Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

Prabhat Patnaik: Yeni bir mücadele dönemine giriyoruz

Yayınlanma

Hindistan’ın en önemli marksist iktisatçılarından ve Türkiye’de de eserleri yakından takip edilen Prabhat Patnaik ile bir röportaj yaptık. Prabhat Patnaik, Hindistan, Yeni Delhi’deki Jawaharlal Nehru Üniversitesi Ekonomik Çalışmalar ve Planlama Merkezi’nde fahri profesörü ve Haziran 2006’dan Mayıs 2011’e kadar Kerala Devlet Planlama Kurulu’nun başkan yardımcısı olarak görev yaptı. Patnaik’in Utsa Patnaik ile birlikte yazdıkları Sermaye ve Emperyalizm: Kuram Tarih ve Günümüz (Çev. Ata Türkoğlu, Kalkedon Yayınları, 2022, İstanbul) Türkçeye çevrilen tek kitabı.

Patnaik’e göre, Marx’ın Kapital’de geliştirdiği yeniden üretim şemaları, kapitalist üretimin kapalı bir sistem olarak varsayıldığı bir teorik çerçevenin ürünü ve Marx aslında bu varsayımı yazılarında reddetmişti. Hint yazar, neoliberalizmin bugünkü krizinin de dış uyaranların ortadan kalktığı bir dönemde yaşandığına dikkat çekiyor.

Hindistan’da yıl başında zafere ulaşan büyük köylü direnişini de hatırlatan Patnaik, günümüzde bir işçi-köylü ittifakının zemininin, Lenin’in zamanına göre daha sağlam olduğunu ileri sürüyor; zira her iki sınıf da küresel mali sermayenin saldırısı altındadır. Konuğumuza göre, Hindistan’daki köylü direnişi, neoliberalizme karşı siyasi bir karşı çıkış olması bakımından ilktir; bunun yanı sıra, sermaye karşısında güçsüzleşen ve uzun süreli eylemlerden uzak duran işçi sınıfının aksine, bir hayli uzun erimli bir mücadeledir.

Prabhat Patnaik, Rusya-Ukrayna savaşının çökmekte olan neoliberal düzenin bir semptomu olduğunu düşünüyor. One göre düzeni korumak için getirilen Rusya’ya yönelik yaptırımlar, sistemin çöküşüne neden olan etmenlerden biridir. Patnaik, bu durumun yalnızca “Küresel Güney” halkları için değil, “Küresel Kuzey” işçileri için de bir fırsat doğurduğunu düşünüyor. Avrupa’da olup bitenler tüm dünyayı ilgilendirmektedir; kış aylarında artan grevler, Patnaik’e göre bir işarettir: Artık genel bir mücadele dönemine girdiğimizin işareti…

‘DIŞ UYARAN YOKSUNLUĞU KRİZİN NEDENLERİNDEN BİRİ’ 

Kitaplarınız ve makalelerinin Türkiye’de yakından takip ediliyor. Utsa Patnaik ile birlikte yazdığınız son kitabınız Sermaye ve Emperyalizm: Kuram, Tarih ve Günümüz Türkçeye çevrildi. Şunu sorayım: Kapitalizmin kendi kendine yeten kapalı bir sistem olarak analizini reddediyorsunuz ve ayrıca kapitalizmin her zaman tarihsel olarak kapitalizm öncesi bir ortama yerleştiğini, hatta varlığının ve genişlemesinin ikisi arasındaki etkileşime bağlı olduğunu iddia ediyorsunuz. Yani, basit yeniden üretimin, dışsal bir uyaran olmaksızın genişletilmiş yeniden üretim yaratabileceği iddiasını kapitalist üretimin mantığı içinde reddettiğiniz çok açık, değil mi? Bu nedenle, sömürge oluşumu ve emperyalizm, kapitalizmin tarihinde “aşamalar” olarak nitelendirilemez, en başından beri kapitalist üretimin doğasında var olan niteliklerdir.

Evet, kesinlikle. Çünkü Marx, yeniden üretim şemalarını yazarken, üretken sermaye biçiminde tüketilen, biriktirilen –veya üretken sermaye biçiminde biriktirilen– artı değer ne olursa olsun, mallar için herhangi bir talep yaratmayacak şekilde, artı değerin para biçiminde biriktirilebileceğini varsaydı. Bu, Marx’ın yazılarında uzun süredir var olan bir şeydi. Marx, temelde arzın kendi talebini yarattığını, bu nedenle hiçbir zaman toplam talebin verimliliği sorunu olmadığını söyleyen Say kanunu adını verdiği şeyi reddetmiştir. Ama yeniden üretim planları üzerinde çalışırken, esas ilgisinin metaların dolaşım sürecinin tam olarak nasıl gerçekleştiğini göstermek olduğunu düşünüyorum.

Kapitalizmde işlerin gerçekte böyle olduğunu iddia etmek zorunlu değildir. Yeniden üretim şemaları temel olarak Say kanununun geçerli olduğu varsayımına dayanmaktadır. Fakat bu Marx’ın yazılarında reddettiği kanundur. Dolayısıyla, onun genişletilmiş yeniden üretim tasvirini, kapitalizm yönetiminde işlerin nasıl gerçekleştiğinin gerçekçi bir tasviri olarak düşünmemeliyiz. Birikimin para biçimini alabileceğini, paranın zenginliğin tutulabileceği bir biçim olabileceğini hesaba kattığımız an, o zaman elbette kapitalizmi sadece döngüsel olarak aşırı üretime tabi bir sistem olarak görmekle kalmayıp bir süre boyunca aşırı üretime tabi olabilecek bir şey ve böylece, bir dış uyaranın yokluğunda veya bir dış pazarın mevcudiyetinin yokluğunda zorunlu olarak genişletilmiş yeniden üretim yaşamadan basit bir yeniden üretim durumuna yerleşebilen bir şey olarak görmemiz mümkün olur. Sömürgeciliğin veya Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi’nde öne sürdüğü gibi kapitalizm öncesi piyasaların bu rolü oynadığına inanıyorum. Kapitalizm öncesi piyasaların tükenmesinden sonra, açık ki tükendiler, bence devlet müdahalesi de benzer bir rol oynadı. Ve ben şu anda, neoliberalizmde her iki dış pazar da az ya da çok tükendiğinden ve devlet müdahalesi neredeyse tamamen dışlandığından, kapitalizmin dışsal bir uyarandan yoksun olduğunu, bu nedenle mevcut krizi yaşadığınızı savunuyorum.

Yani Nikolay Buharin’in Rosa Luxemburg’a yönelik dış pazar eleştirisini ve sermayeler arası rekabet vurgusunu da reddediyorsunuz.[1] Para için zenginlik talebinin birikim için de kullanılabileceği konusunda ısrar ediyorsunuz.

 Evet. Rekabet, kapitalistleri sermaye biriktirmeye zorlar. Fakat sermaye birikimi birçok farklı biçim alabilir. Biri, para cinsinden birikimdir. Rekabetin kapitalistleri fiilen sermaye malları biçiminde biriktirmeye zorlaması için hiçbir neden yoktur ve bu temel olarak benim işaret ettiğim şeydir. Birikimin para biçimini alabileceği gerçeği bir kez kabul edildiğinde, dışsal bir uyarana duyulan ihtiyaç oldukça açık hale gelir.

Kitabınızda üç dış uyaran sayıyorsunuz: kapitalizm öncesi piyasalar, devlet harcamaları ve inovasyon. Küresel kapitalizmin bugünkü ortamını bu uyaranlar açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Neoliberalizm çağında bunlara sahip miyiz? 

Literatürde genel olarak tartışılan üçünden, inovasyonun gerçekten ciddi bir dışsal uyaran olmadığını düşünüyorum. Bu noktada benim argümanım, çalışmalarına çok itimat ettiğim Michael Kalecki’nin argümanından farklı olacaktır. Çünkü inovasyonlar tam olarak piyasalar büyürken ortaya çıkar. Yani büyümenin olduğu bir dönemde inovasyon devreye girer. Ve bu, Büyük Buhran döneminde çok açık olarak görülen bir şeydir. Pek çok icat ortaya çıkmıştı, fakat hiçbiri üretim sürecine inovasyon olarak dahil edilmedi ve aslında uygulanmak için savaş sonrası kapitalist patlama dönemini beklemek zorunda kaldılar. Otomobil patlaması aslında ABD’yi durgunluktan veya 1930’ların Büyük Buhranından çıkarmaktan çok uzaktı. Aslında buhran nedeniyle bunlar saklandı. Bu nedenle, inovasyonların gerçekten otantik bir dışsal uyaran sağladığına inanmıyorum. Hangi yatırıma karar verilirse verilsin, bu yeni süreçlerin biçimidir fakat yeni süreçlerin kendileri daha büyük miktarda yatırımı teşvik eder – işte bu konuda şüphelerim var.

Açıktır ki, eğer devlet harcamaları emekçilerin zararına değil de kapitalistlerin vergilendirilmesiyle veya daha genel olarak yüksek gelirlilerin vergilendirilmesiyle finanse edilirse, bunun dışsal bir teşvik olabileceğini düşünüyorum. Çünkü bu durumda vergilerin bir kısmı onların tasarruflarından gelecek, dolayısıyla net bir uyaran var. Ya da devlet harcamaları bütçe açığı ile finanse edilebilir. Ama mesele şu ki, neoliberalizm koşullarında, kapitalistleri veya fazla kazananları vergilendirmeye, küreselleşmiş finansal sermaye genellikle karşı çıkar. Mali açığa da öyle, bu yüzden çoğu ülkede mali sorumluluk mevzuatı var. Bu nedenle, neoliberalizmde tekil ulus-devlet politikalarının küreselleşmiş mali sermayeye uyması gerekir, aksi halde sermaye ülkeyi terk eder, başka bir yere gider.

Dolayısıyla, çoğu hükümet kendilerini ekonomiyi gerçekten canlandıramayacakları bir konumda buluyor, her iki yoldan da ekonomiyi tek başlarına canlandıramazlar. İşte neoliberalizmin kapitalizm öncesi pazarlara erişiminin olmamasının ya da kapitalizm öncesi pazarların şimdilerde kapitalist iktisadi canlılığı teşvikteki ağırlığını artık kaybetmesinin nedeni budur. İkincisi, neoliberalizm altında devlet bu rolü üstlenemez. İşte bu nedenle neoliberalizm dönemi, 2008’den sonra kapitalist dünyaya yerleşen genel bir durgunluk dönemiyle ilişkilendirilir.

‘ENFLASYONUN NEDENİ YÜKSEK KÂRLAR’

Yani Yeşil Enerji, Endüstri 4.0 vb. konularda şüpheci misiniz?

Bu konuda çok şey konuşuluyor. Ama aslında hiçbirinin herhangi bir ekonomiyi uyardığını görmüyorum. Demek istediğim, şu anda dünya çapında oldukça ciddi bir durgunluğa giriyoruz. Bu dünya çapındaki durgunluğun, bahsettiğim daha uzun vadeli faktörlerle hiçbir ilgisi olmadığını söyleyebilirsiniz. Bunun bir şekilde daha uzun vadeli faktörlerle ilgisi olduğuna inanıyorum. Bu faktörler şunlardır: Temelde ekonomiyi neoliberalizmin parametreleri içinde canlandırmak için, hükümetler, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa, çok uzun bir süredir neredeyse sıfır faiz oranları ve ekonomiye devasa miktarlarda likidite sağlayan parasal genişleme politikası izliyorlar ki bu gerçekten çok büyük bir risk oluşturuyor. Biliyorsunuz, mevcut enflasyon aslında yükselen kar marjları tarafından teşvik edildi. Artan kar marjlarının aslında çoğu kapitalist ekonomide likidite risklerini gerçekten büyük ölçüde azaltan bu muazzam miktardaki likiditenin dalgalanması tarafından kolaylaştırıldığına inanıyorum. Karşı karşıya kalacağı ciddi likidite riskleri ise handikap olacaktır. Fakat bu muazzam miktarda likiditenin mevcudiyeti ve neredeyse sıfır faiz oranları, likidite risklerini, birçok şirketin kar marjlarını yükseltmeyi şekillendirebileceklerini hissettikleri bir noktaya kadar azaltan bir şeydir. Ve bunun enflasyonun başlangıcı olduğunu düşünüyorum. Artık kapitalist dünyanın her yerindeki hükümetler, ücretleri kısmak için fiilen faiz oranlarını artırıyorlar. Dolayısıyla bu dünya ekonomisini ciddi bir resesyona itiyor.

