Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Türk- Çin ilişkilerinde işbirliği alanları: Geç oldu güç olur mu?

Yayınlanma

Küresel çapta üretim ve buna bağlı olarak ortaya çıkan değerlerin Asya’ya doğru kaydığı gerçeği dünya üzerindeki tüm ülkelerin başta Çin olmak üzere bölge politikalarını revize etmesine yol açtı. Eski Başkan Barack Obama döneminde ABD bir “Hint-Pasifik” ülkesi olarak tanımlanırken, ulusal güvenlik belgelerinde Çin’e karşı tutum kademeli olarak iş birliğinden rekabete doğru evrildi. ABD’nin risklerin azaltılması, Çin’in ise “kuşatma” girişimi olarak yorumladığı politika uyarınca Washington yönetimi gümrük duvarlarını yükseltip teknoloji savaşına hız verirken bölge aktörleri ile ittifaklar kurma yolunu tercih etti. Bu tercihin çıktısı olarak AUKUS, QUAD gibi platformlara tanıklık edilirken, NATO’nun Asya’ya doğru genişlemesi ya da Asya’nın NATO’su gibi tartışmalar hız kazandı.

Geleneksel olarak ABD’nin inşa ettiği güvenlik mimarisi içinde yer alan Avrupa’nın Çin’in yükselişine tepkisi de rekabet ve işbirliği arasında salınım gösteriyor. Avrupa’nın özerkliğini savunan Fransa ve çeperde temsi edilen Macaristan gibi güçler daha itidalli bir yaklaşımı benimserken Berlin’de ibre ekonomik çıkarların korunması kaydıyla rekabeti göstermekte.

Çin’in yükselişine Küresel Güney ülkelerinin yaklaşımı ise bu zamana değin ABD ve onunla birlikte hareket edenlerin tersi istikametinde oldu. Sömürgeciliğe karşı mücadele neticesinde kurulmuş, Batılı ülkelerin kalkınma reçetelerini taklit etmek istemeyen, farklı tarihsel arka planlardan gelen ve farklı yönetim biçimlerine sahip ülkeler Çin’i fırsat penceresi olarak gördü. Zira ABD’nin baskılama politikası karşısında farklı coğrafyalardaki dostlarını artırmak isteyen Çin bu ülkelere daha cömert teklifler sunmakla kalmayacak aynı zamanda onlara Washington karşısında manevra alanı sağlayacaktı.

Çin ve Türk-İslam ilişkilerinde yeni aşama

Çok kutuplu dünya olarak tasvir edilen bu gerçekliğe uyum sağlayan bölgelerin başında Orta Doğu ve Ora Asya’nın geldiğini söylemek mümkün. Orta Doğu’da Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping’in 2022 yılında Suudi Arabistan’ı ziyareti ile ilki düzenlenen Çin-Arap Ülkeleri Zirvesi, bu sene onuncusu tertip edilen Çin-Arap Dışişleri Bakanları Forumu siyaseten kurumsallaşan işbirliğinin sembolü olarak okunurken, BRICS’in bölge ülkeleri ile genişlemesi artan ekonomik bağın boyutlarını özetliyor. Bununla birlikte artan siyasi itibarı ve ekonomik ağrılığı uyarınca bölgesel ihtilaflarda Çin’ “oyun kurucu” payesi verilmesi dikkat çekiyor. Suudi Arabistan ve İran arasındaki diplomatik ilişkilerin kurulmasına 2023’te ev sahipliği yapan Çin’in ağırlığı Filistin başlığında da hissedilmekte. İslam İş Birliği Teşkilatı’na mensup ülkelerin dış işleri bakanları Filistin turunda ilk adres olarak Çin’i tercih ederken, Hamas ve el Fetih birleşme müzakereleri için Pekin’de masaya oturdu. İlk toplantıda iyi niyet beyanlarında bulunan Filistinli fraksiyonların toplantılarına Çin’de devam etme kararı aldığı biliniyor.

Çin ile ilişkilerin derinleştiği coğrafyalar arasında Orta Asya da özel konumunu koruyor. 2020 yılından bu yana dışişleri bakanları seviyesinde toplanan Çin, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan (C-C5) 2023 yılında işbirliğini devlet başkanları seviyesine çıkarmak için Tarihi İpek Yolu’nun başlangıç noktası olan Xi’an kentinde bir araya geldi. Çin’den Avrupa’ya uzanan ve içinde Türkiye’nin de yer aldığı Orta Asya merkezli Orta Koridor’a yapılacak yatırımların habercisi olan zirvede gündemde sadece ekonomi yoktu. Bölge ülkelerine 3,8 milyar dolar hibe verileceğini duyuran Çin tarafı aynı zamanda Orta Asya ile “ortak kaderi paylaşan topluluk” olduklarını vurgularken, 5 ülke Pekin’in dış politika anlatısına verdiği desteğin altını çizdi.

Türkiye geç mi kaldı?

Türkiye’nin başat çıkar alanları arasındaki coğrafyalar başta olmak üzere küresel çapta Çin’in artan ağırlığı Ankara’da tespit edilmekle birlikte politika geliştirme süreci görece daha yavaş ilerledi. Türkiye, 2019 yılında Çin’in merkezi rol oynadığı bölgeye dair “Yeniden Asya Açılımı” adı altında bir süreç başlatırken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu politikanın gerekliliğini “Tarihin sarkacı Asya’ya kaymıştır” sözleri ile açıklıyordu. Üstelik Cumhurbaşkanı Erdoğan, tıpkı diğer Küresel Güney ülkeleri gibi uluslararası sistemin yeteri kadar temsiliyet hakkı vermediğini “Dünya beşten büyüktür” sözleri ile formüle ederken, çok uluslu platformların küresel akut sorunların çözümünde yetersiz kaldığını söylemekten çekinmedi.

