Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

Prabhat Patnaik: Yeni bir mücadele dönemine giriyoruz

Yayınlanma

Hindistan’ın en önemli marksist iktisatçılarından ve Türkiye’de de eserleri yakından takip edilen Prabhat Patnaik ile bir röportaj yaptık. Prabhat Patnaik, Hindistan, Yeni Delhi’deki Jawaharlal Nehru Üniversitesi Ekonomik Çalışmalar ve Planlama Merkezi’nde fahri profesörü ve Haziran 2006’dan Mayıs 2011’e kadar Kerala Devlet Planlama Kurulu’nun başkan yardımcısı olarak görev yaptı. Patnaik’in Utsa Patnaik ile birlikte yazdıkları Sermaye ve Emperyalizm: Kuram Tarih ve Günümüz (Çev. Ata Türkoğlu, Kalkedon Yayınları, 2022, İstanbul) Türkçeye çevrilen tek kitabı.

Patnaik’e göre, Marx’ın Kapital’de geliştirdiği yeniden üretim şemaları, kapitalist üretimin kapalı bir sistem olarak varsayıldığı bir teorik çerçevenin ürünü ve Marx aslında bu varsayımı yazılarında reddetmişti. Hint yazar, neoliberalizmin bugünkü krizinin de dış uyaranların ortadan kalktığı bir dönemde yaşandığına dikkat çekiyor.

Hindistan’da yıl başında zafere ulaşan büyük köylü direnişini de hatırlatan Patnaik, günümüzde bir işçi-köylü ittifakının zemininin, Lenin’in zamanına göre daha sağlam olduğunu ileri sürüyor; zira her iki sınıf da küresel mali sermayenin saldırısı altındadır. Konuğumuza göre, Hindistan’daki köylü direnişi, neoliberalizme karşı siyasi bir karşı çıkış olması bakımından ilktir; bunun yanı sıra, sermaye karşısında güçsüzleşen ve uzun süreli eylemlerden uzak duran işçi sınıfının aksine, bir hayli uzun erimli bir mücadeledir.

Prabhat Patnaik, Rusya-Ukrayna savaşının çökmekte olan neoliberal düzenin bir semptomu olduğunu düşünüyor. One göre düzeni korumak için getirilen Rusya’ya yönelik yaptırımlar, sistemin çöküşüne neden olan etmenlerden biridir. Patnaik, bu durumun yalnızca “Küresel Güney” halkları için değil, “Küresel Kuzey” işçileri için de bir fırsat doğurduğunu düşünüyor. Avrupa’da olup bitenler tüm dünyayı ilgilendirmektedir; kış aylarında artan grevler, Patnaik’e göre bir işarettir: Artık genel bir mücadele dönemine girdiğimizin işareti…

‘DIŞ UYARAN YOKSUNLUĞU KRİZİN NEDENLERİNDEN BİRİ’ 

Kitaplarınız ve makalelerinin Türkiye’de yakından takip ediliyor. Utsa Patnaik ile birlikte yazdığınız son kitabınız Sermaye ve Emperyalizm: Kuram, Tarih ve Günümüz Türkçeye çevrildi. Şunu sorayım: Kapitalizmin kendi kendine yeten kapalı bir sistem olarak analizini reddediyorsunuz ve ayrıca kapitalizmin her zaman tarihsel olarak kapitalizm öncesi bir ortama yerleştiğini, hatta varlığının ve genişlemesinin ikisi arasındaki etkileşime bağlı olduğunu iddia ediyorsunuz. Yani, basit yeniden üretimin, dışsal bir uyaran olmaksızın genişletilmiş yeniden üretim yaratabileceği iddiasını kapitalist üretimin mantığı içinde reddettiğiniz çok açık, değil mi? Bu nedenle, sömürge oluşumu ve emperyalizm, kapitalizmin tarihinde “aşamalar” olarak nitelendirilemez, en başından beri kapitalist üretimin doğasında var olan niteliklerdir.

Evet, kesinlikle. Çünkü Marx, yeniden üretim şemalarını yazarken, üretken sermaye biçiminde tüketilen, biriktirilen –veya üretken sermaye biçiminde biriktirilen– artı değer ne olursa olsun, mallar için herhangi bir talep yaratmayacak şekilde, artı değerin para biçiminde biriktirilebileceğini varsaydı. Bu, Marx’ın yazılarında uzun süredir var olan bir şeydi. Marx, temelde arzın kendi talebini yarattığını, bu nedenle hiçbir zaman toplam talebin verimliliği sorunu olmadığını söyleyen Say kanunu adını verdiği şeyi reddetmiştir. Ama yeniden üretim planları üzerinde çalışırken, esas ilgisinin metaların dolaşım sürecinin tam olarak nasıl gerçekleştiğini göstermek olduğunu düşünüyorum.

Kapitalizmde işlerin gerçekte böyle olduğunu iddia etmek zorunlu değildir. Yeniden üretim şemaları temel olarak Say kanununun geçerli olduğu varsayımına dayanmaktadır. Fakat bu Marx’ın yazılarında reddettiği kanundur. Dolayısıyla, onun genişletilmiş yeniden üretim tasvirini, kapitalizm yönetiminde işlerin nasıl gerçekleştiğinin gerçekçi bir tasviri olarak düşünmemeliyiz. Birikimin para biçimini alabileceğini, paranın zenginliğin tutulabileceği bir biçim olabileceğini hesaba kattığımız an, o zaman elbette kapitalizmi sadece döngüsel olarak aşırı üretime tabi bir sistem olarak görmekle kalmayıp bir süre boyunca aşırı üretime tabi olabilecek bir şey ve böylece, bir dış uyaranın yokluğunda veya bir dış pazarın mevcudiyetinin yokluğunda zorunlu olarak genişletilmiş yeniden üretim yaşamadan basit bir yeniden üretim durumuna yerleşebilen bir şey olarak görmemiz mümkün olur. Sömürgeciliğin veya Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi’nde öne sürdüğü gibi kapitalizm öncesi piyasaların bu rolü oynadığına inanıyorum. Kapitalizm öncesi piyasaların tükenmesinden sonra, açık ki tükendiler, bence devlet müdahalesi de benzer bir rol oynadı. Ve ben şu anda, neoliberalizmde her iki dış pazar da az ya da çok tükendiğinden ve devlet müdahalesi neredeyse tamamen dışlandığından, kapitalizmin dışsal bir uyarandan yoksun olduğunu, bu nedenle mevcut krizi yaşadığınızı savunuyorum.

Yani Nikolay Buharin’in Rosa Luxemburg’a yönelik dış pazar eleştirisini ve sermayeler arası rekabet vurgusunu da reddediyorsunuz.[1] Para için zenginlik talebinin birikim için de kullanılabileceği konusunda ısrar ediyorsunuz.

 Evet. Rekabet, kapitalistleri sermaye biriktirmeye zorlar. Fakat sermaye birikimi birçok farklı biçim alabilir. Biri, para cinsinden birikimdir. Rekabetin kapitalistleri fiilen sermaye malları biçiminde biriktirmeye zorlaması için hiçbir neden yoktur ve bu temel olarak benim işaret ettiğim şeydir. Birikimin para biçimini alabileceği gerçeği bir kez kabul edildiğinde, dışsal bir uyarana duyulan ihtiyaç oldukça açık hale gelir.

Kitabınızda üç dış uyaran sayıyorsunuz: kapitalizm öncesi piyasalar, devlet harcamaları ve inovasyon. Küresel kapitalizmin bugünkü ortamını bu uyaranlar açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Neoliberalizm çağında bunlara sahip miyiz? 

Literatürde genel olarak tartışılan üçünden, inovasyonun gerçekten ciddi bir dışsal uyaran olmadığını düşünüyorum. Bu noktada benim argümanım, çalışmalarına çok itimat ettiğim Michael Kalecki’nin argümanından farklı olacaktır. Çünkü inovasyonlar tam olarak piyasalar büyürken ortaya çıkar. Yani büyümenin olduğu bir dönemde inovasyon devreye girer. Ve bu, Büyük Buhran döneminde çok açık olarak görülen bir şeydir. Pek çok icat ortaya çıkmıştı, fakat hiçbiri üretim sürecine inovasyon olarak dahil edilmedi ve aslında uygulanmak için savaş sonrası kapitalist patlama dönemini beklemek zorunda kaldılar. Otomobil patlaması aslında ABD’yi durgunluktan veya 1930’ların Büyük Buhranından çıkarmaktan çok uzaktı. Aslında buhran nedeniyle bunlar saklandı. Bu nedenle, inovasyonların gerçekten otantik bir dışsal uyaran sağladığına inanmıyorum. Hangi yatırıma karar verilirse verilsin, bu yeni süreçlerin biçimidir fakat yeni süreçlerin kendileri daha büyük miktarda yatırımı teşvik eder – işte bu konuda şüphelerim var.