Kitabınızda, sömürge çevrenin sanayisizleştirilmesinde metropol merkezin rolünü vurguluyorsunuz. Küçük üreticiler ve işgücü rezervleri okyanusu, merkeze ve yerel toprak sahiplerine hizmet eder ve ayrıca kapitalistler, ücretlerin neredeyse sabit bir payı olsa bile paranın değerini sabitleyebilirler. Fakat onlarca yıldır emperyalist ülkelerde sanayisizleşme ve eski sömürgelerde bir tür sanayileşme yaşandı. Bu dönüşü nasıl açıklıyorsunuz? Kaldı ki, tüm ileri kapitalist ülkelerde reel ücretler giderek azalmaktadır. Bu eğilimi nasıl açıklıyorsunuz?

 Önce bir şeyi belirteyim. Üretimde sermaye göçü olmasına rağmen, malların dolaşımı olmasına rağmen üretimdeki sermaye Küresel Güney’in birkaç ülkesine, özellikle Güneydoğu Asya’ya ve belki de bir dereceye kadar Güney Asya’ya taşındı. Fakat sermayenin bu hareketine rağmen, bugünün kapitalizminin bu anlamda sömürge döneminde olduğundan çok farklı olduğu doğrudur. Sömürge döneminde dünya ekonomisi parçalara ayrılmıştı. Küresel Güney’den gelen emeğin Küresel Kuzey’e taşınmasına izin verilmiyordu – hala serbestçe hareket etmesine izin verilmiyor. Küresel Kuzey’den gelen sermaye, yasal olarak Küresel Güney’e taşınmasına izin verilmesine rağmen, gerçekte bunu yapmadı. Mesele şu ki, ikinci kısım artık doğru değil. Küresel Kuzey’den gelen sermaye, en azından belirli faaliyet dönemlerinde, Küresel Güney’e kayıyor. Bunun, Küresel Güney’de bulunan ve sömürgeciliğin bir mirası olan emek rezervlerini tüketeceği düşünülebilirdi. Fakat bu olmuyor. Ve aslında Küresel Güney’deki işgücü rezervleri, sermayenin Küresel Kuzey’den Küresel Güney’e hareket etmesine rağmen iş gücünün tamamına nazaran artıyor. Bunun nedeni, bu tür sermaye hareketlerinin getirdiği teknolojik ilerleme oranlarının gerçekten çok yüksek olmasıdır. Dahası, emek rezervleri tükenmezse, ücretler emek verimliliği artarken geçimlik düzeyde kalır, artıktan alınan pay yükselir ve yüksek gelirliler istihdam yoğunluğu daha az olan metaları tercih ederler.

Yani gelir dağılımındaki değişim istihdamı azaltmada da etkili olur. Ve tabii ki emek üretkenliğindeki çok yüksek büyüme oranları. Birçok ülkede istihdamdaki büyüme, bırakın işgücü rezervlerini emmesi, işgücünün doğal büyüme hızından bile daha azdır. Dahası, emek rezervleri de yenilenir çünkü neoliberalizmde zorunlu olarak küçük üreticilere ve köylülere yönelik bir saldırı vardır. Bütün fikir, tüm sektörü sermayenin gaspına açmaktır. İşte bu nedenle Küresel Güney’deki birçok ülkede planlama döneminde küçük üretim sektörü fiilen korunmuştur: birçok ürün için asgari fiyatlamalar, sübvansiyonlar… Hindistan’da, mevcut hükümetin geri almaya çalıştığı tahıllar için fiyat koruması hâlâ var. Fakat bu fiyat korumasının geri çekilmesine karşı bir yıl boyunca köylü ajitasyonu yapıldı.

‘HİNDİSTAN’DA KÖYLÜ DİRENİŞİ NEOLİBERALİZME İLK SİYASİ KARŞI ÇIKIŞTI’

Emperyalist sermayeye karşı bu köylü direnişini sormak istiyorum. Çünkü genişleme yoluyla birikim ile gasp yoluyla birikim arasında bir ayrım yapıyorsunuz. Bugünün emperyalizminin sadece artı değeri emmekten ziyade sürekli ilk birikime [primitive accumulation] ve mülksüzleştirmeye ihtiyacı var gibi görünüyor. Buna katılıyor musunuz? Özellikle Hint Yarımadası, Güneydoğu Asya ve Kuzey Afrika’da köylüler ve küçük üreticiler hâlâ önemini koruyor. Görünüşe göre Asyalı ve Afrikalı köylüleri mülksüzleştirmek emperyalizmin ana hedeflerinden biri.

 Evet, tabii ki, kesinlikle. Ve aslında bu neoliberalizmin getirdiği bir şey. Savunduğum şeylerden biri de, ilk birikimin sadece kapitalizmin kökenleriyle sınırlı bir şey olmadığıdır. Bahsettiğim dışsal uyaran aslında ilk birikimin bir parçasıdır. Aslına bakılırsa, Marx gitgide bunun farkına vardı. 1881’de Danielson’a, değerin Hindistan’dan İngiltere’ye akışından bahsettiği bir mektup yazdı. Devasa rakamlar. Hindistan’dan akan değerin, Hindistan’daki 60 milyon tarım ve sanayi işçisinin gelirine denk olduğunu söylüyor. Bu gerçekten sadece bir ikincil [epiphenomenal] olarak ele alınamayacak bir şey. Bence Marx’ın kendisi de normal birikimle eş zamanlı olarak meydana gelen bir ilk birikim süreci olduğunun farkındaydı. Bu fikri geliştirmek için zamanı olmadı. Dolayısıyla ilk birikim, neoliberalizm altında Küresel Güney’de bir ilk birikim sürecini empoze etmek için özellikle çaba harcanan bir şeydir. Bu da birçok köylünün ve küçük üreticinin işini kaybetmesi ve iş aramak için işgücüne katılması anlamına gelir, fakat elbette bunun için yeterli istihdam yaratılmadı. Dolayısıyla işgücü rezervleri artar, bu nedenle Küresel Kuzey’den Küresel Güney’e bir dizi faaliyette kayma olsa da, bu Küresel Güney’in ücretlerini yükseltmezken Küresel Kuzey’deki ücretleri aşağıda tutar.

Öyleyse Hint köylü direnişinin önemi nedir?

Akılda tutulması gereken birkaç şey var. Bu temelde, köylülüğün artık küreselleşmiş sermaye, uluslararası tarım ticareti vb. ile karşı karşıya olduğu anlamına gelir. Lenin işçi-köylü ittifakından bahsederken, bu ittifakın temelinde işçilerin feodal beylere karşı demokratik bir devrim başlatması ve bunun da köylüleri özgürleştirmesi yatıyordu. Ama köylüler, feodal beylerden kurtulduktan sonra, o zaman elbette işçi-köylü ittifakının temeli ortadan kalkar. Elbette, bir bütün olarak köylülük ile işçiler arasında olmaz. Sovyet sanayileşme tartışması buydu. Buharin-Preobrajenskiy tartışması buydu.[2] Ve bence, Stalin’in tüm soruna zorunlu kolektifleştirme yoluyla çözümü, sosyalizmin gelişiminde bir iz bıraktı, yani, gelişen tüm o otoriter yapı vb. Tüm bunlar o kolektifleştirme döneminde şekillendi, Sovyetlerdeki zorunlu kolektifleştirme nedeniyle tasfiyeler [recisitums] yaşandı.

Şimdi çok farklı bir dünyada yaşıyoruz, işçi-köylü ittifakının temelleri gerçekten çok daha sağlam, çünkü her ikisi de artık küreselleşmiş sermayeyle karşı karşıya. Dolayısıyla, kulakların sosyalist düzene karşı kapitalist bir tehdit oluşturması söz konusu değil. Çünkü ekonomi, onları kontrolünde tutmak isteyen uluslararası tarım ticaretinin gaspına açıksa, köylüler kapitalist bir sınıf olarak gelişemezler. Yani bu aslında zengin köylü sınıfından yerli kapitalizmin gelişimine bir kısıtlama getiriyor. Öte yandan bir bakıma posaları çıkarılıyor. Sanayi işçileri ile ortak bir dava oluşturmakta gerçek çıkarları var. Başka bir deyişle, bugün bir işçi-köylü ittifakının temeli, Lenin’in günlerindeki herhangi bir türdeki ittifaktan daha güçlüdür.

Bence Hint köylü mücadelesinin önemi, neoliberal düzene siyasi düzeyde ilk meydan okuma olmasında yatıyor.[3] İşçi sınıfı, hem Küresel Kuzey’de hem de Küresel Güney’de büyük ölçüde zayıfladı. Greve giderseniz sermaye başka yere kayar ve fabrikasını başka yere kurar. Bu tür bir korku, genellikle işçi sınıfına boyun eğdirecek bir şeydir. Bir günlük grev olur, iki günlük grev olur ama uzun süreli eylem olmaz. Dolayısıyla, Hindistan’daki köylü eylemi ilk uzun süreli eylemdi. Ve kelimenin tam anlamıyla, köylü direnişini kırmak için devletin elindeki her araç kullanıldı. Fakat başarısız oldular. Köylülere karşı akla gelebilecek her yolu seferber ettiler ama hükümet başarılı olamadı.

‘NEOFAŞİZM, NEOLİBERALİZMİN OLASI İŞÇİ MİLİTANLIĞINA YANITI’ 

Son krizin ana sonuçlarından birinin neofaşizm olduğunun altını çiziyorsunuz. Neofaşizm, neoliberalizme ve mali köleliğe karşı olduğunu iddia ediyor gibi görünse de, bu hareketin yeni bir sanayi politikası ve kamu harcamaları ile ulusötesi finansal akışları kesmeye veya işçilerin tüketimini artırmaya çalıştığına dair bir emare yok. Bence Hindistan’da Narendra Modi bu eğilimin en iyi örneklerinden biri. Peki, neoliberalizmden kaçış yok gibi mi görünüyor? Modi, Erdoğan, Orban gibi liderler, Batı hegemonyasına direndiklerini ve ülkelerini bağımsız kıldıklarını iddia ediyorlar. Bu mümkün mü? 

Hiç de mümkün değil. Modi durmadan küresel sermayeye, gelip burada fabrikalar kurması için yalvarıyor, tüm slogan “Hindistan’da üret.” Bence neofaşizm, olası işçi sınıfı militanlığına neoliberalizmin yanıtı: şu anda Avrupa’nın büyük bir bölümünde tanık olduğunuz ve Küresel Güney’de bile her türden tehdit oluşturabilecek bir militanlık. Asya’nın çoğunda bu militanlık kendini gösterecek. Sri Lanka’nın iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Neoliberalizmin bu ülkeyi ittiği ekonomik kriz, şimdi işçi sınıfı direnişi ve genel kentsel direniş anlamında patlayacak.

Mesele şu ki, neoliberalizmin krizi onu, alternatif bir siyasi destek sütununa ihtiyaç duymadan devam edemeyeceği bir duruma getirdi. Neofaşizm bu siyasi desteği çeşitli şekillerde sağlar. Birincisi, o elbette otoriterdir. Ve sadece devlet otoriterliği açısından otoriter değil, aynı zamanda etrafta dolaşan ve insanları terörize eden haydut ve holigan ordusuna da sahiptir. İkincisi, işçi sınıfını etnik köken, din vb. çizgiler üzerinden böler. Üçüncüsü ve en önemlisi, söylemi değiştirir. Modi artık iktisadi canlanma getirdiğini, istihdam sağlayan işler yarattığını iddia etmiyor, tapınak inşa ettiğini iddia ediyor. Yani söylemi değiştirdiler. Neofaşizmin neoliberalizm için yararlı olmasının nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Fakat tüm faşizmlerden farklı olarak neofaşizm, neoliberalizmin iktisadi krizine herhangi bir çözüm sağlayamaz; askeri bir çözüm bile.