Türkiye’nin tespitlerinin küresel bir kabul haline gelen doğruluğuna karşın Ankara’nın attığı adımların kurumsal düzende bir ilerlemeye karşılık gelmediği aradan geçen zaman içerisinde ortaya çıktı. Böylesine bir tablonun oluşmasında Türkiye’nin Orta Doğu ve Orta Asya ülkelerinin aksine Batı dünyası ile kurduğu angajman kadar, ekonomiye indirgenmiş beklentiler ve Uygur başlığındaki ihtilaflar rol oynadı. Eski Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Türk heyetinin Çin’in öngördüğü biçimde Uygur Özerk Bölgesi’ne gitmek istemediğini dile getirerek bu farklılığı 2022 yılının sonunda ifade etmişti. Bununla birlikte yine Türk medyasının Çin’e karşı yaptığı haberlerin birçoğunun Batı merkezli çevirilerden ibaret kalması, Türkiye’nin Çin’de Çin’in ise Türkiye’de yeteri kadar tanınmaması politika yapım sürecini etkileyen faktörler arasında yer aldı.

Bakan Fidan yeni bir denklem kurabilir mi?

Türkiye’nin başta Orta Doğu ve Orta Asya olmak üzere dünyanın kalkınmakta olan diğer ülkeleri gibi Çin ile ilişkilerini yeni gerçekliklere göre düzenlemek için hala vakti bulunuyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın 3-5 Haziran’ı kapsayan ziyareti bu bağlamda Ankara’nın Çin’i ilgilendiren başlıklardaki pozisyonunu duyurması bakımından oldukça kıymetli bir başlangıç olarak kabul edilebilir.

Bakan Fidan, burada yaptığı açıklamada Ankara ve Pekin’in Filistin ve Ukrayna gibi ihtilaflı alanlar olmak üzere uluslararası ilişkilerin pek çok başlığında örtüştüğünü, Türkiye’nin Çin’in Asya ve Orta Doğu ülkeleri ile kurduğu yapıcı ilişkileri desteklediğini, Suudi Arabistan ve İran barışı gibi ara buluculuk rolünü ise takdirle karşıladığını ilan etti.

Bakan Fidan’ın belki de Çin için bu tespitlerden daha önemli olacak şekilde Washington ve Pekin arasındaki bilek güreşine dair “Egemen güçlerin önceki yüzyılda kurmuş oldukları pazarların daha adil, rekabet edilebilir pazar şartlarında yeniden el değiştiriyor olması kabul edilmesi gereken bir sonuçtur” ifadelerini kullandı. Bakan Fidan’ın küresel anlamda bir güç transferinin yaşandığı ve bunun barışçıl biçimde olması gerektiği yönündeki değerlendirmeleri kadar Çin’in egemenliğine ve toprak bütünlüğüne duyulan saygıyı yinelemesi de olumlu faktörler olarak kayıtlara geçti.

İşbirliği alanları neler?

Bakan Fidan’ın Türkiye’nin pozisyonu anlatması yeni dönem için ilişkilerin çerçevesini belirlerken Ankara ve Pekin arasında işbirliğini zorunlu dışsal gelişmelerin başında Filistin ve Ukrayna krizi ile ticaret yollarında ortaya çıkan risk ve fırsatlar geliyor.

Filistin başlığında kısa vadede ateşkes, uzun vadede 1967 sınırlarına dayanan Kudüs başkentli egemen Filistin devletinin kurulmasını savunan Türkiye ve Çin, bu çözümü olgunlaştırmak adına Filistinli fraksiyonların birleştirilmesinde aktif olarak rol alabilir. Türkiye ve Çin’in koordineli mi bilinmez ancak bu yönde paralel adım attıkları aşikar. Nitekim Fetih ile birleşme müzakereleri için Pekin’e giden Hamas heyeti bir gün önce İstanbul’dan uluslararası basına demeç vermiş ve tek çatı altında birleşmek istediklerini beyan etmişlerdi.

Türkiye ve Çin’in denklem değiştirici rol oynayabileceği krizler listesinde Ukrayna da yer alıyor. Krizin tarafları olan Rusya ve Ukrayna ile aynı anda diplomatik ilişkilerini devam ettirebilen Ankara ve Pekin yönetimleri yaptırım siyasetine karşı çıkma, Rusya’nın barış müzakerelerinde temsil edilmesi, ülkelerin egemenliklerine ve toprak bütünlüklerine saygı konusunda yakınsayan görüşlere sahip. Moskova, Kiev ve Avrupa başkentleri arasında 12 maddelik yol haritası ile mekik diplomasisi yapan Çin ve daha önce iki ülkeyi İstanbul’da barışın kıyısına kadar getirebilen Türkiye savaşan tarafların ama özellikle de Ukrayna’nın irade göstermesi durumunda kolaylaştırıcı rol oynayabilir.

Küresel ticaret rotalarında rüzgarın Türkiye’den yana esmesi de yeni dönemdeki iş birliği boyutları arasında öne çıkıyor. Nitekim Ukrayna krizi sonrasında Çin’den Avrupa’ya Rusya üzerinden uzanan Kuzey Koridoru popülaritesini kaybederken, İran’ın içinde bulunduğu Güney Koridoru jeopolitik gerilimlerin neticesinde daha kırılgan hale geldi. Buna karşılık Türkiye’nin merkezinde bulunduğu Orta Koridor ise Orta Asya ülkelerinin altyapı çalışmalarını büyük oranda tamamlaması ve gümrük prosedürlerini kolaylaştırması ile cazibesini artırdı. Kuzey Koridoruna oranla Çin ve Avrupa arasındaki mesafeyi 2 bin kilometre kısaltan Hazar geçişli Orta Koridor Türkiye’nin yeni dönemde gündeme getireceği başlıklar arasında kalmaya devam edecek. Bununla birlikte Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Kalkınma Yolu’nun da Kuşak ve Yol İnisiyatifi ile uyumlu hale getirilmesi beklentisini dile getirerek Türkiye’nin karşılaştırmalı üstünlüğünün altını çizdi. Kalkınma Yolu’nun Çin’e de fırsatlar sunacağını belirten Ankara, böylelikle küresel ticarette Batı’nın arzuladığı biçimde Çin’i dışlayan değil ortak haline getirmeyi amaçlayan tutumunu ilan etmiş oldu

İşbirliğinin adresi: BRICS, komiteler, uluslararası zirve ve liderler buluşması

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Çin ziyaretinde yaptığı konuşma Ankara’nın sıcak başlıklardaki pozisyonu ve sıralanan işbirliği alanları kadar net olmasa da kullanılabilecek platformlar hakkında da ipuçları sunuyor.

