Bizi Takip Edin

Amerika

Haiti’de tekerrür eden tarih: Yine ‘barış gücü’ gidiyor

Yayınlanma

Karayipler’deki ada ülkelerinden Haiti, bir süredir ‘çete savaşları’ ile anılıyordu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine (BMGK) ABD ve Ekvador tarafından getirilen tasarı, Çin ve Rusya’nın ‘çekimser’ kalması ile birlikte onaylandı ve ülkeye ‘Çok Uluslu Güvenlik Destek Gücü’ gönderilmesine karar verildi. Destek Gücü, ‘gerekli tüm önlemleri alma’ yetkisini sahip olacak, ki bu, güç kullanımı anlamına geliyor. France 24’ün haberine göre diplomatlar, Çin ve Rusya’nın genel bir güç kullanımına izin verme konusunda temkinli davrandıkları için ‘çekimser’ kaldıklarını belirttiler.

15 üyeli konsey ayrıca BM silah ambargosunu ‘tüm çeteleri kapsayacak şekilde’ genişletti. Ambargo daha önce sadece belirlenmiş kişilere uygulanıyordu. Haitili yetkililer, çeteler tarafından kullanılan silahların çoğunlukla ABD’den ithal edildiğine inanıldığını söylüyor.

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres Ağustos ayında BMGK’ya, Haiti’de ‘kanun ve düzenin yeniden tesis edilmesi’ ve çetelerin silahsızlandırılması için çok uluslu bir polis gücü ve askeri varlıkların kullanılmasıyla ‘güç kullanımına’ ihtiyaç olduğunu söylemişti.

Destek gücüne Kenya, Temmuz ayında 1.000 polis gönderme taahhüdüyle öne çıkıyor. Bahamalar 150 kişi göndermeyi taahhüt ederken, Jamaika ve Antigua ve Barbuda da ‘yardım etmeye’ istekli.

Guterres, özellikle Amerika kıtasındaki ülkeleri ‘bu yeni ivmeyi geliştirmeye devam etmeye’ çağırdı. Konseyin Pazartesi günü verdiği onayın ardından, bu gücün ne kadar çabuk sahaya inebileceği kesinleşmiş değil.

ABD, Kenya’yı öne ittiriyor

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken geçen ay yaptığı açıklamada, ABD’nin asker göndermemekle birlikte çok uluslu misyona lojistik ve mali destek sağlamak üzere 100 milyon dolar sağlamayı umduğunu söylemişti. Blinken bu desteğin istihbarat, hava ikmali, iletişim ve tıbbi desteği de kapsayabileceğini kaydetmişti.

Geçen ay ABD ve Kenya Nairobi’de beş yıllık bir savunma anlaşması imzalamış ve ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, Kenya Savunma Bakanı Aden Duale’ye, Biden yönetiminin Haiti müdahale planı için 100 milyon dolar temin etmeye çalıştığını söylemişti.

Ariel Henry’nin meşruiyeti yok

Ülkeler, mevcut güvensizlik ortamında adil seçimlerin yapılamayacağını söyleyen Başbakan Ariel Henry’nin seçilmemiş yönetimini destekleme konusunda temkinli davranıyor. Haiti’de Ocak ayından bu yana seçilmiş hiçbir temsilci bulunmuyor.

Güvenlik Konseyi yaptığı açıklamada ‘gerekli güvenlik koşulları sağlanır sağlanmaz, şeffaf, kapsayıcı ve güvenilir seçim süreçleri ile özgür ve adil seçimlerin yapılması amacıyla, siyasi sürece daha geniş katılımın teşvik edilmesi ve mümkün olan en geniş mutabakatın sağlanmasının acil bir ihtiyaç olduğunu’ vurguladı.

BM barış gücü askerleri 2004 yılında dönemin Devlet Başkanı Jean-Bertrand Aristide’nin devrilmesine ve sürgüne gönderilmesine yol açan bir isyanın ardından Haiti’ye konuşlandırılmıştı. Brezilya liderliğindeki barış gücü askerleri 2017’de ayrıldı ve yerlerini 2019’da ayrılan BM polisi aldı.