Açıktır ki, eğer devlet harcamaları emekçilerin zararına değil de kapitalistlerin vergilendirilmesiyle veya daha genel olarak yüksek gelirlilerin vergilendirilmesiyle finanse edilirse, bunun dışsal bir teşvik olabileceğini düşünüyorum. Çünkü bu durumda vergilerin bir kısmı onların tasarruflarından gelecek, dolayısıyla net bir uyaran var. Ya da devlet harcamaları bütçe açığı ile finanse edilebilir. Ama mesele şu ki, neoliberalizm koşullarında, kapitalistleri veya fazla kazananları vergilendirmeye, küreselleşmiş finansal sermaye genellikle karşı çıkar. Mali açığa da öyle, bu yüzden çoğu ülkede mali sorumluluk mevzuatı var. Bu nedenle, neoliberalizmde tekil ulus-devlet politikalarının küreselleşmiş mali sermayeye uyması gerekir, aksi halde sermaye ülkeyi terk eder, başka bir yere gider.

Dolayısıyla, çoğu hükümet kendilerini ekonomiyi gerçekten canlandıramayacakları bir konumda buluyor, her iki yoldan da ekonomiyi tek başlarına canlandıramazlar. İşte neoliberalizmin kapitalizm öncesi pazarlara erişiminin olmamasının ya da kapitalizm öncesi pazarların şimdilerde kapitalist iktisadi canlılığı teşvikteki ağırlığını artık kaybetmesinin nedeni budur. İkincisi, neoliberalizm altında devlet bu rolü üstlenemez. İşte bu nedenle neoliberalizm dönemi, 2008’den sonra kapitalist dünyaya yerleşen genel bir durgunluk dönemiyle ilişkilendirilir.

‘ENFLASYONUN NEDENİ YÜKSEK KÂRLAR’

Yani Yeşil Enerji, Endüstri 4.0 vb. konularda şüpheci misiniz?

Bu konuda çok şey konuşuluyor. Ama aslında hiçbirinin herhangi bir ekonomiyi uyardığını görmüyorum. Demek istediğim, şu anda dünya çapında oldukça ciddi bir durgunluğa giriyoruz. Bu dünya çapındaki durgunluğun, bahsettiğim daha uzun vadeli faktörlerle hiçbir ilgisi olmadığını söyleyebilirsiniz. Bunun bir şekilde daha uzun vadeli faktörlerle ilgisi olduğuna inanıyorum. Bu faktörler şunlardır: Temelde ekonomiyi neoliberalizmin parametreleri içinde canlandırmak için, hükümetler, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa, çok uzun bir süredir neredeyse sıfır faiz oranları ve ekonomiye devasa miktarlarda likidite sağlayan parasal genişleme politikası izliyorlar ki bu gerçekten çok büyük bir risk oluşturuyor. Biliyorsunuz, mevcut enflasyon aslında yükselen kar marjları tarafından teşvik edildi. Artan kar marjlarının aslında çoğu kapitalist ekonomide likidite risklerini gerçekten büyük ölçüde azaltan bu muazzam miktardaki likiditenin dalgalanması tarafından kolaylaştırıldığına inanıyorum. Karşı karşıya kalacağı ciddi likidite riskleri ise handikap olacaktır. Fakat bu muazzam miktarda likiditenin mevcudiyeti ve neredeyse sıfır faiz oranları, likidite risklerini, birçok şirketin kar marjlarını yükseltmeyi şekillendirebileceklerini hissettikleri bir noktaya kadar azaltan bir şeydir. Ve bunun enflasyonun başlangıcı olduğunu düşünüyorum. Artık kapitalist dünyanın her yerindeki hükümetler, ücretleri kısmak için fiilen faiz oranlarını artırıyorlar. Dolayısıyla bu dünya ekonomisini ciddi bir resesyona itiyor.

Kitabınızda, sömürge çevrenin sanayisizleştirilmesinde metropol merkezin rolünü vurguluyorsunuz. Küçük üreticiler ve işgücü rezervleri okyanusu, merkeze ve yerel toprak sahiplerine hizmet eder ve ayrıca kapitalistler, ücretlerin neredeyse sabit bir payı olsa bile paranın değerini sabitleyebilirler. Fakat onlarca yıldır emperyalist ülkelerde sanayisizleşme ve eski sömürgelerde bir tür sanayileşme yaşandı. Bu dönüşü nasıl açıklıyorsunuz? Kaldı ki, tüm ileri kapitalist ülkelerde reel ücretler giderek azalmaktadır. Bu eğilimi nasıl açıklıyorsunuz?

 Önce bir şeyi belirteyim. Üretimde sermaye göçü olmasına rağmen, malların dolaşımı olmasına rağmen üretimdeki sermaye Küresel Güney’in birkaç ülkesine, özellikle Güneydoğu Asya’ya ve belki de bir dereceye kadar Güney Asya’ya taşındı. Fakat sermayenin bu hareketine rağmen, bugünün kapitalizminin bu anlamda sömürge döneminde olduğundan çok farklı olduğu doğrudur. Sömürge döneminde dünya ekonomisi parçalara ayrılmıştı. Küresel Güney’den gelen emeğin Küresel Kuzey’e taşınmasına izin verilmiyordu – hala serbestçe hareket etmesine izin verilmiyor. Küresel Kuzey’den gelen sermaye, yasal olarak Küresel Güney’e taşınmasına izin verilmesine rağmen, gerçekte bunu yapmadı. Mesele şu ki, ikinci kısım artık doğru değil. Küresel Kuzey’den gelen sermaye, en azından belirli faaliyet dönemlerinde, Küresel Güney’e kayıyor. Bunun, Küresel Güney’de bulunan ve sömürgeciliğin bir mirası olan emek rezervlerini tüketeceği düşünülebilirdi. Fakat bu olmuyor. Ve aslında Küresel Güney’deki işgücü rezervleri, sermayenin Küresel Kuzey’den Küresel Güney’e hareket etmesine rağmen iş gücünün tamamına nazaran artıyor. Bunun nedeni, bu tür sermaye hareketlerinin getirdiği teknolojik ilerleme oranlarının gerçekten çok yüksek olmasıdır. Dahası, emek rezervleri tükenmezse, ücretler emek verimliliği artarken geçimlik düzeyde kalır, artıktan alınan pay yükselir ve yüksek gelirliler istihdam yoğunluğu daha az olan metaları tercih ederler.

Yani gelir dağılımındaki değişim istihdamı azaltmada da etkili olur. Ve tabii ki emek üretkenliğindeki çok yüksek büyüme oranları. Birçok ülkede istihdamdaki büyüme, bırakın işgücü rezervlerini emmesi, işgücünün doğal büyüme hızından bile daha azdır. Dahası, emek rezervleri de yenilenir çünkü neoliberalizmde zorunlu olarak küçük üreticilere ve köylülere yönelik bir saldırı vardır. Bütün fikir, tüm sektörü sermayenin gaspına açmaktır. İşte bu nedenle Küresel Güney’deki birçok ülkede planlama döneminde küçük üretim sektörü fiilen korunmuştur: birçok ürün için asgari fiyatlamalar, sübvansiyonlar… Hindistan’da, mevcut hükümetin geri almaya çalıştığı tahıllar için fiyat koruması hâlâ var. Fakat bu fiyat korumasının geri çekilmesine karşı bir yıl boyunca köylü ajitasyonu yapıldı.

‘HİNDİSTAN’DA KÖYLÜ DİRENİŞİ NEOLİBERALİZME İLK SİYASİ KARŞI ÇIKIŞTI’

Emperyalist sermayeye karşı bu köylü direnişini sormak istiyorum. Çünkü genişleme yoluyla birikim ile gasp yoluyla birikim arasında bir ayrım yapıyorsunuz. Bugünün emperyalizminin sadece artı değeri emmekten ziyade sürekli ilk birikime [primitive accumulation] ve mülksüzleştirmeye ihtiyacı var gibi görünüyor. Buna katılıyor musunuz? Özellikle Hint Yarımadası, Güneydoğu Asya ve Kuzey Afrika’da köylüler ve küçük üreticiler hâlâ önemini koruyor. Görünüşe göre Asyalı ve Afrikalı köylüleri mülksüzleştirmek emperyalizmin ana hedeflerinden biri.

