Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Yeni bir refah devleti mümkün mü?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Prabhat Patnaik imzasıyla People’s Democracy’de yayınlandı. Hindistan’ın dünyaya armağan ettiği en önemli iktisatçılardan olan Patnaik, Hindistan Komünist Partisi (Marksist) bağlantılı Marxist dergisinin de katkıcılarından. Makalede Patnaik’in aklında Hindistan’ın olduğu göz önüne alınmalıdır; Narendra Modi liderliğindeki BJP hükümetleri, Türkiye’den aşina olduğumuz şekilde, ne olursa olsun iktisadi büyümeyi ön plana alıyor. Hintli marksist, ne olursa olsun iktisadi büyümenin emekçi halkı kendiliğinden refaha kavuşturacağı fikrine itiraz etmektedir, ki tekrar olacak, buna yine Türkiye’den aşinayız. Patnaik, neoliberalizmin ana sütunlarından olan “devletin maliye politikaları uygulamaması” ve yalnızca merkez bankalarının para politikalarıyla ilgilenmesi fikrinin yerine kamu harcamalarını ön plana alan bir maliye politikası önermektedir. Patnaik’in önerisi, toplam talebi artırmayı hedefleme anlamında bir miktar “Keynesçi” bulunabilir; bununla birlikte Patnaik, refah devleti politikaları için dahi sınıflar mücadelesine, işçi sınıfının örgütlülüğüne işaret etmektedir. Ona göre kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki sözde Altın Çağ’ı, kapitalizmin sosyalizme ve işçi sınıfına verdiği ve 1980’li yıllarda tersine çevirdiği bir ödünden ibarettir. Kapitalizmin, yaratılan zenginliği “kendiliğinden” emekçi halka aktaracağı düşüncesi bir illüzyondur. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Refah Devleti İçin Fiskal[1] Zorunluluk

Prabhat Patnaik
4 Aralık 2022

İkinci dünya savaşı sonrası dönemde, gelişmiş kapitalist ülkelerde, özellikle de Avrupa’da, Sovyetler Birliği’nin yarattığı etkiyi taklit eden bir dizi refah devleti önlemi görüldü. Kapitalizm, düşmanlığına rağmen bu önlemleri kabul etmek zorunda kaldı, çünkü varoluşsal bir krizin ortasındaydı, savaşla zayıflamıştı, işçi sınıfının öfkesinin kabarmasıyla sarsılmıştı ve sosyalizmin Doğu Avrupa’da yayılmasından dehşete düşmüştü. Bununla birlikte, müteakiben konumunun sağlamlaşmasıyla birlikte, refah devleti önlemlerine karşı düşmanlığı kendini açıkça gösterdi. Bu önlemleri geriletmeye çalıştı, fakat işçilerin direnişi sayesinde arzu ettiği başarıyı elde edemedi; Margaret Thatcher gibi biri bile Britanya’daki Ulusal Sağlık Hizmetini ilga etmeyi başaramadı. Aynı zamanda, ironik bir şekilde, kapitalizm, yağmacı olmaktan uzak, gerçekten de insanların refahını garanti eden bir sistem olduğu iddiasıyla refah devletinden bir dereceye kadar meşruiyet sağladı.

Bununla birlikte, refah devletinin sürdürülmesi, Avrupa ülkelerinde daha önceki döneme kıyasla ve aynı zamanda refah sağlama konusunda eli sıkı davranan ülkeler için mevcut rakamlara kıyasla önemli ölçüde daha yüksek bir vergi-GSYİH oranı anlamına geliyordu. 2020 yılı için azalan vergi-GSYİH oranına göre düzenlenmiş ülkeler listesinde, ilk 30 ülkenin 29’u Batı ve Doğu Avrupa’dan, yani Komünist veya Sosyal Demokrat bir yönetim mirasına sahip olan ülkelerden; Avrupalı ​​olmayan tek ülke, yine yalnızca komünist yönetim altında olmakla kalmayıp, refah devleti önlemleri tüm dünyada hayranlık uyandıran Küba’dır.

Komünist hükümetlerin refah devleti önlemlerini benimsemesi ve bunun için gerekli olan kaynakları yüksek vergilendirme yoluyla sağlaması ve bu düzenlemenin komünizmin çöküşünden sonra da devam etmesi şaşırtıcı olmamalı; fakat çarpıcı olan, Batı Avrupa Sosyal Demokrasisinin de refah devleti imkânlarını finanse etmek için yüksek bir vergi-GSYİH oranını korumuş olmasıdır. Fransa yüzde 46,2’lik vergi-GSYİH oranıyla listenin başında yer alırken, onu Danimarka (46,0), Belçika (44,6), İsveç (44,0), Finlandiya (43,3), İtalya (42,4) ve Avusturya (41,8) izliyor. Ortaya çıkan kaçınılmaz sonuç, bir refah devletinin sürdürülmesinin ağır vergilendirmeyi, yani piyasa tarafından kendiliğinden üretilen gelir dağılımı modeline devletin ağır müdahalesini gerektirdiğidir.

Bu Avrupa ülkelerinin hiçbiri, savaş sonrası yıllarda kapitalizmin sözde Altın Çağı’nın en parlak döneminde bile, günümüzün hızlı büyüyen ekonomilerininki kadar etkileyici GSYİH büyüme oranları ile karakterize edilmemiştir; GSYİH büyüme oranları, 2008’de konut balonunun çökmesinden sonraki dönemde daha da düşük seviyelere indi. Hindistan ise, aksine, yetkilileri sözde hızlı büyüyen bir ekonomi olduğu için birbirlerinin sırtlarını sıvazlamaya devam ederken, berbat refah devleti önlemlerine ve şaşırtıcı olmayan bir şekilde, ölçeğin alt seviyelerine doğru giden bir vergi-GSYİH oranına (yüzde 18.08) sahip.

Bu bulgulardan üç önerme çıkar. İlk olarak, GSYİH büyümesinin “damlama” etkisi tamamen anlamsız bir kavramdır. Dizginsiz kapitalizmin işleyişinin sonucu, emekçi halk kitlesinin refah düzeyini yükseltmeyi asla kendiliğinden başaramaz. Bunun nedeni, kapitalizmin, ana işlevlerinden biri, toplumsal çıktıdaki artığın payının artması için, kapitalistlere ve onların “dalkavuklarına” daha büyük tüketime neden olacak şekilde,  emek üretkenliği artmaya devam ederken bile ücretleri düşük tutmak olan yedek bir emek ordusu olmadan asla işleyememesidir. İşçiler, kapitalizmin hükmü altında ekonomik büyümenin nimetlerinden otomatik olarak yararlanamaz. Doğru, eğer örgütlenirlerse, daha iyi yaşam koşulları için savaşabilir ve hatta onu elde edebilirler; fakat böyle bir durumda, devleti, aynı zamanda kendilerine daha yüksek bir toplumsal ücret sağlamak için vergi-GSYİH oranını artırmaya da zorlayacaklardır. Diğer bir deyişle, belirleyici olan, faydalarının “damlayacağı” varsayılan ekonomik büyümenin hızı değil, etkin bir şekilde mücadele etme kapasiteleridir.