Haitililer silahlı bir BM varlığına karşı temkinli. Karayip ülkesinde, BM barış gücü askerlerinin enfekte lağım sularını bir nehre boşalttığı 2010 yılına kadar kolera görülmüyordu. O tarihten bu yana hastalıktan 9.000’den fazla kişi öldü ve yaklaşık 800.000 kişi de hastalandı.

Pazartesi günü kabul edilen konsey kararı, güvenlik misyonunda yer alan ülkelerden ‘su kaynaklı hastalıkların girişine ve yayılmasına karşı korunmak için uygun atık su yönetimi ve diğer çevresel kontrolleri benimsemelerini’ istiyor.

ABD’ye çağrı

Yakın zamanda bir grup Haitili-Amerikalı seçilmiş yetkili, ABD Başkanı Joe Biden’a bir mektup yazarak, Haiti’de Kenya liderliğindeki destek gücüne verdiği desteği geri çekmesi çağrısında bulundu ve bunun şu andaki Devlet Başkanı Ariel Henry’nin iktidarını güçlendireceğini söyledi.

Ulusal Haitili-Amerikalı Seçilmiş Yetkililer Ağı (NHAEON) ve Aile Eylem Ağı Hareketi (FANM) mektupta, “Haiti’nin yozlaşmış, baskıcı ve seçilmemiş rejimini destekleyen herhangi bir askeri müdahale, mevcut siyasi krizi daha da kötüleştirerek felakete dönüştürecektir,” diye yazdı.

Kurumlar, bu ‘destek gücünün’ rejimi daha da güçlendireceğini, Haiti’deki siyasi krizi derinleştireceğini, önemli sivil kayıplara ve göç baskısına yol açacağını vurguladılar.

Gruplar, “Yönetiminiz Dr. Henry’den desteğini çekmiş olsaydı, Henry Haiti’nin mevcut siyasi krizine barışçıl bir çözüm bulmak için Haitili sivil toplum ve diğer gruplarla müzakere etmek zorunda kalacaktı,” diye yazdılar.

NHAEON ve FANM gibi gruplar yıllardır Henry hükümetinin çete şiddetinin suç ortağı olduğunu ve kontrolü elinde tutmak için şiddet koşullarını beslediğini iddia ediyor.

Mektupta, Henry’nin ‘Haiti’nin demokratik yapılarını ortadan kaldırırken’ ülkenin kontrolünü çete liderlerine bıraktığı öne sürülüyor.

Başkana suikastte ABD parmağı

Öte yandan yine geçen ay Kolombiyalı eski bir asker, 2021 yılında Haiti Devlet Başkanı Jovenel Moise’nin öldürülmesi komplosuna dahil olmaktan suçlu bulundu.

Şu anda Florida, Haiti, Kolombiya ve Kolombiya’da FBI öncülüğünde yürütülen bir soruşturma kapsamında 11 kişi suçlanıyor.

ABD mahkeme belgesine göre, Albay Mike olarak bilinen German Rivera, planın Moise’yi kaçırmak değil öldürmek olduğu bilgisini aktardıktan günler sonra, 7 Temmuz 2021’de Moise’nin Port-au-Prince tepesindeki evine doğru yola çıkan konvoyun bir parçasıydı.

Haziran ayında ömür boyu hapis cezasına çarptırılan Haiti-Şili vatandaşı Rodolphe Jaar da silah satın almak ve başkanın korumalarına rüşvet vermek için kullanılan fonları sağladığını söylemişti.

Fakat Moise’nin öldürüldüğü gün yapılan operasyonu yürüten silahlı adamların, “Herkes geri çekilsin. Bu bir DEA [ABD uyuşturucu ile mücadele dairesi] operasyonu,” diye bağırması, olayda ABD parmağı olduğuna ilişkin şüpheleri besliyor. 28 saldırganın çoğunun eski Kolombiyalı asker olması ve bunların da çoğunun ABD’de eğitim görmesi şüpheleri daha da artırıyor.