Bakan Fidan’ın Rusya’da düzenlenen BRICS toplantısına katılacağını ifade etmesi ekonomik ilişkilerin kurumsallaşmasında bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2018 yılındaki açıklamaları ile güdeme gelen BRICS,  son katılımlarla birlikte dünya ekonomisinin yüzde 31’ini temsil ederken, dünyanın en büyük 10 petrol üreticisinden 6’sını da bünyesinde barındırıyor. Zenginler kulübü olarak adlandırılan G7 karşısında her geçen gün ağrılık kazanan BRICS’in Türkiye’nin acil ihtiyaçlarının bir bölümüne Yeni Kalkınma Bankası gibi araçlarla karşılık verebilecek olması Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in de görmezden gelemeyeceği gerçekler arasında. Nitekim Bakan Mehmet Şimşek, 2017 yılında yaptığı açıklamada BRICS’e dair “Onların vereceği projelerden yararlanmak için üye olunması gerekiyor. Sırf onun için şu anda ciddi ciddi üye olmayı değerlendiriyoruz” diye konuşmuştu.

Bakan Fidan’ın Çin gezisinde duyurduğu “hükümetler arası çalışma komitesi” de Ankara ve Pekin hattındaki kurumsallaşma bağlamında kayda değer ikinci adımı temsil ediyor. Bu komitenin başına Türkiye tarafında Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in atanması devasa ticaret hacmindeki dengesizliklerin düzeltilmesi, nükleer ve yeni teknoloji alanındaki yatırımların artması, Orta Koridor’un daha fazla etkinleştirilmesi gibi çok sayıda başlıkta sonuç alınmasına yardımcı olacaktır.

Hükümetler arası çalışma komitesinin ilk toplantısını önümüzdeki aylarda düzenlemesi beklenirken, Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping’in Türkiye’yi ziyaret etmesi ihtimaller arasında. Dışişleri Bakanı Fidan Türkiye’nin davetini “Bu yıl Çin Devlet Başkanı Sayın Xi Jinping’i de ülkemizi ağırlamak istiyoruz. Cumhurbaşkanımızın davetini tekrar Çinli meslektaşımıza ilettim” sözleri ile duyurdu. Xi’nin davete icabet ederek Türkiye’yi ziyaret etmesi ikili ilişkiler kadar bölgesel düzen açısından da yeni bir sayfanın açılmasına hizmet edebilir.

Öte yandan Uygur başlığı Orta Doğu ve Orta Asya’ya nazaran daha geç kalınan taraflar arasındaki angajmanı güç hale getirebilir.  Bir süredir Türkiye ve Çin arasında sorun haline gelen “suç, suçlu, özgürlük ve bölücülük” gibi kavramlardaki anlaşmazlığın yanına Bakan Fidan’ın ziyareti ile Urumçi ve Kaşgar kentlerinin tanımlanması eklendi. Bakan Fidan temasları sırasında bu iki şehri Türk ve İslam şehirleri olarak tanımlarken, bu tez Çin tarafında kabul görmüyor. Pekin yönetiminin yayınladığı Beyaz Kitap’a göre bölge kadim Çin kültürünün devamı niteliğinde resmedilirken, Uygurların Türkler ile zaman içinde ayrıştıkları savunulmakta.

Bakan Fidan’ın Çin’den farklı bir tanımlamayı tercih etmesine şu ana değin resmi ya da gayri resmi (medya üzerinden) bir yanıt gelmese de rahatsızlık yaratması sürpriz olmayacaktır.

GÖRÜŞ

Pekin Deklarasyonu Orta Doğu’da barış için yeni bir umut doğurdu

Yayınlanma

Prof. Ma Xiaolin

Çin Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi
Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

23 Temmuz’da 14 Filistinli grup Pekin’de Bölünmüşlüğe Son Verilmesi ve Filistin Ulusal Birliğinin Güçlendirilmesine ilişkin Pekin Deklarasyonunu (bundan böyle Pekin Deklarasyonu olarak anılacaktır) imzaladı. Bu, geçen yıl mart ayında Suudi Arabistan ve İran arasında gerçekleşen ve uluslararası toplum tarafından büyük övgüyle karşılanan tarihi uzlaşmanın ardından Çin’in Orta Doğu diplomasisinde bir başka dönüm noktasıdır ve zorlu ve dolambaçlı Orta Doğu barış süreci için yeni fırsatlar yaratmış ve yeni bir umut aşılamıştır.

Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (El Fetih), Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İslami Cihad gibi dünyanın yakından tanıdığı gruplar, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ilk kez kendi sınırları dışında, büyük istişareler, uzlaşmalar ve ulusal birlik taahhütleri bağlamında bir araya gelmişlerdir ki bu, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ender görülen bir durumdur. Bu aynı zamanda Filistin ve İsrail arasında Oslo Anlaşmalarının imzalanmasından bu yana geçen 31 yıl içinde de eşi benzeri olmayan bir olaydır ve Orta Doğu ile dünyanın siyasi ve diplomatik tarihine geçecektir.

Pekin Deklarasyonu, başta Filistin-İsrail çatışması olmak üzere Orta Doğu meselesinin çözümünün desteklenmesine belirgin bir Çin damgası vurmuştur. Çin’in büyük güç diplomasisi, çok taraflı diplomasi ve barış diplomasisinin en son meyvesi, Çin’in büyük bir gücün sorumluluklarını somutlaştırma, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirme ve dünya barışını ve kalkınmasını teşvik etme çabalarının bir başka şaheseri ve Çin’in Orta Doğu’nun yönetimine derinlemesine ve aktif katılımına yaratıcı bir katkıdır. Çin’in bölgesel meselelerle ilgilenirken Çin markası altında kamu hizmetleri sunma kararlılığına, yeteneğine, stratejisine ve araçlarına sahip olduğunu kanıtlamaktadır.