Aynı şey, düşük vergilendirme seviyelerine rağmen, yüksek bir GSYİH büyüme oranının, hükümetin emekçi halkın refahını artırmak için yeterli miktarları harcayabileceği kadar çok kaynağı otomatik olarak eline vereceği inancı için de söylenebilir. Bu tamamen yanlış bir inançtır: refah devletine geçiş hiçbir zaman gizlice veya sözde hayırsever önlemlerin küçük artışlarıyla gerçekleşmez; bu geçiş, vergi-GSYİH oranında önemli bir artış yoluyla gerekli kaynakların seferber edilmesinin dışavurduğu bir kırılma olarak gerçekleşir.

İkinci önerme aşağıdaki gibidir. GSYİH büyümesi tek başına [per se] bir refah devletine yol açmaz, fakat aslında, GSYİH büyümesini fetişleştirmek, refah devletine doğru herhangi bir geçişi önlemenin, refah devletinin yaratılması için kendilerine yönelik transferlerde ısrar etmektense, daha büyük yatırımlar üstlenebilmeleri ve böylece daha büyük GSYİH büyümesine yol açabilmeleri için kapitalistlere kaynak transferine izin vererek emekçi halkın aslında daha iyi durumda olacağına dair yanlış bir anlatı yaratmanın bir yolu haline gelir. Hatta ikinci pozisyon, aşağılayıcı bir şekilde “popülizm” olarak adlandırılır ve sözde “avantaların” dağıtımını gerektirdiği için savurgan ve dar görüşlü olarak madara edilir. GSYİH büyümesinin bu fetişleştirilmesi, vergi-GSYİH oranını düşük tutmak için argüman olarak kullanılır, çünkü tipik olarak kapitalistlerin vergilendirilmesini gerektirecek herhangi bir artışın sözde onların “işletmelerini” ve dolayısıyla yatırım yapma güdülerini yok edeceği ve o suretle GSYİH büyümesine zarar vereceği varsayılır.

Buradaki mantık elbette analitik olarak yanlıştır: kapitalistler, sırf kullanımlarında daha geniş kaynaklar var diye daha fazla yatırım yapmazlar; yatırım kararları, pazarın beklenen büyümesi tarafından yönetilir ve bu nedenle, transferler yoluyla kendilerine daha fazla kaynak verildiği için artmaz. Fakat bu analitik olarak hatalı argüman bile, refah devleti talebini itibarsızlaştırmak ve ona yönelik herhangi bir hareketi alt üst etmek için kullanılıyor. Bununla birlikte, dünya çapındaki refah devletleri deneyiminin gösterdiği şey, böyle bir duruma ulaşmak için vergi-GSYİH oranının büyük ölçüde artırılması gerektiğidir; bu, kapitalistlerin önemli ölçüde artan vergilendirmesini içerir ve onun büyüme beklentilerine vereceği zarar hakkındaki tartışmayı tamamen göz ardı eder. Başka bir deyişle, refah devleti talebi, resmi burjuva müdafacılığının bir parçası olan GSYİH büyümesinin fetişleştirilmesinin üstesinden gelmelidir.

Üçüncü önerme, dışlamanın diyalektiği ile ilgilidir. GSYİH büyümesini teşvik etmek için hükümet bütçesinden kapitalistlere kaynak transferleri yapıldığından ve tipik olarak neo-liberal kapitalizmin akıbetini [denouement] oluşturan resesyon ve durgunluğun başlamasıyla birlikte transferlerin göreli büyüklüğü arttıkça, bütçeden daha önce yapılan önemsiz refah harcamaları için bile daha az kaynak kalır. Bu, eğitim, sağlık ve diğer temel hizmetlerin özelleştirilmesiyle sonuçlanır, bu da emekçi halkın tüm bu hizmetlerden daha fazla dışlanmasına yol açar. Kapitalistlere yapılan transferler, yatırımda herhangi bir artışa neden olmadığı ve hatta tüketimlerinde çok hızlı bir artış yaratmadığı için, bu transferlere karşılık gelen refah harcamalarındaki azalma, tüm toplam talebi azaltma sonucuna sahiptir. Bunun GSYİH büyüme oranını düşürme sonucu vardır, öyle ki büyüme oranını bu şekilde yükseltme çabası paradoksal olarak tam tersi bir etkiye sahiptir, fakat bu, kapitalistlere yapılan transferlerde daha fazla artış için bir bahane haline gelir ve bu da büyüme oranını daha da azaltma anlamına gelir. Bu tür transferlerin tersi refah harcamalarında bir azalma olduğu için, bu tür harcamaların ölçeği giderek küçülür. Kısacası, refah devletine doğru ilerlemek yerine ondan giderek daha da uzaklaşırız.

Bizler Hindistan’da bugünlerde bu türden bir diyalektiğin ortasındayız. Hem düşük vergi-GSYİH oranı hem de yatırımı ve GSYİH büyümesini teşvik etme gibi yanlış bir fikir altında kapitalistlere yapılan transferlerin artan ölçeği nedeniyle fiskal kaynaklar üzerinde öyle bir baskı var ki, merkezi hükümet, daha önce kırsal kesimdeki yoksullar için bir cankurtaran halatı görevi gören Mahatma Gandhi Ulusal Kırsal İstihdam Garantisi[2] programını bile tasfiye ediyor.

Açıklığa kavuşturmak ve özetlemek gerekirse, mevcut neo-liberal kapitalizm çağında yayılan GSYİH büyümesi fetişizmiyle ilgili iki ayrı sorun vardır: birincisi, kapitalistlere daha büyük transferler yapmanın daha yüksek yatırıma ve dolayısıyla büyümeye yol açtığı iddiasının altında yatan analitik hata; ve ikincisi, vergi-GSYİH oranı küçük olsa bile, daha yüksek GSYİH büyümesinin halk için daha fazla refaha yol açtığı iddiası. Dünyanın her yerindeki deneyim, refah devleti kurmanın fiskal çabada büyük bir artış gerektirdiğini gösteriyor.

Dipnotlar:

[1] İng. fiscal: Türkçeye “mali” olarak da çevrilen bu sözcük, iktisatta daha çok devletin maliye araçlarıyla aracılığıyla izlediği ekonomi politikalarıdır. Merkez bankalarını merkeze alan neoliberal amentünün en önemli kaidelerinden biri, fiskal politikalardan uzak durmak, yalnızca merkez bankalarının faiz haddi ve para arzı politikalarıyla ekonomiyi yönetmektir. Fiskal yöntemler, devlet harcamaları ile vergi politikalarına işaret eder. (ç.n.)

