulabilirlik” postülasına dayanan modern yaklaşımın stratejik milli önceliklerin hayata geçirilmesine yönelik gereklere cevap vermediğini ve (modern devletin ulusal güvenliğini sağlama alanındaki politikasının temelini oluşturan) “istikrarlı bir kalkınma yoluyla güvenlik” ilkesine denk düşmediğini düşünüyor. Monografide, savunulabilirlik siyasetinden devletin, sivil toplumun, bireyin stratejik kalkınma stratejisini anlamlı ve açık stratejik hedefler belirlemek suretiyle şekillendirme siyasetine geçmenin neden zaruri olduğuna dair açıklamada da bulunuluyor. …

Yazarın bu kavramsallaştırması, milli güvenliğin temini sürecini meydana çıkan tehdit ve meydan okuyuşlara karşı sadece reaksiyonda bulunma yoluyla değil, stratejik analiz, stratejik tahmin ve stratejik hedef tespiti temelinde tayin etmek imkânı da veriyor; bu, karmaşık bir ortamda önleyici eylemleri ve milli güvenliğin geliştirilmesi ve sağlanmasına yönelik uzun vadeli hedeflerin hayata geçirilmesi yolunda tutarlı bir izleği temin ediyor. Bu anlamda Nazarov’un monografisi, bugün bir dizi uzmanın görüşüne göre resesyon durumunda olan genel milli güvenlik teorisinin yaratıcı bir şekilde geliştirilmesine momentum kazandırabilir.

Çalışmanın aynı kısmında stratejik planlamada hedef tespitinin mükemmelleştirilmesi meselelerinin de mülahaza edilmesi aynı ölçüde önem taşıyor. …

Monografinin üçüncü kısmı Rusya Federasyonu’nun milli güvenliğinin gözlem ve değerlendirilmesi meselelerine ayrılmış. Milli güvenliğin temini sahasında devlet siyasetinin hayata geçirilmesinde edinilen tecrübeleri, bu problemin mevcut uluslararası siyasi ve iktisadi durumda, devletler arasındaki çelişkilerin, siyasi ve iktisadi çalkantıların büyümesi şartlarında kilit önem taşıyacağını gösteriyor. …

DÜNYA BASINI

‘Gazze sonrası İsrail-Suudi normalleşmesi mümkün’

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini odaklayacağınız makale İsrail-Hamas savaşı ve İsrail’in Gazze’deki saldırılarına rağmen Suudilerin İsrail’le normalleşmesinin hâlâ mümkün olduğunu savunuyor. Makaleye göre Washington, Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan İsrail’in Gazze’den çıkamayacağını düşünüyor. Makalede, “ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor” deniyor.

Makalenin yayınlandığı Londra merkezli yayın yapan Majalla sitesinin Suudi sermayeli olduğunu da hatırlatmakta fayda var.

Gazze savaşından sonra Suudilerin İsrail ile normalleşmesi hâlâ mümkün

KHALED HAMADEH

Kalıcı bir barış için, Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ve Arap ve uluslararası garantörlerin olası formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.

Ateşkes sona erdi ve İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı yeniden başladı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu dünya kamuoyuna meydan okudu ve kalıcı bir ateşkes için yapılan uluslararası çağrıları reddetti.

İsrail kapsamlı bombardımanına geri dönüp silahlarını Gazze’nin güneyine çevirirken, görüşmelerin devam etmesi ihtimali de zayıf görünüyor.

ABD’nin İsrail’e sivilleri korumak için daha fazla çaba göstermesi, askeri hedeflerini ve savaş alanlarını daha net bir şekilde tanımlaması yönünde talimat verdiğini iddia etmesine rağmen İsrail “savaşına” daha da yoğun bir şekilde devam etti.

Çatışmalara ara verildiğinde, 88 İsrailli rehine ve 22 yabancı uyruklu kişi İsrail hapishanelerindeki Filistinli kadın ve çocuklarla takas edildi. Takas nispeten sorunsuz geçti ve bir başarı olarak lanse edildi.

Ancak İsrail, Hamas ile esir takası konusunda yürütülen müzakerelerin Gazze’nin geleceğini tartışmak için bir sıçrama tahtası olarak kullanılmayacağı konusunda kararlıydı.

Kalıcı barış için Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ile Arap ve uluslararası garantörlerin beklenen formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.

Bu durum, ateşkesin sağlanmasına yardımcı olan Mısır ve Katar gibi Arap arabuluculardan oluşan mevcut çevrenin genişletilmesini gerektirebilir.