Batı yaptırım rejiminin dünya ekonomisini neoliberal düzenden bir dizi ad hoc [geçici, plansız, özel bir amaca yönelik] düzenlemeye ittiğini ve emperyalist egemen düzenin altını tamamen oyduğunu söylediniz. Buna hâlâ inanıyor musunuz? Bu geçici düzenlemeler bizi kanlı bir dünya savaşına mı çekiyor? Ayrıca, Rusya henüz herhangi bir yabancı sermayeyi veya Rus sanayisini devletleştirmedi ve Sovyet tarzı bir ekonomi veya sosyalist önlemlerden kesinlikle kaçınıyor. Görünen o ki, neoliberal dönem ve emperyalist tek kutupluluk sona erdiğinde, bu, Batı ile çekişen tek tek ülkelerin otomatik olarak yeni ve sosyal bir ekonomik politika benimsemeleri anlamına gelmiyor.

Buna katılıyorum. Sosyalizm gizlice gelmez. Bence Ukrayna savaşı kesinlikle küresel kapitalizm için muazzam bir kriz. Neoliberalizm dünyaya bir düzen dayatıyor, bu gerçekten emperyalist bir düzen çünkü tüm ülkeleri metropol sermayesinin nüfuzuna açtı. Savaş sonrası dönemde her yerde dirigiste[4] hükümetler vardı. Sanayiyi devletleştirdiler, bir tür planlama getirdiler ve yerel kaynaklarını kontrol ettiler. Emperyalizmin yıkmaya çalıştığı şey buydu. Tekil eylemlerle yıkmaya çalıştı. İnsanlar bana sık sık, evet 1950’lerde ve 60’larda emperyalizm vardı ve bugün yok, diyor, ama gerçek tam tersi. 1950’lerde ve 60’larda emperyalizm zayıfladı, bu yüzden Musaddık, Allende vb.’ye saldırdılar. Bu rejimleri devirmek için temelde emperyalist askeri müdahaleler gerekiyordu. Bugün, bu tür herhangi bir askeri müdahale gerçekten gerekmiyor. Bir ülkenin düzeni tehdit etmeye çalışması dışında.

Mesele şu ki, neoliberalizmin krizi nedeniyle rejime karşı gerçekten bir tür tehdit oluştuğuna inanıyorum. Bu tür bir tehdide sahip olduğunuzda, o tehdidi kontrol etme çabaları aslında krizi daha da şiddetlendirir.

Bir örnek vereyim. Rusya, Çin, yeni yükselen ülkeler tek kutuplu dünyaya açıkça başkaldırıyorlar. Rusya kesinlikle sosyalist bir ülke değil, oligarkların kontrolünde. Ama oligarkların Rus-Ukrayna savaşına karşı olduklarını unutmamak gerekir. Ve Çin, kendisini sosyalist bir ülke olarak adlandırırken, bununla ilgili her türlü tartışma ve çekişme var. Ama temelde, bugün karşı karşıya olduğunuz şey, bu nedenle, emperyalist düzen için bir sosyalizm tehdidi değil, çok kutupluluk tehdididir.

Bu Rusya’ya karşı yaptırımlar uygulanarak karşılanmaya çalışılıyor. Yaptırımlar neyi başardı? Yaptırımlar aslında Hindistan dahil her çeşit ülkeyi Rusya ile ikili anlaşmalar yapmaya itmek gibi ters bir etkiye sahip. Ve eğer ikili bir anlaşmanız varsa, o zaman –en azından bu sınırlı ölçüde– küresel düzenin dışında kalmayı seçersiniz. Yani savunulması birincil hedef olan küresel düzen, aynı savunmayla baltalanıyor. Mevcut bağlamda emperyalizmin ve neoliberalizmin semptomu budur.

Suudi Arabistan gibi bir ülke Çin ile ilişkiler ve bir tür ikili görüşmeler geliştiriyor. Amerika’nın isteklerine karşı günlük petrol üretimini kısmak için OPEC+’ta Rusya ile birlikte hareket ediyor. Bunlar bir şeylerin habercisi. Bunlar çökmekte olan bir düzenin semptomları. Suudi Arabistan, kimin aklına gelirdi? Bence emperyalizmin dayattığı küresel düzen çöküyor.

‘AVRUPA’DA OLUP BİTENLER TÜM DÜNYAYI İLGİLENDİRİYOR’

Yani Küresel Güney’in emekçi halklarının bu fırsatı kullanabileceğini düşünüyorsunuz. 

Evet, elbette Küresel Güney’deki halklar bu fırsatı kullanabilir. Ama Küresel Kuzey’de olanların oldukça ilginç olduğuna inanıyorum. Neticede İngiliz işçiler, Alman işçiler… İtalyan işçiler gerçekte Ukrayna savaşına karşı çıkıyor. Örneğin, İtalyan neofaşist hükümeti aslında [neoliberal] çizgiyi koruyor. Neoliberalizm ve neofaşizm, İtalya’da bir kez daha korkunç bir ittifak oluşturdu.

Avrupa’da olup bitenler tüm dünyayı olduğu kadar kapitalizmin geleceğini de yakından ilgilendiriyor. İşçilerin sosyalist bir mücadele içinde olduklarını söylemiyorum, işçiler ekonomik bir mücadele içinde. Fakat kapitalizmin parametreleri içindeki ekonomik mücadele gerçekten çok başarılı olmayacak. Yani mesele, işçilerin bundan sonra ne yapacaklarını görmek. Tabii o zaman siyasi meseleler gündeme gelecek. Ve inanıyorum ki, bir kez Avrupalı ​​işçiler grev ve eylem yollarına girince, bunların Küresel Güney üzerinde de büyük etkisi olacaktır. Genel olarak bir mücadele dönemine girdiğimize inanıyorum.


Dipnotlar:

[1] Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi isimli kitabında, emperyalizmin nedeninin, kapitalizmin kapitalist olmayan pazarlara mahkumiyeti olduğunu ileri sürüyordu. Luxemburg, Marx’ın Kapital’de gündeme getirdiği basit yeniden üretim şemalarının, kendiliğinden, kapitalist üretimin kendi bağrından, genişletilmiş yeniden üretime geçiş yapamayacağını düşünüyordu. Nikolay Buharin, Rosa’ya verdiği yanıtta, kimi matematiksel hesaplamalardan da yararlanarak, kapitalizmde, kitle tüketimine yönelik meta üretiminin dışında bir sermaye malları üretimi olduğunu da vurgulayarak, kapitalist üretimin kendi iç devinimi ile genişletilmiş yeniden üretime ulaşabileceğini kanıtlıyordu. (editörün notu)

[2] 1920’li yıllara, yani NEP’e ve sonrasında sanayileşme-kolektifleştirme süreçlerine damga vuran bu tartışma özetle şuydu: Nikolay Buharin, işçi-köylü ittifakını sürdürebilmek için köylülere taviz verilmesini, köylülerin ürünlerini pazarda satmalarının önünün açılmasını ve zenginleşmelerini savunuyordu. Ona göre, sosyalizm kağnı hızıyla da kurulabilirdi. Başını Yevgeniy Preobrajenskiy’in çektiği acil sanayileşmeciler ise Sovyetler Birliği’nin acilen sanayileşmesi gerektiğini, sosyalizmin kurulması için “tüketim”e değil, “üretim”e önem verilmesini, sanayileşmenin gerektireceği “sosyalist ilk birikim”in faturasının ise köylülere çıkarılması gerektiğini savunuyordu. 1920’lerde Buharin ile ittifak kuran Stalin, 1928’e gelindiğinde kentlerin feci durumu ve köylülerin mal istiflemesi nedeniyle makas değiştirdi ve Buharincilerle ittifakı sonlandırarak Preobrajenskiy’in savunduğu “sol”a yönelerek SSCB’nin en büyük atılımlarından olan tarımda kolektifleştirmenin düğmesine bastı. (editörün notu)

[3] Hindistan’daki köylü direnişi ile ilgili bkz. Hindistan’daki Köylü Direnişinden Dersler, https://ermancete.substack.com/p/hindistandaki-koylu-direnisinden. (editörün notu)

[4] Dirijizm, yani iktisat politikalarını devlet müdahaleleri ve teşvikleriyle belirlemek. İkinci Dünya Savaşı sonrasında eski sömürge ülkelerin devlet eliyle kalkınma politikaları kastediliyor. (editörün notu)

SÖYLEŞİ

Pascal Lottaz: ABD ve AB’nin yaptığı, devletlere yalvarmak ve tehdit etmekle sınırlı

Yayınlanma

Yazar

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, makama tekrar gelmesinin ardından ilk yurt dışı ziyaretini Çin’e yaptı. Ziyaret, Batı basınında “Bu iki adam hiç ayrı düşmeyecek gibi görünüyor,” (Le temps) ve “Moskova ile Pekin, bu vesileyle küresel düzeni reforme etme yönündeki ortak hedeflerini vurguluyor,” (Der Spiegel) şeklinde yorumlandı.

Bunun yanı sıra Rusya Silahlı Kuvvetleri, Harkov’da sınır bölgeleri olan Belgorod, Kursk gibi sınır bölgelerin Ukrayna tarafından uzun menzilli füze ve topçu atışlarıyla gerçekleştirilen saldırılara karşı bir “sıhhi bölge” oluşturmaya yönelik saldırılarını sürdürürken, manşetlerde İsviçre’nin ev sahipliği yapacağı “barış konferansı” var.

Dr. Pascal Lottaz, Kyoto Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Tarafsızlık Çalışmaları alanında öğretim üyesi olarak görev yapıyor. Yüksek lisans ve doktorasını Ulusal Politika Çalışmaları Enstitüsü’nden (Japonya) alan Lottaz, uluslararası ilişkilerde tarafsız aktörler, özellikle de iki dünya savaşı ve Soğuk Savaş dönemindeki tarafsızlık üzerine çalışıyor.

Lottaz, son gelişmelere dair sorularımızı yanıtladı.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in yeniden seçilmesinden bu yana gerçekleştirdiği ilk yurtdışı ziyaretiyle başlayalım. Putin ve Xi, Pekin’de kapsamlı ortaklığın derinleştirilmesine ilişkin bir deklarasyon imzaladı. Rusya ile Çin arasındaki ilişkilerin özü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu ilişki şu anda kesinlikle daha da derinleşiyor ancak bu, Batı basınında bazen tasvir edildiği gibi askeri değil, iktisadi nitelikte bir ilişki. Rusya ile Çin bir ittifak içinde değiller ancak birbirlerinin iktisadi, teknolojik, ticari vb. servetlerini artırmak ve tüm ticaretin esasen Amerikan doları ve ABD liderliğindeki ticaret kurumlarına bağlı olduğu Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonraki son 30 yılda bildiklerimize alternatif bir ticaret sistemi inşa etmek üzere ortaklık yapıyorlar.

Vladimir Putin’in neredeyse tüm hükümetini, özellikle de Rusya Merkez Bankası Başkanı ve Maliye Bakanını Çin’e getirmiş olması, temasların stratejik olduğuna ve çok derinlere indiğine işaret ediyor. En iyi tahminim, ticareti kolaylaştıracak ve muhtemelen daha büyük BRICS kulübündeki mekanizmalara yönelik hazırlık adımları olarak işlev görecek finansal mekanizmalar üzerinde çalıştıkları.

İsviçre’de Rusya’nın katılımı olmadan bir barış konferansı düzenleniyor. İki ana aktörden biri masada yokken devlet başkanlarının Ukrayna’da barışı görüşmek üzere bir araya gelmesi ne anlama geliyor?

Bu “barış zirvesine” kuşkuyla yaklaşıyorum, zira barışı sağlayamayacağı aşikâr. Eğer buna “barış süreci zirvesi” deselerdi, daha anlamlı olurdu, çünkü İsviçre Federal Konsey Başkanı bile bunun barışa giden süreçte bir adım olduğunu söylemişti diye hatırlıyorum. Dolayısıyla, uygun bir barış zirvesi için yaklaşımın yanlış olduğunu düşünsem de —ki bunun için Rusya’nın da masada olması gerektiği bariz— bu zirveden bir şeyler çıkabilir.