Tutuklanan şüphelilerin ikisinin Florida’dan Haitili-Amerikalı kişiler olduğu ve birinin zaman zaman DEA için muhbirlik yaptığı ortaya çıktı.

Haiti’nin zenginleri ve yoksulları

Eylül ayında The Nation Podcast’a katılan ABD’li gazeteci Amy Wilentz, Haiti ile ilgili dikkat çekici bilgiler veriyor.

Batı medyasında Haiti’nin sürekli ‘Batı Yarımküredeki en yoksul ülke’ olarak lanse edildiğini hatırlatan Wilentz, bunun gerçeğin bir kısmını yansıttığını, bu yoksulluğa rağmen ülkede kimilerinin ‘gayet iyi para yapabildiğini’ söylüyor.

“Her şeyden önce, Haiti’de bir sektörü kontrol ederseniz para kazanabilirsiniz,” diyen gazeteci, devletin ‘neredeyse tamamen özelleştirildiğini’ vurguluyor ve bu sayede iletişim şebekelerini ve sağlayıcılarını veya devlete ait enerji sistemlerini çetelerin kontrol edebildiklerini, bu pasta kapma telaşının da ‘çete savaşlarının’ kalbinde yattığına işaret ediyor.

Gazeteci, “Eğer limanları işletiyorsanız, limanlarda ve gümrüklerde vergi alabilirsiniz ve bu vergiler ülkenin kasasına değil, doğrudan kendi cebinize gider. Benzer şekilde, ülkenin eskiden devasa olan, serbestçe dolaşan ürün pazarları ve et marketleri. Eğer bu insanları pazarın açılışında vergilendirebilirseniz, büyük miktarda para kazanabilirsiniz,” diyor.

Bu çetelerin ve çetelerle iş yapan iş adamlarının yüklü paralar kazandığının altını çizen Wilentz, Haiti’de bunları yönetenlere ‘iş mafyası’ dendiğini ve bunların ülkeyi kontrol etmek için iş adamlarıyla birlikte çalışan ‘siyasi mafya’ haline geldiğini düşünüyor.

Haiti’de şu anda çeteler birçok bölgeyi kontrol etse de, özellikle başkent Port-au-Prince’teki ve diğer kentlerdeki limanları ellerinde bulunduruyorlar.

Amerika

Hiroşima Nagazaki Barış Komitesi’nden Steinbach, İsrail’in gizli nükleer gücünün perde arkasını anlattı

Yayınlanma

Hiroşima Nagazaki Barış Komitesi’nden John Steinbach, Schiller Enstitüsü panelinde İsrail’in gizli nükleer programının perde arkasını anlattı. Steinbach, İsrail’in nükleer cephaneliğinin sadece bir savunma aracı olmadığını, aynı zamanda başta ABD olmak üzere diğer ülkeleri kendi istediği politikalara zorlamak için kullanılan bir şantaj mekanizması olduğunu belirtti.

Hiroşima Nagazaki Barış Komitesi’nden (Hiroshima Nagasaki Peace Committee of the National Capital Area) John Steinbach, Schiller Enstitüsü tarafından düzenlenen “True Citizens of Every Nation Demand Peace” (Her Ulustan Gerçek Yurttaşlar Barış İstiyor) başlıklı online panelde, İsrail’in gizli nükleer silah programının tarihini ve mevcut durumunu detaylarıyla anlattı.

Steinbach, İsrail’in nükleer cephaneliğinin, varlığı tehdit edildiğinde tüm dünyayı yok etmeyi amaçlayan “Samson Seçeneği” doktrininin ötesinde, başta ABD olmak üzere diğer ülkeleri kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye zorlamak için aktif bir şantaj aracı olarak kullanıldığını vurguladı.

Steinbach, İsrail’in bugün 100 ila 500 arasında gelişmiş termonükleer bomba ve nötron bombasına sahip olduğunu belirtti. Ayrıca, ABD’nin doğu kıyılarına ve Moskova’nın ötesine ulaşabilen Jericho 1, 2 ve 3 balistik füzeleri ile Almanya tarafından sağlanan ve nükleer kapasiteye sahip en az altı adet Dolphin sınıfı denizaltıdan oluşan sofistike bir fırlatma sistemine sahip olduğunu ifade etti.