[2] Mahatma Gandhi Ulusal Kırsal İstihdam Garantisi Yasası (NREGA), 2005 yılında Birleşik İlerici İttifak (UPA) hükümeti döneminde çıkarılan ve kırsalda “çalışma hakkı”nı garanti altına alan yasa. Modi yönetimi, programın yoksul eyaletlere değil de zengin eyaletlere kaynak aktardığına ileri sürerek yasayı değiştirmek istiyor. (ç.n.)

Çeviren: Erman Çete

DÜNYA BASINI

İsrail, Gazze’nin güneyini işgal ederse…

Yayınlanma

İsrail ile Hamas arasındaki insani ara sona erdi. İsrail, savaşın ikinci aşamasında Gazze’nin güneyini de hedef alacağını duyurdu. Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail ordusunun Gazze’nin güneyini karadan işgal etmesi durumunda halihazırda Gazze’nin kuzeyinden gelen göçlerle kalabalıklaşan nüfusun Mısır sınırına yığılmaktan başka çaresi kalmayacağı görüşünde.

***

İsrail ordusu Gazze’deki ateşkesi neden sonlandırmak istedi ve şimdi ne olacak?

İsrail, savaşın Gazze’nin ‘tamamına’ yayılacağı uyarısında bulundu. Bu da diğer ülkeleri devreye girmeye zorlayabilir.

Zoran Kusovac

Ateşkes sona erdi. Perşembe günü Katar’da devam eden sinir bozucu müzakereler, daha önce mutabık kalınan sürenin dolmasına dakikalar kala insani yardım amaçlı ateşkesin 24 saat gibi cüzi bir süre uzatılmasıyla sonuçlanmıştı.

Ancak cuma sabahı, ara için verilen sürenin dolmasıyla birlikte çatışmalar yeniden başladı. İsrail ordusu açıklama yaparak Gazze Şeridi’nde Hamas’a karşı çatışmaların yeniden başladığını duyurdu ve Filistinli silahlı grubu, İsrail topraklarına ateş açarak ateşkes şartlarını ihlal etmekle suçladı. Gazze Şeridi’nin kuzeyinde patlama ve silah sesleri duyulduğu bildirildi.

İsrail ordusu uzun zamandır savaşın devamı için çaba harcıyor. Çarşamba günü ordu genelkurmayının düşüncesini açıklamıştım: kendilerine savaşın bittiği söylenmedikçe, devam ettiğini varsayıyorlar. Bu nedenle, tercihen kararsızlık yaratan ve morali zayıflatan herhangi bir ara olmadan mümkün olan en kısa sürede savaşı bitirmeyi tercih ediyorlar.

Askeri yaklaşım, 7 Ekim saldırılarına sert bir silahlı yanıt verme kararından itibaren en agresif şekilde Savunma Bakanı Yoav Gallant tarafından savunuldu. Başbakan Binyamin Netanyahu kriz boyunca şahin bir duruş sergiledi ancak genel lider olarak görünmeyi tercih ederek askeri işleri eski bir asker olan Gallant’a bıraktı.

Kariyerine deniz komandosu olarak başlayan ve 2010’da İsrail’in Gazze işgalini yöneten muvazzaf bir general olan Gallant’ın sözünü sakınmadığı biliniyor. Bu yılın başlarında Hizbullah’ı, İsrail’e saldırması halinde Lübnan’ı “taş devrine döndüreceği” konusunda uyarmıştı.

Gazze’ye yönelik operasyonların başlangıcında İsrail’in düşmanlarından “insansı hayvanlar” olarak bahsetmişti. Üst düzey generallerden en son yedek askere kadar ordu mensupları Gallant’ın söylediklerinin resmi politikayı yansıttığından şüphe duymuyor.

Pazartesi günü, ilk dört günlük aranın son günü ve iki gün uzatıldığının açıklanmasından önce, bir grup subay ve askere ateşkesin çok uzun sürmeyeceğini söyleyerek arzu ve niyetlerini açıkça ortaya koydu: “Birkaç gününüz var. Savaşmaya döndüğümüzde aynı gücü ve daha fazlasını uygulayacağız ve Şerit’in tamamında savaşacağız.”

Gallant’ın, artık sadece siyasi olarak hayatta kalma mücadelesi veren sıkıntılı ve zor durumdaki İsrail başbakandan çok daha doğru ve kesin bir şekilde İsrail hükümetinin Gazze’ye yönelik politikasını temsil ettiği ve dile getirdiği varsayılabilir.

Gallant savaşa devam etmek istiyor çünkü savaş ne kadar erken başlarsa ordunun o kadar başarılı olacağına inanıyor. Ancak aklında başka şeyler de olabilir: İsrail’in savaş devam ederken ulusal liderliği sorgulamama geleneğine rağmen, Netanyahu sadece siyasi rakipleri tarafından değil, eski çalışma arkadaşları tarafından da giderek daha fazla sorgulanıyor.

Netanyahu’nun, kötü ün yapan siyasi kurnazlığına rağmen, sadece 7 Ekim’deki istihbarat rezaletini ve güvenlik felaketini önleyememesinin değil, aynı zamanda ülkeye zarar vereceği uyarılarına rağmen siyasi olarak bölücü yargı reformları konusundaki inatçı ısrarının da sorumluluğuyla yüzleşmek zorunda kalacağı artık çok açık. Tehlike işareti: İsrail, savaş sona erer ermez Netanyahu’dan sonunda kurtulacak.

Mevcut koalisyonun başını çeken Likud partisinin üst düzey bir üyesi olan Gallant, Netanyahu’nun siyasi ömrünü tamamlamasının ardından partinin yeni bir lidere ihtiyaç duyacağının farkında olmalı. İsrailliler genellikle eski subayları tercih eder, özellikle de başarılı geçmişleri varsa, bu nedenle Gallant bu yarış için kendini bir an önce en iyi pozisyona getirmek isteyebilir.

Müzakerelere bizzat katılmamış olsa da karar vericilerin yakın çevresinden bir isim olarak savaşa ek ara verilmesi için yürütülen müzakerelerin tüm zorluklarının kesinlikle farkındaydı.

Savunma Bakanı pazartesi günü ateşkesin daha fazla sürmeyeceğinden o kadar emin görünüyordu ki, yeni saldırıların nasıl gelişeceğini bile anlattı: “Önce hava kuvvetlerinin bombalarıyla, ardından tankların ve topçuların mermileriyle ve D9 [zırhlı buldozerlerin] pençeleriyle ve son olarak da piyade savaşçılarının ateşiyle karşılaşacaklar.”