Zaman kazanma

Sonra İsrail Filistinli sivillere yönelik katliamlarına devam etti ancak bu kez ABD’nin bölgede bulunmaması dikkat çekti.

Bu durum, çatışmanın başında Washington’un savaşın kapsamını genişletecek müdahaleler konusunda bölgesel güçleri uyardığı yoğun diplomatik faaliyetleriyle tezat oluşturuyor.

Bu arada ABD Başkanı Joe Biden, Dışişleri Bakanı Blinken ve Savunma Bakanı Lloyd Austin ile birlikte Gazze’deki sivil kayıpları en aza indirme ihtiyacını vurgulayarak Gazze’yi çatışmanın “ağırlık merkezi” olarak nitelendirdi. Sivillerin korunmasını hem ahlaki bir sorumluluk hem de stratejik bir gereklilik olarak nitelendirdi.

Austin’in yorumlarına rağmen, ABD bunu yapmanın en iyi yolunun kalıcı bir ateşkese varmak ve ardından bunu düşmanlıklara kalıcı bir son vermeye dönüştürmek olduğunu açıkça ifade etmedi.

Mısır ise İsrail’in Gazze’deki Filistinli nüfusu Sina’ya iterek ikinci bir Nakbe’ye zorlamasından açıkça endişe duyuyor.

Mısır Dışişleri Bakanı Sameh Şükri şunları söyledi: “Dünya tarafından reddedilen ve uluslararası hukukun ihlali olarak görülen zorla yerinden etme ve kitlesel göç İsrail’in hedefi olmaya devam ediyor.”

“Bu sadece İsrailli yetkililerin açıklamaları ve çağrıları yoluyla değil, aynı zamanda Gazze’deki Filistinli nüfusun topraklarından sürülmesini, anavatanlarından tecrit edilmesini ve vatanlarının ele geçirilmesini amaçlayan acı bir gerçeklik yaratarak da gerçekleşmektedir.”

Ancak Mısır ekonomisi zaten zor durumdayken, olası yeni bir zorunlu göç dalgasının etkileri Mısır’ı olduğu kadar, kıyılarında daha fazla göçmen görmek istemeyen Avrupa’yı da endişelendiriyor.

Mısır’ın bu konudaki tutumu üst düzey destek gördü. ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, Dubai’deki COP28 iklim konferansı çerçevesinde düzenlenen bir toplantı sırasında Kahire ile ortak bir açıklama yayınladı.

Her iki ülke de Filistinlilerin Gazze ya da Batı Şeria’dan zorla göç ettirilmesini, Gazze ablukasını ya da Gazze’nin sınırlarının yeniden çizilmesini kesinlikle reddediyor.

İsrail ise tampon bölgenin Gazze için gelecekteki güvenlik planlarının anahtarı olduğunda ısrar ediyor. İsrailli kaynaklar şunları söyledi: “Bu, İsrail’in Gazze’den toprak alacağı anlamına gelmiyor, daha ziyade Filistinlilerin İsrail’e girme kabiliyetlerini sınırlamak için Gazze’nin içinde kendi statüsüyle birlikte güvenli bölgeler kurulacağı anlamına geliyor.”

Reuters’in geçen günlerde geçtiği bir habere göre İsrail, savaş sonrasında bölgedeki durumla ilgili önerilerinin bir parçası olarak, Gazze sınırlarının Filistin tarafında, gelecekteki saldırıları önlemek için bir tampon bölge kurma isteğini bazı Arap ülkelerine bildirdi.

Ancak İsrail’in istediği “tampon bölge” konusunda uluslararası ya da bölgesel aktörlerden herhangi bir resmi yorum gelmedi.

Siyasi belirsizlik

Bu durum ABD’nin pozisyonu ve İsrail’e askeri saldırılarını durdurması için baskı yapması halinde Washington’un ne elde etmek istediği konusunda soru işaretleri yaratıyor.

Washington Arap arabuluculuğunu diğer Arap ülkelerini -özellikle de Suudi Arabistan’ı- kapsayacak şekilde genişletmek mi istiyor, yoksa Hamas’ı onaylamadığı bilinen Riyad’ı görüşme çemberinin dışında mı tutuyor?

Beyaz Saray Orta Doğu’da daha iyi bağlantılar kurulmasını istiyor ve İsrail’i Suudi Arabistan’la diplomatik ilişkiler kurmaya teşvik ediyor olabilir.

