Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Washington, Huawei’yi Avrupa’dan nasıl kovdu?

Yayınlanma

Çeviren: Erman Çete

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz uzun makale, POLITICO’da 23 Kasım 2022 tarihinde yayınlandı. Yayının iki önemli editörünün imzası bulunan makale, harcanan tüm PR paralarına ve lobi faaliyetlerine rağmen, ABD’nin Çin karşıtı “Haçlı Seferi”nin Avrupa’da teknoloji başlığında başarıya ulaştığını gösteriyor. Washington’ın müttefikleri, yalnızca 5G altyapısında Huawei’yi dışlamakla kalmıyorlar, Britanya örneğinde olduğu gibi, Huawei (ve Çin ordusu bağlantılı ZTE) tarafından üretilen güvenlik kameralarını dahi devlet dairelerinden güvenlik gerekçesiyle söküyorlar. Dikkat çekici bir diğer nokta, Donald Trump döneminde yaygınlaşan Çin karşıtı yaptırımlar ve ticaret savaşları ile ABD’nin kendi müttefiklerini Çin’e karşı tavır almaya zorlama siyaseti, Joe Biden döneminde de devam etmesi. Rusya-Ukrayna savaşının bu eğilimi daha da güçlendirdiği görülüyor. ABD, kendi ekonomik ve siyasi hegemonyasına rakip olarak gördüğü Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı her tür önlemi almaya çalışıyor. Trump’ın Çin çizgisi, bu bağlamda iki partili Amerikan sisteminin üzerinde ortaklaştığı bir çizgiyi yansıtıyor; zira Biden, Trump zamanında getirilen Çin karşıtı iktisadi yaptırımları gevşetmeye pek niyetli değil. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Washington, Huawei’yi Avrupa’dan nasıl kovdu?

Laurens Cerulus ve Sarah Wheaton
23 Kasım 2022

Huawei Avrupa’dan el çekiyor.

Çinli telekomünikasyon devi, soylu Batılı lobicilerini işten atıyor, Avrupa operasyonlarını daraltıyor ve küresel liderlik hırslarını rafa kaldırıyor.

Şirketin 20’den fazla mevcut ve eski çalışanı ve stratejik danışmanıyla yapılan görüşmelere göre, bunu yapmasının nedenlerinin şirketin ticari potansiyeliyle pek ilgisi yok –Huawei hala en son teknolojiyi rakiplerinden daha düşük maliyetlerle sunabiliyor– ve her şey siyasetle ilgili.

Amerika Birleşik Devletleri tarafından baskı altına alınan ve bir zamanlar en stratejik denizaşırı pazarı olarak gördüğü bir Kıtada giderek daha fazla dışlanan Huawei, Çin pazarına geri dönüyor ve Avrupa’da kalan ilgisini, Batı’da büyük ölçüde güvenlik riski olarak görülen bir şirkete ev sahipliği yapmaya hâlâ istekli olan birkaç ülkeye odaklıyor.

Bir Huawei yetkilisi, “[Huawei] artık küreselleşme dalgasında yüzen bir şirket değil” dedi. “O, artık iç piyasada kıçını kurtaran bir şirket.” Bu makale için görüşülen diğer Huawei çalışanlarının çoğu gibi, yetkili de şirketin sıkıntılarını özgürce anlatmak için kimliğinin gizli kalması koşuluyla konuştu.

Huawei’nin durumu, şirketin kurucusu Ren Zhengfei tarafından Temmuz ayında şirketin Şenzen genel merkezinde yöneticilere yaptığı bir konuşmada özetlendi. Şirketin son üç yılda karşılaştığı üçlü zorluğu ortaya serdi: Washington’ın düşmanlığı; koronavirüs pandemisi kaynaklı aksamalar; Rusya’nın, küresel tedarik zincirlerini alt üst eden ve Avrupa’nın Çin gibi ülkelere aşırı bağımlılık konusundaki endişelerini artıran, Ukrayna’yı işgali.

Ren, kamuya açıklanmayan fakat POLITICO’nun gördüğü konuşmasında, “2019’da karşı karşıya olduğumuz şartlar bugünkülerden farklı” dedi. “Daha parlak bir geleceğimiz olacağını sanmayın.”

“Daha önce tüm insanlığa hizmet etmeye çalışan bir küreselleşme idealimiz vardı” diye ekledi: “Bugün idealimiz ne? Hayatta kalmak!”

‘Küreselci Huawei’nin öldüğü an’

Şirket Batı’da kış uykusuna yatarken, ABD’nin çalışmalarına yönelik saldırısına karşı koymak için sadece birkaç yıl önce işe aldığı üst düzey Batılı yöneticileri kenara atıyor veya kovuyor.

Avrupa’da çalışan bir Huawei yetkilisi, “Batılılar dinliyordu” dedi: “Artık böyle değil… Kimse dinlemiyor.”

Huawei’nin Brüksel ofisi –bir zamanlar şirketin alet çantasında, Avrupa’nın kısıtlamalarına karşı lobi yapması için kilit bir merkezdi– artık genel merkezi Düsseldorf’ta bulunan Avrupa operasyonları içinde tamamen eridi.

Ofis bu yaz, şirkete Ekim 2019’da Avrupa’daki siyasi baskıya karşı tepkinin başlangıcında katılan, eski BBC muhabiri iletişim başkanı Phil Herd’ü kaybetti. Ofis ayrıca yakın zamanda lobicilik ve politikadan sorumlu en az üç kilit personelini daha kaybetti. Brüksel kurumlarının baş temsilcisi (Tony) Jin Yong, şu anda Batı Avrupa’daki idari işlerden sorumlu ve zamanının çoğunu Düsseldorf ofisinde geçiriyor.

Londra’da, Huawei’nin Birleşik Krallık İletişim Direktörü Paul Harrison, ekim ayında görevinden ayrıldı ve diğer yetkililer de aşağı yukarı aynı zamanlarda bıraktı. Harrison, Huawei’ye 2019’da Birleşik Krallık yayıncısı Sky News’teki üst düzey bir editörlük işinden [ayrılarak] katılmıştı.

Yerel Challenges dergisinin haberine göre Paris’te şirketin Pazarlama ve İletişim Direktörü Stéphane Curtelin, eylül ayında görevinden ayrıldı. Ondan önce, Paris ofisi, 2020’de Huawei’ye katılan, kapsamlı idari deneyime sahip kıdemli bir Fransız siber güvenlik yetkilisi İdare ve Güvenlik İşleri Başkanı Vincent de Crayencour’u kaybetti. Şirketin Paris Ofisi Baş Temsilcisi Linda Han da yaz gelmeden görevinden ayrıldı.

Varşova’da, şirketin yerel PR yöneticisi Szymon Solnica eylül ayında Huawei’den ayrıldı. Ayrılışını duyurduğu bir LinkedIn gönderisinde, “Son yıllarda günlük olarak uğraştığım krizler çok büyüktü” diye yazdı.

Resmi röportajlarda konuşan Huawei yetkilileri, ayrılışları normal devirler olarak nitelendirdi. Geçen hafta yapılan resmi bir mülakatta, Huawei Avrupa’nın sözcüsü, “Şirketlerde, sadece Huawei’de değil, her zaman dalgalanmalar olur… Bazı insanlar ayrılıyor ve bazı insanlar geliyor” dedi.

Ancak şirketteki diğerleri, ayrılmaların Eylül 2021’de başlayan radikal bir değişimi yansıttığını özel olarak kabul etti.

İşte bu, Huawei’nin finans müdürü ve Ren’in kızı Meng Wanzhou, banka dolandırıcılığı ve elektronik dolandırıcılık komplosu kurmak suçlamasıyla ABD’ye iade edilmekle karşı karşıya kalmasının ardından Kanada’da yaklaşık üç yıl geçirdikten sonra şirketin Şenzen’deki genel merkezine döndüğünde oldu.

Bir yetkili, “Meng’in uçaktan indiği an, küreselci Huawei’nin öldüğü andı” dedi.

Kurucunun kızı –ve şirketin liderliğinin olası varisi– Meng, Huawei ile Washington arasındaki hukuk ve halkla ilişkiler mücadelesinde kilit bir rol oynamıştı. Kanada’dan döndüğünden beri şirketin genel merkezinde başkan yardımcısı olarak Huawei’nin en üst kademelerine ulaştı ve tepede kurumsal bir değişikliği tetikledi.

Amerikan baskısının en yoğun olduğu dönemde şirketin küresel iletişim departmanını yöneten (Catherine) Chen Lifang, yönetim kurulundan alınarak denetim kurulunda bir role getirildi.

Küresel iletişim departmanı artık Huawei yönetim kurulunda, Avrupa’da Huawei’nin Batı Avrupa bölgesinin eski başkanı, Avrupa’da Vincent Peng olarak bilinen Peng Bo tarafından temsil ediliyor. Peng’in yükselişi, şirketin Avrupa operasyonlarını Şenzen’e yakınlaştırma çabalarının bir parçası.