Ayrıca İsrail’in “tüm Şerit’te” savaşacağını söyleyerek çatışmalarda yeni bir aşamaya geçildiğini duyurdu.

Kara harekatının Gazze Şehri’nin mevcut kuşatma hattının güneyine doğru genişletilmesi gerilimi tehlikeli bir şekilde tırmandıracak. Gazze’nin 2 milyon 300 binlik nüfusunun en az bir milyon 800 bini İsrail bombardımanı nedeniyle yerinden edildi ve bunların büyük bir kısmı güneye göç etti.

Bu da güneyin artık o kadar kalabalık olduğu anlamına geliyor ki İsrail’in topyekûn bir kara saldırısı Gazze halkına sınırı aşarak Mısır’a geçmeye çalışmaktan başka bir seçenek bırakmayabilir.

Çatışmanın başından beri Mısır, siyasi istikrarsızlık ve güvenlik risklerinden çekindiği için hiçbir mülteciyi kabul etmeyeceği konusunda uyarıda bulunuyor. Eğer böyle bir gerçeklikle karşı karşıya kalırlarsa, zor kullanmak durumunda kalacağı en kötü senaryoyu yaşayabilir.

Böyle bir şiddetlenme, şimdiye kadar sabırlı davranan ve rasyonel bir çıkış yolu arayan pek çok silahlı grubu ve devleti de savaşın içine çekecektir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Martin Wolf: ABD, Çin ile rekabetinde ekonomik avantajı elinde tutuyor

Yayınlanma

Financial Times’ın (FT) baş ekonomi yorumcusu Martin Wolf, ABD ile Çin arasında artan rekabete rağmen, Kuzey Amerika ülkesinin hâlâ avantajlı konumda olduğunu öne sürüyor.

Ekonomi ve siyasetin her zaman etkileşim içinde olduğunu, günümüzde ise siyasetin daha önemli hale geldiğini savunan Wolf, bugünkü konseptin, ‘ABD ve Çin arasındaki gergin ilişkiler tarafından yeniden şekillendirilen küresel bir ekonomi’ye işaret ettiğini yazıyor.

Londra merkezli Capital Economics’in 2024 yılına ilişkin raporundan alıntılar yapan FT yorumcusu, ülkelerin beş gruba ayrılabileceğini aktarıyor: ABD ve yakın müttefikleri; ABD’ye meyilli ülkeler; bağlantısızlar; Çin’e meyilli ülkeler; ve Çin ve yakın müttefikleri.

Rapora göre ilk grup ABD ve Kanada, Avrupa (Macaristan hariç), Japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda’dan oluşuyor. İkinci grupta başta Hindistan olmak üzere Kolombiya, Meksika, Fas, Türkiye ve Güney Kore yer almaktadır. Bağlantısızlar grubunda ise önemli ölçüde Brezilya, Endonezya ve Nijerya yer almaktadır. Çin’e meyleden ülkeler grubunda Arjantin, Afrika’nın büyük bölümü (Güney Afrika dahil), Irak, Kazakistan ve Capital Economics’e göre Suudi Arabistan yer alıyor. Son olarak, Çin’in güçlü müttefikleri arasında Rusya, İran ve Pakistan bulunuyor.

ABD karşıtı grubun iç birliği yok

Wolf’a göre ilk grup ile diğerleri arasında temel bir ayrım bulunuyor. Yüksek gelirli ‘demokrasiler’ ‘temel değerleri’ paylaşıyor (Wolf ekliyor: “Her ne kadar paylaşmaya devam edip etmeyecekleri 2024 ABD başkanlık seçimlerinin sonuçlarına bağlı olsa da”). Diğer gruplar ise neye taraftar olduklarından çok neye karşı olduklarıyla tanımlanıyorlar. Rusya ve İran, Çin için uygun müttefikler ve bunun tersi de geçerli; yani ortak bir düşmanı paylaşıyorlar fakat yine de birbirlerinden çok farklılar. Bunları ‘çıkar ittifakları’ olarak tanımlayan Wolf, her şeye rağmen hem iktisadi hem de siyasi ilişkileri şekillendirebileceklerine işaret ediyor.

Bazı iktisadi gerçekler: Atlantik ittifakı hâlâ güçlü

Martin Wolf bu noktada bazı verilere başvuruyor. Çin bloğu dünyadaki (Antarktika dışındaki) kara kütlesinin yarısını oluştururken, bu oran ABD bloğu için yüzde 35. Çin bloğu aynı zamanda dünya nüfusunun biraz daha fazlasına ev sahipliği yapıyor: yüzde 43’e karşılık yüzde 46.

Fakat yine de Çin bloğu dünya GSYİH’sinin yalnızca yüzde 27’sini üretiyor; ABD bloğunun yüzde 67. Dahası, Çin bloğunun ürettiği değerin neredeyse tamamı Çin’de üretiliyor. Wolf’a göre bunun en önemli nedeni, dünyanın yüksek gelirli ülkelerinin çoğunun ikinci blokta yer alması.

FT yorumcusuna göre bu dengenin değişmesinin yolları arasında, ABD bloğunun muhtemelen Donald Trump yönetiminde dağılması ya da Çin ekonomisinin Capital Economics’in şu anda beklediğinden daha hızlı büyümesi yer alıyor. Capital Economics’in Çin’in geleceğine ilişkin kötümserliğinin aşırı olabileceğini ama saçma olmaktan uzak olduğunu düşünen Wolf, “Çin gerçekten de önümüzdeki çeyrek yüzyıl boyunca yüksek büyümeye karşı güçlü rüzgarlarla karşı karşıyadır,” iddiasında bulunuyor.

Sanayi ve ticarette Çin etkisi

Wolf, sanayi üretimi söz konusu olduğunda Çin bloğunun GSYİH göstergelerinden daha iyi durumda olduğunu hatırlatıyor. 2022 yılında dünya sanayi üretiminde Çin bloğunun payı yüzde 38 iken, ABD bloğunun payı yüzde 55’ti. Wolf’a göre Çin bloğunun önümüzdeki çeyrek yüzyılda sanayide eşitliğe ulaşıp ulaşmayacağı, esas olarak Hindistan imalatının Çin’e kıyasla göstereceği performansa bağlı.

Tarımda, Çin bloğu çıktının yüzde 49’unu üretirken, ABD bloğu için bu oran yüzde 38.