 Evet, tabii ki, kesinlikle. Ve aslında bu neoliberalizmin getirdiği bir şey. Savunduğum şeylerden biri de, ilk birikimin sadece kapitalizmin kökenleriyle sınırlı bir şey olmadığıdır. Bahsettiğim dışsal uyaran aslında ilk birikimin bir parçasıdır. Aslına bakılırsa, Marx gitgide bunun farkına vardı. 1881’de Danielson’a, değerin Hindistan’dan İngiltere’ye akışından bahsettiği bir mektup yazdı. Devasa rakamlar. Hindistan’dan akan değerin, Hindistan’daki 60 milyon tarım ve sanayi işçisinin gelirine denk olduğunu söylüyor. Bu gerçekten sadece bir ikincil [epiphenomenal] olarak ele alınamayacak bir şey. Bence Marx’ın kendisi de normal birikimle eş zamanlı olarak meydana gelen bir ilk birikim süreci olduğunun farkındaydı. Bu fikri geliştirmek için zamanı olmadı. Dolayısıyla ilk birikim, neoliberalizm altında Küresel Güney’de bir ilk birikim sürecini empoze etmek için özellikle çaba harcanan bir şeydir. Bu da birçok köylünün ve küçük üreticinin işini kaybetmesi ve iş aramak için işgücüne katılması anlamına gelir, fakat elbette bunun için yeterli istihdam yaratılmadı. Dolayısıyla işgücü rezervleri artar, bu nedenle Küresel Kuzey’den Küresel Güney’e bir dizi faaliyette kayma olsa da, bu Küresel Güney’in ücretlerini yükseltmezken Küresel Kuzey’deki ücretleri aşağıda tutar.

Öyleyse Hint köylü direnişinin önemi nedir?

Akılda tutulması gereken birkaç şey var. Bu temelde, köylülüğün artık küreselleşmiş sermaye, uluslararası tarım ticareti vb. ile karşı karşıya olduğu anlamına gelir. Lenin işçi-köylü ittifakından bahsederken, bu ittifakın temelinde işçilerin feodal beylere karşı demokratik bir devrim başlatması ve bunun da köylüleri özgürleştirmesi yatıyordu. Ama köylüler, feodal beylerden kurtulduktan sonra, o zaman elbette işçi-köylü ittifakının temeli ortadan kalkar. Elbette, bir bütün olarak köylülük ile işçiler arasında olmaz. Sovyet sanayileşme tartışması buydu. Buharin-Preobrajenskiy tartışması buydu.[2] Ve bence, Stalin’in tüm soruna zorunlu kolektifleştirme yoluyla çözümü, sosyalizmin gelişiminde bir iz bıraktı, yani, gelişen tüm o otoriter yapı vb. Tüm bunlar o kolektifleştirme döneminde şekillendi, Sovyetlerdeki zorunlu kolektifleştirme nedeniyle tasfiyeler [recisitums] yaşandı.

Şimdi çok farklı bir dünyada yaşıyoruz, işçi-köylü ittifakının temelleri gerçekten çok daha sağlam, çünkü her ikisi de artık küreselleşmiş sermayeyle karşı karşıya. Dolayısıyla, kulakların sosyalist düzene karşı kapitalist bir tehdit oluşturması söz konusu değil. Çünkü ekonomi, onları kontrolünde tutmak isteyen uluslararası tarım ticaretinin gaspına açıksa, köylüler kapitalist bir sınıf olarak gelişemezler. Yani bu aslında zengin köylü sınıfından yerli kapitalizmin gelişimine bir kısıtlama getiriyor. Öte yandan bir bakıma posaları çıkarılıyor. Sanayi işçileri ile ortak bir dava oluşturmakta gerçek çıkarları var. Başka bir deyişle, bugün bir işçi-köylü ittifakının temeli, Lenin’in günlerindeki herhangi bir türdeki ittifaktan daha güçlüdür.

Bence Hint köylü mücadelesinin önemi, neoliberal düzene siyasi düzeyde ilk meydan okuma olmasında yatıyor.[3] İşçi sınıfı, hem Küresel Kuzey’de hem de Küresel Güney’de büyük ölçüde zayıfladı. Greve giderseniz sermaye başka yere kayar ve fabrikasını başka yere kurar. Bu tür bir korku, genellikle işçi sınıfına boyun eğdirecek bir şeydir. Bir günlük grev olur, iki günlük grev olur ama uzun süreli eylem olmaz. Dolayısıyla, Hindistan’daki köylü eylemi ilk uzun süreli eylemdi. Ve kelimenin tam anlamıyla, köylü direnişini kırmak için devletin elindeki her araç kullanıldı. Fakat başarısız oldular. Köylülere karşı akla gelebilecek her yolu seferber ettiler ama hükümet başarılı olamadı.

‘NEOFAŞİZM, NEOLİBERALİZMİN OLASI İŞÇİ MİLİTANLIĞINA YANITI’ 

Son krizin ana sonuçlarından birinin neofaşizm olduğunun altını çiziyorsunuz. Neofaşizm, neoliberalizme ve mali köleliğe karşı olduğunu iddia ediyor gibi görünse de, bu hareketin yeni bir sanayi politikası ve kamu harcamaları ile ulusötesi finansal akışları kesmeye veya işçilerin tüketimini artırmaya çalıştığına dair bir emare yok. Bence Hindistan’da Narendra Modi bu eğilimin en iyi örneklerinden biri. Peki, neoliberalizmden kaçış yok gibi mi görünüyor? Modi, Erdoğan, Orban gibi liderler, Batı hegemonyasına direndiklerini ve ülkelerini bağımsız kıldıklarını iddia ediyorlar. Bu mümkün mü? 

Hiç de mümkün değil. Modi durmadan küresel sermayeye, gelip burada fabrikalar kurması için yalvarıyor, tüm slogan “Hindistan’da üret.” Bence neofaşizm, olası işçi sınıfı militanlığına neoliberalizmin yanıtı: şu anda Avrupa’nın büyük bir bölümünde tanık olduğunuz ve Küresel Güney’de bile her türden tehdit oluşturabilecek bir militanlık. Asya’nın çoğunda bu militanlık kendini gösterecek. Sri Lanka’nın iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Neoliberalizmin bu ülkeyi ittiği ekonomik kriz, şimdi işçi sınıfı direnişi ve genel kentsel direniş anlamında patlayacak.

Mesele şu ki, neoliberalizmin krizi onu, alternatif bir siyasi destek sütununa ihtiyaç duymadan devam edemeyeceği bir duruma getirdi. Neofaşizm bu siyasi desteği çeşitli şekillerde sağlar. Birincisi, o elbette otoriterdir. Ve sadece devlet otoriterliği açısından otoriter değil, aynı zamanda etrafta dolaşan ve insanları terörize eden haydut ve holigan ordusuna da sahiptir. İkincisi, işçi sınıfını etnik köken, din vb. çizgiler üzerinden böler. Üçüncüsü ve en önemlisi, söylemi değiştirir. Modi artık iktisadi canlanma getirdiğini, istihdam sağlayan işler yarattığını iddia etmiyor, tapınak inşa ettiğini iddia ediyor. Yani söylemi değiştirdiler. Neofaşizmin neoliberalizm için yararlı olmasının nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Fakat tüm faşizmlerden farklı olarak neofaşizm, neoliberalizmin iktisadi krizine herhangi bir çözüm sağlayamaz; askeri bir çözüm bile.

Batı yaptırım rejiminin dünya ekonomisini neoliberal düzenden bir dizi ad hoc [geçici, plansız, özel bir amaca yönelik] düzenlemeye ittiğini ve emperyalist egemen düzenin altını tamamen oyduğunu söylediniz. Buna hâlâ inanıyor musunuz? Bu geçici düzenlemeler bizi kanlı bir dünya savaşına mı çekiyor? Ayrıca, Rusya henüz herhangi bir yabancı sermayeyi veya Rus sanayisini devletleştirmedi ve Sovyet tarzı bir ekonomi veya sosyalist önlemlerden kesinlikle kaçınıyor. Görünen o ki, neoliberal dönem ve emperyalist tek kutupluluk sona erdiğinde, bu, Batı ile çekişen tek tek ülkelerin otomatik olarak yeni ve sosyal bir ekonomik politika benimsemeleri anlamına gelmiyor.