Macaristan gibi Batı’nın yaklaşımına kuşkuyla yaklaşan bazı ülkelerin de bu şekilde düşündüğünü görüyoruz, zira yaklaşımı eleştirmelerine rağmen zirveye katılmaya istekliler. Bence bu zirve aslında Rusya üzerindeki diplomatik baskıyı artırmak için Rusya’yı itham etme ve utandırma [yaptırımları da ekleyerek] şeklinde devam eden baskı oyununun bir başka adımı olarak planlanmıştı, zira bu zirve birkaç kez devam eden “Zelenskiy Barış Formülü” toplantılarının bir sonucuydu ve şu anda Batı’nın söylemi hala aynı, bunun söz konusu olası barış anlaşmasının bel kemiği olması gerektiği yönünde.

Bununla birlikte, bunun dönüşebileceği şey, Batı’nın gerçek bir barış müzakeresinin konsolide edilmiş başlangıç noktası ve bu nedenle zirvenin sonucu, gerçekçi müzakereler için yollar açabileceği için bir anlamda ancak faydalı olabilir. Bunun böyle olacağından emin değilim ama en iyimser senaryoda, sonuç belgesi Rusların [ve Çin gibi üçüncü taraf arabulucuların] bir anlamda üzerinde çalışabilecekleri bir şey olabilir. Ama belki de bu sadece benim beyhude iyimserliğimdir.

Tüm bu hadisenin, Batı’nın “tüm dünya Rusya’ya karşıymış” gibi göstermek amacıyla yaptığı bir başka PR numarası olarak kalması da pekâlâ mümkün ki bu ne doğru ne de Rusları yollarından bir milim bile yolundan döndürecektir. Geçmişte buna benzer pek çok dönem yaşadık ve bu da bir yenisi olabilir.

Bugün, küresel Güney geri döndü. Bu, tutarlı ve organize bir gruplaşmadan ziyade jeopolitik bir olgu. Sizce bu ülkeler dünyada yeni bir kutbu mu temsil ediyor?

Evet. Kesinlikle. Şu anki adıyla küresel Güney’in ön plana çıkma biçimi gerçekten eşi benzeri görülmemiş bir durum. Bu durum genelde Soğuk Savaş dönemindeki Bağlantısızlar Hareketi ile kıyaslanıyor, fakat şahit olduğumuz şey bundan çok daha büyük ve güçlü.

Başta Çin ve Hindistan olmak üzere bağımsız kutupların ortaya çıktığını görüyoruz, ancak İran ve Brezilya gibi diğerleri de ABD ve Avrupa’nın oluşturduğu oyunun kuralları tarafından oldukça kısıtlanmışlardı, gelgelelim şu anda çok daha az kısıtlanmış durumdalar ve sadece koordine etmekle kalmayıp daha önce görmediğimiz şekillerde hareket edebiliyorlar. İran’ın İsrail ve ABD’ye karşı kendini bu şekilde ortaya koyabilmesi birkaç yıl önce imkansızdı.

Fakat şimdi ABD aktif bir şekilde yeni bir savaşı önlemeye çalışıyor, zira güç yansıtma kapasitesinin sınırlarına ulaştı ve bu durum, ABD ve AB’nin yürüttüğü politikanın artık daha fazla yaptırım [diğerlerini zorlamaktan ziyade geri tepen] ve taleplerini uygulamak için sahici yöntemlerden yoksun oldukları için diğer devletlere yalvarmak ve tehdit etmekle sınırlı olduğu iktisadi alanda da geçerli.

Bunu yakın zamanda Janet Yellen’ın Çin’e giderek ABD’nin rekabet etmek istediği üçüncü pazarlara daha az ihracat yapmaları için yalvarmasında ve ardından Tony Blinken’ın da aynı şeyi talep etmek üzere Çin’e gitmesi ama bunu daha fazla yaptırım tehdidiyle desteklemesinde görmüştük.

Ve elbette şimdi yaptırımlar geliyor ama hedeflerine ulaşamayacaklar çünkü asıl mesele Çin’in ABD’ye araç ihracatı değil, ABD araçlarının üçüncü pazarlarda rekabet edememesi ve bu da ABD’nin yaptırım alanının dışında kalan bir şey. Dolayısıyla Amerikan yaptırım sisteminin parçalandığına şahit oluyoruz. Hala ağırlığı var ama küresel Güney’de giderek daha az ağırlık taşıyor ve bu ülkeler, ilk kez alternatif yollara yönelmek için özgürleşiyor. Bu epey yeni bir durum ve hem ABD hem de AB buna hiç hazırlıklı değil ve 500 yıllık Batı dominasyonu sona ermek üzere.

Arjantin’deki Javier Milei fenomeninden de bahsetmek isterim. Dünya genelinde sağ popülist ve hatta düpedüz faşist hareketlerin yükselişinin küresel ekonominin finansallaşmasıyla ne ilgisi var? Bu yükseliş bir anomali mi yoksa egemen sınıflar tarafından kasıtlı olarak tertip edilen bir sürecin parçası mı?

Milei, Arjantin’deki ekonomik sorunlarından istifade etmeyi başardı ki bu sorunlar haddinden fazlaydı. “Faşist” kelimesi konusunda dikkatli olurum zira bu tür bir devlet örgütlenmesini hedeflediği bana pek açık gelmiyor. Bana göre Milei, ekonominin ne olduğuna dair çılgınca bir söylemle —ki bu da benim gördüğüm kadarıyla iktisadi gerçekliğe dair tamamen çarpıtılmış bir görüş— insanların gönlünü kazanan Margret Thatcher’ın aşırıya kaçmış bir biçimi.

Arjantin açısından yeterince ironik bir şekilde, politikaları büyük ihtimalle vaat ettiklerinin tam tersini üretecek ve ülkeyi sadece ABD’nin kurtarabileceği [Arjantin’in dış borcunun çoğu Amerikan doları cinsinden olduğu için] mali krizin daha da derinlerine sürükleyecek ve bu da Arjantin ekonomisini ABD’ye [eskisinden daha da fazla] teslim edecektir. Bu 1990’dan sonra Rusya’da yaşananları bir hayli andırıyor.

Ancak adil olmak gerekirse, durumun böyle olup olmayacağını bekleyip görmemiz gerekiyor. Arjantin’in egemen para biriminden vazgeçip “dolarizasyona” [ya da bunun daha yumuşak bir biçimine] gitmesinin Arjantin açısından faydalı olacağı bir senaryo göremiyorum. Ekonominiz üzerinde herhangi bir etkiye sahip olmak için egemen ve işleyen bir para birimine ihtiyacınız var, bu nedenle Milei’nin politikaları bence Arjantin’in politik ekonomisi için intihar niteliğinde.

Fakat haklısınız, bu süreç Arjantin’de zaten Amerikan şirketlerine sıkı sıkıya bağlı olan ve ülkenin kalan milli varlıklarını satan ya da onları kontrol etmek için aracı olarak işlev gören nispeten dar bir elite fayda sağlayacaktır. Bunu Guatemala ve hatta Haiti’deki örneklerde de görüyoruz; çok çok küçük elitler Florida’da yaşıyor, çalışıyor ve çocuk sahibi oluyorlar ama yine de kendi ülkelerindeki zenginliğin büyük bir kısmını kontrol ediyorlar ve en tepede daha fazla kar sağlayabilecekleri sürece ülkelerine karşı her türlü ekonomik zorlamayı ilk alkışlayanlar onlar oluyor. Bu kapitalizmin en çirkin hali ama yine de zayıf Batı ekonomilerinde bu şekilde işliyor.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

“Ukrayna’ya 1 trilyon dolar gönderin, yine de savaşın sonucunu değiştirmeyecek!”

Yayınlanma

Emekli CIA analisti Larry C. Johnson, Filistin-İsrail savaşından ABD’nin Ukrayna’ya yardım paketine ve Batı’nın Rusya’ya karşı tutumuna kadar diplomasiyi meşgul eden konularda açıklamalarda bulundu.

Emekli CIA analisti olan Larry C. Johnson, ABD Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki terörle mücadele ofisi başkan yardımcılığı da yaptı. Terör, uçuş güvenliği kriz ve risk yönetimi konularında uzmanlığı olan Johnson, CIA’de çalıştığı dönemde iki üstün hizmet madalyası kazandı. Temmuz 1996’da Viyana’daki terörle mücadele konferansında ABD’yi temsil etti. 1988 Pan am 103 uçağına yapılan terör saldırısının soruşturmasında yer aldı. Hükümetlere ve şirketlere kara para aklama ve terör tehditleri konusunda danışmanlık sağlayan Berg Associates isimli bir şirket kurdu.

Nisan 2024’te Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne Kuzey Akımı 2 boru hattına yapılan saldırıyla ilgili bir konuşma yapan Johnson, ABC, NBC, Fox News ve CNN gibi büyük medya kuruluşlarında terör olaylarıyla ilgili yorumlar da yaptı.

Emekli CIA analisti Larry C. Johnson, Filistin-İsrail savaşı, İsrail’in geleceği, ABD’nin Ukrayna’ya yardım paketi ve Batı’nın Rusya’ya karşı tutumlarına dair Harici’nin sorularını yanıtladı.

‘İsrail akıl dışı davranan aşırı Siyonistlerin eline geçmiş durumda’

  • Uluslararası toplumda ciddi bir baskı oluştu, özellikle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi İsrail’e Gazze’de ateşkes yapması için baskı yapıyor. Hamas ateşkes anlaşmasını kabul etti ama hemen ardından, hatta belki birkaç saat sonra İsrail, Refah’a saldırmaya başladı. Peki İsrail’in ne tür sonuçlarla karşılaşacağını düşünüyorsunuz?

Özellikle Orta Doğu’daki Arap ve Müslüman ülkeler bir araya gelerek bu artık duracak demedikçe herhangi bir şeyle karşılaşacaklarını sanmıyorum. Biliyorsunuz, Türkiye sonunda İsrail’le ticareti askıya aldı… Buna petrol de dahil mi bilmiyorum. Eğer petrol hâlâ Türkiye üzerinden İsrail’e akıyorsa, Türkiye bu anlamda Filistinlilerin öldürülmesine olanak sağlıyor demektir. İsrailliler kadar bu da suça ortaklık. Aynı şey Ürdün’le, Suudi Arabistan’la, Mısır’la da geçerli. Arkanıza yaslanıp öfkenizi dile getirmek başka bir şey ama etkili bir şekilde bir araya gelerek “bakın buna izin verilemez” demek ve Suriye’yi ve Lübnan’ı da işin içine katmamak başka.

Gerçekte, bu noktaya kadar, Filistin halkı adına ayağa kalkıp savaşan tek ülke Yemen ve Husiler’dir. Herkes iyi bir mücadeleden bahsediyor ama pek bir şey yapmıyor. Bilirsiniz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın nihayet öne çıkıp bir şeyler yapması için Türkiye’de bir seçimi kaybetmesi gerekti, üstelik o konuşmakta çok iyidir. Peki icraata ne dersiniz?

Bence insanların İsrail’in müzakere yoluyla bir çözüm aramadığını anlaması gerekiyor. Müzakere yoluyla bir çözüme ulaşmanın tek yolu, İsrail’in mevcut direnişinin tehdit altında olmasıdır. Çünkü İsrail’in Filistinlileri Gazze’den yok etme niyeti var. Onları zorla dışarı atacaklar. Batı Şeria’da da durum aynı. BM’nin tüm kararlarına rağmen, yasadışı işgal olduğu yönündeki tüm suçlamalara rağmen İsrail, akıl dışı olan bu aşırı Siyonistlerin eline geçmiş durumda. Tarih boyunca acımasız otoriterlerde gördüğümüz zihniyetin aynısı bunlar. Bu yüzden müzakere edilmiş bir çıkış yolu aramıyorlar. Yani Hamas askeri olarak galip gelemediği sürece ki bunu yapabileceklerini sanmıyorum çünkü hava güçleri ve hava savunma sistemleri yok, sahip oldukları tek şey küçük silahlar ve bazı tanksavar güdümlü füzeler, belki de birkaç roket daha ateşlenebilecek füzeler var ama bunlar aslında önemli değil. Dışarıdan müdahale gerekecek. Şimdi Biden yönetiminin güya İsrail’e silah sevkiyatını askıya aldığına dair bir rapor var ama bunu bir ceza olarak ya da İsrail’in yaptıklarından duyulan hoşnutsuzluğu ifade etmenin bir yolu olarak gösteriyorlar. Bu doğru olabilir ya da Amerika Birleşik Devletleri’nin gönderecek silahı da kalmamış olabilir. Sonra da bu silah yokluğunu İsrail’e baskı yapmak için bir şeyler yaptıkları izlenimini yaratmak için kullanıyorlar.