2022 yılında 144 ülke Çin ile ABD’den daha fazla mal ticareti yaptı. ABD sadece 60 ülke için daha büyük bir ticaret ortağıydı. Fakat küresel mal ticaretinin yarısı ABD bloğunda sınıflandırılan ülkeler arasındaydı. Örneğin Almanya’nın, Çin ile en sıkı ticari bağlara sahip ABD müttefiki olduğu düşünülüyor. Fakat 2023’ün ikinci çeyreğinde mal ticaretinin sadece yüzde 11’i Çin bloğuyla gerçekleşirken, yüzde 86’sı başta Avrupalı ortakları olmak üzere ABD bloğundaki diğer ülkelerle gerçekleşti.

Mali faaliyetler ve sermaye hareketlerinde ABD açık ara önde

Her şeye rağmen finansal faaliyetler ve sermaye akışlarında ABD bloğu baskın olmaya devam ediyor.

Doğrudan yabancı yatırımlardaki yeri son çeyrek yüzyılda küçülmüş olsa da, 2022’de yatırımcı ülkeye göre toplam doğrudan yabancı yatırım (DYY) stokunun yüzde 84’ünü ve alıcıya göre yüzde 87’sini oluşturmaya devam etti.

Bunun nedeni, dünyanın en büyük şirketlerinin ve en cazip destinasyonlarının hâlâ ABD’de bulunması. Wolf’a göre Xi Jinping döneminde bu fark kapanmayacak.

Küresel portföy yatırımlarının yaklaşık yüzde 86’sı ABD bloğunda, buna karşılık sadece yüzde 2’si Çin bloğunda yer alıyor. ABD ve Çin blokları arasındaki DYY, Çin bloğu içindeki DYY’nin üç katı. Wolf şu iddiada bulunuyor: “Rusya ve İran Çin’in kullanışlı müttefikleri olabilir, fakat sadece aptallar sermayelerinin çoğunu ekonomik olarak cahil petrol ülkelerine yatırır. Çinli yatırımcılar bu kadar aptal değil.”

Döviz rezervlerinde Atlantik hegemonyası

Wolf’un aktardığına göre döviz rezervleri hala ağırlıklı olarak ABD ve müttefiklerinin para birimi cinsinden varlıklardan oluşuyor. Bunlar 2023’ün ikinci yarısında döviz rezervlerinin yüzde 87’sini oluşturuyor ki bu oran üç yıl önceki yüzde 89’luk orandan sadece biraz daha düşük.

FT yorumcusuna göre bunun nedeni sadece bu ülkelerin likit uzun vadeli finansal varlıklar arz etmesi. Yaptırımların kullanımı göz önüne alındığında eskisi kadar güvenli olmayabilirler ama iyi alternatifler de mevcut değil.

Wolf’a göre Çin’in bunları tedarik etmek istemesi pek olası değil çünkü bu, Çin kamu borcu piyasaları da dahil olmak üzere mali piyasalarının serbestleştirilmesini ve açılmasını gerektiriyor.

Pek çok ülkenin ABD ve müttefiklerinin ‘alaşağı edilmesini istediğini’ belirten Wolf, şu uyarıları yaparak yazısını bitiriyor: “[…] bu ülkeler Çin’in hoşnutsuzlar grubundan daha birlik içinde ve ekonomik olarak daha güçlüler. Bu dengeyi hızla değiştirmesi muhtemel olay, ABD’nin ittifaklarını parçalamaya karar vermesi olacaktır. Bu, küresel tarihin en dramatik şekilde kendine zarar veren eylemlerinden biri olacaktır. Çin bloğunun, iktisadi ağırlığın ilgili tüm yönlerinde ABD bloğunu geçmesi çok daha uzun zaman alacaktır. Bunu asla yapamayabilir.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsrail sağa kaymaya devam edecek: Yeni 7 Ekimler pusuda

Yayınlanma

Yazar

BENNY GANTZ

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, 7 Ekim’in İsrail siyasetini nasıl etkileyeceği üzerinde duruyor. Bugüne kadarki İsrail-Filistin savaşı veya artan şiddet dönemlerinden sonra İsrail seçmeninin her defasında daha da sağa kaydığını verilerle açıklayan makale, Netanyahu sonrasının da benzer şekilde şekillenebileceğini söylüyor. Ancak 7 Ekim sırasındaki Netanyahu hükümetinin ülkedeki hemen her sağ partiyi kapsadığını hatırlatan makale, 7 Ekim’den sonra kurulan savaş partisine muhalefetten dahil olan Beni Gantz’a işaret ediyor: “Ancak bir IDF mensubu olarak Gantz’ın Filistin sorununu aynı şekilde, yani Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasından ziyade kontrol altına alınması gereken bir güvenlik tehdidi olarak görmesi muhtemel görünüyor. Ve eğer durum buysa, tüm dehşetine rağmen her iki taraf için de daha fazla acı getirecek şekilde 7 Ekim’in tekrarlaması muhtemel.”

***

İsrail Neden Değişmeyecek?

Gazze’deki Savaş Muhtemelen Ülkenin Sağa Eğilimini Güçlendirecek

Dahlia Scheindlin

Hamas 7 Ekim’de İsrail’in Gazze Şeridi’yle arasındaki güvenlik duvarını aşıp saldırılarına başladığı andan itibaren İsrail asla eskisi gibi olmayacakmış gibi geldi. Birkaç saat içinde İsrailliler, İsrail’in Filistinlilere yönelik politikasına uzun süredir yön veren varsayımların birçoğunun çöktüğü gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldı. Devletin 16 yıldır sürdürdüğü Gazze’yi abluka altına alma politikası onları güvende tutamamıştı. Hükümetin, Katar’ın Hamas’a fon sağlaması ya da Gazze’deki işçilere çalışma izni vermesi gibi Hamas’ı pragmatizme çekebileceğine dair hesapları İsrail’i rehavete sürüklemişti. Ve Hamas’tan gelen tehditlerin çoğunun yüksek teknolojili gözetleme, derin yeraltı bariyerleri ve Demir Kubbe füze savunma sistemi ile etkisiz hale getirilebileceği inancının son derece yanlış olduğu kanıtlandı.

Daha geniş anlamda saldırılar, Filistin politik sorununun İsrail için herhangi bir bedeli olmaksızın süresiz olarak bir kenara itilebileceği fikrinin korkunç başarısızlığını gösterdi; İsrail liderliği arasında o kadar tartışmasız bir inançtı ki yorumcular buna bir isim buldu: çatışma yönetimi veya “çatışmayı daraltma”. Bu nedenle, İsrail giderek daha fazla Arap devletiyle normalleşmeyi sürdürürken bile, İsrail-Filistin arasında nihai statüde bir barış anlaşması için yıllardır müzakere yapılmıyordu. İsrail siyasi sahnesini domine eden sağcı partiler, İsrail’in herhangi bir diğer politika altında olacağından daha güvende olduğunu seçmenlere vaat etmişlerdi ve seçmenlerin çoğunluğu da bunu kabul etmişti.” Ancak 7 Ekim’de Hamas’ın saldırısı statükoyu yerle bir etti.