Mevcut Filistin Anayasası uyarınca geçici bir ulusal uzlaşı hükümetinin kurulması, Gazze’nin yeniden imarı ve mümkün olan en kısa sürede genel seçimlere hazırlanması; yeni bir ulusal konseyin (yasama organı) oluşturulması; geçici birlik ve kolektif liderlik kurumlarının ve operasyonel mekanizmaların etkinleştirilmesi, ortak karar alma ve deklarasyon hükümlerinin bir takvimle tam olarak uygulanması kararlaştırılmıştır.

Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi ve Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Wang Yi, Pekin Deklarasyonu’nun değerini özetleyerek, mevcut İsrail-Filistin çatışmasının çözümünün “Gazze’de ateşkes” gerektirdiğine işaret etti. Mevcut Filistin-İsrail çatışmasının çözümüne yönelik üç adım, “Gazze’de ateşkes”, “Filistinlilerin Filistinlileri yönetmesi” ve “Birleşmiş Milletler’e hızlandırılmış katılım”dan oluşuyor. Gözlemciler Pekin Deklarasyonu’nun iki temel engeli ortadan kaldırdığına inanıyor: Hamas ve diğer radikal grupların iki devletli çözümü kabul etmesi ve FKÖ’nün yüce otoritesinin ve tek meşru temsilinin tanınması; bu da çeşitli grupların devlet olma ve siyasi liderlik istekleri açısından ilk kez birleşmesini sağlayacak.

Pekin’den gelen açıklama dünyayı bir bahar şimşeği gibi sarstı ve pek çok kişi tarafından takdirle karşılandı. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Arap Ligi, Türkiye, Pakistan, Malezya ve diğer uluslararası örgütler ve önemli ülkeler Filistinli grupların uzlaşma çabalarına desteklerini ifade etmiş ve Çin’in oynadığı eşsiz ve yapıcı rolü takdirle karşılamışlardır.

Filistin sorununun ortaya çıkışından bu yana Arap ülkeleri ve İsrail uzun bir savaş ve çatışma dönemine girmiş, Filistin direniş hareketi belirli bir tarihsel arka planın ve karmaşık iç ve dış faktörlerin etkisi altında birçok fraksiyona dönüşmüştür. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dünya ve Ortadoğu büyük ölçüde değişmiş, El Fetih’in hakim olduğu ve uzun süredir sürgünde olan FKÖ, İsrail ile “Oslo Anlaşmaları”na varma fırsatını yakalamış, özerkliğe geçiş ve laik bir Filistin devletinin kurulmasının ardından nihai statüyü müzakere ederek “iki devletli çözümü” hayata geçirmeye çalışmış; işgal altındaki topraklarda kök salan Filistin devleti de birçok fraksiyon oluşturmuştur. Teokratik ve milliyetçi ideolojileri bir arada barındıran Hamas ve Cihad, Oslo Anlaşmalarını reddederek ve İsrail’in varlığını kabul etmeyerek silahlı ve şiddet içeren mücadelelerini sürdürmektedir.

Barış süreci aksamaya ve gerilemeye devam ederken, El Fetih ve Hamas’ın İsrail’e karşı oyunlarındaki hedefleri, stratejileri, araçları ve yol gösterici ideolojilerindeki farklılıklar giderek daha belirgin hale geliyor ve İsrail, “çimleri biçme” stratejisi ve böl ve yönet taktiklerinin yardımıyla, Filistinli gruplar arasında kasıtlı olarak bölünmeler, düşmanlıklar ve sürtüşmeler yarattı; bu da Filistin’de iki güç merkezinin ortaya çıkmasına ve ciddi bir iç çatışmaya yol açtı ve aynı zamanda sağcı İsrail güçlerine görüşmeleri sürdürmeyi reddetme ve işgal altındaki topraklara tecavüz etmeye devam etme fırsatı verdi.

Pekin Deklarasyonu’nun Filistinli gruplar ve siyaset arasındaki kaosa son vermesi, siyasi, askeri ve hukuki düzenler arasında koordinasyon ve birlik sağlaması, İsrail ile müzakerelerin talep, ilke ve stratejilerini belirlemesi, bir bütün olarak ulusun gücünü artırması ve İsrail’e karşı güçlü bir oyun oluşturması beklenmektedir.

Ancak Pekin Deklarasyonun başarılı bir şekilde uygulanmasının önünde ciddi zorluklar da mevcuttur. ABD ve İsrail hala Hamas ve diğer grupların meşruiyetini tanımayı reddediyor ve İsrail’deki sağcı güçler özellikle Filistin ulusal birliğinin ve cephelerin birliğinin sağlanmasından korkuyor ve bu nedenle kapsayıcı bir Filistin geçici yönetim sistemine karşı pasif ve hatta dirençli olmaya mahkumlar. El Fetih ve Hamas birçok kez uzlaşma ve işbirliği konusunda fikir birliğine varmış olsa da samimiyet eksikliği sonuçta bir çözüme ulaşılamamasına neden olmuştur. Buna ek olarak, iki grubun kamuoyu tabanları uzun süredir kademeli olarak tersine dönmüş ve Ulusal Konsey uzun süredir felç olmuştur, bu da FKÖ’nün prestijini ciddi şekilde aşındırmıştır. Dolayısıyla Filistinli güçlerin entegrasyonu konusunda kat edilmesi gereken uzun bir yol var.

Pekin Deklarasyonun uygulanmasının, geleneksel olarak Filistin’e dost ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan Çin ve Rusya’nın yanı sıra Filistin davasını uzun süredir destekleyen iki büyük Arap ülkesi Mısır ve Cezayir tarafından denetleneceği bilinmektedir ve şüphesiz çeşitli grupların bir “kimyasal reaksiyon” gerçekleştirmesini ve ikisinin harmanlanmasını sağlayacak bir yol haritası hazırlanacaktır.

Pekin Uzlaşısı hayali gerçeğe dönüştürürken, Filistin sorununun İsrail’in Lübnan ve Suriye ile olan toprak anlaşmazlıklarını da içeren Orta Doğu’daki anlaşmazlıkların merkezinde yer aldığı da kabul edilmelidir. Filistin-İsrail ihtilafının basit bir çözümü bile İsrail’in olumlu tepkisini, ABD ve diğer büyük ülkelerin pozitif enerjisini ve Birleşmiş Milletler kararları ve örgütleri çerçevesinde ortak çabaları gerektirmektedir.