‘Asıl amaç ABD’yi zorlamak’

İsrail’in nükleer programının temel amacının, yazar Israel Shahak’ın ifadesiyle “statükoyu İsrail’in lehine dondurmak” olduğunu belirten Steinbach, bu politikanın özellikle ABD’yi hedef aldığını söyledi.

Steinbach, Fransa’nın nükleer programının eski direktörü Francis Perrin’in, “İsrail programının aslında ABD’yi istediklerini yapmaya zorlamak amacıyla tasarlandığını düşündüklerini” söylediğini aktardı.

Bu zorlama politikasının ilk kez 1973 savaşında bariz bir şekilde uygulandığını belirten Steinbach, “İsrailliler, ABD’nin devasa bir hava ikmali yapmaması durumunda nükleer silah kullanma tehdidinde bulundu. Kissinger ve Nixon istemeyerek de olsa boyun eğdi, hava ikmali gerçekleşti ve dünya nükleer alarma geçti,” dedi.

Nükleer programın kökenleri ve Fransa işbirliği

Steinbach, İsrail’in nükleer programının temellerinin, Holokost’un bir daha asla tekrarlanmaması vizyonuyla David Ben-Gurion tarafından atıldığını ve genç bir bakan yardımcısı olan Şimon Peres’in programın başına getirildiğini söyledi. Programın bilimsel liderliğini ise Ernst Bergmann’ın üstlendiğini ekledi.

Programın 1950’lerin ortalarında ABD’den alınan bir araştırma reaktörüyle büyük bir ivme kazandığını belirten Steinbach, aynı dönemde Fransa ile başlayan işbirliğine dikkat çekti.

Steinbach, “İsrail, Fransız programında tam bir ortaktı. 1950’ler ve 60’ların başındaki Cezayir testlerinin aslında ortak İsrail-Fransız testleri olduğunu anlamalıyız,” değerlendirmesinde bulundu.

Fransa’nın ayrıca Dimona reaktörünün inşasına yardım ettiğini ve tesisin sivil amaçlı bir araştırma reaktörü olarak tanıtılmasına rağmen, bunun bir plütonyum üretim reaktörü olduğunu bildiğini ifade etti.

Kennedy’yi kandıran maket tesis

Dönemin ABD başkanları Eisenhower ve Kennedy’nin İsrail’in nükleer silah edinmesine şiddetle karşı çıktığını ve programdan büyük şüphe duyduğunu belirten Steinbach, Kennedy’nin denetim talebi üzerine İsrail’in başvurduğu aldatmacayı şöyle anlattı:

“İsrail aşırı önlemler aldı. Denetçiler geldiğinde gördükleri her şey tam bir sahtekarlıktı. Onlara hiçbir zaman Dimona kompleksinin gerçek kısımları gösterilmedi, bir maket gösterildi. Denetçiler geri dönüp tesisin sivil amaçlı olduğunu söylediler.”

Steinbach, Kennedy’nin programı durdurmaya kararlı olduğunu ancak kısa bir süre sonra öldürüldüğünü de sözlerine ekledi.

Eski CIA analisti McGovern: İstihbarat ‘İran nükleer silah yapmıyor’ diyor, başkan dinlemiyor

Vanunu’nun ifşaatları oyunu değiştirdi

İsrail’in yıllarca “nükleer belirsizlik” politikası izlediğini ancak Dimona’da teknisyen olarak çalışan Mordecai Vanunu’nun Sunday London Times‘a sızdırdığı fotoğraf ve belgelerin her şeyi değiştirdiğini vurgulayan Steinbach, bu belgeleri inceleyen Manhattan Projesi’nin bomba tasarımcıları Frank Barnaby ve Ted Taylor’ın vardığı sonuçların şok edici olduğunu belirtti.