Yine de İsrail’in değişmeyen önemli bir yönü var. İsrailliler, saldırılara yol açan feci güvenlik başarısızlıkları için ülke yönetimini suçlasa da temel siyasi yönelimlerinin değişmesi pek olası görünmüyor. Başbakan Binyamin Netanyahu savaş bittiğinde -daha önce olmasa bile, çünkü savaşın net bir bitiş noktası yok- istifa etmek zorunda kalabilir. Ancak İsrail tarihinin defalarca gösterdiği gibi, özellikle son on yıllarda, savaş ya da şimdiki gibi aşırı şiddet olayları İsrail siyasetinde daha sağa doğru bir eğilimi güçlendirmekten başka bir işe yaramadı. Eğer bu durum şimdi de devam ederse, İsrailliler yeni bir hükümet seçebilirler, ancak bu eğilimi devam ettiren ve mevcut krizin şekillenmesine yardımcı olan aynı hatalı varsayımları destekleyebilirler.

LİDERİ SUÇLAMA

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, pek çok İsrailli ülkenin güvenlik konusundaki feci başarısızlığını doğrudan en tepedeki isim olan Netanyahu’nun omuzlarına yüklüyor. Ancak daha da çarpıcı olan, İsrail’in on yıllardır verdiği en zorlu savaşlardan birinin ortasında muhalefetlerini dile getiriyor olmaları. Nitekim saldırıdan bu yana geçen haftalarda Netanyahu’yu istifaya çağıran birçok gösteri düzenlendi; muhalefet lideri Yair Lapid de Hamas tarafından öldürülen ya da kaçırılan bazı kurbanların aileleri gibi bu çağrıya katıldı. Çok sayıda kamuoyu yoklaması, seçimlerin şimdi yapılması halinde Netanyahu’nun büyük bir yenilgiye uğrayacağını gösteriyor.

Hükümetin pozisyonunu güçlendirebilecek rehine takası anlaşmasının açıklamasından sonra 22 ve 23 Kasım’da yapılan bir anket bile iktidardaki koalisyonun Knesset’teki 64 sandalyesinden 23’ünü (120’den) kaybedeceğini gösterdi. Netanyahu’nun kendi partisine olan destek de dramatik bir şekilde düşmüş durumda: Anketler, seçimlerin şimdi yapılması halinde Likud’un Knesset’teki 32 sandalyesinin neredeyse yarısını kaybedeceğini gösteriyor. Belki de en çarpıcı olanı, İsraillilerin dörtte üçünden fazlasının Netanyahu’nun savaştan sonra ve hatta savaş sırasında istifa etmesi gerektiğini düşünmesi.

Bu rakamlar, ülkeleri saldırıya uğradığında ya da savaşa girdiğinde çoğu lidere verilen destek patlamasıyla tam bir tezat oluşturuyor. Örneğin 2001’deki 11 Eylül saldırılarının ardından Amerikalılar ABD Başkanı George W. Bush’un arkasına durmuş ve 1990-91 Körfez Savaşı ve 2003’te başlayan Irak Savaşı sırasında ABD liderlerinin destek oranları çift haneli rakamlara yükselmişti. Benzer şekilde, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski’nin de Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesinin ardından popülaritesi artmıştı.

Ancak İsrailliler için savaş zamanı liderlerine sırt çevirmek yeni bir şey değil. Ülkedeki seçmenler, savaş patlak verdikten sonra, görevdeki partilerin siyasi yönelimleri ne olursa olsun, hükümetlerinden genellikle soğudular. 1973’te Başbakan Golda Meir, Mısır’ın Yom Kippur Savaşı’nı başlatan saldırısını öngörememekle suçlanmış ve sonunda görevinden uzaklaştırılmıştı. İkinci intifada yani 2000 yılında başlayan şiddetli Filistin ayaklanması, Başbakan Ehud Barak hükümetinin çökmesine yol açtı ve Barak 2001’de Ariel Şaron’a karşı yüzde 25 puan farkla kaybetti.

Bir başka örnek de İsrail’in 2006 yılında Hizbullah’a karşı başlattığı savaştı. O yılın ağustos ayında İsraillilerin yüzde 63’ü Başbakan Ehud Olmert’in savaşı iyi yönetemediğini ve istifa etmesi gerektiğini düşünüyordu. 2007’nin başlarında Olmert de yolsuzluk soruşturmalarıyla karşı karşıyaydı ve İsraillilerin dörtte üçünden fazlası, şu anda Netanyahu’nun iktidarı bırakmasını isteyenlerle aynı oranda, Olmert’in performansından memnun değildi. (Olmert nihayetinde 2008’de yolsuzluk iddianamesi nedeniyle istifa etti.)

Bu köklü modele bakılırsa Netanyahu’nun da aynı akıbete uğraması muhtemel görünüyor. Hamas saldırılarından çok önce, Aralık 2022’nin sonlarında kurulan aşırı sağcı koalisyon hükümeti büyük tepki çekmişti. Geçen yılın büyük bir bölümünde çok sayıda İsrailli, İsrail tarihinin en uzun soluklu protestosu haline gelen, hükümetin son derece tartışmalı yargı reformu planına karşı çıkmak için sokaklara döküldü: 7 Ekim’de 40. haftaya girilmiş olacaktı. Daha Nisan ayında İsraillilerin sadece yüzde 37’si başbakanı destekliyordu; saldırılardan bu yana bu oran yüzde 26’ya düştü. Kasım ayı ortalarında, İsraillilerin iki katı, yani yüzde 52’si, Netanyahu’nun başlıca siyasi rakibi ve savaş kabinesindeki mevcut ortağı olan eski İsrail Savunma Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı Beni Gantz’ı tercih ediyordu.

Dahası, Netanyahu yolsuzluk iddialarıyla da karşı karşıya. Hakkındaki aktif yolsuzluk davaları, gözetimindeki güvenlik başarısızlıkları ve mevcut savaş nedeniyle, görevde kalması imkânsız olmasa da zor olacak. Ancak daha büyük bir soru var: Görevden ayrılması İsrail siyasetinde ya da politikasında köklü bir değişikliğe yol açar mı?

SAĞA DOĞRU TEPKİ 

İsrailliler her savaş ya da aşırı şiddet zamanlarında sağa kaydı. İsrail, 1977’de ilk kez sağcı Likud’u seçtiğinde, 1973 savaşından sonra başlayan İşçi Partisi hükümetinin yavaş yavaş çöküşü tamamlandı. Bu zafer aslında iktidardaki Hizipçi/İşçi elitlerine karşı uzun süredir devam eden bir isyandan kaynaklanıyordu, ancak daha milliyetçi ve sert ideolojileri İsrail’de önemli bir güç olarak meşrulaştırdı. Aynı zamanda ülkenin siyasi tarihinin çoğunlukla sağ hükümetlerin hâkim olduğu ikinci evresini başlattı.