Buna katılıyorum. Sosyalizm gizlice gelmez. Bence Ukrayna savaşı kesinlikle küresel kapitalizm için muazzam bir kriz. Neoliberalizm dünyaya bir düzen dayatıyor, bu gerçekten emperyalist bir düzen çünkü tüm ülkeleri metropol sermayesinin nüfuzuna açtı. Savaş sonrası dönemde her yerde dirigiste[4] hükümetler vardı. Sanayiyi devletleştirdiler, bir tür planlama getirdiler ve yerel kaynaklarını kontrol ettiler. Emperyalizmin yıkmaya çalıştığı şey buydu. Tekil eylemlerle yıkmaya çalıştı. İnsanlar bana sık sık, evet 1950’lerde ve 60’larda emperyalizm vardı ve bugün yok, diyor, ama gerçek tam tersi. 1950’lerde ve 60’larda emperyalizm zayıfladı, bu yüzden Musaddık, Allende vb.’ye saldırdılar. Bu rejimleri devirmek için temelde emperyalist askeri müdahaleler gerekiyordu. Bugün, bu tür herhangi bir askeri müdahale gerçekten gerekmiyor. Bir ülkenin düzeni tehdit etmeye çalışması dışında.

Mesele şu ki, neoliberalizmin krizi nedeniyle rejime karşı gerçekten bir tür tehdit oluştuğuna inanıyorum. Bu tür bir tehdide sahip olduğunuzda, o tehdidi kontrol etme çabaları aslında krizi daha da şiddetlendirir.

Bir örnek vereyim. Rusya, Çin, yeni yükselen ülkeler tek kutuplu dünyaya açıkça başkaldırıyorlar. Rusya kesinlikle sosyalist bir ülke değil, oligarkların kontrolünde. Ama oligarkların Rus-Ukrayna savaşına karşı olduklarını unutmamak gerekir. Ve Çin, kendisini sosyalist bir ülke olarak adlandırırken, bununla ilgili her türlü tartışma ve çekişme var. Ama temelde, bugün karşı karşıya olduğunuz şey, bu nedenle, emperyalist düzen için bir sosyalizm tehdidi değil, çok kutupluluk tehdididir.

Bu Rusya’ya karşı yaptırımlar uygulanarak karşılanmaya çalışılıyor. Yaptırımlar neyi başardı? Yaptırımlar aslında Hindistan dahil her çeşit ülkeyi Rusya ile ikili anlaşmalar yapmaya itmek gibi ters bir etkiye sahip. Ve eğer ikili bir anlaşmanız varsa, o zaman –en azından bu sınırlı ölçüde– küresel düzenin dışında kalmayı seçersiniz. Yani savunulması birincil hedef olan küresel düzen, aynı savunmayla baltalanıyor. Mevcut bağlamda emperyalizmin ve neoliberalizmin semptomu budur.

Suudi Arabistan gibi bir ülke Çin ile ilişkiler ve bir tür ikili görüşmeler geliştiriyor. Amerika’nın isteklerine karşı günlük petrol üretimini kısmak için OPEC+’ta Rusya ile birlikte hareket ediyor. Bunlar bir şeylerin habercisi. Bunlar çökmekte olan bir düzenin semptomları. Suudi Arabistan, kimin aklına gelirdi? Bence emperyalizmin dayattığı küresel düzen çöküyor.

‘AVRUPA’DA OLUP BİTENLER TÜM DÜNYAYI İLGİLENDİRİYOR’

Yani Küresel Güney’in emekçi halklarının bu fırsatı kullanabileceğini düşünüyorsunuz. 

Evet, elbette Küresel Güney’deki halklar bu fırsatı kullanabilir. Ama Küresel Kuzey’de olanların oldukça ilginç olduğuna inanıyorum. Neticede İngiliz işçiler, Alman işçiler… İtalyan işçiler gerçekte Ukrayna savaşına karşı çıkıyor. Örneğin, İtalyan neofaşist hükümeti aslında [neoliberal] çizgiyi koruyor. Neoliberalizm ve neofaşizm, İtalya’da bir kez daha korkunç bir ittifak oluşturdu.

Avrupa’da olup bitenler tüm dünyayı olduğu kadar kapitalizmin geleceğini de yakından ilgilendiriyor. İşçilerin sosyalist bir mücadele içinde olduklarını söylemiyorum, işçiler ekonomik bir mücadele içinde. Fakat kapitalizmin parametreleri içindeki ekonomik mücadele gerçekten çok başarılı olmayacak. Yani mesele, işçilerin bundan sonra ne yapacaklarını görmek. Tabii o zaman siyasi meseleler gündeme gelecek. Ve inanıyorum ki, bir kez Avrupalı ​​işçiler grev ve eylem yollarına girince, bunların Küresel Güney üzerinde de büyük etkisi olacaktır. Genel olarak bir mücadele dönemine girdiğimize inanıyorum.


Dipnotlar:

[1] Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi isimli kitabında, emperyalizmin nedeninin, kapitalizmin kapitalist olmayan pazarlara mahkumiyeti olduğunu ileri sürüyordu. Luxemburg, Marx’ın Kapital’de gündeme getirdiği basit yeniden üretim şemalarının, kendiliğinden, kapitalist üretimin kendi bağrından, genişletilmiş yeniden üretime geçiş yapamayacağını düşünüyordu. Nikolay Buharin, Rosa’ya verdiği yanıtta, kimi matematiksel hesaplamalardan da yararlanarak, kapitalizmde, kitle tüketimine yönelik meta üretiminin dışında bir sermaye malları üretimi olduğunu da vurgulayarak, kapitalist üretimin kendi iç devinimi ile genişletilmiş yeniden üretime ulaşabileceğini kanıtlıyordu. (editörün notu)

[2] 1920’li yıllara, yani NEP’e ve sonrasında sanayileşme-kolektifleştirme süreçlerine damga vuran bu tartışma özetle şuydu: Nikolay Buharin, işçi-köylü ittifakını sürdürebilmek için köylülere taviz verilmesini, köylülerin ürünlerini pazarda satmalarının önünün açılmasını ve zenginleşmelerini savunuyordu. Ona göre, sosyalizm kağnı hızıyla da kurulabilirdi. Başını Yevgeniy Preobrajenskiy’in çektiği acil sanayileşmeciler ise Sovyetler Birliği’nin acilen sanayileşmesi gerektiğini, sosyalizmin kurulması için “tüketim”e değil, “üretim”e önem verilmesini, sanayileşmenin gerektireceği “sosyalist ilk birikim”in faturasının ise köylülere çıkarılması gerektiğini savunuyordu. 1920’lerde Buharin ile ittifak kuran Stalin, 1928’e gelindiğinde kentlerin feci durumu ve köylülerin mal istiflemesi nedeniyle makas değiştirdi ve Buharincilerle ittifakı sonlandırarak Preobrajenskiy’in savunduğu “sol”a yönelerek SSCB’nin en büyük atılımlarından olan tarımda kolektifleştirmenin düğmesine bastı. (editörün notu)

[3] Hindistan’daki köylü direnişi ile ilgili bkz. Hindistan’daki Köylü Direnişinden Dersler, https://ermancete.substack.com/p/hindistandaki-koylu-direnisinden. (editörün notu)

[4] Dirijizm, yani iktisat politikalarını devlet müdahaleleri ve teşvikleriyle belirlemek. İkinci Dünya Savaşı sonrasında eski sömürge ülkelerin devlet eliyle kalkınma politikaları kastediliyor. (editörün notu)

SÖYLEŞİ

Pekin’deki Filistin uzlaşı anlaşması nasıl hayata geçirilecek?

Yayınlanma

Şanghay Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi Orta Doğu Çalışmaları Enstitüsü’nde Yardımcı Doçent olan Shu Meng, Pekin’de varılan Filistin uzlaşını Harici’ye değerlendirdi: “İsrail’in Gazze’deki operasyonları devam ederken, Filistinli gruplar bölünmüşlüğün ulusal kurtuluşun önünde büyük bir engel olduğunun farkına vardı. Bu uzlaşma Filistin için daha büyük bir iç ivme taşımaktadır.”