Çin Hükümeti ve Filistinli gruplar tarafından barışçıl ve müreffeh bir ortam için ekilen yeni bir umut tohumu olan Pekin Deklarasyonu’nun, çatışmanın sürdüğü Orta Doğu’da filizlenip filizlenemeyeceği, çiçeklenip çiçeklenemeyeceği ve meyve verip veremeyeceği, Filistinli grupların ortak iradesine, çatışmanın taraflarının iki yönlü yürüyüşüne ve kalıcı, adil ve kapsamlı bir barış için çaba gösterme yönündeki güçlü iradeye, halkın bilgeliğine ve büyük cesaretine bağlıdır.

* Orta Doğu’yu iyi bilen bir isim olan Prof. Ma, Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak uzun yıllar görev yapmıştır. Akademik çalışmalarını Orta Doğu, Arap coğrafyası, Çin-Orta Doğu ilişkileri üzerine yoğunlaştırmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Birleşik Krallık’ta Muhafazakar Parti’nin seçim hezimeti 

Yayınlanma

Doç Dr.  Dilek YİĞİT*

Birleşik Krallık’ta 4 Temmuz 2024 genel seçimlerini kazanan İşçi Partisi 2010 yılından bu yana süren Muhafazakar Parti iktidarını sonlandırmış oldu. Seçim öncesi yapılan anket çalışmaları İşçi Partisi’nin seçimlerden “ezici üstünlük” ile çıkacağını öngörmüş olduğundan seçim sonuçları kimse için sürpriz olmadı. Fakat İşçi Partisi’nin seçim zaferi “ezici üstünlük” olarak okunacak ise, bunun %33.7 oy oranından değil, Muhafazakar Parti’nin yüzde % 23.7’lerde kalmasından yani Muhafazakar Parti’ye desteğin hızla düşmüş olmasından kaynaklandığını belirtmek gerekir.  1918’den itibaren yapılan hiçbir genel seçimde oy oranı bu kadar düşmemiş olan Muhafazakar Parti 1997 seçimlerini kaybettiğinde bile seçmenin % 30’undan fazlası tercihini Muhafazakar Parti’den yana kullanmıştı.

Muhafazakar Parti’nin iktidara geldiği 2010 yılından bu yana yapılacak bir değerlendirme partinin son genel seçimlerde başarısız olmasının nedenlerini kolaylıkla açıklayabilir. Muhafazakar Parti iktidarı boyunca birbiri ardına gelen zorlu sorunlarla ve süreçlerle karşılaştı. İktidara geldiğinde yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlardan ilki 2008 yılında başlayan küresel ekonomik krizin Birleşik Krallık’a yansımaları oldu. Ekonomide büyüme oranları Muhafazakarlar iktidara gelmeden 2008’de ve 2009’da negatif değerlere düşmüştü ama Muhafazakar Parti iktidarında 2014 yılına kadar küresel kriz öncesi 2007 yılındaki ekonomik büyüme seviyesi yakalanamadı. 2008’den itibaren hızla artan işsizlik oranları Muhafazakar Parti iktidarında 2012 yılında % 8.3 ile zirve yaptı ve 2007 yılındaki işsizlik oranı ancak 2015’de yakalandı. 1990’ların başından itibaren enflasyon sorunu yaşamayan Birleşik Krallık’ta 2008’de enflasyon artmıştı ama 2011 yılında % 5.2 ile tekrar zirveyi gördü. Kısaca Muhafazakar Parti ekonomik sorunları çözme konusunda epeyce yavaş kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleşmek zorunda kaldığı bir diğer sorun ise, İşçi Partisi’nin muhafazakarlara bıraktığı “mirastı”. Avrupa Birliği (AB) Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini içerecek şekilde genişlerken, İşçi Partisi iktidarının 2004 yılında iş gücü piyasasını AB’nin yeni üyelerinden gelecek işçilere açma kararı sonucu Birleşik Krallık’a yönelik göç öngörülemeyecek hızda artmıştı. Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’a yönelik artan göç hareketinin Britanyalılar arasında yarattığı memnuniyetsizliğin farkında olsa da, AB içinden gelen göçü engelleyemedi ve 2016 yılında gerçekleştirilen AB referandumuna kadar AB vatandaşlarının Britanya’ya göçü de, Britanyalıların kültürel ve ekonomik tehdit olarak gördüğü göç hareketine tepkisi de artmaya devam etti. Muhafazakar Parti göç sorununu çözme ve göç karşıtı Britanyalıların kaygılarını giderme konusunda da yetersiz kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleştiği ilk sorun küresel ekonomik kriz kaynaklı, ikinci sorun ise İşçi Partisi’nin göç politikasının “mirası” idi; bu sorunlardan hiçbirinin sorumluluğu Muhafazakar Parti’ye yükelenemezdi belki ama Muhafazakar Parti bizzat kendi çabası ile üçüncü bir sorunu İskoçya’da bağımsızlık referandumu yapılmasına rıza göstererek yarattı. Muhafazakar Başbakan David Cameron’ın 15 Ekim 2012’de İskoçya Birinci bakanı Alex Salmond ile yaptığı Edinburg Antlaşması (Referandum Antlaşması) aracılığıyla referandum için yasama yetkisi İskoçya Parlamentosu’na devredildi. Muhafazakar Parti iktidarının Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olma riski taşıyan böylesine bir referanduma izin vermiş olmasının kolaylıkla anlaşılabilir bir yanının olmadığını kabul etmek gerekir; ama Cameron İskoçya’da İskoç milliyetçisi İskoç Ulusal Partisi’nin (SNP) yükselişi karşısında referandum kararı almaktan başka “tercihi” olmadığını düşünüyordu.