1980’ler boyunca iki büyük çatışma daha fazla İsraillinin kendini sağla özdeşleştirmesine yardımcı oldu: 1982 savaşı ve 1987’de başlayan ilk intifada. Bu değişim anket rakamlarına da yansıdı: 1981’de anket araştırmacıları Yahudi nüfus arasında (o dönemde Arapları kapsayan kamuoyu araştırması neredeyse hiç yoktu) ankete katılanların yüzde 36’sının sağcı bir partiyi desteklemeyi planladığını ortaya koydu. 1991’e gelindiğinde, kendini sağcı olarak tanımlayanların oranı tüm Yahudi İsraillilerin yaklaşık yarısına yükselmişti.

Bununla birlikte, 1992 seçimlerinde İşçi Partisi lideri Yitzhak Rabin, Filistinlilerle barış sürecini ilerletme kampanyasıyla kazandı ve görünüşe göre çatışmanın sağın seçim zaferine yol açtığı beklentisiyle çelişiyordu. Bazı analistler daha sonra Filistinlilerin ilk intifadada şiddete başvurmasının İsrail’in barışa ve barış yanlısı hükümetlere destek vermesine katkıda bulunmuş olabileceği sonucuna vardı. Ancak bu çatışma daha sonraki savaşlardan çok daha az şiddet içeriyordu. Filistinliler büyük ölçüde sivil itaatsizlik taktikleri uyguladı ve hafif çatışmalar çoğunlukla işgal altındaki topraklarla sınırlı kaldı. Ayrıca 1992 seçimleri, Filistinlilerle yaşanan herhangi bir çatışmanın ardından İsraillilerin sola oy verdiği son seçim oldu.

Rabin hükümeti Yaser Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütü ile Oslo anlaşmalarını imzalamış olsa da her iki taraftaki aşırılık yanlıları kısa sürede süreci sekteye uğrattı. 1993 ve 1995 yılları arasında militan Filistinli gruplar İsrail’de 14 intihar saldırısı gerçekleştirdi. 1994 yılında Yahudi köktendinci yerleşimci Baruch Goldstein el-Halil’de ibadet eden 29 Müslüman’ı katletti. Ardından Kasım 1995’te Rabin, Tel Aviv’deki bir barış mitinginde aşırı milliyetçi bir İsrailli tarafından öldürüldü.

Birçok İsrailli analist ve hatta eski müzakereciler Rabin suikastının barış sürecini öldürdüğüne inanıyor: Rabin bu süreci liderliğinin merkezi haline getirmişti ve İsrail halkının önemli bir bölümünü yanına çekebilecek siyasi itibara sahipti. Ancak bir başka yoruma göre Rabin olmadan İsrailliler doğal ideolojik tercihlerine geri döndüler. Rabin’in öldürülmesinden önce 1995’in başlarında İsrailli Yahudilerin yaklaşık yarısı kendilerini sağcı olarak tanımlarken, yüzde 28’i solcu, yüzde 23’ü ise merkezci olarak tanımlıyordu ve bu oran 1991’deki anket sonuçlarını büyük ölçüde yansıtıyordu. Ve 1996 seçimlerinde, suikast sonrası Rabin’in halefi Şimon Peres’e sempati duyulduğunu gösteren anketlere rağmen, seçmenler popülist bir sağcı partide yarışan ve “barış sürecine” karşı çıkan Netanyahu’yu seçmeye devam etti.

Yine de eğer şiddet İsraillileri daha da sağa ittiyse, Oslo yıllarından sakin zamanların ılımlı da olsa sola doğru bir kaymaya neden olabileceğine dair kanıtlar da vardı. Örneğin Netanyahu’nun 1990’ların sonundaki ilk döneminde, intihar saldırıları azaldıkça, kendini sol görüşlü olarak tanımlayan Yahudi İsraillilerin oranı yüzde 35’e yükselirken, kendini sağ görüşlü olarak tanımlayanların oranı yüzde 42’ye düştü. Mevcut kamuoyu yoklaması verilerine göre bu yedi puanlık fark, son 30 yılda iki taraf arasındaki en dar farktı. Ardından 1999’da o zamanlar çoğu İsraillinin solcu olarak gördüğü bir lider olan Barak, barış sürecini yeniden canlandırma ve İsrail’in 17 yıldır süren güney Lübnan işgalini sona erdirme vaatleriyle göreve seçildi.

Ancak İsrail’in sola verdiği destek uzun sürmedi. Temmuz 2000’deki Camp David zirvesinde Barak, Arafat ile tam teşekküllü iki devletli bir anlaşmaya varmaya çalıştı. Ancak görüşmeler başarısız oldu ve ikinci intifada patlak verdi, kısa sürede ilkinden çok daha şiddetli bir hâl aldı. Seçmenleri neredeyse anında etkiledi: Anketlerimde, sol görüşlü İsrailli Yahudilerin oranı intifadanın ilk yılında on puan düştü ve sonrasında da düşmeye devam etti.

KONTROLÜ PEKİŞTİRME

Bu yüzyılın ilk on yılında İsrailliler daha da sağa kaydı. On yılın ilk yarısı, dört yıl süren intihar saldırıları ve İsrail’in Savunma Kalkanı Operasyonu kapsamında Filistin kasabalarını yeniden işgal etmesiyle geçti. İkinci yarıda ise 2006 Lübnan Savaşı ve İsrail’in Gazze’den çekilmesi, Hamas’ın Filistin seçimlerini kazanmasına ve 2007’de Gazze’yi şiddet yoluyla ele geçirmesine katkıda bulundu. Bu durum İsrail’in şeridi ablukaya almasına yol açtı. Gazze’den İsrail’e roket atışları sıklaştı ve İsrail’in 2008-9’da Gazze’ye düzenlediği Dökme Kurşun Operasyonu ile doruğa ulaştı. Bu savaştan kısa bir süre sonra İsrailliler Netanyahu’yu tekrar göreve getirdi ve Likud giderek popülist-milliyetçi bir yönelim kazandı. 2011’e gelindiğinde İsrailli Yahudilerin yarısından fazlası kendilerini sağcı olarak tanımlarken, bu oran solda olduğunu söyleyenlerin üç katından fazlaydı ve bu oran yüzde 15’e kadar gerilemişti.