Avrupa’da halkla ilişkileri düzene sokma gündemi, Hong Kong’da Bloomberg News için çalışan eski bir gazeteci, Guo Aibing tarafından yönetiliyor. Guo, Avrupa’ya paraşütle indirildi ve şirketin Kıta genelindeki lobicilik ve iletişim faaliyetlerinde kesintiler ve güçlendirmeler yapıyor.

Şirket aynı zamanda Avrupa’daki faaliyetlerini de yeniden yapılandırıyor. Şirketin planları, bütün Kıta’yı merkezi Düsseldorf’ta olan tek bir operasyon bölgesinde toplamak.

Huawei şu anda Kıta’yı iki pazara ayırıyor: Düsseldorf’tan yönetilen Batı Avrupa ve Varşova’da bulunan üst düzey bir yönetici ile [yönetilen] Doğu Avrupa Kuzey ülkeleri.

Huawei Avrupa sözcüsü, yeniden yapılanma “tüm Avrupa iş faaliyetlerinde daha fazla sinerji yaratmamıza yardımcı olacak; Avrupa’daki müşterilerimize doğrudan daha fazla değer getirecek” dedi.

Sözcü, genel olarak, şirketin şu anda 12.000 kişi civarında olan personel seviyelerinin “sabit” kalacağını söyledi.

Ren’e göre şirket başka yerlerde de küçülüyor. Bu yazki konuşmasında şirketin kurucusu, “Bazı ülkelerdeki pazarları bırakacağız” dedi. “Örneğin, Beş Göz ülkeleri ve Hindistan’daki pazarlarımızı bırakacağız.”

“Beş Göz” ABD, Britanya, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda arasındaki istihbarat paylaşımı düzenlemesine atıf yapıyor. Beş ülkenin tamamı, güvenlik endişeleri nedeniyle Huawei ve diğer Çinli şirketlerin kritik altyapılarını yasakladı veya yasaklama sürecinde.

Bunun yerine Huawei, küresel 5G’nin büyük bir bölümünü oluşturan ve İsveç’ten Ericsson ile Finlandiya’dan Nokia’nın pazar paylarını korumak için mücadele ettiği kendi iç pazarına odaklanıyor.

Trump etkisi

Huawei’nin stratejik geri çekilmesi, yakın zamana kadar Avrupa’daki varlığını genişletmek ve sürdürmek amacıyla lobicilere ve halkla ilişkiler kampanyalarına milyonlarca avro akıtan bir şirket için dikkate değer.

2010’lı yılların büyük kısmı boyunca Huawei, Avrupa’daki birçok kişi tarafından iktidara sokulan teknoloji firmaları arasında dostane bir yüz olarak görülüyordu. Yaklaşımlarında tuhaf, evet, ama samimi ve –çoğu için– rekabeti artırdığı ve yeni nesil telekom ağlarında fiyat etiketini düşürdüğü için Kıta’nın çıkarlarına faydalı.

Şirket, genellikle bir Huawei telefonu da dahil olmak üzere cömert hediye çantalarıyla ve Brüksel’deki Concert Noble’da Çin yeni yılını kutlayan resepsiyon gibi süslü açık büfeler ve dans performansları içeren göz alıcı mekanlarda gösterişli partileriyle tanındı.

Cafcaflı cümbüşler daha sonra, Çin yapımı telekomünikasyon altyapısının ciddi bir güvenlik ve casusluk riski oluşturduğuna dair endişeler nedeniyle Washington’dan gelen ters siyasi rüzgarlara verilen aşırı tepkinin bir parçası oldu.

Bu karşı rüzgarlar ABD Başkanı Barack Obama döneminde esmeye başladı ama kasırga, kuvvetine Donald Trump’ın seçilmesi ile erişti. 2019’a gelindiğinde şirket, Ren’in kızı Meng’in Kanada’da ABD’nin iade talebinin sonucunu beklediği Amerikan yaptırımları altındaydı.

Trump yönetiminde eski bir dışişleri bakan yardımcısı Keith Krach, Washington’ın nasıl “panik düğmesine bastığını” hatırlıyor.

Avrupalı bakanlara Çin ile olan ilişkilerini sorduklarını anımsıyor. “Ve demişlerdi ki, ‘Şey, önemli bir ticaret ortağı’ ve hepsi bu kadar. Ve daha sonra odanın her iki tarafına baktılar, odada kimse yoktu ve bana fısıldadılar: ‘Ama onlara güvenmiyoruz.”

Firma, jeopolitik fırtınada yön bulmak için Batı dünyasının en iyi operatörlerine altı rakamlı maaşlar teklif etti. POLITICO’nun bu tür teklifler alan birkaç kişiden öğrendiğine göre, Elysée ve Westminster gibi iktidar saraylarıyla doğrudan bağlantıları olan Batılı eski gazeteciler ve politikacılardan oluşan yüksek kalibreli bir ekip oluşturdu.

İlk başta kumar işe yaramış görünüyordu.

Huawei’nin, ABD’nin kendisinin casusluk riskleri oluşturduğu ve Washington’un saldırganlığının ekonomik çıkarlardan kaynaklandığı şeklindeki mesajı, özellikle Almanya gibi Trump’ın kullanışlı bir engel olduğunu kanıtladığı yerlerde ilgi gördü.

Berlin’deki Global Public Policy Institute [Küresel Kamu Politikası Enstitüsü] müdürü Thorsten Benner, “Trump’ın öne sürdüğü dava neredeyse ters etki yarattı” dedi. Huawei ayrıca, duyarlı müşteri hizmetleri ile birlikte ucuz ekipmanın değerini gören büyük telekomünikasyon operatörlerinden de destek aldı.

2020’nin başında Huawei, ABD’nin topyekun yasaklama çağrılarını atlatmış görünüyordu. 28 Ocak’ta, o zamanki İngiltere Başbakanı Boris Johnson, şirkete ülkenin 5G altyapısının bir bölümünü inşa etmesi için yeşil ışık yaktı. Sadece bir gün sonra, Avrupa Birliği, Çinli satıcılara aşırı güvenmekten uzaklaşmak için bir plan sundu, fakat Huawei’nin kendi teknolojisi için pazar erişimini sürdürmesi amacıyla ulusal hükümetlerle lobi yapması için kapıyı açık bıraktı.

Sonra pandemi geldi. Wuhan kaynaklı koronavirüs binlerce kişiyi öldürürken, Trump, Mayıs 2020’de Huawei’ye yarı iletken arzını temelde kesen yeni yaptırımlarla Çin karşıtı yaylım ateşini artırdı.

Temmuz ayına kadar Birleşik Krallık’tan Johnson rotayı tamamen tersine çevirdi ve hükümetin, bu hareketin teknolojinin piyasaya sürülmesini geciktireceğini ve maliyeti yarım milyar sterlin artıracağını tahmin etmesine rağmen, tüm Huawei ekipmanlarının İngiliz 5G ağlarından çıkarılması gerektiğini duyurdu.

2020 ve 2021 boyunca, Fransa, İsveç, Romanya, Baltık ülkeleri, Belçika ve Danimarka dahil olmak üzere Avrupa hükümetleri, ülkenin 5G ağının önemli bölümlerinde Huawei ekipmanlarını yasakladılar veya operatörlerinin orta vadede kendilerini bu ekipmandan vazgeçmelerini zorunlu kıldılar.

Bir zamanlar Avrupa’da Apple ve Samsung’a meydan okuma yolunda olan Huawei’nin akıllı telefon ticareti, bu arada cihazlarını Google’ın sahip olduğu işletim sistemi Android’den ayıran ABD yaptırımları tarafından ezildi.

Putin hesapları değiştirdi

Bu aksilikler acı vericiydi ama hâlâ ölümcül sayılmıyordu. Trump’ın seçimi kaybetmesi ve Avrupa’da pandeminin geri çekilmesi, karşı saldırı için bir fırsat sunuyor gibiydi.

2021’in başında, Huawei’nin Brüksel lobicileri, Avrupa’nın ucuz ve hızlı 5G donanımına açlığının güvenlik endişelerine galip geleceği konusunda hâlâ iyimserdi. Avrupa Parlamentosu’nda görüşlerini ortaya koymak için arka arka sıralanmış toplantıları bile vardı.

Bu toplantılar 24 Şubat’ta, Putin’in Ukrayna’yı bütün gücüyle istilasını başlattığı gün iptal edildi. Avrupa’daki birçokları için, Huawei’ye ilişkin risk-fayda hesaplamaları bir gecede değişmişti.

Geçmiş yıllarda Huawei’nin Avrupa’daki pazar etkisini takip eden telekom uzmanı John Strand, “Gördüğüm en büyük değişiklik, özellikle Almanya’da Rus gazına bağımlı olduğumuzun fark edilmesinden geldi” dedi. “Şu soru akla geliyor: Rus gazına mı yoksa Çin telekom altyapısına mı bağımlı olmak daha kötü?”