Hamas ve Fetih Hareketi başta olmak üzere Filistinli grupların üst düzey temsilcilerinin, Çin’in arabuluculuğunda aralarındaki bölünmüşlüğe son vermeyi ve birlik oluşturmayı amaçlayan “Pekin Diyaloğu”nu imzalamasının yankıları devam ediyor. Tüm Filistin topraklarında (Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs) tek bir geçici hükümet kurulmasını öngören bildiriye, Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’den destek gelirken, ABD ise Filistin yönetiminde “Hamas için bir rol öngörmüyoruz” diyerek karşı çıktı. Öte yandan Batı basını Çin’in başarısını görmezden gelerek, girişimin “gerçekçi olmadığını ve uygulanamayacağını” öne sürüyor.

Tüm bu tartışmaları, 1949’da kurulan Şanghay Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi Orta Doğu Çalışmaları Enstitüsü’nde Yardımcı Doçent olan Shu Meng ile konuştuk. Aynı zamanda ‘Asian Journal of Middle Eastern and Islamic Studies’in yazı işleri müdürü olan Shu Meng, Filistin uzlaşısı, Çin’in Filistin ve Orta Doğu politikası ve ABD’nin bölgedeki rolü üzerine sorularımızı yanıtladı.

Pekin’de üç gün süren toplantıların ardından aralarında Hamas ve El Fetih hareketinin de bulunduğu 14 Filistinli grup, Filistin birliğini inşa etmeyi amaçlayan ortak bir bildiri imzaladı. Bildiriye göre Filistin anayasası temelinde bir ‘geçici ulusal birlik hükümeti’ kurulacak. Bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu ilerlemenin son derece önemli olduğuna inanıyorum. Çin her zaman Filistin meselesinin temelinde uzun zamandır beklenen bağımsız bir Filistin devleti arzusunun gerçekleştirilmesinin yattığını savunmuştur. Filistinlilerin ulusal haklarına saygı gösterilmesi ve devlet olmalarının desteklenmesi, ulusal uzlaşı ve iç birliğin sağlanmasına bağlıdır. Kendi adıma, Filistin-İsrail barış görüşmelerinde iki taraf arasındaki güç eşitsizliği, kısmen Filistin içindeki bölünmüşlükten de kaynaklanarak, büyük bir engel teşkil etmiştir. Çin’in çabaları müzakere masasında her iki tarafın nispeten daha eşit bir zeminde yer almasına katkıda bulunmuştur.

Filistinli örgütler daha önce de ulusal uzlaşı belgesi imzalamış ancak bu belge uygulanmamıştı. Sizce bu kez birliktelik gerçekleşecek mi? Bu anlaşmayı diğerlerinden farklı kılan nedir?

İç uzlaşmanın tam olarak sağlanması belirli bir zorluk derecesiyle karşı karşıyadır, ancak yine de tüm tarafların bir araya gelerek bir barış anlaşması imzalaması çok önemli bir ilk adımdır.

Üstelik şu anki zamanlama önceki örneklerden farklı. İsrail Gazze’deki askeri operasyonlarını henüz durdurmadı ve çeşitli Filistinli gruplar bölünmüşlüğün ulusal kurtuluşa ulaşmada önemli bir engel teşkil ettiğinin giderek daha fazla farkına varıyor. Gazze’nin siyasi geleceğinin şekillendirilmesine herhangi bir katılım için birleşik bir Filistin zorunludur. Bu nedenle, bu uzlaşma Filistin için daha büyük bir iç ivme taşımaktadır.

Gelecekte uzlaşıya giden yolda, İsrail’le yüzleşme yöntemlerindeki farklılıklar ve parti içi rekabet gibi çok sayıda zorluk bulunmaktadır. Bununla birlikte, iç uzlaşma ve siyasi birlik, Filistin meselesinin çözümünü ilerletmek için doğru yön olmaya devam etmektedir.

Tel Aviv anlaşmaya tepki gösterdi. İsrail’i ikna etmeden böyle bir anlaşmayı uygulamak mümkün mü?

Kendi içinde birleşmiş bir Filistin’in İsrail’in çıkarına olmadığına inanıyorum. Ancak, barış anlaşmasının imzalanmasıyla birlikte, Filistin’de gelecekteki iç uzlaşı İsrail’in engelleriyle karşılaşabilirken, kilit nokta Filistinli grupların farklılıklarını gerçekten bir kenara bırakıp Filistin’in genel çıkarlarına öncelik verip veremeyeceğinde yatıyor.

İki devletli çözüme bu kadar açık bir şekilde karşı çıkan bir İsrail hükümeti varken iki devletli çözümü gerçekçi ve uygulanabilir görüyor musunuz?

Sadece Filistin’in gücüne güvenecek olursak, geçtiğimiz on yıllarda yaşanan tecrübelerin de gösterdiği üzere, iki devletli çözümün gerçekleşmesinin zor olduğu aşikârdır. Bu çözümün hayata geçirilmesi büyük ölçüde uluslararası toplumun itici gücüne bağlıdır. Uluslararası toplum tarafından somut adımlar atılmalı ve bu konuda daha fazla birliktelik sağlanmalıdır.

Çin bu anlaşmayı uygulamak için ne gibi somut adımlar atabilir ve atacak? Pekin bu konuyu İran, Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye gibi bölge ülkeleriyle görüştü mü?

Çin “üç adımlı” bir inisiyatif ortaya koymuştur: ilk adım Gazze Şeridi’nde kapsamlı, kalıcı ve sürdürülebilir ateşkesin mümkün olan en kısa sürede teşvik edilmesi ve insani yardım ve diğer yardımların erişiminin sağlanmasıdır. İkinci adım, “Filistin’i Filistinliler yönetir” ilkesini desteklemek ve Gazze’de savaş sonrası yönetimi ortaklaşa teşvik etmektir. Üçüncü adım ise Filistin’in Birleşmiş Milletler’e tam üye olmasını teşvik etmek ve “iki devletli çözümün” uygulanması için çalışmaktır.

Çin, Filistin konusunda Arap ülkeleriyle defalarca iletişim kurmuş ve bu yıl Filistin konusunda Çin ve Arap ülkeleri arasında ortak bir bildiri yayınlamıştır. Ayrıca Çin uzun zamandır ikili ve çok taraflı forumlarda Filistin meselesinin adil bir şekilde çözülmesini teşvik etmektedir.

Çin’in yumuşak güç, diplomasi ve ticari anlaşmalar yoluyla Orta Doğu’daki etkisini artırmaya çalıştığı yönünde eleştiriler var. Bu eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz? ABD Orta Doğu’yu terk ederken yerini Çin mi alacak?

“Çin yumuşak güç, diplomasi ve ticaret anlaşmaları yoluyla Orta Doğu’daki etkisini artırmaya çalışıyor” demek yerine, “Çin’in Orta Doğu’da yumuşak güç, diplomasi ve ticaret alanlarındaki büyümesi bölgedeki etkisini artırdı” demek daha uygun olacaktır.

Tarihsel olarak hem Çin hem de Orta Doğu ülkeleri görkemli medeniyetlerin doğduğu yerlerdir. Gerçekte, Çin ve Orta Doğu ülkeleri çeşitli alanlardaki değişim ve işbirliğini aktif bir şekilde genişleterek Çin medeniyeti ile Orta Doğu’nun çeşitli medeniyetleri arasındaki karşılıklı anlayış ve değişimi büyük ölçüde teşvik etmiştir. Orta Doğu bugün küresel jeopolitiğin en karmaşık bölgelerinden biridir. Orta Doğu’daki karmaşık ve sürekli değişen durum karşısında Çin, Orta Doğu halklarının kendi kalkınma yollarını bağımsız olarak keşfetmelerini ve Orta Doğu ülkelerinin bölgesel güvenlik sorunlarını ele almak için birlikte çalışmalarını her zaman desteklemiştir. Çin’in adil duruşunun ve ortak kalkınmayı teşvik eden tutumunun, bölgesel etkisini görünmez bir şekilde sürekli olarak artıracağına inanılmaktadır.

İkinci soruya gelince, ilk olarak ABD Orta Doğu’dan tamamen çekilmeyecek, ikinci olarak da Çin onun yerini almayacaktır. İki tarafın Orta Doğu’da farklı avantajları vardır ve aralarında karşılıklı bir ilişki yoktur. Orta Doğu büyük güçler için bir oyun alanı değildir ve Orta Doğu’daki çeşitli ülkelerin etkisi sıfır toplamlı bir oyun değildir. Çin’in Orta Doğu’da ABD’nin yerini almak gibi bir niyeti yok. Bunun yerine Çin, Orta Doğu ülkeleriyle dayanışma içinde çalışmayı ve tüm insanlık için ortak bir geleceğe sahip bir topluluğu birlikte inşa etmeyi ummaktadır.