New York Times köşe yazarı Thomas Friedman, Kasım ayında şöyle yazmıştı: “İran destekli Hamas’ın Suudi-İsrail normalleşmesini engellemek ve Tahran’ın izole edilmesini önlemek için savaş başlattığını anlamak için Arapça, İbranice ya da Farsça bilmenize gerek yok.”

Suudi-İsrail normalleşmesi hâlâ mümkün

Netanyahu, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının sona ermesinin ardından Suudi Arabistan’la ilişkileri normalleştirmeye devam etme olasılığını gündeme getirdi.

Netanyahu, 27 Kasım’da İsrail’e gelen ve 7 Ekim’de Hamas tarafından saldırıya uğrayan İsrail yerleşimlerinden birini ziyaret eden Amerikalı işadamı Elon Musk ile yaptığı görüşmede şunları söyledi:

“Hamas’ı yendikten sonra Suudi Arabistan ile barışa dönebileceğiz ve inanıyorum ki Arap ülkeleriyle barış çemberini iddialı beklentilerimizin ötesinde genişletebileceğiz… Ama önce kazanmamız gerekiyor.”

Görünen o ki Gazze’deki savaş Netanyahu’nun Riyad’la ilişkileri normalleştirme görüşünü değiştirmemiş.

Eylül sonunda CNN Arabic’e konuşan Netanyahu şunları söyledi: “Suudiler İbrahim Anlaşması’na katılmayarak ve kendilerini bunun dışında tutarak hata yaptılar.”

İsrail’in Suudi Arabistan’la normalleşme karşılığında Filistinlilere ne gibi tavizler vereceği sorulduğunda ise şu yanıtı verdi: “Tüm paketi bir kerede sunmak daha iyi olur. Suudi Arabistan Krallığı ile barış yapmanın ve esasen Arap-İsrail çatışmasını sona erdirmenin Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmemize yardımcı olacağına inanıyorum.”

“Önce Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmeniz ve ardından Arap dünyasına içeriden dışarıya doğru bir yöntem izlememiz gerektiğine inanıyorlar. Bence dışarıdan içeriye yaklaşımın hem Arap ülkeleriyle hem de Filistinlilerle olan çatışmaları sona erdirmek için şansı daha yüksek.”

Netanyahu, Batı Şeria ve diğer belirlenmiş bölgelerdeki İsrailli yerleşimcilerin durdurulmasının masada olup olmadığı sorusuna şu yanıtı verdi: “İsrail’in ulusal çıkarlarını ve güvenliğini tehlikeye atmayacağım ve bunu kamuoyu önünde tartışarak başarıyı riske atmayacağım.”

İki devletli çözüm

ABD’nin Gazze’ye ilişkin tutumundaki belirsizlik, Hamas’ın kovulması halinde Gazze’yi kimin yöneteceği konusundaki endişesinden daha fazlasını yansıtıyor gibi görünüyor. Aslında, iki devletli bir çözüme destek vermeye doğru ilerliyor olması oldukça olası.

Washington, İsrail’in Filistin Yönetimi ile bir barış sürecine ihtiyacı olduğunu ve İsrail’in Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan Gazze’den çıkamayacağını anlıyor.

ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai bir çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

‘İsrail ABD’ye rağmen Gazze’yi işgal ederse kimse şaşırmasın’

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin itirazlarına rağmen İsrail’in yine de Gazze’yi  yeniden işgal etme olasılığına odaklanıyor. Makalenin yazarı Steven Cook’a göre ABD’nin ortaya koyduğu ve kimseyi memnun etmeyen ertesi gün planı hem uygulanabilir değil hem de İsrail’in güvenliğini garanti altına almıyor. Cook; “Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı” diyor:

 

İsrail Neden Muhtemelen Gazze’yi Yeniden İşgal Edecek?

Herkes bunun kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir ama yine de olabilir.

Steven A. Cook

Orta Doğu’da savaşın sürdüğü son iki ay boyunca Washington’da ya da başka bir yerde hiç kimse Gazze Şeridi’ndeki çatışmalar sona erdiğinde ne olması gerektiği konusunda iyi bir fikir ortaya koyamadı. Aynı zamanda herkes İsrail’in Gazze’yi yeniden işgal etmesinin kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir görünüyor. Biden yönetimi İsrail hükümetini bölgede askeri yönetime geri dönülmesini desteklemeyeceği konusunda uyardı bile.