Joe Biden döneminde Huawei’ye baskı yalnızca daha da arttı ve Washington’ın uyarıları şimdi daha sempatik bir aracıdan geliyor. Ekim’de Avrupa Komisyonu, 5G ağlarını desteklemek için Huawei teknolojisinin kullanılmasına karşı yeni bir uyarı yayınladı ve Birleşik Krallık hükümeti, Huawei ekipmanlarını İngiliz telekom altyapısından çıkarma gerekliliğini yeniden teyit etti.

Şirketin ıstırabı, lobicilik çabalarının ayaklarını yerden kesmiş ve pazar payını tüketmiştir.

Pandemiden önce şirket, Avrupalı ​​politikacıları, gazetecileri ve iş liderlerini, küresel emellerini sergileyen farklı Avrupai mimari tarzlarına sahip binaların bulunduğu devasa bir kampüs olan Şenzen merkezinde düzenli olarak ağırlıyordu.

Çin’in sıfır COVID siyaseti bunu imkânsız kıldı.

Şirket, dünyanın en büyük telekom endüstrisi etkinliği olan Barselona’daki yıllık Mobil Dünya Kongresi’nde yıllarca en çok harcama yapan şirket oldu. Bu sene, şirketin sahadaki varlığı, göz kamaştırıcı ve astronomik pazarlama bütçeleriyle yeni ürünler piyasaya sürdüğü daha önceki gösterilerin soluk bir taklidiydi.

Fakat belki de bir zamanlar Huawei’yi ana sponsorları arasında sayan Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu kadar yüksekten uçan hiçbir olay geri dönüşün boyutunu gösteremez. 21 Ocak 2020’de, Johnson’ın Trump’a karşı Huawei’nin yanında yer almasından sadece bir hafta önce Ren, Alpler’deki tatil beldesinde sahnedeydi ve “Sapiens” yazarı Yuval Noah Harari ile yapay zekanın geleceğini tartışıyordu.

Ertesi yıl, siyasi iktidar oyuncularının ve finansal devlerin Davos’taki küresel buluşması pandemi yüzünden iptal edildi. 2022 yazında yeniden toplandığında, Huawei üst düzey şefleri gevezeliği kaçırdı. Pekin’in sıfır COVID politikası uyarınca Çin’den ayrılamazlardı.

Bilançoları vuran jeopolitik

Endüstri uzmanları, şirketin aralarında Almanya ve İspanya’nın da bulunduğu bazı büyük ulusal pazarlarda hala sağlam bir paya sahip olduğunu söylüyor.

Strand Consult tarafından 2020 yılında yapılan bir araştırma –Huawei’nin Avrupa’da kapladığı alanın bugüne kadar yapılmış en kapsamlı genel değerlendirmesi– Çinli firmanın Avrupa pazarlarına ne kadar derinden yerleştiğini gösterdi: Strand’in incelediği 31 ülkeden 15’inde, tüm 4G radyo erişim ağı ekipmanlarının (RAN) yarısından fazlası Çinli satıcılardan geldi.

Ancak bu pazarların birçoğunda yetkililer, operatörleri önümüzdeki yıllarda “yüksek riskli satıcıların” –genellikle devlete bağlı Huawei ve Çin ordusu bağlantılı telekom şirketi ZTE olduğu anlaşılır– kullanımını aşamalı olarak kaldırmaya veya en azından önemli ölçüde sınırlamaya zorlayan önlemler aldı.

Tüm bunlar acıtmaya başladı.

5G’yi uygulamaya yönelik erken yarışta Huawei, Avrupa’daki rakiplerini geride bıraktı. Bununla birlikte, butik telekomünikasyon araştırma şirketi Dell’Oro tarafından derlenen ve bir endüstri yetkilisi tarafından POLITICO ile paylaşılan özel rakamlara göre, geçen yılın başlarından itibaren –Avrupalı ​​yetkililer 5G güvenliği konusunda yön değiştirirken– İsveçli Ericsson, Avrupa’daki yeni radyo erişim ağları satışlarındaki pazar payında Huawei’yi geride bıraktı. Radyo erişim ağları, ağ yatırımının en büyük bölümünü oluşturur ve baz istasyonlarını ve antenleri içerir.

2022’nin ikinci çeyreğine ait en son güncelleme, Ericsson’un yüzde 41, Huawei’nin yüzde 28 ve Fin Nokia’nın yüzde 27 olduğunu gösterdi. Buna 3G, 4G ve 5G’de yeni baz istasyonları ve anten satışları da dahildir; bunların bir kısmı operatörlerle devam eden sözleşmelerin bir parçasıdır.

Bilhassa 5G RAN için yön değişimi daha da nettir: Huawei, piyasaya çıkışın başlangıcında pazar lideri olarak ilk baştaki konumunu kaybetti; Dell’Oro’nun tahminine göre şu anda Avrupa’da satışların yüzde 22’sini, Ericsson yüzde 42’sini ve Nokia yüzde 32’sini sağlıyor.

Endüstri uzmanları, Huawei’nin önemli halkla ilişkiler rollerini birleştirme ve rafa kaldırma hamlesinin, oyunda hâlâ pay sahibi olduğu ülkelerde şirkete zarar verebileceğini söylüyor: En önemlileri Almanya, İtalya ve İspanya. Bu büyük Avrupa pazarlarında, hükümetler “yüksek riskli satıcılara” yönelik önlemleri empoze etmekte yavaş kaldılar – ve bunları uygulamada bilhassa yavaş ve yumuşaklardı.

Deutsche Telekom ve Vodafone gibi Avrupa’nın en büyük operatörlerinin de Huawei ile devam eden sözleşmeleri var, yani Çinli firma en azından hâlâ bakım sağlıyor, ağları çalışır durumda tutuyor ve potansiyel olarak hâlâ 5G’nin hizmete sunulmasının bazı kısımlarını destekliyor.

Fakat en azından Almanya’da Olaf Scholz’un yeni hükümeti Çin teknolojisi konusunda daha eleştirel bir tavır aldı. Bu ay –Çin’e karşı şahin bir tutum takınan– Ekonomi Bakanı Robert Habeck Çinli yatırımcıların Alman bir çip fabrikasını satın almasını potansiyel güvenlik tehditleri gerekçesiyle resmi olarak engelledi.

Budapeşte geceleri

Huawei elbette Avrupa’dan tamamen vazgeçmedi.

Şirkete bu yaz Brüksel’de yüz yüze görüşme fırsatı vermeye devam edenlere ağır bir hediye çantası verildi.

Şirketin halkla ilişkiler operasyonundan parlak ciltli kapaklara – “Daha Akıllı Bir Gelecek Seçin: Avrupa’nın bir sonraki dijital politikasına bir katkı” ve “Avrupa’yı Birleştirmenin On Yılı” gibi başlıklarla– ek olarak, çantada Frédéric Pierucci’nin bir anı kitabı da vardı.

Fransız altyapı işleri üreticisi Alstom’da eski bir yönetici olan Pierucci, 2013 yılında FBI tarafından rüşvet suçlamasıyla tutuklanmıştı – tam da Amerikan holdingi General Electric’in Alstom’un nükleer operasyonlarını devralmak için müzakere ettiği sırada.

“Amerikan Tuzağı” başlıklı kitap, yazarının, Washington’ın kendi müttefiklerine karşı yürüttüğü gizli ekonomik savaşında bir rehine olduğunu savunuyor.

Yayıncının özetinde, “Birbiri ardına, dünyanın en büyük şirketlerinden bazıları, ekonomik sabotaj eylemleriyle ABD’nin yararına aktif olarak istikrarsızlaştırılıyor…” deniyor.

Bu, şirket içinde derin bir ilgi uyandıran ve kendilerini liberal süper güçlere kafa tutuyor olarak gören diğer hükümetlerle doğal bir yakınlık oluşturan bir anlatı. Huawei Kıtada dost ararken, Çin ve Rusya ile nasıl ilişki kurulacağı konusunda AB’nin geri kalanına giderek daha fazla karşı çıkan Macaristan, lafını sakınmaz bir müttefik olmaya devam ediyor ve şirket bu ilişkiye yöneliyor.

Bu yıl eylül ayında, Huawei’nin CEE [Orta ve Doğu Avrupa] ve İskandinav bölgesi birimi, şirketin Avrupa’daki en büyük lojistik merkezine ev sahipliği yapan Macaristan’da yıllık İnovasyon Günü etkinliğini düzenledi.

Tuna Nehri kıyısındaki teknoloji girişimcileri, Budapeşte’nin kubbeli Castle Garden Bazaar’ında ısmarlama kahve ve bol miktarda kanepe yerken İngilizce ve Macarca, biraz Çince ve Almanca karışık sohbetler yaptılar.