Çin’in Orta Doğu’da ABD’den farklı olarak ne tür hedefleri, ilkeleri ve çıkarları var?

Çin’in politikaları daha adil ve tarafsız hale gelmekte, herhangi bir müttefiki kayırmaktan kaçınmaktadır. Tüm ülkelerle normal ilişkilerini sürdürerek dengeli bir bağlantısızlık politikası izlemektedir.

Çin kışkırtıcı olmak yerine arabulucu olmayı tercih ediyor. Hiçbir bölgesel krize önemli ölçüde müdahale etmemiştir.

Çin, bölge ülkelerinin büyük güçler arasında bir denge sağlamak ve özerkliklerini artırmak istediklerinin farkındadır. Hiçbir ülkeyi taraf seçmeye zorlamamaktadır.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

Venezuela’da devlet başkanlığı seçimleri ve göç sorunu

Yayınlanma

Venezuelalı siyaset bilimci Micaela Ovelar, Pedro Gual Yüksek Diplomatik Çalışmalar Enstitüsü müdürü ve Venezuelalı Göçmenlerin Kapsamlı Bakımından Sorumlu Devlet Bakan Yardımcısı Pedro Sassone ile mülakat gerçekleştirdi.

28 Temmuz 2024’te Venezuela’da, ülke halkının desteğiyle Hugo Chavez’in Bolivarcı Devrimi kurmayı başarmasından bu yana en önemli başkanlık seçimleri yapılacak. Pek çok analist, bunun ‘Venezuela’nın istikbali ve milli, bölgesel ve uluslararası istikrar için belirleyici bir seçim yarışması’ olduğunu düşünüyor.

Seçilme şansı en yüksek olan iki aday, mevcut başkan Nicolás Maduro ile son anda siyasi seçimlere katılma hakkı bulunmayan muhalefet lideri María Corina Machado’nun yerine gelen ve ABD’nin çıkarlarını gözeten Edmundo Gonzalez.

Venezuelalı ünlü sosyolog ve diplomat Pedro Sassone, Harici’nin sorularını yanıtladı. Sassone, diğer sorumluluklarının yanı sıra Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nin Ekvador’daki Misyon Şefi Konsolosluğu ve Güney Ülkeleri Birliği (UNASUR) Genel Sekreterliği’nde Venezuela Temsilcisi olarak görev yaptı.

Halihazırda, Pedro Gual Yüksek Diplomatik Çalışmalar Enstitüsü’nü yönetmenin yanı sıra, ülkesinin Dış İlişkilerden Sorumlu Halk Gücü Bakanlığı’nda Venezuelalı Göçmenlerin Kapsamlı Bakımından Sorumlu Devlet Bakan Yardımcısı olarak görev yapıyor.

Bu 28 Temmuz 2024’te Venezuela’da neler olacak?

Venezuela’da son derece güzel ve umut verici şeyler oluyor. Yani güçlü ve gelişen bir demokrasi ve ABD ve Avrupa’nın yaptırımlarına rağmen istikrara kavuşan bir ekonomi görüyoruz. Birkaç hafta önce Venezuela halkı, ülkenin en yüksek seçim otoritesi olan Ulusal Seçim Konseyi (USK) tarafından düzenlenen ve Venezuelalıların bu yıl (28 Temmuz’da) oy kullanma konusundaki potansiyel istekliliklerini ifade etmek üzere kitlesel olarak katıldığı bir genel seçim simülasyonu gerçekleştirdi. Dolayısıyla Venezuela için yeni bir demokratik parti olacak olan bu seçim pazar günü halkın ifadesinde somutlaşacaktır.

Oy kullanma hakkı ya da oy verme uygulaması Venezuela halkı ve vatandaşları açısından gerçek bir yurttaşlık geleneğidir. Halkımız oy kullanmayı sever ve tıpkı zorunlu olmadığı için binlerce insanın gönüllü olarak katıldığı tatbikat sırasında bunu ifade ettikleri gibi, bu pazar, 28 Temmuz’da da Venezuela toplumunun siyasi tercihinin adayına oy vermek için kitlesel olarak dışarı çıkmasını bekleyebiliriz. Bizim adayımız, siyasi, iktisadi ve sosyal istikrarı garanti eden tek aday olan Devlet Başkanı Nicolás Maduro’dur.

Bu birkaç şeyi yansıtıyor. Birincisi, bugün Venezuela’da yaşanan demokratik, katılımcı ruhu ve barışı; ikincisi ise, kentine sadık kalarak tüm engellerle yüzleşmeyi ve bunların üstesinden gelmeyi bilen Başkan Maduro’nun yönetimine duyulan güveni ve takdiri yansıtıyor.

Venezuela bugün iç, siyasi ve sosyal açıdan istikrarlı mı?

Evet, yaklaşık iki ya da üç yıldır ülke, ABD’nin haksız bir şekilde ‘yaptırımlar’ olarak adlandırılan tek taraflı zorlayıcı tedbirleri bize dayatmasından bu yana görülmemiş bir barış ve huzur yaşadı. Ardından Kovid-19 salgını geldi, ancak Bolivarcı hükümet, yavaş yavaş ekonomik ablukanın üstesinden gelmeyi başardı, öyle ki Venezuela ekonomisi bugün istikrarlı ve yıldan yıla giderek iyileşiyor. Venezuela’ya yönelik saldırılar bir saniye bile durmamasına rağmen bunu yineliyorum.

Bu nedenle, ülkemizdeki seçim sürecinin mükemmel bir şekilde gelişmesi ve 28 Temmuz Pazar günü yapılacak başkanlık seçimlerine gölge düşürecek herhangi bir şiddet eyleminin yaşanmaması en büyük dileğimizdir. Dinamiklerin Venezuela halkının alışık olduğu gibi olmasını bekliyoruz. Yani oy kullanmak bir görev ve yurttaşlık bilincinin ifadesidir, oy kullanmak Bolivarcı Devrimin ve Venezuela’nın yaşadığı demokratik ruh ve barışın kurumudur.

Emperyalist kasırganın hedefinde olduğumuz için, başta Venezuela petrolü olmak üzere tabii kaynaklarımızın kullanımına ilişkin egemenlik hakkımızı savunduğumuz için karşı karşıya olduğumuz tehlike ve tehditlerin farkındayız. Ülkemiz dünyanın en büyük petrol rezervine sahip olmaya devam ediyor, Venezuela’nın maruz kaldığı saldırıların, ablukaların ve her türlü baskının arkasında ne yazık ki kaynaklarımızın yabancı güçler tarafından kontrol edilmesi yatıyor, yatıyor ve yatacak. Buna rağmen ilerlemeye devam ediyoruz.

Bize Venezuela yönetiminin yeni oluşturduğu ve yardımcılığını üstlendiğiniz  bakanlıktan bahseder misiniz?

Bu, Venezuela Dışişleri Bakanlığı’nın yeni bir bakan yardımcılığı. Göçmenlik konusu hükümetimizde bir Devlet politikası olarak ele alınmaktadır, bu çerçevede Devlet Başkanı Nicolás Maduro’nun Vatana Dönüş Büyük Misyonu (GMVP) olarak adlandırdığı bir sosyal misyondur (kamu politikaları dediğimiz şey). Bu, Venezulea’nın şu anda sahip olduğu tek uluslararası misyon olduğunu söyleyebileceğimiz bir sosyal misyondur (veya devletin kamu politikasıdır).

Büyük Anavatana Dönüş Misyonu (GMVP), Venezuelalı göçmenlerin sosyal koruma ve hakları için dört köşeye sahip: 1. Hukuki yardım ve kimlik garantisi; 2. Eğitim, Kültür ve Spor Alanlarında Kapsamlı Bakım; 3. Geri Dönüş için Kapsamlı Sosyoekonomik Koruma ve 4. İletişim ve Lojistik Planı.

İlk tepe noktası, göçmenlere ‘bulundukları ülkelerde maruz kaldıkları suistimallere karşı’ destek sağlayacak, böylece ‘en iyi avukatlar, en iyi hukuk firmaları, insanlarımız için emek suistimalleriyle başa çıkmak için işe alınacak… Ayrıca pasaportlarının onlara ulaşmasını da sağlayacak’.