Steinbach, “O dönemde İsrail’in 200’e yakın nükleer silaha sahip olduğu tahmininde bulundular. Daha da önemlisi, İsrail’in sadece atom bombasına değil, aynı zamanda hidrojen bombasına ve savaş başlıklarıyla kolayca eşleştirilebilecek minyatürleştirilmiş nükleer silahlara da sahip olduğunu belirlediler. Bu, istihbarat camiası için devasa bir başarısızlıktı,” dedi.

Steinbach ayrıca, Güney Afrika ile ortak nükleer testler yapıldığını, program için uranyumun büyük kısmının Güney Afrika’dan, sarı kek uranyumun Almanya’dan sağlandığını ve ABD’nin Pensilvanya eyaletindeki Numec tesisinden de zenginleştirilmiş uranyum kaçırıldığına dair güçlü kanıtlar olduğunu söyledi.

‘UAEA casus yuvasına dönüştü’

Konuşmasının sonunda Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nı (UAEA) sert bir dille eleştiren Steinbach, kurumun “içinin kof ve bir casus yuvası” haline geldiğini savundu.

Steinbach, “Bu durum, UAEA’nın, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nın (NPT) ve Birleşmiş Milletler’in güvenilirliğini ölümcül bir şekilde zayıflatmıştır,” ifadelerini kullandı.

Steinbach, Mısırlı diplomat Mohamed el-Baradei’nin dürüst bir UAEA direktörü olduğunu ancak ABD’nin onu kasıtlı olarak görevden alarak kurumu bugünkü haline getirdiğini iddia etti.

Okumaya Devam Et

Amerika

Eski CIA analisti McGovern: İstihbarat ‘İran nükleer silah yapmıyor’ diyor, başkan dinlemiyor

Yayınlanma

Eski CIA analisti Ray McGovern, John F. Kennedy suikastının, başkanın İsrail’in nükleer programına karşı çıkmasıyla bağlantılı olduğunu söyledi. McGovern, dönemin kilit ismi James Angleton’ın İsrail adına casusluk yaparak programı örtbas ettiğini ve ABD istihbaratının “İran nükleer silah geliştirmiyor” yönündeki raporlarının başkan tarafından göz ardı edildiğini belirtti.

Schiller Enstitüsü tarafından düzenlenen online bir panelde konuşan eski CIA analisti Ray McGovern, ABD’nin eski başkanı John F. Kennedy’nin öldürülmesinin, İsrail’in nükleer silah programına karşı çıkmasıyla doğrudan bağlantılı olduğunu ifade etti.

1963-1990 yılları arasında CIA’de görev yapan ve 1980’lerde Ulusal İstihbarat Tahminleri’ne başkanlık eden McGovern, dönemin CIA Karşı İstihbarat Şefi James Jesus Angleton’ın, İsrail’in nükleer faaliyetlerini örtbas eden bir casus olduğunu ifade etti.

McGovern, Schiller Enstitüsü’nün “True Citizens of Every Nation Demand Peace” (Her Ulustan Gerçek Yurttaşlar Barış İstiyor) başlıklı panelinde yaptığı konuşmada, ABD istihbarat camiasının 2007’den bu yana “İran nükleer silah üzerinde çalışmıyor” yönündeki raporlarının, mevcut başkan tarafından kasıtlı olarak göz ardı edildiğini belirtti.

McGovern, bu durumun CIA’in varlık nedenini sorgulanır hale getirdiğini vurguladı.

Kennedy suikastı ve ‘Potemkin köyü’ komplosu

McGovern, Kennedy’nin İsrail’in nükleer programına şiddetle karşı çıktığını ve bu programı durdurmaya kararlı olduğunu hatırlattı.

O dönemde CIA’in İsrail ile ilgili tüm konuları kontrol eden isminin James Jesus Angleton olduğunu belirten McGovern, “Adı James Jesus Angleton’dı. Kennedy suikastına karıştığına dair somut kanıtlar var,” dedi.

McGovern, Angleton’ın, ABD’li denetçileri yanıltmak için İsrail’in Dimona nükleer tesislerinde sahte bir “Potemkin köyü” kurulmasına yardım ettiğini iddia etti.