Konferans salonunun içinde, iki dilli sunucular Norveç’teki yerel somon ırklarını koruma ve Macaristan’daki selleri önleme hakkında mini belgeseller hazırladılar. Küçük işletme yöneticileri, tamamı Huawei 5G ağlarında olmak üzere Avusturya’daki mahsulleri ve Yunanistan’daki olası orman yangınlarını izleyen drone’lara dikkat çektiler.

Macarca simültane tercüme imkanıyla Huawei, Economist Intelligence Unit’e yaptırdığı ve Avrupa’nın 5G kullanımı ve uygulaması konusundaki geri kalmış durumunu yineleyen araştırmayı öne çıkardı. Bu, Huawei’nin altyapısının kaldırılmasının gerçek sonuçları olacağını üstü kapalı bir şekilde hatırlatıyordu.

Fakat şirket, portföyünün daha büyük bir parçası ne olmasını umduğunu da vurguladı: güneş panelleri için invertörler gibi, güvenlik endişeleri uyandırma olasılığı daha düşük olan ürünler.

Şirketin şu anki halkla ilişkiler ve iletişim başkanı Jeff Wang, Kıtada çalışarak geçirdiği 10 yılı andığı, Budapeşte’deki kalabalığa yönelik video konuşmasında, “Huawei kendini yeşil bir Avrupa vizyonuna adamıştır” dedi.

Etkinliğe giden haftalar boyunca Huawei yetkilileri, Başbakan Viktor Orbán’ı konuşturmak için bastırdılar. Bu pek olumlu sonuçlanmasa da Orbán, üst düzey yardımcılarından biri olan Dışişleri ve Ticaret Bakanı Péter Szijjártó’yu bir mesaj iletmesi için gönderdi.

Szijjártó, “Hiçbir yatırımcı şirkete menşe ülkesi nedeniyle ayrımcılık yapmayacağız,” dedi. Budapeşte’nin, “burada, Macaristan’daki Huawei varlığını” engellemeye yönelik “uluslararası baskı”ya karşı sıkı duracağını da ekledi.

Huawei’nin CEE & Nordic bölgesinden sorumlu başkan yardımcısı Radoslaw Kedzia (ve 2015’te Çek Cumhuriyeti’nde şirket içinde CEO statüsüne ulaşan ilk Çinli olmayan kişi), Macaristan’da ısrar etmenin arkasında siyasi bir hesap olmadığını söyledi.

Kedzia, “Gelin bizi şeytanlaştırmayın, tamam mı? Biz de diğer şirketler gibiyiz” dedi.

Eğer yapılan bir iş değerlendirmesi, “Gelecek 10-20 yıllık istikrarlı operasyon beklentisini sunuyorsa, o zaman kaynaklarınızın bir kısmını o ülkede yoğunlaştırmanın iyi olduğunu düşünürsünüz” diye ekledi.

Aynı şekilde Avrupa sözcüsü, Huawei’nin her ülkeyle “aynı şekilde, aynı düzeyde” iletişim kurduğu konusunda ısrar etti. Şirket teknolojiye odaklanıyor ve “siyasi oyunlara dahil olmuyor” dedi.

Bir şey kesin: İş büyük Avrupa oyununa geldiğinde, Huawei kaybetti ve tüm siyasi oyuncularını eve gönderdi.

DÜNYA BASINI

Wolfgang Streeck: Kapitalizm evcilleştirilmelidir

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz mülakat, kapitalizm üzerine araştırmalarıyla bilinen sosyolog Wolfgang Streeck ile Die Zeit’te yapılmış ve Thomas Fazi tarafından İngilizceye çevirmişti (her nedense, Fazi bu mülakatı yayınladığı sayfayı yayından kaldırmış). Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) “entelektüel beyni” olarak da görülen Streeck, eşitlikçi dünya görüşünü bir tür refah devleti savunusu (veya nostaljisi?) ile birleştiriyor ve demokratik bir yenilenme için ulus-devlet ölçeğine dönmeyi (veya o ölçeği yeniden kazanmayı) vaaz ediyor. Streeck’in BSW’den asgari beklentisi, kapitalizmin altın çağında, kapitalizmi de evcilleştiren dayanışma mekanizmalarının ortadan kalkmasının ardından, yeni dayanışma mekanizmalarını başka bir düzlemde yeniden kurmasından ibaret görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


“Kapitalizm evcilleştirilmelidir”

Wolfgang Streeck’in Die Zeit için Lars Weisbrod’a verdiği röportajın İngilizce çevirisi. [Orijinal röportaj]

Wolfgang Streeck, Köln’deki Max Planck Toplum Araştırmaları Enstitüsü’nün emeritus direktörü olan Alman sosyolog ve politik iktisatçıdır. Streeck’in çalışmaları kapitalizm ve demokrasi arasındaki gerilimlere, özellikle de iktisadi sistemlerin toplumsal ve siyasi yapıları nasıl etkilediğine odaklanmaktadır. Önemli kitapları arasında  neoliberal politikaların uzun vadeli sonuçlarını incelediği Buying Time: The Delayed Crisis of Democratic Capitalism [Zaman Kazanmak: Demokratik Kapitalizmin Ertelenmiş Krizi] yer almaktadır. Streeck, gelişmiş ekonomilerde kapitalizmin geleceğine ilişkin tartışmalara yaptığı katkılarla tanınmaktadır.

Zeit: Şu anda ne düşünüyorsunuz, Bay Streeck?

Wolfgang Streeck: On yıllardır politik iktisat üzerine çalışan benim gibi biri, bugün, toplumlara bakış açımızın uzun zamandır sınırlı olduğunu, çünkü genellikle ulusal toplumlarla uğraştığımız gerçeğini göz ardı ettiğimizi fark etmekten kendini alamıyor. Örneğin demokratik kapitalizmin tarihi, ancak tek tek ulusal toplumlar ile küresel toplum arasındaki bağlantıları incelediğimizde anlaşılabilir.

Zeit: Sahra Wagenknecht’in siyaseti üzerinde önemli bir entelektüel etkiye sahip olduğunuz düşünülüyor. Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) Saksonya ve Thüringen’deki başarısından memnun musunuz?

Streeck: Tanrım, nadiren memnun oluyorum ama büyük bir sempati ile bakıyorum. Alman siyasi sisteminin krizi yadsınamaz ve bu sadece Almanya’ya özgü bir olgu olmayıp tüm Batılı kapitalist toplumlarda gözlemlenebilir: merkezin çöküşü, sosyal demokrasinin gerilemesi ve daha önce yerleşik parti yelpazesinde yeri olmayan çıkar ve değerleri temsil eden yeni partilerin ortaya çıkışı. Bu genellikle bir çürüme süreci olarak tanımlanır, en azından eski partilerin perspektifinden bakıldığında bu şekilde görülebilir. Fakat demokrasiyi vatandaşların farklı deneyimlerine yer veren, bu deneyimleri ifade etmelerine ve siyasete taşımalarına olanak tanıyan bir kurum olarak anlıyorsanız, bunu bir demokratik yenilenme süreci olarak da tanımlayabilirsiniz. Bu yeni partilerin birçoğu gerçekten de hiç sempatik değil: örneğin Trump ve Hollanda, İtalya, Fransa’daki benzerleri. Fakat demokrasiyi başarısız siyasi elitleri oylama fırsatı olarak anlıyorsanız, o zaman yine de şunu kabul edebilirsiniz: evet, demokrasi seçmenlerin iradesinin bu tür bir şekilde ifade edilmesi için vardır.

Zeit: Fakat bu sağcı popülist partiler antidemokratik hedefleri takip ediyor.

Streeck: Evet, eğer demokrasiyi birbirimize iyi davranmak, Habermasçı bir söylem kültürünü sürdürmek ya da başkalarının sahip olmadığı bazı değerlere sahip çıkmak olarak tanımlıyorsanız, bu tanıma göre bu yeni partiler kesinlikle demokrat değildir. Fakat seçimlerle ilgili yorumlarda yeterince tartışılmayan bir konu, bu iki federal eyalette seçime katılımın yaklaşık yüzde on puan artmış olmasıdır. Bu sansasyonel bir durum, zira seçimlere katılım sürekli olarak düşmekteydi. İnsanların bu seçimleri yeniden ciddiye almaya başlaması, bir demokrasi destekçisi olarak benim kötü olarak görmediğim bir şey. Özellikle de Wagenknecht’in partisi daha önce oy kullanmayan seçmenleri harekete geçirdi. Ayrıca tüm bu merkezci mobilizasyon çabalarının –çoğunluğu yüz binlerle ifade edilen duyarlı insanların sokaklara döküldüğü bu gösterilerin– AfD’nin sonuçları üzerinde gözle görülür bir etkisi olmadığı da ortaya çıktı. Bu da benim merkezci endoktrinasyon olarak adlandırdığım şeye karşı nüfusun bazı kesimlerinde ilginç bir direnç olduğunu gösteriyor. Merkezci siyasetin bariz sorunlarını bir cephe yaratarak örtbas etmeye çalışan bir endoktrinasyon: “Biz, demokratlar, otoriterliğe karşıyız!” Bu arada, kendinden menkul demokratik güçler altyapının çürümesinden, eğitim sisteminin sefaletinden, okullardan, kreş eksikliğinden, demiryollarından, 1960’lar ve 1970’lerden kalma fiziksel ve kurumsal altyapının çöküşünden sorumludur; buna bir de göçmen politikasını ekleyin. Merkez, bu sorunlar karşısında durmakta ve bu konuda nasıl hiçbir şey yapılamadığına hayret etmektedir. Ve sonra bu harekete geçememe durumu, sözde popülistler tarafından verilen sözde basit cevapların aksine, karmaşık sorunlara karmaşık bir yanıt olarak ilan ediliyor.