Her bir ülkede, her bir misyonda, temelde Venezuelalıların en çok akın ettiği yerlerde, hukuki ilgi için konsolosluklarımızı konuşlandıracağız, güçlendireceğiz. Neden mi? Zira hukuk ihlalleri var, yabancı düşmanlığı var, iş hukuku açısından ihlaller söz konusu.

İkinci tepe noktası ise ‘eğitim, kültür ve spor konularında gereken ilgiyi göstererek, diğer şeylerin yanı sıra, lise, üniversite ve teknik okullardaki eğitimlerini tamamlamalarına olanak sağlamanın yanı sıra -Viva Venezuela Mi Patria Querida Büyük Misyonu aracılığıyla- farklı sanatsal tezahürlerde niteliklerini geliştirmelerini kolaylaştıracaktır.

Şimdi genişleteceğimiz ilk pilot planı halihazırda test ettik. Programın adı ‘Bakaloryanı Tamamla’, böylece dünyanın dört bir yanındaki genç Venezuelalılar kurumlarımızda eğitim görebilecekler. Bu öneri, biri lise diğeri ticaret olmak üzere iki sertifikaya sahip olacak bir derece olması ve bu ticaret sertifikasının Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından tanınması gibi bir özelliğe sahip.

Üçüncü tepe noktası sadece Venezuela’ya geri dönüşü garanti altına almakla kalmayacak, aynı zamanda ‘sosyoekonomik koruma sağlamanın yanı sıra, anavatana geldiklerinde girişimcilik ve küçük yatırım projeleri’ başlatacaktır.

Son olarak, dördüncü tepe noktası ‘göçmenlerimiz hakkında gerçeği anlatmayı, Venezuela hakkında gerçeği anlatmayı ve geri dönmek isteyen binlerce göçmene aşamalı ama sürdürülebilir bir şekilde destek sağlamak için lojistik plan yapmayı’ amaçlıyor.

Tüm bunlar Venezuela devletinin sosyal koruma politikasının uluslararası düzeyde bir izdüşümü. Bolivarcı hükümetin sosyal politikası, geri dönmeniz için hizmetinizdedir.

Yurt dışında bulunan Venezuelalıların geri dönme zamanının geldiğine inanıyorum, zira geri dönmek onların hakkıdır ve ülkenin onlara ihtiyacı vardır. Venezuela, uluslararası örgütlere geri dönüşün bir hak olduğunu ve hükümetimizin güvenli geri dönüş için gerekli koşulları sağlayacağını söylemişti.

Yurt dışındaki Venezuelalı göçmenlerin sayısı hakkında çok şey söylendi. Resmi bir rakam var mı?

Resmi rakamlardan bahsetmek spekülasyon olur, çünkü böyle bir rakam yok. Rakamlar yok çünkü hiç kimse hacimleri tam olarak bilmiyor. Ve bunlar, terimin de ifade ettiği üzere, ‘insan hareketliliğindeki’ insanlar, yani buradalar, Kolombiya’dalar, Peru’dalar, Ekvador’dalar. Yani sorun sayı değil. Peki rakamlara ne oldu? Diğerlerinin yanı sıra ABD hükümeti ve uluslararası kuruluşlar tarafından manipülasyon unsuru oldular.

Açıkça söylemek istediğim şey, Venezuela’dan göçün araçsallaştırıldığı ve Venezuela hükümetine saldırmak için siyasi bir faktör olarak kullanıldığı. Dolayısıyla rakamlar, her bir ülkedeki Venezuelalılara verilen sözde destek için harcanan parayı meşrulaştırmaya dönük spekülasyonlar.

Nihayetinde bu siyasi nitelikte bir araç, bu nedenle rakamlardan bahsedemeyiz, süreçlerden bahsedebiliriz. Evet, tarihimizdeki en büyük ve önemli Venezuelalı göç akını süreci yaşandı. Venezuela devleti, bunu bu şekilde tanımladı ve Devlet Başkanımız Nicolás Maduro da Venezuelalı Göçmenlerin Kapsamlı Bakımı misyonunu tanımlarken buna hak ettiği önemi ve düzeyi verdi.

Bu, yurt dışındaki Venezuelalıların bakımını üstlenen tüm sosyal, kültürel ve sağlık yapısıdır ve aynı zamanda hükümetimizin Venezuela Dışişlerine, büyükelçiliklerimize ve konsolosluklarımıza sağladığı tüm destek de önemli. Meksika’dan geliyorum, tüm dışişleri teşkilatımız barışa dönüşün korunması ve desteklenmesi için koordinasyon sağlıyor.

Peki 28 Temmuz’da yapılacak başkanlık seçimlerine aktif olarak katılmak üzere kaç Venezuelalının ülkeye gideceğine ya da geri döneceğine dair bir tahmininiz var mı?

Hayır, bu konuda bir hesabımız yok, zira bu herkesin kendi iradesine ve ülkeye dönme hakkına bağlı. Ve kaç Venezuelalının bu seçimlerde oy kullanmak üzere geri döndüğünü bilmek için elimizde herhangi bir rakam yok. Buna ek olarak Venezuelalılar, Venezuela konsolosluklarının her birinde, yasal olarak ikamet ettikleri ülkede ve Venezuela yasaları tarafından belirlenen şartlara uyarak oy kullanma imkanına sahip olacaklar. Her bir konsolosluk bunu usulüne uygun olarak bildirdi.

Bu seçim sürecinin sonunda Venezuela açısından ne bekleyebiliriz?

Her bir devlet başkanı adayının kendi siyasi seçeneğinin tanıtımını barışçıl bir şekilde sonlandırmasını, Venezuela halkına karşı samimiyet ve sorumlulukla konuşmasını ve sonuçların tüm adaylar tarafından kabul edilmesini umuyoruz. Bizim açımızdan, Devlet Başkanı Nicolás Maduro’nun adaylığıyla ilgili olarak, açık bir diyalog olduğunu, halkla diyaloğun devam ettiğini, 2024-2030 için iktisadi ve sosyal kalkınma rehberimiz olan yedi ana dönüşüm hattı açısından projelendirildiğini biliyoruz. Yani, ekonomik bir önerimiz var, rakamlar var, zira bu yılı yüzde 4’lük bir GSYİH büyümesi ile kapatıyoruz.

Enflasyonu kontrol altına aldık, yatırımlar iktisadi bir savaşın ortasında geliyor. Uluslararası topluma, ülkemize yönelik tek taraflı zorlayıcı tedbirlerin askıya alınmadığını, 930 tek taraflı zorlayıcı tedbir olduğunu söylemek istiyorum. Venezuela, Uluslararası Kamu Hukuku ve İnsan Haklarını ihlal eden bu yasadışı zorlayıcı tedbirlerle siyasi açıdan boğulmaya devam ediyor.

Fakat Venezuela ekonomisi tüm bunlara rağmen toparlanıyor ve Venezuelalıların refahını pekiştirmek ve temel felsefe olan ekonomik refah ve sosyal refahı sağlamak açısından umut var, ayrıca Nicolás Maduro’nun yeniden seçileceğine dair umudumuz ve inancımız tam.

Ayrılan ve geri dönmeye hevesli olan Venezuelalılara, işte ülkesi, işte onu bekleyen bir hükümet demeliyiz. İşte onlar için politika tasarlayan bir hükümet. Ülke bekliyor.

Aileniz sizi bekliyor. İnsanın vatanından daha önemli, daha yüce bir şey yoktur, zira vatan anneniz gibidir, size sağlamlık veren, size kimlik veren şeydir. Sizinki gibi bir ülke yok ve ülkenizle yeniden birleşmek de bir haktır. Venezuelalıların geri dönüşünün, ülkeyi güçlendirmenin ve Bolivarcı Devrime olan demokratik bağlılığı yeniden teyit etmenin, Nicolás Maduro’yu bu 28 Temmuz’da Venezuela kültürünün özellikleri olan barış ve neşe içinde yeniden seçmenin zamanı geldi.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

BAE-Türkiye Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması ne aşamada?

Yayınlanma

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Ekonomi Bakanlığı Uluslararası Ticaret İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı Juma Mohammed Al Kait, BAE-Türkiye arasındaki ekonomik-ticari ilişkilere ve potansiyel işbirliği alanlarına dair sorularımızı yanıtladı.