‘ABD’nin Ukrayna ve İsrail için mühimmat sıkıntısı var’

  • ABD’nin İsrail’e yönelik cephanesinin tükendiğini söylüyorsunuz, ancak şu anda Ukrayna’da farklı türde bir savaşın yürütüldüğü göz önüne alındığında, ABD’nin Ukrayna’da İsrail’e faydalı olabilecek aynı türde mühimmat kullandığını düşünüyor musunuz?

Evet. Demek istediğim, bir Patriot füze bataryasından bahsediyorsanız, elinizde gerçek araçlar ve bu araçların üzerinde bulunan fırlatıcılar var, aynı zamanda bunların içinde bulunan füzeler de var. Ukrayna’ya gönderilen Patriotların büyük kısmı yok edildi. Dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri’nden Ukrayna’ya gönderilebilecek yeni Patriot bataryaları mevcut değil çünkü bunları biz yapmadık ve kimse de yapmayacak. Oturup bir fabrikaya şunu yapmaya başla diyemezsiniz. İki hafta içinde onları almayı bekleyemezsiniz. Kullanılan füzeler veya roketler için de aynı şey geçerli, o Patriot füze bataryaları fırlatıcılardan ateşleniyor. Şu anda bunların da eksikliği var.

Amerika Birleşik Devletleri’nin geçmişte Patriot sistemlerini satın alan diğer ülkelere onları alıp Ukrayna’ya göndermeleri için yalvardığını gördünüz. Tabii artık Patriot İsraillileri rahatsız etmiyor. Demir Kubbeleri var ama Demir Kubbe’de de aynı sorunu yaşıyorlar. İran’ın yeni bir saldırısı durumunda konuşlandırabilecekleri sınırsız sayıda önleme füzesi veya roketleri yok. 155 milimetrelik top mermileri, bunların ciddi bir sıkıntısı var. ABD, Ukrayna’nın ihtiyaç duyduğu şeye ayak uyduramadı ve bu, 7 Ekim’de savaşın başlamasından önceydi. Yani bu tür mühimmat sıkıntısı var. İsraillilerin bir noktada ABD’den savaş tüfekleri, otomatik tüfekler satmalarını talep ettiklerini fark ettim; bu bana mantıklı gelmiyordu çünkü İsrail silah endüstrisi oldukça iyi ve çok sayıda savaş tüfeği üretiyor. Yani, neden bunları kendinizden almıyorsunuz? Neden bir ABD ürünü almak istiyorsunuz? Bu, Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’ne gelip bize pompalı tüfek sat demesi gibi bir şey olur. Demek istediğim, sizin yaptığınız pompalı tüfekler Amerika’nın her yerinde satılıyor.

‘Siyonist devletin varlığını sürdürmeyi hak ettiğinden emin değilim’

  • ABD’nin İsrail’i nasıl desteklediğine ve İsrail’in Refah’taki operasyonuna gelince, Hamas’ın İsrail tarafından tamamen yenilgiye uğratılabileceğini düşünüyor musunuz? Çünkü biz en az yedi ay, sekiz ay süren bir çatışma gördük. Pek çok Amerikalı uzmanın Hamas’ın İsrail tarafından mağlup edilemeyeceğine dair endişeleri var.

Evet, İsrail her Filistinliyi tamamen yok etmeye kendini adamadığı sürece askerî açıdan Hamas’ı yenilgiye uğratamaz. Nazilerin Yahudilere yaptıkları açısından İsrail’in zaten Nazilerle eşit tutulabileceğini düşünüyorum. Ve şimdi burada aynı şeyleri Filistinlilere yapan Yahudiler var ki, dürüst olalım, Tevrat’a inanıyorsanız, Kuran’a inanıyorsanız, İncil’in Eski Ahit’ine inanıyorsanız, Filistinliler ve Yahudiler uzak akrabadır… Aynı soydan geliyorlar. İbrahim’den geliyorlar. Ve işte buradalar, kardeş kardeşi öldürüyor. Bu ölümcül bir günahtır. Ama yine de İsrail bunda ısrar ediyor. Böylece bu durumdan öldürerek kurtulabileceklerini düşünüyorlar. Yapamazlar. Ve diyelim ki, bir şekilde Hamas’ın tüm gerilla saldırılarını ve isyancı saldırılarını tamamen durdurmayı başarmış olsalar bile, bu ülkelerini daha güvenli hale getirmeyecek çünkü hala Hizbullah var. İsrail’in askerî açıdan Hizbullah’ı yenebilecek kadar güçlü olduğunu düşünmüyorum. Hamas başka bir mesele çünkü Hamas, her ne kadar eğitimli savaşçıları olsa da aslında bir ordu olarak organize değil. Ve şunu da kabul edelim ki, Hamas’ın ilk başlangıç ​​tarihi olan 1979’a kadar uzanan tüm tarihi boyunca, herhangi bir çatışmada bu kadar çok Filistinlinin öldürüldüğünü hiç duymamışlardı. İsrail, Filistinlileri benzeri görülmemiş bir düzeyde katlediyor. Biliyorsunuz sayı 40.000’e yaklaşıyor. Özellikle mide bulandırıcı olan ise yakılan, parçalara ayrılan ve vurulan çocuklar. İsrail’in bu tavrını tamamen iğrenç buluyorum. Biliyorsunuz, eğer bana iki yıl önce sormuş olsaydınız, muhtemelen İsrail’i desteklediğimi söylerdim.

Geldikleri noktanın insanlık adına bir utanç olduğunu düşünüyorum. Siyonist devletin insan hayatını hiçe sayarak hareket etmesi nedeniyle varlığını sürdürmeyi hak ettiğinden bile emin değilim. Ve onlar Hamas’ın berbat, korkunç bir terörist grup olduğunu söylediklerinde aslında gidip rakamlara baktım. Rakamlar çok üzücü bir hikâye anlatıyor. 2000’den Nisan 2024’e kadar Hamas’ın terörist saldırıları en fazla 1455 İsrailliyi öldürdü; bunların çoğunluğu Filistinlilere saldıran askerler, polisler ve yerleşimcilerdi. Tabii bunlar silahsız insanlar değildi. 24 yıl boyunca yılda 60 kişi demek bu. İsrail’in şimdi yaptığına bakın, 40.000 ölü erkek, kadın ve çocuğa yaklaşıyoruz. Ölen çocukların sayısı ise 15.000’i aştı. Bu bir dehşettir ve buna izin verilmemelidir.

Ama yine de görüyoruz, gördük, bunu daha önce de gördük. Ruanda’da Hutular ve Tutsiler birbirlerini öldürürken dünya sessiz kaldı. Yahudiler Naziler tarafından katledildiğinde dünya yine sessiz kaldı. Ve şimdi bu durum Filistinlilere de yapılıyor ve orada burada bazı protestolar oluyor. Belki de tek umut, dünya çapında yeterince öğrenci protestosunun olması ve bunların hükümetler üzerinde, sonunda onları aksi yönde hareket etmeye zorlayacak kadar baskı oluşturmasıdır. İsrail’in Filistinlileri öldürmeye devam edeceğini düşünüyorum.

‘Hamas, bir ulusal kurtuluş örgütüdür’

  • İki yıl önce size İsrail’in durumunu sorsaydım. Ülkenin destekçisi olacağınızı söylüyorsunuz. Peki bu İsrail’in Gazze’de ilk katliamı mı? Yani bunu zaten pek çok kez yapmadılar mı?

Bu ölçekte değil. Bu aslında her üç ayda bir dışarı çıkıp iki veya üç silahsız insanı vurmak demek. Yani bu çok çirkin. Normalleştirmek istemiyorum ama bu katlanılabilir hale gelir. Böyle durumları belki sadece bir sapkınlık olarak açıklayabilirsiniz. Kontrolden çıkan birkaç asker ya da belirli bir birlikti. Ama şimdi son yedi aydır görüyoruz ki, farklı bir şey var. Bu İsrailliler açısından bir hastalıktır, psikolojik bir hastalıktır. Başlangıç ​​olarak Filistinlileri insan olarak görmüyorlar. Onları, üzerine basılması gereken, öldürülmesi, yok edilmesi gereken insanlık dışı varlıklar, hamam böcekleri olarak görüyorlar. Ve birçok İsraillinin hem hükümet içindeki hem de hükümet dışı yetkililerin, her Filistinlinin bir Hamas savaşçısı olduğunu söylediğini duydunuz. Üç aylık bebekler Hamas savaşçılarıdır.

Ve baktığınızda bu dilimiz hakkında ilginç şeylerden biri: IŞİD ya da El Kaide gibi davrandıklarını ima ederek, onların bir terörist grup olduğunu söyleriz. IŞİD ve El Kaide, uluslararası terör örgütü olarak adlandıracağım iki örgüt; bu da onların belirli bir coğrafi bölgenin dışında operasyonlar yürütmeyi arzuladıkları anlamına geliyordu ve saldırı gerçekleştirebilecek kadar uluslararası bir örgütlenmeye sahiptiler. Ama Hamas öyle değil. Hamas ulusal bir kurtuluş örgütüdür. Müslüman Kardeşler’e bağlı değiller, her ne kadar İslam’a bağlı olsalar da hatırladığım kadarıyla, Filistin’de yaşamak için İslam’a geçmeniz gerektiği konusunda ısrar eden İslamcı radikaller değiller. Dolayısıyla Hamas, medyanın popüler uluslararası İslamcı terörist tasvirinden farklı bir meseledir. Ve son dönemde gördüğümüz gibi, neredeyse 20 yıla yaklaşırken IŞİD Şii Müslümanlara saldırıyor. Ve biliyorsunuz, IŞİD’in en büyük hedeflerinden biri İran’dı ve bu da kısmen Batı’nın neden IŞİD’in destekçisi olarak görülebileceğini açıklıyor çünkü Batılılar IŞİD’i İran’a saldırmak için bir araç olarak görüyorlar. Ve IŞİD’in motivasyonu tamamen İslam’ı bozmak, yani İslam’ın ilkelerini ve ilkelerini ihlal etmektir.

‘ABD’nin Ukrayna yardım paketi savaşın sonucunu değiştirmeyecek’

  • Savaşın başladığı 2022’den bu yana Batılı analistlerin Rusya’nın cephanesinin çok yakında tükeneceği yönünde yorumlarını gördük ve duyduk. Mermileri bitecek, mekanize araçları bitecek ve çöküş çok yakında ifadeleri sıkça kullanılmıştı. Öte yandan Rus analistlerde de benzer bir düşünce hakimdi. Ukrayna’nın şimdiye kadar gösterdiği direnişi göstermesini beklemiyorlardı. Şimdi ABD Kongresi’nden 60 milyar dolarlık bir paket geçti., CIA direktörü Bay Burns, bunun Ukrayna’nın 2025’e kadar hayatta kalmasına yardımcı olacağını söyledi. Peki Ukrayna’daki savaş alanındaki durumu nasıl analiz ediyorsunuz?

Hayır, Burns yanılıyor. Ukrayna’nın yaz sonundan ağustos ayına kadar hayatta kalabileceği için şanslı olacağını düşünüyorum. 60 milyar dolar gönder. Lanet olsun, onlara 300 milyar gönder. Onlara bir trilyon dolar gönderin. Bu savaşın sonucunu değiştirmeyecek çünkü biliyor musun? Bir trilyon dolarla yeni bir asker satın alamazsınız. Ya da belki bir yerden bir paralı asker satın alabilirsin, tamam, askere yazılacağım, bana 2 milyon dolar söz ver, gelip senin için savaşacağım diyecek kadar aptal birini. Ve sonra da cephede harcanıp gidecekler. Rusya sonuçta hala Rusya. Yaptıklarında hata yapmadılar. Bunu, başlangıçta Ukrayna’yı müzakere masasına getirmeye yetecek bir kuvvet oluşturacağımız ve müzakere yoluyla bir anlaşmaya varacağımız varsayımıyla ilerlediklerini düşünüyorum.