Zeit: BSW ile kişisel bir ilişkiniz var mı?

Streeck: Ben bir sempatizanım, ama aynı zamanda 78 yaşındayım ve çok sabırsız olduğum için artık parti toplantılarına katılamıyorum. Aktif bir üye değilim. Fakat son yıllarda yazdıklarımın çoğunun parti çevrelerinde kabul gördüğünü görüyorum ve bence bu iyi bir şey. Yeniden siyasi sorumluluk alabileceğimiz bir yere ihtiyacımız var ve bu yer de ancak demokratik ulus-devlet olabilir. Dahası, Almanya’da sorulması gereken önemli sorular şu anda sadece marjlardan gelebilir; CDU, SPD veya [FDP’li Christian] Lindner’den  gelemez. Fakat Wagenknecht gibi kendi metinlerini yazarak kendini diğerlerinden ayıran bir siyasetçi bunu yapabilir.

Zeit: Az önce birçok siyasi sorunu sıraladınız ve ardından göç konusunu eklediniz. Ama Solingen’deki saldırıdan bu yana asıl mesele bu değil mi?

Streeck: Sorun sadece insanların festivallerde bıçaklanmak istememesi değildir. Toplumlar kendilerini, yeni gelenlerin de benimsemesini bekledikleri önceki anlayış ve anlaşmalarla tanımlarlar. Ve burada, Avrupa toplumları artık büyük ölçekli göçle nasıl başa çıkacakları konusunda hiçbir fikre sahip değil. İnsanları nasıl entegre edersiniz, gettoların oluşmasını nasıl engellersiniz? Bizler “Habermasçı insanlar” değiliz; ortak bir anayasanın dayanıksız temeli üzerinde sosyalleşmiyoruz, fakat tabiri caizse, belirgin görünümleri güveni teşvik eden gelenek ve görenekler var. Ayrıca, göç koşulları altında ortaya çıkan yabancılaşma etkisinin siyasi olarak yönetilebilir olması gerekir; bunun için bir şeyler bulmalısınız. İnsanları ırkçı olmamaları konusunda uyarmakla yetinemezsiniz. Bu ülkedeki göçmenlerin büyük çoğunluğunun toplumun merkezine girmeyi başarmasını sağlamak zorundasınız. Çünkü bunu başaramayanlar, bu topluma karşı siyasi açıdan verimsiz ve tehlikeli hınçlar biriktiriyor.

Zeit: Siz ve Wagenknecht kendinizi kapitalizm eleştirmeni olarak görmeye devam ediyorsunuz. O halde bu tür kültüralist kategorilere başvurmak tuhaf değil mi? Rekabetçi bir toplumun zorunlu olarak ürettiği kaybedenlerin şehrin bazı bölgelerinde varlıklarını sürdürmelerine yol açan iktisadi nedenler vardır. Bunun kültürel farklılıklarla hiçbir ilgisi yoktur.

Streeck: “Kapitalizm eleştirmeni” terimine katılmıyorum. Ben bir kapitalizm teorisyeniyim. Kapitalizm eleştirisinin sosyolojik, tarihsel ve siyaset bilimi geleneğini, kapitalizmin sürekli değişen biçimiyle neyle ilgili olduğunu anlamak istediğim anlamında ciddiye alıyorum. Mesele sadece belirli insanların rekabetçi bir ortamda kaybetmeleri değil, bu konuda bir şeyler yapabilecek kaynakların ortaya çıktığı bir yaşam bağlamında var olup olmadıklarıdır. Sosyalleşme ve eğer böyle adlandırmak isterseniz, sömürü kolayca birbirinden ayrılamaz. Kapitalizmde siyaset aynı zamanda onun yaratıcı yıkıcı gücünü kontrol altına alma girişimidir ve bunun ön koşullarından biri dayanışmadır. Fakat dayanışma koşulları artık karşılanmıyorsa, o zaman kapitalizm evcilleştirilemez. Ve evcilleştirilmelidir, aksi takdirde cinayet ve adam öldürme hüküm sürecektir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilen dayanışma kaynaklarının çoğu –güçlü sendikalar veya kitlesel siyasi partiler gibi– neoliberal yıllarda temelden zayıfladı. Kitlesel siyasi partiler üye kaybediyor, reklam profesyonellerinden –ya da ısıtma uzmanlarından (Almanya’nın tartışmalı ısıtma yasasınabir gönderme)– oluşan bir çekirdeğe doğru küçülüyor. Geriye kalan yerel dayanışma toplulukları göçmenleri entegre etmeyi başarmalı ve ardından birlikte mücadele etmelidir. Bugün federal düzeyde bile sözde göçmen kökenli insanlardan çok güçlü bir şekilde etkilenen IG Metall gibi iyi örnekler her zaman vardır. Fakat tüm bunların öğrenilmesi ve inşa edilmesi gerekiyor ve hiçbir şekilde bir gecede gerçekleşemez.

Zeit: Bunun için neden Sahra Wagenknecht İttifakı’na ihtiyacınız var? CDU’da da benzer şekilde göçe şüpheyle yaklaşan pozisyonlar bulabilirsiniz.

Streeck: Çünkü doğru sorular sorulmalı ve çünkü sorulara boş cevaplar verilmemesini sağlamalısınız. Parlamento ne için vardır? Kürsünün arkasında hükümetin hayatını zorlaştıracak kadar bilgili insanların olması içindir. AfD bunu yapamaz; sadece kızgınlıklara hitap eder. Başka bir örnek vermek gerekirse, göç politikasının yanı sıra: dış politikamız hakkında gerçek bir tartışma nerede yapılıyor? BSW dışında doğru soruları kim soruyor? Şansölye bir basın toplantısında 2026’dan itibaren Almanya’da nükleer kapasiteli orta menzilli Amerikan füzelerinin konuşlandırılacağından bahsediyor. Arkasından hiçbir tartışma gelmiyor. Aslında bu, Avrupa’nın güvenlik mimarisinde benzersiz bir değişiklik. Bunu istiyor muyuz? BSW parlamentoda bu tür soruları gündeme getirmeyi başarabilir ve böylece bu sorulardan artık kaçınılamaz. Amaç, eski merkezin üstünü örtmeye, piyasaya bırakmaya veya Brüksel’e kaydırmaya çalıştığı gerçek sorunları ele almak için ulusal siyasi arenayı geri kazanmaktır. Belki de yeniden canlanan demokratik bir kamusal alanda duyarlı bir devleti yeniden tesis etmeyi başaracaktır. Her şey burada başlar; demokrasinin dayandığı kaynak budur. “Otoriterlere karşı demokratlar” gösterileriyle gerçek soruların üstünü örterek bu kaynağın kasıtlı olarak etkisizleştirilmesi, kasıtlı olarak altını oymaktadır. O zaman resmi sözde söylem şu hale gelir: “Wagenknecht milliyetçidir!” Evet, başka ne olabilir ki, ulus-devletlerimiz var ve nihayetinde bu, bir toplum olarak çıkarlarımızı formüle etmek ve savunmak için potansiyel olarak etkili tek aracımız.

Zeit: Liberalizm ve kapitalizm de sağ tarafından özenle teorize ediliyor ve eleştiriliyor. Sizin pozisyonunuzu muhafazakâr ya da gerici bir pozisyondan ayıran nedir?