Juma Al Kait ayrıca BAE Ticaret Başmüzakerecisi olarak görev yapmaktadır. Son 20 yılda Hindistan, İsrail, Endonezya, Gürcistan, Türkiye ve Kamboçya ile müzakere edilen Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşmaları da dahil olmak üzere neredeyse tüm önemli ticaret meselelerinde önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca BAE’nin Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) çerçevesindeki ticaret müzakerelerine katılımına liderlik etmektedir.

Geçen yıl normalleşme sürecinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında Türk heyeti tarafından BAE’ye önemli bir ziyaret gerçekleştirildi. O toplantıda başta savunma sanayii yatırımları olmak üzere Türkiye’ye yatırım konusunda birçok söz verildi. BAE’nin Türkiye ile yatırımlar ve uluslararası ticaret konusundaki son durumu ve kapasite artırma vaatleri ne durumda?

Öncelikle Türkiye’de olmak ve TPS-OIC Ticari Müzakere Komitesi 3. Bakanlar Toplantısı’na katılmak çok memnuniyet verici. Yaptığı tüm düzenlemeler için Türk hükümetine teşekkür etmek istiyorum. Türkiye’nin de üyeler arasındaki ticareti ileriye taşıyacak plan ve öneriler ortaya koyduğunu görmek güzel. Mal ticaretinin yanı sıra yatırım ve hizmetlerin kolaylaştırılmasıyla ilgili masaya konan ve tartışılan pek çok olumlu öneri var. BAE açısından bakıldığında, BAE ile Türkiye arasında çok iyi bir ekonomik ticaret ilişkisinin tadını çıkarıyoruz. BAE ile Türkiye arasında Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması’nı imzaladığımızı ve bu anlaşmanın yürürlüğe girdiğini görmekten gurur duyuyorum. Her iki ekonomiye de faydası var. Özellikle bu anlaşmanın imzalanmasının ardından BAE ile Türkiye arasındaki ticaret akışının arttığını fark ettik. Bahsettiğiniz gibi son dönemde iki ülke arasında çok sayıda üst düzey ziyaret gerçekleşti. Liderlerin son ziyaretleri, birçok farklı sektörde çok sayıda mutabakat zaptı (MoU) ve anlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlandı. İlişkinin böyle olması gerektiğini düşünüyoruz. Her zaman yeni işbirliği alanlarına bakmanın yolları vardır. Bu MoU’lar sadece özel sektörümüzü olağan iş yapma biçimine bakmaya yöneltmeyecek, aynı zamanda genellikle ilgilenmediğimiz diğer alanlardaki yeni fırsatları da keşfedecek.

Sizin için yeni alanlar neler?

Yeni alanlar derken, teknolojinin sanayi sektörleri de dahil olmak üzere birçok farklı sektöre girmesi ve içindeki teknoloji unsuru, finansal hizmetler, inşaat, tarım teknolojisi ve daha birçok alanda ortaya çıkması gibi ekonomideki yeni gelişmeleri kastediyorum. Her iki taraf da birbirini tamamlayabilir. Türkiye’de bazı şirketlere yatırım yapan ve Türkiye’den BAE’ye yatırım çekmeye çalışan BAE, yatırım ekosistemini geliştirmek için çeşitli teşvikler sağladı. BAE altyapı ve bağlantı alanındaki gelişimini genişletirken birçok fırsat var. Bu, Türk şirketlerinin bundan faydalanması ve BAE’de faaliyet göstermesi için iyi bir fırsatı temsil ediyor. Bunu Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması’nda da belirledik. Türk şirketleri ve BAE şirketleri bu anlaşma aracılığıyla avantajlı muameleden yararlanacak ve bu avantajlı düzenleme başkalarına uygulanmayacaktır. Aramızda ticaret, yatırım ve hizmet tedarikçileri konusunda daha iyi muamele görüyoruz.

BAE’ye hangi spesifik sektörler veya şirketler geliyor?

Bahsettiğim gibi, öncelikle inşaat, gıda işleme, profesyonel hizmetler gibi hizmet sağlayıcılar ve konaklama, oteller, restoranlar ve finansal hizmetler gibi diğer alanlar. Özel sektörümüzün iş yapması için uygun bir yasal çerçeve oluşturmayı başardık. Bu daha fazla kullanılmalıdır. İş dünyamızı bu anlaşmanın yararları konusunda bilinçlendirmek hükümet olarak bizim görevimizdir. Artık her iki tarafın ihracatçıları da birçok sektörde gümrük vergisi olmadan ürün ihraç edebiliyor.

Her iki ülke de gümrüksüz ihracat yapabilir mi?

Evet, anlaşmanın hüküm ve koşullarına göre.

Belirli sektörlerle sınırlı mı?

Çoğu sektörü kapsıyor. Ek olarak, yenilenebilir enerji, sürdürülebilir kalkınma ve yeni ekonomiyle ilgili diğer alanlar gibi her iki taraf için de önemli olan alanlarda daha fazla işbirliği için bir başlangıç noktası olarak kabul edilen, daha önce imzalanan mutabakat anlaşmaları da mevcut. Bu Mutabakat Zaptı ve her iki taraf arasında imzalanan Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması aracılığıyla bu alanlarda daha fazla işbirliği yapabilir, ticaret ve yatırımın arttığını görebiliriz.

Sanırım geçen yıl bu Mutabakat Zaptı’nın toplamı neredeyse 50 milyar dolardı. Şu ana kadar bunun hangi kısmı uygulandı veya bir girişim var mı?

Her iki taraf da bu anlaşmalardan bazılarını uygulamaya çalışıyor. Halihazırda başlatılan ve uygulanan çok sayıda Mutabakat Anlaşması var. İşler yolunda gidiyor ve ilerleme için özel bir izleme süreci var. Her şeyin bu Mutabakat Zaptı’na ve liderlerimizin vizyonuna göre sorunsuz ilerlemesini sağlamak istiyoruz.

Neredeyse bir yıl oldu değil mi?

Evet. Bu Mutabakat Zaptı’nda pek çok farklı sektör vardı. BAE’nin gelip Türk özel savunma sektörüne yatırım yapması Türkiye’de çok konuşuldu. Daha önce de açıkladığım gibi her alanda yatırım daha da kolaylaşacak. Her iki taraftaki yatırımcılar daha iyi iletişim kurabilecek ve anlaşmaları daha verimli bir şekilde imzalayabilecek. Her iki taraf arasında yakın gelecekte yapılabilecek birçok şey var. Bir hükümet temsilcisi olarak her iki özel sektörü de daha fazla çalışmaya ve yeni fırsatları keşfetmeye teşvik etmek benim için önemli. BAE’nin ayrıca dünya çapında birçok ülkeyle imzaladığı anlaşmalar Türk yatırımcılar için altın bir fırsat teşkil ediyor. BAE pazarlarında faaliyet gösterdikten sonra, ticari anlaşmalar imzaladığımız diğer pazarlarda da işlerini genişletebilirler. BAE’nin bu anlaşmaları imzalama konusunda neler yaptığının farkında olduğunuza eminim. Afrika, Latin Amerika ve Asya’da birçok ülkeyle anlaşma imzaladık. Türk şirketleri BAE pazarında faaliyet gösterdiklerinde bundan faydalanacak. BAE’deki gelişmiş altyapı, Türk ürünlerinin diğer pazarlara daha iyi taşınmasına yardımcı olacak. Türk sanayisinin BAE üzerinden uluslararası alanda genişlemesine destek olacak bir platform.

Normalleşme sonrasında Katar’la ticari ilişkileriniz iyi mi? Katar’la pozisyonunuz nedir?

Ekonomik açıdan bakıldığında herkesle her zamanki gibi iş yapıyoruz. Katar dahil tüm Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkeleriyle çok iyi ticari ilişkilerimiz var. İkili ticaretimizde artışa tanık olduk. Körfez İşbirliği Konseyi üyeleri arasındaki iç ticareti geliştirmeye yönelik Körfez İşbirliği Konseyi düzeyinde de çabalar var. Bildiğiniz gibi gümrük birliğimiz var, ekonomik anlaşmalarımız var ve son dönemde liderlerimiz arasında yapılan ziyaretler ekonomik gündemimize olumlu katkı sağladı. Yakın zamanda Doha’ya gittik, Körfez İşbirliği Konseyi ticaret bakanları toplantılarından bazılarına ev sahipliği yaptık ve çok iyi sonuçlar elde ettik. Yani işler çok iyi gidiyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English