İskoçya bağımsızlık referandumu 18 Eylül 2014 tarihinde gerçekleşti; seçmenin % 55’i İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılmasına “hayır” deyince, Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olan parti olarak tarihe geçmekten kurtuldu. Referandum sonucuna istinaden “İskoçya sorununun” Britanya’nın gündeminden düşmüş olduğunu düşünmeye başlayanlar,  Muhafazakar Parti’nin bir başka girişimiyle, bu şekilde düşünmek için acele etmiş olduklarını anladılar. Cameron 2015 genel seçimlerini kazandığı taktirde Birleşik Krallık’ın AB üyeliğini referanduma sunma sözü vermişti; seçimleri kazanınca da sözünü tuttu ve 23 Haziran 2016 tarihinde gerçekleştirilen AB referandumunda seçmenin % 52’si AB üyeliğine “hayır” deyince, Birleşik Krallık Ocak 2020’de AB’den çekildi ve böylelikle de “İskoçya sorunu” gündeme tekrar ve hızlıca taşındı. Zira AB referandumunda İskoçya’daki seçmenin % 62’si tercihini AB üyeliğinin sürdürülmesinden yana kullanmıştı; kendi iradelerinin aksine AB’den çıkan İskoçlar ikinci bağımsızlık referandumu talebiyle Muhafazakar Parti iktidarı üzerinde hep bir baskı yarattılar.

Muhafazakar iktidarın AB referandumu kararı sadece İskoçya’nın bağımsızlık meselesini tekrar gündeme getirmekle kalmadı, ayrıca AB üyeliği konusunda Muhafazakar Parti içindeki çatlakları da gözler önüne serdi.  AB referandumunun bu etkisi partiye İskoçya’nın bağımsızlığı meselesinden çok daha fazla zarar verdi. Referandum öncesi Muhafazakar siyasetçilerin bir kısmı AB üyeliği lehinde, bir kısmı AB üyeliği aleyhinde kampanya yaparken, referandum kararı alan Cameron’ın seçmeni AB üyeliğinin sürdürülmesi yönünde oy vermeye ikna etme çabaları oldukça ilginçti. Cameron AB üyeliği lehinde propaganda yaparken, haleflerinden biri olacak muhafazakar siyasetçi Boris Johnson ise seçmeni üyeliğe hayır demeye davet ediyordu. Böylelikle Muhafazakar Parti bizzat kendi girişimleriyle belli bir yönü, ortak ve tutarlı bir politikası olmayan bölünmüş parti imajı yaratmış oldu.

Yine de bu uzun süreçte Muhafazakar Parti’nin, kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmeyen seçmen nezdindeki kredisi tükenmemişti. 2015’de gerçekleştirilen genel seçimlerden % 36.8 oy oranı ile, 2017 seçimlerinden 42.3 ile, 2019 seçimlerinden % 43.6 ile  Muhazakarlar birinci parti olarak çıkmayı başardı. 2010 yılından itibaren partinin oylarını artırıyor olması çok dikkat çekici  idi. Bu gidişatı değiştiren ise ekonomiyi olumsuz etkileyeceği zaten öngörülmekte olan Brexit’e küresel pandemin etkilerinin eşlik etmesi sonucu Britanya ekonomisinin adeta sarsılması oldu. Birleşik Krallık’ta 2019 yılında GSYİH % 1.6 büyümüştü, ancak 2020’de büyüme oranları % – 10.4 gibi negatif değere düştü. GSYİH’de artış 2021 yılında % 8.7 olarak gerçekleşti, fakat sonrasında büyüme hızı tekrar yavaşladı. İsşizlik oranları 2021 yılında  % 5.3’e yükseldi; enflasyon ise 2022 yılında % 11.1 ile zirve yaptı. Küresel ekonomik krizin olumsuz etkileri karşısında Muhafazakar Parti’den vazgeçmeyen seçmen, Brexit’in ve pandeminin ekonomik etkilerine maruz kalırken de partiden desteğini esirgemeyebilirdi, ama Muhafazakar Parti 2016’dan bu yana sıklıkla lider değiştirerek seçmenine “iktidarda olmaktan yorulduğu” mesajını verdi. Belli ki seçmen de bu mesajı aldı. Dolayısıyla 2024 seçimleri aslında İşçi Partisi’nin kazandığı değil de seçmendeki kredisini tüketmek için uğraşır görünen Muhafazakar Parti’nin kaybettiği seçimler oldu.

Üstelik Muhafazakar Parti sadece İşçi Partisi’ne karşı değil, siyasetin sağ kanadındaki rakibi, kurulu düzen ve göçmen karşıtı  Reform UK’ye karşı da kaybetmiş oldu. “Aşırı sağ” olarak nitelendirilen Reform UK % 14.3 oy oranı ile seçimlerden üçüncü parti olarak çıkarken 2015 genel seçimlerinde UKIP’ın başarısını tekrarlamak suretiyle, aşırı sağ diye adlandırılan söylemlerin Britanyalılar tarafından rağbet görmekte olduğunu kanıtladı.

Kısaca Muhafazakar Parti 2024 seçimlerinden hezimetle çıktı. 20. yüzyılın başından itibaren ülkeyi en uzun süre yöneten parti olması dolayısıyla “doğal hükümet partisi” olarak tanımlanan partinin bu seçim hezimetini, özellikle de muhafazakar seçmenin desteğini alan Reform UK’nin yükselişini gerekçe göstererek, parti için “sonun başlangıcı” olarak okuyanlar mevcuttur. Ancak Britanya seçmeninin genel seçimlerde kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmiyor olduğu gerekçesiyle, bu seçim sonucunu Muhafazakar Parti için şimdilik “ne kadar süreceği belli olmayan muhalefet döneminin başlangıcı” olarak okumak daha yerinde olacak gibidir.

*Doç. Dr., lisans derecesini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden,  lisans üstü derecelerini ise İngiltere Essex Üniversitesi’nden ve Ankara Üniversitesi’nden aldı. Başkent Üniversitesi’nde ve Atılım Üniversitesi’nde Avrupa Birliği üzerine yüksek lisans dersleri verdi. Dilek YİĞİT’in Avrupa Birliği, Birleşik Krallık tarihi ve siyaseti ile İngiliz edebiyatına dair çok sayıda akademik yayını bulunmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Barış Harekâtı elli yaşında: Şimdi yeni hamle zamanı

Yayınlanma

Yazar

Türk Silahlı Kuvvetleri bundan tam elli yıl önce bir pazartesi günü sabahın çok erken saatlerinde Kıbrıs adasına amfibi çıkarma harekâtına başladı. Önce büyük gemilerin yanaşmasına müsait geniş limanı ve göreceli sığ sahiliyle Kıbrıs Türklerinin Mağusa dediği bugünkü Gazi Magosa’dan çıkılabileceği intibaı verildi. Sonra Girne’den bugün tanınmış bir tatil köyünün sığ bölgesinden çıkılacağı Kıbrıs mücahitleri olarak bilinen TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) güçlerine ulaştırıldı; ama oradan da çıkılmadı ve daha derin ve kıyıya yanaşılması oldukça zor bir bölge olan Karaoğlanoğlu koyundan çıkarma başlatıldı.