Streeck: En önemli hocam New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Amitai Etzioni adında bir adamdı. Sosyologların sosyoloğuydu. İlginç bir hayatı vardı. Köln’de doğmuş, İsrail’de bir kibbutzda büyümüş, Martin Buber’in öğrencisi olmuş ve doktorasını Berkeley, Kaliforniya’da yapmıştı. Etzioni daha sonra komüniteryanizmin mucidi olarak kabul edildi. Bu teori, Etzioni’nin toplumlar arasındaki yaşam deneyimini ve belirli topluluklarla olan bağlantısını bir araya getirmiştir. Örneğin kibbutz onu hiç terk etmedi. Deneyimleri, insanların bir topluluğa entegre olamazlarsa ve kendilerini diğer gruplardan ayıran bir ortaklık duygusu geliştiremezlerse yaşayamayacakları yönündeydi. Fakat aynı zamanda insanlar, herkesin eşit derecede insan olduğu bir bağlama uyum sağlamaya da muhtaçtır. Bu, Habermasçı evrenselcilerde ortaya çıkan ve insan topluluklarının aslında ahlaki açıdan meşru tek bir insan topluluğu olan bir bütün olarak insanlık olana kadar daha da yukarılara çekildiği aşırı seyreltmeye bir alternatiftir. Etzioni’nin komüniteryanizmi böyle bir kavramın sosyolojik olmadığını ve bu nedenle de başarısız olmaya mahkum olduğunu anlamıştır. Günümüz koşullarında sorun bana, gerçekte sadece depolitizasyon ve teknokrasi anlamına gelen bir evrenselciliğin nasıl daha da ilerletileceği değil, gerçek “çeşitliliğin” kendi evinde olduğu taban denilen şeye nasıl biraz daha inileceği gibi görünüyor. İnsanlar içinde yaşadıkları somut topluluklarda kendilerini nasıl güçlendirebilirler?

Zeit: Eğer durum buysa, neden AfD’yi ve Björn Höcke’yi desteklemiyorsunuz?

Streeck: Aman Tanrım. Höcke ve takipçilerinin tek bir tutarlı düşüncesini bile bilmiyorum. Hepsi alaycı sembolik provokasyonlardan ibaret. Ama bir şekilde muhafazakâr olsaydı bile, onunla hiçbir işim olmazdı. Sağ muhafazakârlar doğal bir hiyerarşiye, daha iyi olanların daha az iyi olanlara ne yapmaları gerektiğini söylemek için orada olduğu bir dünyaya inanırlar. Fakat ben din değiştirmemiş bir eşitlikçiyim: tüm insanlar eşit değerdedir. Dahası, sağcı muhafazakârlar bu dünyada barış olamayacağına inanırlar: Schmittçi varoluşsal düşmanlar vardır ve ancak onların yaşamasına izin vermezsek yaşayabiliriz. Bu sonuncusu, Amerikan neoconlarının ve dışişleri bakanımız da dahil olmak üzere Avrupalı NATO muhafazakârlarının ana teması haline gelmiştir.

Zeit: Annalena Baerbock’u Höcke ile mi kıyaslıyorsunuz?

Streeck: Eğer bu savaşın ancak Putin’i Lahey’e teslim ettiğimizde sona erebileceğini söylüyorsanız, bu nihai zafer anlamına gelir: Alman tankları Moskova’da. Ben de bunu tekrar düşünmemiz gerektiğini söylüyorum.

Zeit: Bu retoriğe eleştirel bir gözle bakabilirsiniz, fakat aslında bu evrenselci değerler adına bir taleptir – Schmittçi düşman düşüncesi adına değil. Tam tersi: tikelci, cemaatçi konumunuz aslında kendinizden farklı bir düşmanın varlığına dayanıyor.

Streeck: Of, hadi ama. Dünyada başkalarının da olduğu gerçeği, başa çıkmamız gereken bir gerçektir. Onları sevmek zorunda değilsiniz ama onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek zorundasınız. Etzioni’ye geri dönecek olursak: dünya topluluklardan oluşur ve siyasetin görevi, şans ve beceri ile bunları mümkün olduğunca iyi bir şekilde topluluklar topluluğu olarak organize etmektir; bu arada, bu oldukça orijinal olmayan bir şekilde Birleşmiş Milletler Şartı’nda yazılmıştır. Bir kez daha, herhangi bir sağcı gruba katılmamın neden imkansız olduğunu anlıyorum: aşağı yukarı hepsi, doğal olarak ait oldukları bir azınlığın çoğunluğa ne yapması gerektiğini söyleme hakkına sahip olduğu varsayılan elitist bir dünya görüşüne bağlılar. Ben bunu destekleyemem; ben son derece eşitlikçiyim. Benim için her insanın yaşam deneyimi eşit derecede değerlidir, işte bu nedenle bir demokraside, Nobel Ödülü sahibi olsun ya da olmasın, herkesin lise notlarına göre ağırlıklandırılmamış tam olarak bir oyu ve yalnızca bir oyu vardır. Buna karşı çıkan biri benim arkadaşım olamaz. BSW ile ilgili olarak: siyasi hareketleri kültürel olarak özgürlükçü veya muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici veya liberal olmak üzere iki boyutta kategorize edebilirsiniz. Bu dört çeyrek oluşturur ve bunlardan üçü doludur. Dördüncü çeyrek, kültürel olarak muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici, şimdiye kadar işgal edilmemiştir. BSW’nin kalıcı olarak yerleşebileceği ve benim de kendimi rahat hissettiğim yer burasıdır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kiev’in Rusya içlerine saldırmasına izin veren Batı hangi riskleri göğüslüyor?

Yayınlanma

Yazar

Geçen hafta İngiliz basınında çıkan haberlere göre, İngiltere hükümeti Ukrayna’ya uzun menzilli Storm Shadow füzelerini verme kararı aldı. The Guardian gazetesine konuşan hükümet kaynakları, bu füzelerin Rusya’nın iç bölgelerini hedef almak için kullanılabileceğini belirtti. Kaynaklar, kararın alındığını ancak henüz kamuoyuna duyurulmadığını ifade etti.

The Times gazetesi ise konuyla ilgili farklı bir boyuta dikkat çekti. Gazeteye göre, ABD yönetimi Ukrayna’nın İngiliz ve Fransız yapımı uzun menzilli füzeleri Rus topraklarına karşı kullanmasına onay verirken, kendi üretimi olan ATACMS füzelerini vermekten kaçınıyor. Başkan Joe Biden’ın bu tutumunun arkasında, çatışmanın daha fazla tırmanmasını engelleme çabası olduğu belirtiliyor.

Öte yandan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, konuyla ilgili yaptığı açıklamada ilginç bir iddiada bulundu. Putin, Kiev’in bu tür ileri teknoloji füzeleri kendi başına kullanamayacağını, Batılı ülkelerin uydu istihbaratına ihtiyaç duyacağını öne sürdü. Ayrıca, bu füze sistemlerinin uçuş planlamasının yalnızca üretici ülkelerin askeri uzmanları tarafından yapılabileceğini iddia etti. Şu anda Quincy Enstitüsü kadrosunda olan CIA’in eski Rusya analisti George Beebe, ilgili kararın Batılı ülkeler açısından yaratacağı risklere işaret ediyor.


Ukrayna için fark yaratacak kadar uzun menzilli füzeler yok

Kiev’in Rusya içlerine saldırmasına izin vermek, bizi doğrudan savaşın içine çekebilir

George Beebe, Responsible Statecraft

Rusya ile Batı arasındaki gerilim tırmanıyor ve askeri çatışmayı önlemek için hareket alanı giderek daralıyor.

ABD ve İngiltere’nin Rusya’nın iç bölgelerine saldırı için Batı menşeili füzelerin kullanımını onaylayacağı söylentileri üzerine, Putin dün sert bir açıklama yaptı. Bu hamlenin “çatışmanın doğasını değiştireceğini” ve NATO ile Rusya’nın fiilen savaşta olacağı anlamına geleceğini belirtti. Rusya’nın “gerekli adımları atacağı” konusunda uyarıda bulundu.

Buna karşılık İngiltere Başbakanı Keir Starmer şöyle konuştu: “Bu çatışmayı Rusya başlattı. Rusya, Ukrayna’yı hukuksuz bir şekilde işgal etti. Rusya isterse bu çatışmayı hemen bitirebilir. Ukrayna’nın kendini savunma hakkı var.”

Rusya’nın kararlılığını sınamanın askerî açıdan mantığı net değil. Havadan fırlatılan seyir füzelerinin kullanılması, Rusya’nın nüfus ve askeri üretim açısından büyük avantaja sahip olduğu bu yıpratma savaşında, Ukrayna’nın kazanma şansını kayda değer ölçüde artırmayacak. Ruslar, Ukrayna’nın iyi eğitimli ve donanımlı güçlerini savaşa sokma kabiliyetini zayıflatıyor ve seyir füzeleri bu durumu değiştirmeyecek.

Ayrıca, Ruslar Ukrayna’nın daha uzun menzilli saldırı yeteneklerine uyum sağlayabilir. Nitekim HIMARS topçuları ve ATACMS karadan fırlatılan füzelerine karşı halihazırda önlem aldılar. Örneğin, ikmal depolarını taşıdılar ve gelişmiş Batı silahlarını etkisiz hale getirmeye dönük elektronik harp yöntemlerini daha etkin kullanmaya başladılar.

Ukrayna’nın Rusya anavatanına gerçek manada zarar verebilmesi için, Batı’nın çok sayıda uzun menzilli füze sağlaması gerekecek. Fakat Batı’nın bu miktarda füze temin etme kapasitesi sınırlı ve bu füzelerin sağlanması neredeyse kesin olarak Rusya’nın doğrudan misillemesine yol açacak.