Yine de İsrail işgalinin yenilenmesi ihtimali pek çok kişinin düşündüğünden daha yüksek. Çünkü İsrailliler güvenlik istiyor ve Gazze için mevcut fikirlerin hepsi uygulanamaz ya da siyasi olarak savunulamaz (ya da her ikisi de). Aynı zamanda İsrailliler Hamas’la mücadeleyi varoluş nedeni olarak görüyorlar ve e bu nedenle hayatta kalmanın bedeli ise uluslararası tepkileri göze almaya hazır gibi görünüyorlar.

Gazze’de “ertesi günü” düşünürken, İsrail’in 2005’te bölgeden çekilmesiyle ilgili bazı ayrıntıları anlamak önemli. Dönemin Başbakanı Ariel Şaron, İsrail’in Gazze Şeridi’ni işgalinin artık maliyetine değmeyeceğine karar verdiğinde, birçok İsrailli de aynı fikirdeydi. Kalmak için ikna edici bir neden yoktu.

Batı Şeria’nın aksine Gazze Şeridi hiçbir zaman tarihi İsrail topraklarının bir parçası olmadı. Ve İkinci İntifada’nın son günlerinde orada güvenlik sorunu devam etse de İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) liderliği, askerler artık bölgede olmasa bile, bunun yönetilebilir olduğuna inanıyordu. Dahası, İsrail yerleşim yerlerini boşaltıp bölgeyi terk ettiği için dünya çapında itibar kazanacaktı. Açıkça belirtilmeyen şey ise Şaron için Gazze’den çekilme, Batı Şeria’nın her zaman İsrail kontrolünde kalmasını istediği kısımlarında İsrail’in kontrolünü sıkılaştırma çabalarını sürdürmek için tüm kaynaklarını kullanabileceğiydi.

İsrail’deki pek çok kişi için Gazze Şeridi’nin işgali Haziran 1967 zaferinin zehirli kadehiydi ve burayı Filistin Yönetimi’ne (FY) devretmek bir kazanım gibi görünüyordu. Ancak tüm İsrailliler böyle destekleyici değildi. Yerleşimciler Şaron’un ihaneti olarak algıladıkları bu durumu kınadılar ve bazıları direndi. Dönemin Ulaştırma Bakanı Avigdor Lieberman muhalefeti nedeniyle hükümetten ayrılmak zorunda kaldı. Ve Likud partisi bölündü. Şaron, Ehud Olmert ve Tzipi Livni gibi tanınmış Likud üyeleriyle birlikte Kadima adında yeni bir parti kurdu. Lieberman ve aralarında eski Knesset Başkanı Yuli Edelstein’ın da bulunduğu diğer muhaliflere göre Gazze’den çekilmenin iyi niyet ya da güvenlik getireceğine inanmak hataydı. Şaron’un aksine, egemen İsrail’de İsraillilerin güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun Gazze’nin işgalini sürdürmek olduğuna inanıyorlardı.

Takip eden yıllarda, çekilmeden bu yana Gazze’den atılan roketler düzenli aralıklarla İsrail’e düşerken ve Birleşmiş Milletler İsrail’i birçok İsraillinin var olmadığını söylediği bir işgal nedeniyle eleştirmeye devam ederken, İsrail sağı Şaron’un çekilmesinin büyük bir hata olduğunu savundu. Bu görüş, 7 Ekim’deki terör saldırılarından bu yana İsrail’de daha fazla taraftar bulmuşa benziyor. Kısa bir süre sonra yapılan bir ankette İsraillilerin yüzde 30’u Gazze’nin işgalini ve askeri yönetimini destekliyordu.

Elbette bu anket, devlet tarihindeki en büyük güvenlik başarısızlığının hemen ardından yapılmıştı. Hiç şüphesiz, kanlı ve yaralı İsrail’de duygular çok yoğundu (ve hâlâ öyle). Anketin yansıttığından çok daha az İsrailli Gazze’yi yeniden işgal etmek istiyor olabilir. Ancak bu durum 2005’teki çekilmeye karşı çıkanların o zaman olduğundan daha ikna edici bir anlatıya sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor: İsrail, Gazze Şeridi’ni işgal ettiğinde göreceli bir sükûnet vardı ve ülkeye çok az roket düşüyordu; IDF çekildiğinden beri ise mini savaşlardan (2008-09, 2012, 2014, 2021) başka bir şey olmadı ve şimdi de tam ölçekli bir çatışma yaşanıyor.