Aslında bu strateji işe yaradı çünkü hatırlayacağınız gibi Türkiye’deki barış müzakereleri, sanırım Ankara’da gerçekleşti ve başarılı oldu. Ruslar ve Ukraynalılar ilk anlaşmaya vardılar. Ana hatların hâlâ üzerinde çalışılması gerekiyordu. Ayrıntıların üzerinde çalışılması gerekiyordu ama ilk başta bir anlaşmaya varacaklardı. Ama sonra Lloyd Austin, Savunma Bakanı Anthony Blinken, Joe Biden ve sonra da Boris Johnson bu karışıma dahil oldu ve Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy’yi anlaşmadan çekilmeye ikna etti. Tam o gün, sanırım 31 Mart’tı, Başkan Putin Rus ordusuna geri çekilme emri verdi.

Unutmayın, yaklaşık 40 kilometrelik tank konvoyları, zırhlı konvoyları vardı. Aslında Kiev’in kuzey kısmını işgal ettiler. Putin iyi niyetin bir işareti olarak geri çekilmelerini emretti. Bu müzakerelerin doğru yönde ilerlediğini göstermek için iki gün sonra 1 Nisan’da geri çekildiler. 2 Nisan’da Bucha’da bir grup Ukraynalı sivilin öldürüldüğü ve cesetlerin sokaklara atıldığı zulmü gördük. Batı ise aceleyle Rusya’yı suçladı. Bu bir Rus savaş suçuydu dediler. Aslında bu bir yalandı. Bu koca bir yalandı çünkü Rus kuvvetleri günler önce çekilmişti. O insanlar öldü. Ukrayna güçleri tarafından öldürüldüler. Bu, Rusya’yı karalamak ve Ukrayna’nın gücünü artırmak için tasarlanmış, Batı destekli bir istihbarat operasyonuydu. Ruslar daha sonra yıpratma savaşı dediğimiz şeye geçtiler. Onların stratejisi yıpratma stratejisiydi, bu da bölgeyi korumak için savaşmadığınız anlamına geliyor. Diğer tarafta mümkün olduğu kadar çok kayıp vermek için savaşıyorsunuz.

Taktiksel olarak çekilmeniz gerekiyorsa taktiksel olarak çekilirsiniz. Orada oturup kuma bir çizgi çekmeyeceksiniz. “Ne pahasına olursa olsun bu bölgeyi elimizde tutmalı ve mümkün olduğunca çok adam kaybetmeliyiz” dememelisiniz. İşte bu yüzden çekildiler, önce Kharkiv’den çekildiler, sonra da Kherson’da Dinyeper nehrinin batı kıyısında oturan birlikler ve o sırada General Surovikin onların geri çekilmesini emretti. Tabii ki, Shoigu veya Gerasimov’la genelkurmay başkanının izniyle geri çekilme emrini verdi. Bunun üzerine Ruslar nehrin doğu yakasına gelip mevzilerini alıyorlar. Bu arada üç savunma hattı inşa ediyorlar. Sanırım ne olacağına dair oldukça iyi bir fikirleri var. İşte tam bu noktada Batı, tüm bu süreç boyunca Rusya’nın askeri kabiliyetine dair hiçbir anlayışa sahip değildi. Batı, 1990’lı yıllara dayanan, yanlış varsayımlara dayalı bir anlatının içine hapsolmuştu. Ve bazı durumlarda, sanırım Rusları hala Sovyet komünistleri olarak nitelendirdiler ki bu tamamen saçmalık. İşte her şey burada. Ah, Rusların füzeleri bitiyordu.

Görünüşe Batı’daki hiç kimse dünyadaki tüm ülkeler arasında uranyum, alüminyum, domuz demiri, demir cevheri, gaz, petrol gibi doğal kaynaklar bakımından bir numaralı ülkenin Rusya olduğunu fark edemedi. Nikel, nadir mineraller, bilirsiniz, listeyi aşağıya doğru inersiniz. Rusya’nın hayatta kalabilmesi, sanayiyi sürdürebilmesi için kendi madenleri yeterli, ihtiyaç duyduğu şeyleri üretmek için başka bir yere gitmesine gerek yok. Batı, Rusya’nın Batı gibi endüstriyel kapasitesini yok etmediğini gördü. Batı ihtiyaçlarının çoğunu Asya’ya, Güney Amerika ve Meksika’ya gönderdi. Ve böylece Rusya birdenbire bir düğmeye basıp sanayisini harekete geçirebildi ve birdenbire füzeler, roketler, top namluları, toplar, tanklar, uçaklar üretmeye başladılar. Bilirsiniz, insanlar Çin’in çok büyük bir sanayi devi olduğundan bahsediyor. Evet doğru. Ancak Çin kendi ticari uçağını üretemiyor, Rusya üretiyor. Rusya, Rusya’nın etrafında uçacak ve %100 Rus parçalarıyla inşa edilmiş ticari uçak üretebilir ve üretti. Yani Batı Rusya’nın zayıf bir taraf olmadığını anlamada başarısız oldu. Eski senatör John McCain, Rusya’yı bir ülke ya da ülke görünümüne bürünmüş bir benzin istasyonu olarak tanımlamıştı. Sadece aptal. Aptal ve kibirli. Ama o öyleydi, aptal ve kibirli.

‘Almanya ABD ona ne yapmasını söylerse onu yapacak’

  • Geçen günlerde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde bir konuşma yaptınız. Kuzey Akımı boru hattına yapılan saldırıdan bahsettiniz ve durum açıkça tüm dünyada tartışılan bir konuydu. Gördüğümüz kadarıyla, ABD ne kadar Ukrayna’yı parmakla gösterse de bu konuyla ilgili küresel fikir birliği, ABD’nin sorumlu olduğu yönünde. Ancak operasyonun kapsamı göz önüne alındığında Ukrayna’nın bunu başarması beklenmiyor. Yani Almanya bu tartışmanın merkezinde ama aslında konuyu halının altına süpürüyorlar. Konu hakkında konuşmaktan hiç keyif almıyorlar. Ancak kapalı kapılar ardında Alman karar vericilerin konuyu ABD ile ilişkilerini yeniden gözden geçirmek için bir neden olarak gördüğünü düşünüyor musunuz?

Hayır, talihsiz olan da bu. Amerika Birleşik Devletleri’nin kurbanı oldular ve bu konuda hiçbir şey yapmıyorlar. Birine benim için Olaf Scholz’u boynunda bir tasma ve Joe Biden’ın elinde bir köpek tasması ile gösteren siyasi bir karikatür yaptırmaya çalışıyordum, çünkü öyleydi. Onlar tasmanın ucundaki bir köpek ve sahibi ABD onları nereye sürüklemek isterse oraya gidecekler. ABD onlara ne yapmalarını söylerse onu yapacaklar. Biz onlara yemelerini söylediğimiz şeyleri yiyecekler. Biliyorsunuz bu bir ülke için aşağılanmadır. Bunda onur yok. Ama bunun kendilerine yapılmasına izin veriyorlar. Hangi sebeple bilmiyorum. Çünkü Almanya’ya yapılan bu saldırının ekonomik sonuçları derin oldu. Almanya sözde uluslararası kurallara dayalı düzeni koruma konusunda ısrarcı değil. Mesela Türkiye’den kaç tane boru hattı geçiyor biliyor musunuz? En az üç, belki daha fazla olduğunu düşünüyorum. Birisi boru hatlarınızdan birini havaya uçurursa, arkanıza yaslanıp “Bunu kimin yaptığını bilmiyorum dostum” mu diyeceksiniz. Bu korkunç. Siz de haklı olarak öfkelenirsiniz ve bunu kimin yaptığını bulmak ve bunu yapanlardan hesap sormak istersiniz.

Nord Stream’de göremediğimiz şey de bu. Yani batıdaki çılgınlar bununla Rusya’ya zarar vereceğimizi sandılar. Boru hattını havaya uçuruyorlar. Yani boru hattının tamamı Rusya’nın Avrupa’ya ucuz gaz sağlayabileceği bir dağıtım mekanizmasıdır. Boru hattı artık orada değil. Rusya gazı hâlâ topraktan üretiyor. Sadece farklı şekillerde göndermeleri gerekiyor. Bu da nakliyeyi yapan kişilerin daha fazla para kazandıkları için zenginleşecekleri anlamına geliyor. Ve hattın sonundaki tüketiciler, ulaşım maliyetleri arttığı için daha fazla ödeyecekler. Bu ileri düzey matematik yapmak zorunda kalmaya benzemiyor. Bu basit toplama ve çıkarma işleminin bir parçasıdır. Ve bu anlamda, Rusya’ya ekonomik olarak zarar vermedi ama sadece Almanya’ya değil, tüm Avrupa’ya zarar verdi çünkü gaza daha fazla para ödüyorlar. Ve fiyatlar yükseldiğinde, bu durum tedarik hattını etkiliyor, işleri etkiliyor. Almanya’da kapanan ve ülke dışına taşınan çok sayıda fabrikanız oldu. Asıl şok edici olan Almanların bunu kabul etmeye bu kadar istekli olmaları. Biliyor musun, bu gerçekten utanç verici.

‘Herkes aklını mı kaçırdı? Tayvan bir ülke değil, Çin’in parçasıdır!’

  • Avrupa’nın ABD ne isterse yaptığını söylediniz. Çin devlet başkanı Bay Xi Jinping Avrupa’ya bir gezi düzenledi. Çin’in Tayvan meselesiyle ilgili de beklentileri var. ABD’nin Çin’den ekonomik olarak kopmak istediğini biliyoruz. Kendi çıkarları da göz önünde bulundurulduğunda Avrupa’nın bu kopuşta ABD’yi takip edeceğini düşünüyor musunuz?

Herkes aklını mı kaçırdı? Alzheimer hastalarının hafızası mı kalmadı? Tayvan Çin’in bir parçasıdır. ABD’nin 1972’de desteklemeyi kabul ettiği tek Çin politikası buydu. Bunun sonucunda Tayvan artık Birleşmiş Milletler’de masaya oturabilecek bir ülke olarak tanınmıyordu. Tayvan bir ülke değil Çin’in bir parçasıdır. Bunu kabul etmek zorundalar. Ya da Batı hayır demek isterse “artık bunu kabul etmeyeceğiz.” “Çin’le savaşa girmek istiyoruz” mu diyorsunuz? Tamam, devam edin. Gerçek şu ki Çin, dünyayı fethetmeye hevesli emperyal bir güç olarak gösterilmeye devam ediliyor. Son 45 yılda kendi sınırları dışında yürüttükleri tek askeri operasyon Vietnam’a saldırıydı o zaman da Vietnam Kamboçya’ya saldırıyordu. Yani Çin, Fransızlar gibi, Amerikalılar gibi, İngilizler gibi Afrika’da, Sahel’de Çin askeri üsleri kurarak dünyayı dolaşan saldırgan bir seferi askeri güç olmadı, yani sömürgeci sorunu olan Batı’dır Çin değil.

Çin’in Avrupa ziyareti, birincisi, Macron’la konuşmak, Macron’u tekrar gemiye alıp Avrupalıları Rusya ile ciddi bir müzakere başlatmaya ikna edecek bir şeyler yapıp yapamayacağımızı görmek amacıyla gerçekleşiyor. Ama sonra Macarlar ve Hırvatlarla buluştu. Temelde Rusların yanında yer aldılar. Sanırım bir nevi bu devletlere, Rusya’nın tutumuna verdikleri destek nedeniyle Avrupa kıtası içinde kendinizi izole edilmiş hissedebilecekleri için güvence sağlıyor. Sanırım gönderdiği mesajlardan biri bu. Bence Tayvan’la ilgili ortaya çıkan bu histerinin çoğu, Batı’nın bir düşman yaratma ihtiyacından kaynaklanıyor; böylece ABD’nin yılda bir trilyon dolara yaklaşan savunma bütçesini haklı gösterebilirler. Bence geriye dönüp gerçeklerle yüzleşelim. Biz anlaştık, ulusumuzun liderleri 52 yıl önce Tayvan’ın Çin’in bir parçası olduğu konusunda hemfikirdi. Dolayısıyla tek Çin politikası. Anlaşmalara uyalım.