Rusya’ya yönelik derin saldırılara onay vermenin siyasi mantığı da belirsiz. Bu tür saldırıların Putin üzerinde savaşı sona erdirme baskısı yaratacağı veya onu müzakere masasına oturtacağı konusunda iyimser olmak için pek sebep yok. Bilakis, Rusya’nın Ukrayna halkıyla değil NATO ile savaştığı iddialarını güçlendirmesi muhtemel. Tarihte geniş çaplı bombardımanların halk direnişini artırdığına dair çok sayıda örnek var. Şimdiye dek Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırıları da bunu kanıtladı ve Ukrayna milliyetçiliğini ve Rusya karşıtı duyguları körükledi.

İstenmeyen bir başka muhtemel sonuç, Batı’nın artan askeri desteğinin, Rusya’nın gelecekteki müzakerelerdeki taleplerini sertleştirmesi. Batı, Ukrayna’yı Rusya’ya karşı kullanmaya ne kadar istekli görünürse, Ruslar da bir çözümün koşulu olarak Ukrayna’nın kapsamlı bir şekilde silahsızlandırılması konusunda o kadar ısrarcı olacak.

Öte yandan, riskler olası kazanımlara göre çok daha büyük. En büyük tehlike, Rusya’nın “caydırıcılığını yeniden tesis etmek” zorunda hissetmesi ve Batı’ya, Ukrayna’ya sağladığı silahların etkisini ve menzilini sonsuza dek artıramayacağını göstermek istemesi. Putin, kendi ülkesinde, Rusya’nın NATO ile geniş çaplı bir savaştan başka seçeneği kalmayana kadar Batı’nın müdahalesini derinleştirmemesi için Batılı bir hedefi vurarak net bir sınır çizmesi yönünde baskı altında kalabilir.

Putin hangi “gerekli önlemleri” alabilir? Rusya’nın derhal nükleer bir tırmanışa gitmesi pek olası değil. Bunun yerine, Avrupa’daki sabotaj eylemlerini (şimdiye kadar büyük saldırılardan çok uyarı niteliğindeydi) ciddi ölçüde artırabilir; Hizbullah’a veya Husilere füze ve uydu istihbaratı sağlayabilir; ya da daha ileri gitmek isterse, Ukrayna saldırıları için kritik öneme sahip Batı uydularına saldırabilir.

Bu eylemlerden herhangi biri Batı’ya ciddi zarar verebilir ve Batı’nın tepkisine yol açabilir. Bu da sonu belirsiz, son derece tehlikeli bir tırmanma döngüsünü tetikleyebilir.

Sınırı nerede çizeceğini yalnızca Putin bilebilir. Ancak dünyanın en büyük nükleer güçleri arasında doğrudan bir savaşın tehlikeleri göz önüne alındığında, bu sınırın nerede olabileceğini zorlamaya devam etmek bizim açımızdan oldukça riskli.

Rusya bu savaşı kayıtsız şartsız kazanamaz. Ukrayna’nın geniş topraklarının tamamını ele geçirip yönetemez, zira bu Rusya’nın mevcut ordusunun kat kat üstünde bir işgal gücü gerektirir. Fakat Ukrayna’yı harap edebilir, yeniden inşa edilemeyecek ya da kimseyle ittifak kuramayacak kadar işlevsiz bırakabilirler.

Ukrayna’nın bağımsızlığını koruyan ve müreffeh bir gelecek fırsatı sunan bir çözüme ulaşmayı zorlaştırmak ne Batı’nın ne de Ukrayna’nın çıkarına.

Ukrayna’nın şu anda acilen ihtiyaç duyduğu şey uzun menzilli silahlar değil, bu savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesi ve Ukrayna’ya kendini yeniden inşa etme ve refaha kavuşma konusunda gerçekçi bir şans tanıyan uygulanabilir bir plan.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Fransa’da “Macro-Lepenizm” dönemi başladı

Yayınlanma

Editörün notu: Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, bütün teamüllere aykırı olarak ve bir “darbe” görüntüsü ile solcu Yeni Halk Cephesi’ne hükümet kurma şansı vermeyip Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik (RN) ile zımni bir anlaşma ile muhafazakâr başbakan Barnier’yi ataması tartışmaları alevlendirdi. Macron’un düşmanı gibi görülen Le Pen ve sağcı partisi, görünen o ki göç gibi bazı meselelerde takındığı tutumdan memnun kalarak Barnier’ye güven oylamasında destek çıkacak. Bu, Macron-Le Pen iktidarının ilk adımı gibi görünüyor; ama bunun da ötesinde, Batı’da “proto-faşist” gibi görünen partilerin ana akım “neoliberal” unsurlarla kutsal olmayan ittifakında önemli bir aşama kat edildiğini de gösteriyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çeirmene aittir.


Macron ve Le Pen’in “kutsal olmayan” iktidarı: Bu tehlikeli birliktelik, Avrupa’yı yeniden şekillendirebilir

Thomas Fazi
Unherd
7 Eylül 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Macron, temmuz ayında aldığı parlamentoyu erken seçime götürme kararı nedeniyle acımasız eleştirilere maruz kaldı. Le Pen’in Ulusal Birlik’in (RN) Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ilk sıraya yükselmesinin ardından halktan bir “açıklama” istediğini söyleyen Macron, yapılan seçimlerde çoğunluğu kaybederek “asılı parlamento” ile karşı karşıya kaldı. Bunu Fransa’yı kaosa sürükleyen iki aylık siyasi tıkanıklık süreci takip etti. Gerçekten de Cumhurbaşkanı’nın fevri kumarı başta feci bir şekilde ters tepmiş gibi görünüyordu.

Ancak 5 Eylül’de şaşırtıcı bir gelişme yaşandı ve Élysée sonunda yeni başbakan üzerinde uzlaşıldığını duyurdu. Bu tanıdık bir isimdi: AB’nin önceki dönem Brexit baş müzakerecisi Michel Barnier. Macron onu “ülkenin hizmetinde birleştirici bir hükümet” kurmakla görevlendirmişti. İlk bakışta bu zayıf bir ihtimal gibi görünebilir. Zira Barnier Fransa’da ne popüler ne de o kadar iyi tanınıyor, partisi Cumhuriyetçiler de son seçimlerde ancak yüzde 5 kadar oy alabildi. Dört kez hükümette bakanlık ve iki kez de AB komiserliği yapmış olan 73 yaşındaki Barnier, uzun zamandır merkezci, liberal görüşlü bir neo-Gaullist olarak görülüyor ve (seçmenlerin kitlesel olarak reddettiğini gördüğümüz) müesses nizamın bir temsilcisi. Hatta “Fransız Joe Biden” olarak biliniyor. Macron için uzun süredir devam eden bir dizi siyasi kumarın sonuncusu olan bu hamle belki de pek yakında dahice olarak anılacak.

Daha iki ay önce, Macron’un Avrupa seçimlerinde Le Pen karşısında aldığı ezici yenilgi, onu derin bir gayrimeşruluk girdabının içine sokmuştu. Bir zar attı ve Le Pen’i uzak tutmayı başardı- ancak karşılığında Macronizm’in yeminli düşmanı Jean-Luc Mélenchon’un sol-popülist partisi Boyun Eğmeyen Fransa’dan [La France insoumise] oluşan yeni bir sol kanat bloku güçlendirdi. Macron şimdi hem solda hem de sağda iki düşman arasında sıkışmış durumda. Oysa hem kurumsal protokol [teamül gereği] hem de temel demokratik mantık, en çok sandalyeyi kazanan koalisyon olan Yeni Halk Cephesi’nden bir başbakan atanması gerektiğini dikte ediyor.

Ne var ki bu Macron için pek çok bakımdan felaket anlamına gelebilirdi: Yeni Halk Cephesi [Nouveau Front populaire], diğer vaatlerinin yanı sıra, emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkaran ve Macron’un amiral gemisi niteliğindeki oldukça tartışmalı emeklilik yasasını yürürlükten kaldırmayı taahhüt etmişti. Bu senaryoyu bertaraf edebilmek için Macroncu blok ve Fransız müesses nizamı ciddi bir manevra yaptı. Le Pen’i yenmek için bir “cumhuriyetçi cephe” kurmada solun desteğini başarıyla aldıktan sonra aynı mantığı bu kez solun kendisine karşı kullandı. Artık iktidardan uzak tutulması gereken “tehlikeli radikaller” ya da “aşırı sağdakiler” değil, “aşırı soldakiler” idi. Bununla tutarlı olarak da Mélenchon’un partisi ile çalışmayı ya da herhangi bir iş birliğini ivedilikle reddetti.