Bana söylenenlere göre İsrail savunma teşkilatında hiç kimse -Hamas’ın planlarına ilişkin uyarıları yıllarca görmezden gelen aynı kişiler- Gazze’yi yeniden işgal etmek istemiyor. Savunma Bakanı Yoav Gallant, savaşın üçüncü aşamasının “İsrail’in Gazze şeridindeki sorumluluğunu ortadan kaldırmayı ve İsrail vatandaşları için yeni bir güvenlik gerçekliği oluşturmayı gerektireceğini” söyleyecek kadar ileri gitti ve Hamas yok edildikten sonra IDF’nin Gazze’yi terk edeceğini ve İsrail’den izole edileceğini öne sürdü. Bu onun (gerçekçi olmayan) niyeti olabilir ama başkalarının söylediği tam olarak bu değil.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu 6 Kasım’da ABC News’e verdiği demeçte “İsrail belirsiz bir süre için … [Gazze’de] genel güvenlik sorumluluğuna sahip olacak çünkü sahip olmadığımızda neler olduğunu gördük” dedi. Elbette başbakan IDF’nin savaştan sonra Gazze’yi işgal edip yöneteceğini kesin bir dille ifade etmedi ancak bunu da reddetmedi.

Bir de Netanyahu’nun en yakın danışmanlarından biri olan İsrail Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer var. Dermer geçen günlerde gazetecilere yaptığı açıklamada İsrail ordusunun 17 yıldır Gazze’de bulunmadığını ve dolayısıyla Batı Şeria’da rutin olarak gerçekleştirdiği güvenlik operasyonlarını yapamadığını belirterek 2005’teki çekilmenin İsrail’in güvenliğini tehlikeye attığını ima etti. “Açıkçası (bunu) tekrarlayamayız” diyerek Netanyahu’nun daha önce söylediklerini, özellikle de IDF’nin Gazze’de “süresiz olarak öncelikli güvenlik sorumluluğuna” sahip olacağını teyit etti.

Buradan, İsrail’in güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun işgalden geçtiğini öne sürdükleri anlaşılıyor; ancak elbette her iki adamın sözlerinde de belli bir miktar dolambaçlı ifade var. Bununla birlikte, yeniden işgale karşı olsalardı, “İşgale karşıyız, ancak X, Y ve Z’yi yaparak egemen İsrail’i güvence altına alacağız” demek kolay olurdu.

Netanyahu söylediklerinde ciddi olsun ya da olmasın hatta İsrail siyaseti savaştan sonra şu ya da bu şekilde onu iktidardan alsa bile çatışmanın sonunda Gazze Şeridi’nin yeniden işgali edilebilir. Bir beyin fırtınası yapalım: İsrail yönetiminin Gazze Şeridi’ni işgal etmek istemediğini ancak Hamas’ın yok edilmesinin İsrail’in hedefi olmaya devam ettiğini varsayalım. Ve İsrail halkının oldukça şahin olduğunu düşünelim. Şimdi ne Washington’un ne de diğer büyük küresel ya da bölgesel güçlerin savaş sonrası Gazze için uygulanabilir ve siyasi olarak savunulabilir bir plan geliştiremediğini durumda İsraillilerin tam olarak neyle karşı karşıya kalıyor?

Biden yönetiminin, bazı kısımları Dışişleri Bakanı Antony Blinken tarafından kamuoyuna açıklanan mevcut planına göre, yeniden canlandırılmış bir Filistin Yönetimi kontrolü ele alana kadar Gazze’de bir tür uluslararası istikrar sağlanacak ve ardından ABD’nin iki devletli çözüm arayışı yeniden başlayacak.

Bu planın hiçbir aşaması gerçekçi değil. Gazze’de çok uluslu bir güç olması pek olası değil çünkü İsrail, Hamas’ı İsrail’in güvenliğini tehdit edemez hale getirse bile bu son derece tehlikeli olacaktır. Filistin Yönetimi yolsuzluk, işlevsizlik ve meşruiyet eksikliği nedeniyle -İsrail’e bağımlılığı ve İsrail’le koordinasyonunun yanı sıra Filistin lideri Mahmud Abbas’ın seçimlere katılmayı reddetmesi nedeniyle- yardım edilemeyecek kadar zor durumda. Reforme  edilse bile Netanyahu ve danışmanları Filistin Yönetimi’ni bir ortak olarak görmediklerini açıkça ortaya koydular ve Ramallah’taki Filistinli liderler de İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki vekili olmayacaklarını açıkça belirttiler. Son olarak, ABD’li politika yapıcıların İsraillileri ve Filistinlileri barışa zorlamak için daha önce denenmemiş pek bir şey sunması mümkün görünmüyor.