‘Birleşik Krallık solan bir güç.’

  • Bildiğimiz gibi Süveyş krizinden bu yana küresel sahnede nüfuz açısından Birleşik Krallık’ın ABD’nin ardından ikinci sırada yer aldığını görüyoruz. Ancak Birleşik Krallık’ın küresel siyaseti etkileme konusunda göründüğünden çok daha güçlü olduğu iddiası hep dile getiriliyor. Suriye iç savaşıyla birlikte Rusya ile İngiltere arasında ciddi bir istihbarat savaşı gördük. Ve şimdi Ukrayna’da, Ukrayna operasyonlarının istihbarat alanında CIA’den çok MI6 ile bağlantılı olduğuna dair raporlar bile var. Peki Londra’daki ekonomik gücü ve MI6 nüfuzu ile Birleşik Krallık’ın dünya çapında düşündüğümüzden çok daha fazla etkiye sahip olduğu fikirlerine katılıyor musunuz?

Benim görüşüme göre İngilizler, pis, küçük bir Chihuahua’ya, küçük minnacık bir köpeğe benziyor. Gerçekten huysuz, kimseyle anlaşamıyor ve konu söz konusu olduğunda gerçekten ilgisiz, bilirsiniz, bazı kargaşaları yaratma yeteneğine sahip. İngilizler hâlâ kendilerini küresel sömürgeci güç olarak görüyorlar. Artık değiller. Bir şakadan ibaretler. Donanmaları uçak gemilerini bile çalıştıramıyor. Mayın tarama gemilerinden biri başka bir mayın tarama gemisine çarptı. Biliyor musun, araba kullanmayı bile bilmiyorlar. Artık teknelerini, gemilerini nasıl satacaklarını bilmiyorlar. Zamanında kendisini küresel bir deniz gücü olarak kabul ettiren ülke. Burada Rusya’ya saldırmak ve onu kışkırtmak için ellerinden geleni yapıyorlar ve bunu hiçbir kontrol duygusu olmadan yapıyorlar. Ama çok fazla güçleri yok. Ekonomik bir güç değiller. Son baktığımda GSYH açısından dünyada ilk 10’da bile değillerdi. Birleşik Krallık solan bir güç. Ve solan tüm güçler gibi onlar da debeleniyorlar. Birilerini yakalayıp yanlarına çekebilirler ama Britanya durumu tersine çeviremeyecek. 70.000 kişilik bir orduları var. Bu hiçbir şey değil. Tankları, sanırım askeri güçlerinin en iyi göstergesi, rakip tanklarından biri çamura batmıştı, bilirsiniz, dışarı çıktı, çamura battı. Çıkaramadılar. Bu Britanya’yı anlatıyor. Bu yüzden Ukraynalılara karşı çok agresif olacaklarından şüphem yok ama biliyorsunuz, çeklerin çoğunu onlar yazmıyorlar. Her zaman prensibe inanın. Para konuşur, biliyorsun veya altın kural altına sahip olanlar kuralları koyar. Ve bu durumda ABD altın kuralın kralıdır. Paranın büyük kısmını biz sağlıyoruz. Ukraynalılar İngilizleri dinlemeden önce bizi dinleyecekler, çünkü biz daha iyi para ödüyoruz.

‘MI6’in ve CIA’in devrinin geçtiğini düşünüyorum’

  • Evet ama onların istihbaratı ne olacak? Etki açısından onların istihbaratının CIA ile aynı seviyede olduğunu düşünüyor musunuz?

MI6 ve CIA genellikle açık kaynak istihbaratı kullanır. İnsan kaynağı istihbaratı genellikle saçmalıktır. Yapmıyorlar. Her iki tarafın da Rus hükümeti ve Rus ordusu içinde iyi bir nüfuzu veya varlığı yok. Ve bunun nedeni oldukça basit. Rusya’da aklı başında kim İngilizler ya da Amerikalılar adına casusluk yapmak için hayatını riske atmak ister ki? Hiç mantıklı değil. Her iki ülke de pek çok açıdan Rusya’dan daha az özgürlüğe sahip. Her iki taraf da siyasi muhaliflere yönelik siyasi zulümle meşgul; Rusya’yı sık sık bunu yapmakla suçluyorlar. Yani biliyorsunuz, Britanya gibi. Britanya da bir nevi polis devletidir. Kürtaj kliniğinin önünde dua ettiğiniz için tutuklanabilirsiniz. Dua etmek, yüksek sesle bile konuşmamak, sessizce dua etmek. Düşünce suçundan tutuklanıyorsun. Üst düzey Rus yetkililer bu şekilde kendilerini riske atacaklar. Yani istihbarat açısından bakıldığında, CIA ve MI6’in büyük ölçüde önemsizler. Kötü niyetle etkili oldukları nokta, Ukraynalıların Rusya içindeki hedeflerine karşı saldırılar düzenledikleri gizli eylemler planlamasına yardımcı olmaktır. Bunlar yine savaşı değiştirmiyor. Yaptıkları tek şey Rusları fena halde kızdırmak ve Rusların Ukraynalıları yok etme konusunda daha kararlı olmalarını sağlamak. Ama MI6’in ve CIA’in devrinin geçtiğini düşünüyorum.

‘Trump gelirse Ukrayna savaşını bitirir.’

  • Amerika Birleşik Devletleri’nde yaklaşan seçimlerle ilgili. Gazze’de savaş devam ederken Biden yönetiminin anketlerinin her zamankinden daha düşük gittiğini gördük. Dolayısıyla dünyada Donald Trump’ın Kasım seçimlerinde geri dönüş yapacağı yönünde genel bir beklenti var. Peki olası yeni bir Trump yönetiminde ABD’nin dış politikası için ne öngörüyorsunuz? İsrail’le ilişkilerinin değişeceğini, güçleneceğini düşünüyor musunuz? Sizce Trump Ukrayna’daki savaşı bir günde bitirmek için söz verdiği şeyi yapacak mı?

Evet, Ukrayna’daki savaşı bitireceğini düşünüyorum. NATO’nun çok güçlü bir şekilde yeniden değerlendirilmesi için baskı yapacağını düşünüyorum. Ancak İsrail politikasının pek değişeceğini düşünmüyorum. Belki farklı bir bakış açısı getirecektir. Mesela Türkiye’yle, Ürdün’le, Suudi Arabistan’la, Mısır’la müzakereler yapmaya daha istekli olacak ve nasıl bir çözüm bulunabileceğini görmeye çalışacak. Netanyahu’nun hayranı değil, bu da Netanyahu’nun muhtemelen o noktada terk edilip gideceği anlamına geliyor. Ancak İsraillilerin çoğunluğu hâlâ Netanyahu’nun izlediği temel politikaları destekliyor. Dolayısıyla Trump gelse bile ABD’nin İsrail politikasında pek bir değişiklik olacağını görmüyorum. Aksine, Cumhuriyetçiler İsrail’in, Siyonist hareketin Demokratlara göre daha cesur destekçileridir. İsrail’i Cumhuriyetçilerle aynı coşkuyla desteklemekte tereddüt eden Demokratların sayısı daha fazla. Çin’e yönelik politikada bir değişiklik göreceğinizi düşünüyorum. Daha az hakaret edici olacaktır. ABD’nin şu anda yaptığı şey Çinlilere hakaret etmek. Çin bundan bıktı ve yoruldu. “Bize bu şekilde davranılmayacak” diyorlar.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Xi’nin ziyareti sağlam dostluğun kanıtı’

Yayınlanma

Sırbistan Hükümeti Çalışma, İstihdam, Gazi ve Sosyal Politika Bakanı Nemanja Starović Harici’ye konuştu. Xi Jinping ve Aleksandar Vucic’in görüşmelerinin odak noktasının ekonomik işbirliği olduğunu vurgulayan Starović, Xi’nin görev sürecinin başlangıcından bu yana Sırbistan’a yaptığı ikinci ziyaretin “sağlam dostluğun kanıtı” olduğunu söyledi.

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ticaret, yatırımlar ve Ukrayna savaşı üzerine görüşmeler yaptığı Fransa, Sırbistan ve Macaristan ziyaretlerinin ardından beş günlük Avrupa turunu tamamladı.

Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron Xi’yi Pirene dağlarında çocukluğunu geçirdiği bölgeye bir gezi ile karşılarken, Sırbistan’da Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic, “dostluk” sloganları atan ve Sırbistan başkanlık sarayının önünde Çin bayrakları sallayan on binlerce kişiyi bir araya getirerek büyük bir karşılama düzenledi. Macaristan’da da Cumhurbaşkanı Tamas Sulyok ve Başbakan Viktor Orban Xi için kırmızı halı sererek, kendisini Macaristan Cumhurbaşkanlığı sarayında askeri törenle karşıladı.

Xi’nin özellikle Avrupa Birliği (AB) aday ülkesi Sırbistan ve AB üyesi Macaristan’a yaptığı ziyaretlere siyasi bağları derinleştirme ve Doğu ve Orta Avrupa’daki yatırımları genişletme vaatleri damgasını vurdu. Sırbistan Cumhurbaşkanı Vucic, Belgrad’da Xi’nin “ortak geleceğin küresel topluluğu” vizyonunu onayladı ve iki lider “sağlam bir ortaklığı” selamlarken, geçen yıl iki ülke arasında imzalanan serbest ticaret anlaşmasının 1 Temmuz’da yürürlüğe gireceğini duyurdu.

Sırbistan Hükümeti Çalışma, İstihdam, Gazi ve Sosyal Politika Bakanı olarak yeni atanan Nemanja Starović Harici adına gazeteci Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı. Xi’nin gezisi, Sırbistan-Çin ilişkileri ve Sırbistan-AB-NATO ilişkileri üzerine değerlendirmelerde bulunan Starović, daha önce de Sırbistan Savunma Bakanı Devlet Sekreteri olarak görev yaptığı dönemde Harici’nin sorularını yanıtlamıştı.

‘AB üyeliği uzak olduğundan Rusya ve Çin’i ihmal etmemeye çalışıyoruz’  

‘Sağlam dostluğun kanıtı oldu’

Çin ile Sırbistan arasındaki mevcut ikili ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz? İkili ilişkilerin son yıllarda gelişme gösterdiği süreçte en çok neler öne çıkıyor? Sırbistan ve Çin liderlerinin bu kez tartışma gündeminde hangi politika konularına öncelik verildi? Xi Jinping’in ziyaretinden ne gibi yeni sonuçlar çıkmasını bekliyorsunuz?

Her şeyden önce, Başkan Xi’nin görev süresinin başlangıcından bu yana ikinci olan Sırbistan ziyareti, iki ulusumuzun geçtiğimiz on yılda kurduğu sağlam dostluğun kanıtı oldu. 29 farklı anlaşmanın imzalanması, aynı zamanda çeşitli alanlardaki işbirliğimizi daha da geliştirmek için bir sıçrama tahtası oldu. Bunların arasında, yeni dönemde Ortak Gelecek için Topluluğa, yani Çin tarafından başlatılan ve Sırbistan’ın ilk onayladığı yeni platforma verdiğimiz desteğin de yer almasıyla özellikle gurur duyuyoruz. İki deneyimli liderin bir araya gelmesinde gerekli olan, küresel ölçekte öne çıkan tüm konuların tartışılmasının yanı sıra, doğal olarak görüşmelerin odak noktası ikili ekonomik işbirliği oldu.

‘Çin elektrikli araçlarının Sırbistan’da üretilmesiyle yakından ilgileniyoruz’

 Çin ve Sırbistan, stadyumlardan köprülere, otoyollardan demiryollarına kadar altyapı projelerinde güçlü ve derin bir işbirliğine sahip. Ancak Sırp hükümetinin ikili işbirliğinin iyileştirilmesi için bunların ötesinde işbirliği beklediği herhangi bir alan var mı?