Uluslararası ortam daha iyi olamazdı. Türkiye kuvvet, mekân ve zaman kavramlarından oluşan kurmay stratejisinin bütün koşullarını oluşturmuştu. Rumların 1963 sonlarında giriştikleri katliamlar 1964 yılında da devam etmiş ve Türkiye askeri müdahalede bulunabileceğini ima edince Amerika Johnson mektubunu göndermişti. Oysa Türkiye adaya gerçekten müdahale etmekten ziyade Amerika ve İngiltere’nin NATO dayanışması adına Yunanistan’a baskı yaparak katliamları durdurmalarını beklemekteydi. Katliamlar duracak ve 1960 Antlaşmalarına göre kurulan ancak Rumların saldırıları sonunda fiilen Rum devleti haline dönüştürülen, yetki paylaşımı esaslı Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimine geri dönülebilecekti. Sadık müttefik olarak hareket eden Türkiye’nin NATO üyeleri arasında savaş çıkmasını önlemek için bu kadarcık bir beklentisi olması hiç de abartılı değildi.

JOHNSON MEKTUBU VE SONRASI

Ankara’daki hava böyleydi; ama 4 Haziran 1964 tarihinde ABD Başkanı Lyndon Johnson imzasıyla koalisyon hükümetinin başbakanı İsmet İnönü’ye ulaşan ve Türk-Amerikan ilişkilerinde lanetli bir belgeye dönüşen bu mektup üç konuda Ankara’yı sert ifadelerle uyarıyordu: Amerika’nın 1947’den itibaren verdiği silahları böyle bir çıkarmada kullanamazsın. Ayrıca Kıbrıs’a ‘saldırmanız’ Sovyetler Birliği’nin de size saldırmasına yol açarsa NATO’nun sizi koruması mümkün olmayabilir. Ve ima yollu da olsa hatırlatılan Akdeniz’deki 6. Filo yani istersek sizi durdurabiliriz.

Bu mektup Türk-Amerikan ilişkilerine atılmış bir balistik füze gibi oldu. Türkiye’nin sert tepkilerinden dolayı Amerika’nın durumu yumuşatma çabaları ve İnönü’nün Vaşington’a davet edilerek ‘hayır öyle demek istemedik, bir yanlış anlama oldu galiba’ seansları ikili ilişkilerin devamını sağladı. Fakat Türkiye artık 1950’li yılların çizgisini geride bırakması gerektiğini anlamıştı. Soğuk Savaş’a rağmen ve NATO’da kalarak Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler (özellikle sanayi ve ticaret alanlarında) geliştirmek, Arap ülkeleri ile münasebetlerini tamamen gözden geçirerek onları Yunan-Rum tarafından koparmak gibi adımlar atmayı öğrendi Ankara ve çok yönlü denilebilecek bu politikadan büyük faydalar temin etmeyi de başardı.

Yunan-Rum tarafı ise Johnson Mektubu’nu yanlış okumayı sürdürdü; ama bedelini de ödedi. İki ay sonra yani Ağustos başlarında Erenköy’de Türk köylerine ve TMT mevzilerine kapsamlı bir saldırı başlatan Rum birlikleri Türk Hava Kuvvetleri’nin alçak uçuş yaparak uyarıda bulunmasına rağmen durmadılar. Ve ertesi gününden itibaren THK 72 uçakla Rum mevzilerini sürekli vurarak hallaç pamuğuna çevirdi. Birkaç gün devam eden bombardımanın ardından Rumlar perişan şekilde geri çekilmek zorunda kaldılar. Mücahitler ise karşı saldırıya geçtiler.

ENOSİS POLİTİKASINDA ISRAR

Rumlar ve Yunanistan için Enosis amacında hiçbir değişiklik olmasa da taktik düzeyde nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda anlaşmazlıklar oluşmasına sebep olan ve Şehit Cengiz Topel’i kaybettiğimiz bu operasyon sonrasında da Rum saldırıları durmadı. Dahası Rumlar 1960 Antlaşmaları ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Türklerle paylaşmaya hiç niyetli değillerdi. Makarios hükümeti Türklere hayatı yaşanmaz hale getirerek çekip gitmeleri için her yola başvururken EOKA-B olarak Albay Grivas tarafından yeniden kurulan terör örgütü ise silahlı saldırılarını sürdürdü.

Taraflar arasındaki görüş ayrılıkları 1974 yılının temmuz ayında iyice açığa çıktı. Atina’daki askeri cuntanın (1967 yılında Papadopoulos liderliğinde Albaylar Cuntası olarak yönetime el koymuştu) kendisini devirme hazırlıkları içinde olduğuna iyice kanaat getiren Makarios Yunanistan Cumhurbaşkanı Gizikis’e bir mektup yazarak Yunanistan devletinin Kıbrıs’ı işgal hazırlıkları olarak gördüğü bu çabaları tek tek ifşa etti. Ve mektubu da basında yayımladı.

Makarios endişelerinde haklıydı ama korkunun ecele faydası olmadı. Adadaki Yunan alayı, gizlice gönderilen Yunan asker ve subayları ile Rum kuvvetlerinin içindeki Yunanistan yanlıları harekete geçerek 15 Temmuz günü bir darbe ile Makarios’u devirdiler. Bu, 1959-1960 antlaşmalarına göre oluşmuş olan anayasal düzenin toptan ortadan kaldırılması ve Garanti ve İttifak Antlaşmalarının açık ihlaliydi. Türkiye kayıtsız kalamazdı. Nitekim kalmadı ve darbeden sadece 120 saat sonra Girne açıklarından çıkarma başladı.