İsrail halkının Gazze Şeridi’ni işgal etmek isteyip istemediği açık bir soru olmaya devam ediyor, ancak İsrailli dostlarımın ve muhataplarımın son iki aydır bana aktardığı üzere, mevcut çatışmada imkânsız bir durumla karşı karşıyalar. Filistin meselesinden ellerini çekmek ve güvenliğe kavuşmaktan başka bir şey istemiyorlar. Gazze’den çekilmenin bu hedefleri gerçekleştireceğini düşünüyorlardı ama 7 Ekim saldırıları bu inançlarını yerle bir etti. Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı. Güvenlik isteyen İsrailliler için muhtemelen başka seçenek yok.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Batı’nın uzun yıllardır ucuz iş gücü fırsatları için sanayisizleşmeyi göze alması karşısına Çin gibi bir tehlikeyi çıkardı. Ve Çin ve onun şirketleri, ABD ve AB’nin boşalttığı yerleri mükemmel bir şekilde dolduruyor. Afrika’nın ve Asya’nın tamamında ve ayrıca Latin Amerika’da, akıllara seza devasa altyapı projelerinin çoğunun altında Çin’in imzası var. Pekin kaz gelecek yerden tavuk esirgemiyor ve gittiği yerlerdeki muhataplarını borçla harçla uğraştırmıyor. Bu fena bir dönüşümün belirtileri ve sancılar şiddetli.


Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler

Natalya Eremina

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC)

4 Aralık 2023

İngiliz küresel stratejisindeki (“Küresel Britanya”) Afrika tarafı pek açık tanımlanmadı, İngiliz devletinin kıtadaki hedeflerini belirlemedi ve Birleşik Krallık parlamentosundaki Afrika gündemine ilişkin tartışmanın da gösterdiği üzere hem iş dünyası hem de siyaset kurumu arasında soru işaretlerine yol açıyor. Bu nedenle, Britanya’nın Afrika’daki stratejisi şu anda, gözlerimizin önünde şekilleniyor ve hala ülkenin sömürge deneyimine dayanıyor. Ne de olsa bu, daha önce dominyon (mesela Güney Afrika), Britanya İmparatorluğu’nun protektorası (mesela Nijerya), koloni (mesela Gambiya, Kenya, Malavi, Sierra Leone, Uganda, Zambiya) ya da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra manda bölgesi (mesela Tanzanya) olan ülkelerden oluşan İngiliz Milletler Topluluğu’na dayanıyor. Ayrıca İngiliz Milletler Topluluğu, olumsuz bir sömürge tadı taşıyan ortak bir tarihle (Mozambik, Gabon, Ruanda) Britanya’ya bağlı olmaksızın fayda arayan Afrika ülkelerini de içeriyor. Ayrıca Afrika ülkelerinin İngiliz Milletler Topluluğu’ndan ayrıldıklarında bir süre sonra yeniden üye olduklarını da gözlemlememiz gerek (Güney Afrika, Gambiya). Yalnızca Zimbabve 2003 yılında ayrıldığı örgüte geri dönmedi. Dolayısıyla aslında Birleşik Krallık, Afrika’nın yönünü önemli ve umut verici olarak görmese bile kıtadaki varlığını her zaman sürdürdü. Fakat yaklaşık beş yıl önce durum değişmeye başladı: Çin kendi ticari ve iktisadi ilişkiler ağını kurarak Afrika’da net bir yer edindi, Rusya güvenlik ve iktisadi işbirliği projeleriyle Afrika’ya geri döndü, AB, Global Gateway programı çerçevesinde Afrika’nın önemini ilan etti, ABD, Afrika’da yeni bir strateji açıkladı ve genel olarak, büyüme ve iktisadi kalkınma hususlarının küresel Güney denilen bölgeye kayması belirginleşti, bu da özellikle Birleşik Krallık için yatırım konusunu keskinleştirdi. Çeşitli Avrupa ülkelerinin sömürgecilik sorunu ve sömürgecilik sonrası yaklaşımlarının tam da şu anda aktif bir şekilde ele alınması ve yeniden değerlendirilmesi tesadüf değil ve bunun için diğerlerinin yanı sıra İngiliz siyaset kurumunun ve İngiliz kalıtsal aristokrasisinin temsilcilerinin sorumluluk alması gerekiyor. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Birleşik Krallık, Afrika’nın önemini ve ülkenin kıtadaki hedeflerini ifade etme ihtiyacı sorusunu gündeme getirme konusunda ortaklarını takip etti (Afrika Stratejisi 2019’da yayımlandı ve aynı yıl Afrika Birliği ile mutabakat zaptı imzalandı, Afrika yönü de ülkenin dış politika incelemelerinin bir parçası olarak kabul edildi). Mevcut koşullarda Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine yönelik önerdiği yaklaşımların güçlü ve zayıf yönlerini kısaca ele alalım.