Stratejik ortaklığımız son on yılda önemli ölçüde büyüdü ve bu en çok ekonomi alanında görülüyor. Daha 12 yıl önce Çin’e toplam ihracatımız 10 milyon doların altındayken, bu arada 1,2 milyar doların üzerine çıktı. Bu, ihracatımızı yaklaşık on yıl içinde 140 katına çıkarmayı başardığımız anlamına geliyor. Bugün toplam ticaret dövizimiz 6 milyar doları aşıyor ama Sırbistan ile Çin arasında yeni imzalanan Serbest Ticaret Anlaşması 1 Temmuz’da yürürlüğe girdiğinde bunu çok kısa sürede 10 milyar dolara çıkaracağız. Sırbistan büyüklüğündeki bir ülke için bu rakamlar gerçekten önemli. Çin Halk Cumhuriyeti, ortaklaşa geliştirdiğimiz çeşitli altyapı projelerinin yanı sıra 5 milyar doları aşan doğrudan yatırımlarıyla Sırbistan’daki tek en büyük yabancı yatırımcıdır. Çinli sermayeli şirketler ülkemizin en büyük ihracatçıları arasında yer alıyor. Geleceğe baktığımızda, yapay zekayı da kapsayan, Çin elektrikli araçlarının ülkemizde üretilmesine ve hatta uçan taksilerin üretilmesine yol açan yeni, gelişmiş teknolojilerin Sırbistan’da uygulanmasıyla çok ilgileniyoruz.

‘Çin’e asla sırtımızı dönmeyeceğiz’

Kuşak ve Yol Girişimi (BRI) ve 16+1 çerçevesi ve “Çin ile Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri Arasındaki İşbirliğine (Çin-CEE) ilişkin AB’nin yaklaşımı nedir? Bu görüşlerde herhangi bir gelişme var mı? Genel olarak Avrupa’da ve özel olarak Orta ve Doğu Avrupa’da Kuşak ve Yol Girişimi ve 16+1’in karşılaştığı en büyük zorluklar nelerdir?

Geçmişten bu yana Küçük Asya’yı Orta Avrupa’ya bağlayan doğal bir “otoyol” görevi gören Balkan yarımadasının ortasındaki coğrafi konumumuz göz önüne alındığında, Avrasya genelinde bağlantının artırılması için Kuşak ve Yol Girişimine katılmamız hem doğal hem de rasyoneldir. Bu büyük girişimin bir kısmı, Sırbistan ve Kuzey Makedonya üzerinden Ege ve Panoniyen havzasındaki limanlar arasındaki bağlantıları güçlendiren altyapıdır. Bu tür projeler insanlarımıza çok büyük faydalar sağlıyor. Size sadece bir örnek vermek gerekirse; Belgrad ile Budapeşte arasında yeni bir demiryolu inşa ederek, en kalabalık iki şehrimiz olan Belgrad ve Novi Sad’ı yüksek hızlı demiryolu ile birbirine bağladık ve iki şehir arasındaki yolculuğu 35 dakikalık keyifli bir seyahate dönüştürdük. Bazı ülkelerin çoğunlukla dışarıdan gelen baskılar nedeniyle Çin-CEE çerçevesinden ayrıldığının farkındayız ancak böyle bir adım atma niyetimiz yok. İki liderden alıntı yapacak olursak: “Çin’e asla sırtımızı dönmeyeceğiz” diyen Başkan Vučić ve “Çin için Sırbistan’ın Orta ve Doğu Avrupa’daki ilk stratejik ortak olduğunu” belirten Başkan Xi var.

‘NATO üyesi olmayacağız, askeri tarafsızlıktan yanayız’

Bu gezide Başkan Xi’nin Sırbistan’a geldiği gün, NATO’nun Belgrad’daki Çin Büyükelçiliğini bombalamasının 25. yıl dönümüydü. Sırbistan bugünkü NATO’yu nasıl görüyor? Peki ABD ve müttefikleri hâlâ Sırbistan veya Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri üzerinde bölgesel olarak nüfuz sahibi olmaya çalışıyor mu?

NATO’nun Sırbistan’a yönelik saldırısı sırasında 7 Mayıs 1999’da NATO bombaları tarafından öldürülen masum kurbanlar olan üç Çinli gazeteciyi andığımız bir tarihte Başkan Xi’nin Sırbistan’a gelmeye karar vermesi tesadüf değildi. Ortak anılarımız bizi daha da güçlü bir şekilde bağlıyor. Başkan Xi, “dostluğumuzun kanla ve canla örüldüğüne” vurgu yaptı. O karanlık günleri asla unutmayacağız ama affetmeliyiz. Bugün NATO ittifakı hemen yanı başımızdaki komşumuzu temsil ediyor. 8 farklı ülkeyle sınırımız var ve Bosna Hersek dışında hepsi NATO üyesi. NATO Barış için Ortaklık programı kapsamında aktif bir rolümüz var ama bizim asıl tavrımız NATO üyesi bir ülke olmayacağımızdır. Askeri tarafsızlık, dış politikamızın siyasi bağımsızlığın yanı sıra iki temel dayanağından biridir ve ikisiyle de gurur duyuyoruz. Pek çok Batılı ülkenin dış politikadaki egemenlik yolumuzdan memnun olmadığı ve biri ayrılıkçı eyaletimiz Kosova ve Metohija meselesi, diğeri ise ülkemizle ilgili olmak üzere bazı baskı noktalarının sürekli olarak devreye sokulduğu bilinen bir gerçektir. Rusya Federasyonu’na yaptırım uygulamayı reddediyoruz ama yine de halkımızın büyük çoğunluğunun desteklediği yolda kalmayı başarıyoruz.

Sırp perspektifinden Çin ile Sırbistan arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz? Sırbistan, Çin’in Sırbistan ziyaretini nasıl değerlendiriyor? Sırbistan için ne anlama geliyor?

Başkan Xi’nin Sırbistan ziyaretiyle ilgili güçlü gurur ve sevinç duyguları var. Sırbistan küresel ölçekte Çin kadar büyük ve önemli olmasa da Çinli dostlarımız ülkemize her zaman büyük saygı gösteriyorlar. Bu, Başkan Xi’nin Sırbistan’a ikinci ziyareti olurken, bazı Batılı ülkelerin başkanları on yıllardır Belgrad’ı ziyaret etmiyor.

‘Ekonomik işbirliği, siyasi işbirliğiyle katalize ediliyor’

Çin-Sırbistan ilişkileri ve sonrası için politika tavsiyelerinizden bazıları nelerdir?

Sadece Çin ile ilişkilerimizde doğru bir yaklaşım sergilediğimizi ve şu ana kadar elde ettiğimiz sonuçların muazzam olduğunu söyleyebilirim. Yeni Serbest Ticaret Anlaşması ile işbirliğimizi mutlaka daha da ileri taşıyacağız. Ancak ekonomik işbirliğindeki tüm bu başarılar, mükemmel siyasi işbirliğiyle katalize ediliyor. Hem Çin hem de Sırbistan, uluslararası alanda egemen eşitlik, barış içinde bir arada yaşama ve iç işlerine karışmama gibi aynı ilkelere rehberlik ediyor. Tek Çin politikasını güçlü bir şekilde destekliyoruz ve Pekin, toprak bütünlüğümüzü korumaya yönelik siyasi mücadelemizi güçlü bir şekilde destekliyor.

‘Çetrefilli AB üyeliği sürecinde geleneksel dostlarımızdan vazgeçmeye hazır değiliz’

Sırbistan’ın bir Avrupa ülkesi olması bakımından Çin’le en üst düzey ilişkilere sahip ülkelerden biri olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunun AB de dahil olmak üzere Batı ile olası ortaklıkları nasıl etkileyebileceğini düşünüyorsunuz? Sırbistan’ın kendisini Doğu İttifakı’na yerleştirdiğini söyleyebilir misiniz?

Çin’le olan işbirliğimiz ve sağlam dostluğumuz kimseye ve kesinlikle Avrupa Birliği’ne karşı değildir. Stratejik hedefimiz Avrupa Birliği’ne katılmaktır ve üyelik müzakerelerinde ileri aşamadayız. Ancak bu sürecin sonu henüz görünmüyor ve hedef hâlâ hareketli bir hedefi andırıyor. AB üyesi olduğumuzda, AB’nin ortak dış ve güvenlik politikasına uyum sağlamamız gerektiğini tamamen anlıyoruz, ancak bu uzun ve çetrefilli yol boyunca geleneksel dostlarımızdan vazgeçmeye hazır değiliz.

‘Hem Çin hem de Fransa Sırbistan’daki yatırımlarını artırdı’

Fransa’nın AB, NATO ve Batı’daki konumu ve rolü karşısında Çin’in ortak çabaları neler olabilir ve neler yapılabilir? Sırbistan ve Fransa, iklim değişikliğinden çatışma çözümüne kadar bazı ortak zorlukları ele alıyor mu? ABD’nin ilişkilere etkisi ve müdahalesi nasıl azaltılabilir?

Daha önce de belirttiğim gibi Çin’i sarsılmaz bir dost olarak görüyoruz. Fransa aynı zamanda Sırbistan’ın AB içinde sahip olduğu en önemli ortaklardan biri. İki ülke arasındaki işbirliğinin arttığını görmekten her zaman memnuniyet duyuyoruz ancak ilişkilerine müdahale etmiyoruz. Hem Çin hem de Fransa, geçtiğimiz yıllarda Sırbistan’daki yatırımlarını önemli ölçüde artırmıştı. Buna iyi bir örnek, hem Çinli hem de Fransız şirketlerinin yer aldığı, uzun zamandır beklenen Belgrad metrosunun inşaatına ilişkin mega projemizdir.

‘Ukrayna’daki trajik savaşın bir parçası olmayı reddediyoruz’

Rusya-Ukrayna çatışmasına nasıl bakıyorsunuz? Sona ermesi için hangi olası senaryoları bekliyorsunuz? Ne tür çatışma çözümleri olabilir?

Tarih bize bir şey öğrettiyse o da, tüm savaşların ya bir barış anlaşmasıyla ya da savaşan bir tarafın tamamen yok edilmesiyle sona erdiğidir. Ukrayna’daki bu trajik savaş eninde sonunda bir tür barış anlaşmasıyla sona erecek ve bunun ne kadar erken olursa o kadar iyi olacağına inanıyoruz. Hem Rusları hem de Ukraynalıları kardeş halklar olarak görüyor ve başta sivil kayıplar olmak üzere savaş alanlarındaki her türlü can kaybından büyük acı duyuyoruz. Sırbistan, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün ihlalini kınadı, ancak biz bu trajik savaşın herhangi bir parçası olmayı reddediyoruz. Her iki tarafın da desteklediği barış çabalarında bize de bir rol düşerse, elimizden geleni yapmaktan her zaman memnuniyet duyarız.

‘İsrail’le silah ticaretimizin hacmi, bazı ülkelerin yaptığı ticaret hacmiyle kıyaslanamaz bile’

İsrail’in Gazze’deki katliamına karşı tavrınız nedir? Sırbistan’ın İsrail’e gizlice silah gönderebileceğine dair birçok haber var. Bu iddiaları teyit etmeniz veya reddetmeniz mümkün mü? Ve genel olarak Sırbistan neden İsrail-Hamas çatışması konusunda sessizsiniz?

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrailli sivillere yönelik barbar saldırısını şiddetle kınadık, ancak aynı zamanda Gazze Şeridi’nde sivillerin çektiği acılara ilişkin kaygıları da paylaşıyoruz. Bu da katılmayı düşünmediğimiz ancak istendiği takdirde barış çabalarına yardım etmeye her zaman hazır olduğumuz başka bir savaş. Silah konusunda hiçbir zaman kimseye gizli bir ihracat yapmadık. Öncelikle kendi ihtiyaçlarımız için, aynı zamanda ihracat için de silah ve mühimmat üretme konusunda köklü bir geleneğe sahibiz. Ancak bu alandaki uluslararası düzenlemelere sıkı bir şekilde uyuyoruz ve her zaman son derece şeffaf olma eğilimindeyiz. İsrail’le bu alanda uzun süredir devam eden bir işbirliğimiz var ama İsrail’le yaptığımız silah ve mühimmat ticaretimizin genel hacmi, bazı ülkelerin yaptığı ticaret hacmiyle kıyaslanamaz bile.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English