2010’lu yıllarda bu eğilim devam etti. İsrail, 2014’teki daha uzun süreli Gazze operasyonu da dahil Hamas ile çok sayıda çatışmaya girerken, İsrailli Yahudi seçmenlerin sağcı ideoloji ile özdeşleşmesi istikrarlı bir şekilde yükseldi. Bu gösterge 2010’ların ortalarında hâlâ yüzde 50 civarında seyretse de, anketlerime göre 2019’da yüzde 60’a ulaştı. Bu noktada, İsrail nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sini (ancak yetişkin vatandaş seçmenlerin kabaca yüzde 17’sini) oluşturan Arap İsrailliler de düzenli olarak ankete katıldı ve sağ ideolojiye verdikleri düşük destek seviyeleri, genel ortalamayı düşürdü. Bununla birlikte, Arap İsrailliler dahil edildiğinde bile, toplam İsrail halkının yaklaşık yarısı kendilerini sağcı olarak tanımladı. (Arap İsrailliler son yıllarda yapılan anketlerin çoğunda sol görüşlülerin toplam nüfus içindeki oranını yaklaşık yüzde 18’e yükseltti.)

Mevcut savaşa giden yıllar bu gidişatı daha da güçlendirdi. Mayıs 2021’de Hamas ile yaşanan yeni bir gerilim, İsrail’deki Yahudiler ve Arap vatandaşlar arasında eşi benzeri görülmemiş sokak şiddetine yol açarken, bunu 2022’de daha küçük çaplı bir şiddet dalgası ve Mayıs 2023’te Filistin İslami Cihad ile yaşanan hızlı bir çatışma izledi. Netanyahu hükümetine yargı reformu planı nedeniyle duyulan yaygın öfkeye rağmen, Yahudi seçmenlerin çoğunluğu anketlerde kendilerini sağcı olarak tanımlamaya devam etti.

Özellikle, Hamas saldırılarından sadece beş gün önce, İbrani Üniversitesi’ne bağlı bir sosyal psikoloji araştırma merkezi olan aChord, Yahudi İsraillilerin üçte ikisinin kendilerini sağcı (“radikal sağ” veya “ılımlı sağ”), yüzde onunun ise solcu olarak tanımladığını ortaya koyan bir anket yaptı. Bu da solda yer alan her bir İsrailli Yahudi seçmene karşılık sağda yer alan neredeyse yedi seçmene doğru bir eğilim olduğu anlamına geliyordu. Bu net verilere dayanarak, ülkenin kuruluşundan bu yana İsraillilere yönelik en kötü şiddet döneminden sonra İsraillilerin daha fazla sağa kaymaması dikkate değer olur.

AYNI DÖNGÜ MÜ?

Halkın Netanyahu’nun liderliğine yönelik büyük hoşnutsuzluğuna rağmen, siyasi istikrarsızlığa dair endişeler muhtemelen mevcut savaş boyunca iktidarda kalmasına izin verecek. Dahası, savaşın kendisi hâlâ çok şeyi etkileyebilir ve seçmen eğilimleri aynı zamanda bir sonraki seçimin ne zaman yapılacağına bağlı olabilir. Ancak Netanyahu sonunda görevden alınsa bile, İsrail’in farklı bir ideolojik yol izleme ihtimali oldukça düşük.

Mevcut anketler seçmenlerin Gantz’ın merkez sağ Ulusal Birlik partisine akın ettiğini gösteriyor. Gantz’ın partisi, 24 Kasım’da yayınlanan bir ankete göre, eğer seçimler şimdi yapılsaydı 43 sandalye kazanacaktı ki bu Likud’un 2022 seçimlerinde kazandığından 11 koltuk daha fazla ve Likud’un şimdi seçim yapılsa alacağı koltuğu iki katından fazla. Ancak bu rakamların merkeze doğru daha geniş bir kaymayı yansıtıp yansıtmayacağı bir yana, bu rakamların tutup tutmayacağını bilmek için bile çok erken. Sorunlardan biri, İsrail’in tüm aşırı sağcı partilerinin sevilmeyen iktidar koalisyonunda yer alması nedeniyle, Netanyahu kabinesine kızgın seçmenlerin, artık bu hükümetin bir savaş ortağı olan Ulusal Birlik’i gıyaben destekliyor olması. Gantz, güçlü askeri kimliğiyle, savaşta “bayrak etrafında toplanma” desteğinden de yararlanıyor gibi görünüyor.

Ancak İsrailliler Netanyahu’ya kızıyor ve sağa kaymaya meyilli görünüyorlarsa, neden koalisyondaki aşırı sağ partilere kaymıyorlar? Anketler şu ana kadar aşırı milliyetçi Yahudi Gücü ve Dini Siyonizm partilerinin yükselişte olmadığını gösteriyor. Paradoksal olarak, Netanyahu hükümetinin aşırılıkçı programı, demokratik kurumlara saldırısı ve savaşa yol açan kötü yönetim, seçmenlerin daha teokratik, antidemokratik ve telafi edilemez derecede sağa doğru refleksif bir kayış yapmasını engelleyebilir.

O halde mevcut krizin makul sonuçlarından biri İsrail’in Gantz liderliğindeki yeni bir hükümete geçmesi olacaktır. Gantz muhtemelen Netanyahu’nun sürekli bölücü popülizm akımından ve yolsuzluk skandallarından muhtemelen kaçınacak ve selefinin hükümetlerinin yerleşimleri genişletme veya ilhakı resmileştirme yönündeki mesihçi dürtüsünden ise kesinlikle kaçınacaktır. Yine de Gantz’ın uzun askeri geçmişi ve partisindeki eski Likud üyelerinin varlığı, sağda meşruiyet taşıyor ve bunu korumak isteyecek. Dahası, Gantz’ın kendi söyleminde Filistin sorununa sağın mevcut yaklaşımından önemli ölçüde sapacağını gösteren çok bir şey yok. Gantz ne adayken ne de savaş kabinesine katıldığından beri iki devletli bir çözümü ya da Filistin meselesinin herhangi bir siyasi çözümünü açıkça desteklemedi. Daha geçen yıl “iki halk için iki devlet” fikrinden bahsetmiş ve “ben buna karşıyım” demişti.

Netanyahu’nun en büyük hatalarından biri, Filistin sorununa sadece güvenlik açısından bakması, sanki çatışmanın ardındaki siyaset görmezden gelinebilirmiş gibi davranmasıydı. Elbette bu, Hamas saldırılarının bu kadar ölümcül olmasına yardımcı olan kör noktaya yol açtı. Ancak bir IDF mensubu olarak Gantz’ın Filistin sorununu aynı şekilde, yani Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasından ziyade kontrol altına alınması gereken bir güvenlik tehdidi olarak görmesi muhtemel görünüyor. Ve eğer durum buysa, tüm dehşetine rağmen her iki taraf için de daha fazla acı getirecek şekilde 7 Ekim’in tekrarlaması muhtemel.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English