Yeni Halk Cephesi, başbakan adayı olarak 37 yaşında, pek de radikal sayılmayacak bir devlet memuru olan Lucie Castets’i ortaya attığında, Macron bir açıklama yaparak sol koalisyondan bir başbakan atamayacağını, çünkü onların istikrarlı şekilde hükümet edebilecek bir durumda olmadıklarını öne sürecekti. Bu ilk bakışta belki de şok edici bir demokrasi ihlaliydi. Fakat Fransız cumhurbaşkanının günden güne daha baskıcı olan tekno-otoriter yönetimi ve sağa karşı solu kendi çıkarına kullanma, karşılığında ise hiçbir şey sunmayan pratiği düşünüldüğünde bütünüyle tutarlıydı.

Her ne kadar Yeni Halk Cephesi’nden bu kararın bir “rezalet” ya da “kabul edilemez bir irade gaspı” olduğu şeklinde pek çok ses çıksa da Macron ekonomik reformlarını korumak ve solu iktidardan uzak tutmak için elinden ne gerekiyorsa yapacaktı. Temel demokratik ilkeleri göz ardı etmekten çekinmeyecek ve hatta Le Pen ile anlaşmaya varmaktan dahi geri durmayacaktı.

Barnier’e gelelim. Belki de Macroncu blok ile AB karşıtı Ulusal Birlik arasındaki olası anlaşmaya aracılık etmesi beklenmeyen bir aday. AB’nin baş Brexit müzakerecisi olarak üstlendiği görevde, karşılıklı fayda sağlayacak bir ilişki kurmaya çalışmaktansa Birleşik Krallık’ı birlikten ayrılmaya cüret ettiği için “cezalandırmaya” daha niyetli görünen radikal bir AB yanlısı ideolog olarak ün kazandı. Pazarın bütünlüğü ve İrlanda sınırı meselesi başta olmak üzere AB’nin kırmızı çizgileri konusundaki ısrarı, Brexit yanlıları tarafından Birleşik Krallık’ın tatmin edici bir anlaşma elde etmesini engellediği ve benzer ayrılıkları düşünen diğer üye devletler için caydırıcı olduğu şeklinde değerlendirilmişti.

Yeni başbakanı onaylamak için resmi bir ittifaka gerek olmasa da –Le Pen’in Macron ile resmi bir anlaşma sürecine girmesi kendi siyasi intiharı anlamına geleceğinden elbette böyle bir şey söz konusu değil– Cumhurbaşkanı, Le Pen ile önden anlaşmadan Barnier’in ismini telaffuz edemezdi. Le Pen’in, adı geçen başbakana karşı sol ile birlikte bir güvensizlik önergesini desteklemesi riski göze alınamazdı zira (ki sol cephe böylesi bir oylamayı gündeme getirme sözünü zaten vermişti). Le Pen ise yeni hükümeti bazı tekil politikaları konusunda desteklemeye açık olduğunun sinyallerini çoktan vermiş durumda: “Michel Barnier en azından talep ettiğimiz ilk kriteri karşılıyor gibi görünüyor, yani farklı siyasi güçlere saygılı ve Ulusal Meclis’teki birinci parti olan Ulusal Birlik ile diyalog kurabilecek bir isim.”

Anlaşmanın nasıl gerçekleşmiş olabileceğini tahmin etmek pek zor değil aslında: Ulusal Birlik’in Macron’un ekonomik reformlarına karşı çıkmaması ve Fransa’nın mevcut Ukrayna politikasını desteklemesi ön koşuluyla yeni hükümet, başta göç olmak üzere Ulusal Birlik’in öncelik bellediği bazı konulara eğilecek. Elbette bu anlaşmanın geçerli olup olmayacağının ya da devam edip etmeyeceğinin bir garantisi yok. Ancak sürecin buraya kadarki kısmını dahi Macron için büyük bir zafer olarak görmemek güç. Tek hamlede solu marjinalleştirirken, Ulusal Birlik’i ana akım siyasetin içine çekti ve ekonomi ve dış politika konularında sivri yanlarını köreltmeye zorladı – öyle ki müesses nizama yanaştığı düşünülürse partiye olan desteğin azalma ihtimali dahi var. Sadece birkaç ay önce siyasi olarak ölü kabul edilen biri için hiç de fena bir netice sayılmaz.

Elbette bu, kilit konularda hükümet politikasını etkileyebilme potansiyeline sahip Le Pen için kötü bir sonuç değil. Macron yanlısı blok ve geriye kalan merkez sağ partiler mutlak çoğunluğa sahip olmadığından, Le Pen’in partisi hükümet politikası üzerinde fiili bir veto yetkisine sahip. Merkezde yer alan bir milletvekilinin ifadesiyle Barnier’in kaderi fiilen “Ulusal Birlik’in elinde” olacak. Yine de burada asıl kazananın müesses nizam olduğunu görmek lazım: Macron, göç ve güvenlik konularında verdiği tavizin karşılığında, ekonomi ve dış politikadaki mevcut yönelimi –AB’nin dayattığı bütçe kesintileri ve neoliberal yapısal reformlar ile NATO bayrağı altında Ukrayna’ya mali-askeri desteğin devam ettirilmesi– sürdürecek bir istikrar sağlamayı başardı.

Fransız tarihçi Emmanuel Todd’un 2018’de ortaya attığı “Macro-Lepenizm” kavramı düşünüldüğünde, bu sonucun çoktan öngörüldüğü fark edilecektir. Bu kavram, Macron’un temsil ettiği finans sermayesi ile Le Pen’e zımni olarak atfedilen otoriterlik arasındaki örtük bir anlaşmayı imliyor. Todd, Macron ve Le Pen’in siyasi yelpazenin farklı uçlarını temsil ettiği iddialarına rağmen, politikalarının ve eylemlerinin görünenden daha derin bir uyumu olduğunu savunuyor. Todd’a göre her iki isim de daha büyük toplumsal değişimler pahasına yönetici sınıfın, özellikle de servet sahiplerinin çıkarına olacak bir siyasal sistemi destekliyor. Todd’un ortaya koyduğu temel eleştirilerinden biri hem Macron’un hem de Le Pen’in otoriter eğilimler sergilemesiydi: Örneğin Le Pen, Fransız polisinin Sarı Yelekliler protestoları karşısındaki, acımasız saldırganlığını desteklediğini değişik biçimlerde ifade etmişti. Tüm bunlar, bu ittifakın olası bir iktidarının Fransa coğrafyasını aşan siyasal sonuçlar doğuracağını söylüyor bize.

Merkezci-liberal ve sağ-popülistler arasındaki bu ittifak –“liberal-muhafazakâr popülizm” olarak adlandırabiliriz– pekâlâ diğer Avrupa ülkeleri için de bir model haline gelebilir. Yani daha katı göç politikaları ve ilericiliğe karşı kültürel gericilik, AB-NATO çerçevesinde dizayn edilmiş ana akım bir ekonomi ve dış politika yaklaşımıyla yan yana gelebilir. Bunu sağ-popülizm için hem bir zafer hem de bir yenilgi olarak görmek mümkün: Başta göç ve kamu güvenliği olmak üzere muhtelif alanlardaki politikaları değiştirmeyi başaracağı ölçüde bir zafer; hâkim ekonomik-politik düzene radikal şekilde meydan okumayacağı başaramayacakları ve Le Pen örneğinde olduğu gibi müesses nizamın içine çekilecekleri anlamına geleceği ölçüde ise yenilgi.

Tam da bu noktada AB’nin yapısı büyük bir rol oynamaktadır: Brüksel’in üye ülkeler, özellikle de Avro bölgesine dahil olanlar üzerinde uyguladığı ekonomik ve mali kontrolün derecesi, mevzubahis sağ-popülist partiler olduğunda bile AB’nin diktalarına uymaktan başka seçenekleri olmadığı anlamına gelir. Bu anlamda Barnier’in Brüksel ile olan yakın ilişkisi kilit önem taşıyacaktır, zira Fransa’yı Avrupa gündemiyle uyumlu tutma konusunda AB ile el ele çalışması bekleniyor. İlk açıklamasında Fransa için bir tür “yeşil kemer sıkma” müjdesi vermesi bu bağlamda tesadüf olmasa gerek. Başbakan olarak insanlara “gerçekleri, söylemesi zor dahi olsa, söyleyeceğini” ifade etmişti -kamu borçlarının yanı sıra çocukların omuzlarına yüklenen çevresel/ekolojik gerçekleri de-.

Fakat sağ popülist partiler de sorumluluğun bir kısmını paylaşıyor: Güvenlik sorununu daha geniş bir ekonomik güvenlik bağlamından ziyade neredeyse sadece göçe dönük daha sıkı tedbirlerle çerçeveleyerek ve AB’nin yapısının gerçek değişimlerin önünde yapısal engeller koyduğunu kabul etmeyerek müesses nizam tarafından içerilmek için kolay bir av haline geldiler. Bu gidişle “Macro-Lepenizm” kalıcı olacak.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English