Birleşik Krallık’ın Afrika ajandasının güçlü yönleri

Afrika, farklı aktörlerin çıkarları arasında önemli bir kesişme noktası olarak nitelendiriliyor ve Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine katılımı kaçınılmaz olarak ülkenin profilini ve uluslararası ilişkilerdeki önemini artırıyor.

Birleşik Krallık, küresel enerji katılımı ve yatırımları açısından Afrika’nın iktisadi önemi konusunda oldukça net. Bu durum, 2020 yılında Afrika ile yapılan İlk Yatırım Zirvesi’nde de ortaya konmuştu. O dönemde İngiliz tarafı, Afrikalı ortaklarına 2027 yılına kadar tüm G7 ülkelerinden 80 milyar dolara kadar özel sektör yatırımı sağlama sözü bile vermişti. İngilizler, Afrika’daki çeşitli projeler için yaklaşık 4 milyar pound (bunun 2,4 milyar pound’u özel yatırım) toplamaya hazır olduklarını söylediler. İlk zirvede ayrıca 6,5 milyar pound değerinde sözleşmeler de yapıldı. Nisan 2024’te Birleşik Krallık Afrika ile İkinci Yatırım Zirvesi düzenlemeyi planlıyor (24 Afrika ülkesinden delegasyon bekleniyor: Cezayir, Angola, Kamerun, Fildişi Sahili, Kongo, Mısır, Etiyopya, Gana, Kenya, Malavi, Moritanya, Mauritius, Fas, Mozambik, Namibya, Nijerya, Ruanda, Senegal, Sierra Leone, Güney Afrika, Tanzanya, Tunus, Uganda ve Zambiya). Buna ek olarak, İngiliz hükümeti, işletmelerini riskleri azaltmaya ve Afrika’da yeni ortaklar bulmaya davet eden yatırım araçları oluşturdu. Bu araçlar arasında İngiliz Uluslararası Yatırım grubu, UKEF (Britanya İhracat Finansmanı) ve Growth Gateway programı bulunuyor.

Birleşik Krallık için Afrika’daki varlığının oldukça ciddi olumlu yönlerinden biri de askeri ortaklıkların ve hatta askeri üslerin varlığı. Kenya ve Nijerya, siyasi-askeri alanda sürekli bir ilişkinin olduğu iki Afrika ülkesi olarak öne çıkıyor. 2018 yılında Birleşik Krallık ile Nijerya, İngilizlerin Nijeryalı askerleri eğittiği ve ekipman tedarik ettiği Güvenlik ve Savunma Ortaklığı Anlaşması imzaladı. Kenya’da ise İngilizler 1963’ten bu yana düzenli olarak güncellenen bir savunma anlaşması aracılığıyla yakın askeri işbirliği geliştirdi.

Afrika, Birleşik Krallık’ın imaj hedeflerinin gerçekleştirilmesi açısından önemli bir bölge olmaya devam ediyor; zira ülke, gayri safi milli gelirinin yüzde 0,5’ini başta Afrika olmak üzere insani yardıma ayırmakla iftihar duyuyor. Ayrıca İngilizler, iç çatışmalar ve doğal afetler nedeniyle ülkelerinden kaçan Afrikalı mültecilere verdikleri desteği de vurguluyor (şu anda 1,5 milyondan fazla kişi kendisini siyah, siyah İngiliz, siyah Galli, Karayipli veya Afrikalı olarak tanımlıyor).