ULUSLARARASI ORTAM FEVKALADE LEHİMİZEYDİ

Türk birlikleri Karaoğlanoğlu mevkiinden karaya çıkmadan yirmi dört saat önce darbeden canlı kurtulan ve adadaki Ağrotiri İngiliz üssüne sığınarak önce Londra’ya sonra da New York’a ulaşan Makarios BM Güvenlik Konseyi acil oturumunda yaptığı konuşmada kendisinin devrilmesinin bir iç olay olmadığını, Yunanistan’ın ülkesini işgal ettiğini, Güvenlik Konseyi’nin zecri tedbirlere başvurarak ülkesini işgalden kurtarmasını istemişti. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye ve Yunanistan’a ilaveten üçüncü garantörü olan İngiltere ile yapılan görüşmeler de Ankara’nın çıkarma yapma stratejisine diplomatik dayanak sağlamıştı. Londra müdahale etmeyeceğini, ancak müdahaleye de karşı çıkmayacağını söylüyordu. Amerika 1964 krizinden ders aldığı için bu defa Ankara’yı kızdırmamak adına çok daha dikkatli bir tavır içerisindeydi. Moskova ise bu darbeyi Üçüncü Dünya yanlısı politikalar izleyen Makarios’un devrilmesini Vaşington’un tertiplediğini düşünüyor ve karşı çıkıyordu. Kısacası Ankara’nın önü diplomatik/siyasi olarak açılmıştı.

Bu denli uygun bir uluslararası atmosferde başlayan çıkarmanın ikinci safhasında (14 Ağustos) özellikle Amerika ve İngiltere aleyhte tavır sergilediyse de hiç kimse Türk birlikleri ve TMT mücahitlerinin adanın üçte birinden fazla kısmını kontrol altına almasına engel olmadı. BM aracılığıyla güneyde kalan Türklerin kuzeye ve kuzeydeki Rumların da güneye gönderilmesinin ardından Kıbrıs meselesi bir türlü bitmeyen uzun soluklu müzakerelerin konusu oldu.

FEDERASYONDAN İKİ EGEMEN EŞİT DEVLETE GEÇİŞ İÇİN ULUSLARARASI ORTAM ÇOK UYGUN

Çıkarma operasyonunun iki aşamalı olarak tamamlanmasının ardından kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Yönetimi (1975) ve Rumlarla bir ortaklık kurulamamasından sonra ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (1983) Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye açısından önemli adımlardı; ancak federasyon görüşmelerinden bir sonuç alınamadı. Önce Amerikan yönetiminin (Carter’ın seçim vaatleri ve ilk yılları) Ankara’ya karşı politikaları sonra da Avrupa Birliği üyesi yapılan (1981) Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı güç toplaması federasyon görüşmelerini sonuçsuz bıraktı.

Rum tarafı BM genel sekreterleri tarafından hazırlanan toplam üç çözüm paketini (de Cuellar Paketi, 1986, Ghali Fikirler Dizisi, 1992 ve Annan Planı, 2004) de reddettiler; çünkü eski Rum dışişleri bakanlarından Nikos Rolandis’in dediği gibi hiçbir Rum ve Yunan lider gerçek manada yetki paylaşımı esaslı bir federasyon istemedi. Güneydeki Rum devletinin egemenliğini kuzeye genişletecek bir yapıdan yana oldu. Türkler ise azınlık haklarından biraz fazla bir şeyler alabilirlerdi. Bu dönemde özellikle İngiltere ve Amerika’nın Kıbrıs’ı Türkiye’ye yedirmemek şeklinde izah edilebilecek Rumları ve Yunanistan’ı şımartan politikaları ve Soğuk Savaş’ın 1980’lerde yeniden hız kazanmasının yarattığı uluslararası şartlar ne federasyonu mümkün kıldı ne de Türkiye’nin alternatif tezlere yönelmesine imkân tanıdı.

Avrupa Birliği propagandasının Türk dış politikasını tümden esir aldığı yıllarda Türkiye açısından KKTC’nin tasfiyesi ve ada üzerindeki haklarının kaybı 2004 yılında referanduma iki tarafta ayrı ayrı sunulan Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesiyle önlenebildi. Maalesef Ankara’nın Kıbrıs konusundaki yanlış tutumunun devam ettiği 2017 yılına kadar yapılan, son raundu Crans-Montana’da gerçekleştirilen ve Türk tarafının garantörlük de dahil birçok konuda epeyce tavizkar davrandığı görüşmelerde sonuç alınamaması da Rum-Yunan tarafının fanatizmi sayesinde oldu.

Dünyanın çok kutupluluğa evrildiği günümüzde Kıbrıs sorununda Türkiye’nin elinin fevkalade güçlendiğine hiç şüphe yok. Sonuçta bu sorunu iki devlet temelinde çözümleyebilecekken Türkiye’yi adadan çıkarmayı hedefleyen ve bunu da çözüm lafının içine sokan Amerika ve İngiltere ile sonradan onlara katılan Avrupa Birliği alanda çözülmüş olan bir sorunu kabullenmek yerine değişik yol ve yöntemlerle güya çözüm bularak Türkiye’yi Kıbrıs’tan çıkarmaya çalıştılar. Fakat Denktaş’ın bizlere her zaman söylediği gibi Rum-Yunan tarafının fanatizmi Türkiye’nin önemli hatalar yapmasını engellemiş oldu.

Sorunu adeta içinden çıkılmaz hale getiren Batı dünyasının gücünün dengelendiği çok kutuplu bir dünyada KKTC’nin tanıtılması daha uygun şartlarda yapılabilir. Azerbaycan ve diğer dost ülkeler (Pakistan, Bangladeş) ve iyi ilişkiler içinde olduğumuz başka bazı devletlerle başlayacak tanınma Rum-Yunan tarafı ile ilişkileri tamamen bozulmuş durumdaki Rusya ve başka ülkelerden de gelebilir. Bunun için bir eylem planına ihtiyaç olduğuna hiç şüphe yok. Örneğin bugünlerde Gazze ve Batı Şeria’daki Filistin halkı için her şeyi yapıp, İsrail’i tam manasıyla karşımıza alırken Arap ülkelerine KKTC’yi sürekli hatırlatmak gayet yerinde olur.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English