Britanya’nın Afrika ajandasındaki zayıflıklar

Afrika, Britanya’nın dış politika ajansında bir “yüze” sahip değil, hala küresel Güney’in bir parçası olarak görülüyor ve mevcut bağlamda farklı Afrika ülkeleri için farklı yaklaşımlar formüle etme girişimi dahi yok. Dolayısıyla, Afrika hala tek bir varlık olarak algılanıyor ve daha ziyade Arap Afrika’sı için bir istisna yapılıyor ama bu durum Afrika stratejisinin metninde ortaya konmuyor. Buna ek olarak, söz konusu kıta İngiliz çıkarlarının “geniş çevresi” kavramına dahil, yani ülkenin dış politika öncelikleri hiyerarşisinde son sırada yer alıyor. Aynı zamanda Afrika, bir işbirliği bölgesi olmaktan ziyade Çin ve Rusya ile bir rekabet alanı olarak görülüyor.

Britanya’nın Afrika kıtasındaki konumunun bir başka zayıflığı da özellikle uzun bir sömürgecilik mazisinden (halkların sömürgeciler tarafından ayrılması) kaynaklandığı için, krizleri önlemek ve dengelemek üzere operasyon başlatma konusunda bağımsız bir kabiliyete sahip olmaması. Birleşik Krallık askeri operasyonlar yürütmek için çoğunlukla Fransa ile işbirliği yapmak zorunda kalıyor. Bu durumda Birleşik Krallık, kendi stratejisinden ziyade Fransa’nın stratejisinin yerine getirilmesinin altında kalıyor. Aynı durum Birleşik Krallık’ın ABD ile ortaklığı için de geçerli. Aynı zamanda, İngiliz tarafının Afrika ülkelerindeki iç krizleri ortaklarıyla birlikte bile çözemeyeceği kabul ediliyor. İngilizler, Afrika’nın geleneksel olarak krizlerle boğuşan bu bölgelerine Sahel bölgesini de dahil ediyor. Afrika’daki iç risklerin çokluğu, askeri işbirliğini haklı gösterse de İngiliz tarafının iktisadi varlığını güçlendirmesini engelliyor. Bu nedenle Britanya, Afrika’daki güvenlik programlarında tek başına hareket etmiyor, yalnızca uluslararası işbirliğine ve makro-bölgesel sürdürülebilirliğe bel bağlıyor. Diğer hususların yanı sıra Britanya, bu amaçla Afrika Birliği ile bir anlaşma imzaladı.

Birleşik Krallık’ın sözde yumuşak gücü son derece karmaşık bir konu olmayı sürdürüyor. Bir yandan British Council, 19 Afrika ülkesinde faaliyet gösteriyor ve eğitim programları (örneğin Chevening programı) bulunuyor. Fakat bu tür programlar hala pek çok Afrika ülkesi için erişilmez olmaya devam ediyor. Buna ek olarak, Afrika’da sömürgeciliğin kalkınmadaki rolü ya da her zaman iktisadi ortaklık eksikliğinden kaynaklanan “kalkınamama” konusunda son derece aktif bir tartışma mevcut. Afrika’dan çıkarılan değerli eşyaların iadesi konusu sık sık gündeme geliyor.

Sonuçlar

Britanya, Afrika’daki konumunu güçlendirmek için mevcut iktisadi (yatırım) programlarını ve kurumlarını oluşturabildi, girişimcilerine Afrikalı ortaklarıyla daha rahat etkileşim yolları sunabildi; bu sadece ülkenin Afrika’daki imajı ve konumu için değil, aynı zamanda İngiliz iş dünyasının kendi hükümetine olan güvenine de katkıda bulunuyor. Ancak krizlere yalnızca iktisadi araçlarla karşı koymak mümkün değil. Bunun yanında Afrika’da hala Britanya’ya bağımlı bir grup ülkeden bahsedebiliriz. İngiliz Milletler Topluluğu içinde Britanya ile işbirliklerini analiz edersek İngiliz askeri üslerinin varlığı da dahil olmak üzere askeri-politik işbirliği faktörünün yanı sıra ticaret ve iktisadi etkileşime ilişkin mevcut verileri, Afrika ülkelerinin Britanya ve bir bütün olarak Batı dünyasıyla dayanışma sergilemek için önemli olan Rusya karşıtı kararlara ilişkin tutumlarını dikkate alırsak, Britanya’ya en “koşullu bağımlı” ülkeler olarak (bağımlılığın zayıflama sırasına göre) şu ülkeleri seçebiliriz: Sierra Leone, Malawi, Zambiya, Kenya, Nijerya ve Zambiya. Afrika ülkeleriyle işbirliği geliştirmeye çalışan Rus karar alıcıların bu koşulları göz önünde bulundurmaları muhtemelen mantıklı olacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English