McGovern, “Denetçiler geri döndüğünde ‘Burası oldukça temiz görünüyor’ dediler. Çünkü Angleton ve İsrailli yoldaşları bu Potemkin köyünü inşa etmişlerdi,” değerlendirmesinde bulundu.

İstihbarat camiası 2007’den beri aynı şeyi söylüyor

McGovern, ABD istihbarat camiası 2007’den bu yana her yıl “yüksek güvenle” İran’ın nükleer silah geliştirmediğini raporladığını vurguladı.

Bu görüşün sadece analistlerle sınırlı kalmadığını, eski CIA Direktörü William Burns’ün de görevden ayrılmadan hemen önce bu gerçeği teyit ettiğini belirtti.

McGovern, Burns’ün, “İran’ın nükleer silah üzerinde çalışmadığını yinelemek isterim. Ayrıca, istihbarat toplama faaliyetlerimiz o kadar kapsamlı ki, eğer nükleer silah üzerinde çalışmaya başlarlarsa Batı’nın bundan neredeyse anında haberi olur,” dediğini aktardı.

‘Başkan istihbaratı dinlemiyor’

Tüm bu somut raporlara rağmen mevcut başkanın istihbaratı dinlemediğini ifade eden McGovern, Trump’ın, Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard’ı kastederek, “Onun ne dediği umurumda değil,” şeklindeki sözlerini hatırlattı.

McGovern, önümüzdeki iki haftalık kritik süreçte kamuoyunun Trump’a, “Siyonistlerin soykırımını desteklemenin kabul edilemez olduğunu” göstermesi gerektiğini belirterek, “Trump’ın bu konuda fare kapanına çekilmemesi için ne gerekiyorsa yapmalıyız,” çağrısında bulundu.

‘CIA’in varlığı sorgulanmalı’

McGovern, CIA’in varlığını sürdürmesi konusundaki kendi tereddütlerini de dile getirdi. Kurumun lağvedilmesi yönündeki çağrılara, CIA analistlerinin en azından İran konusunda doğruyu söyleyerek dik durmaları nedeniyle direndiğini söyledi.

Fakat bu tek doğru duruşun bile başkan tarafından hiçe sayılmasının, kurumun geleceği hakkında ciddi şüpheler doğurduğunu belirtti. McGovern, “Dürüst analistler, başkan ‘Onların ne dediği umurumda değil’ dediğinde ne hissedecek? Belki de CIA için artık umut kalmamıştır,” ifadelerini kullandı.

Okumaya Devam Et

Amerika

Temyiz mahkemesi, Trump’ın Ulusal Muhafızlarına şimdilik izin verdi

Yayınlanma

Perşembe günü geç saatlerde bir federal temyiz mahkemesi heyeti, Başkan Donald Trump’ın Ulusal Muhafızlar’ı şimdilik Los Angeles’ta konuşlandırmaya devam etmesine izin verdi.

Üç yargıçtan oluşan 9. ABD Temyiz Mahkemesi heyeti, Trump’ın konuşlandırmasını yasadışı bulan ve onu birliklerin kontrolünü Kaliforniya Valisi Gavin Newsom’a iade etmeye zorlayan bir yargıcın kararını oybirliğiyle askıya aldı.

Kararada, “Fakat kararımızın sadece önümüze sunulan gerçekleri ele aldığını vurgulamak isteriz. Başkanın Ulusal Muhafızları federalleştirme yetkisine sahip olduğunu düşünsek de, kararımızda federalleştirilmiş Ulusal Muhafızların gerçekleştirebileceği faaliyetlerin niteliğine değinilmemiştir,“ denildi. 

Trump’ın kararının mahkemeler tarafından incelenemeyeceği yönündeki yönetimin görüşüne katılmadığını belirtti, fakat yargıçlar mahkemelerin “son derece saygılı” olmaları gerektiğini kabul etti.

Mahkeme, “Başkan’a bu saygıyı göstererek, Başkan’ın yasal yetkisini yasal olarak kullandığı sonucuna vardık,” dedi.

Trump, zaman zaman şiddet olaylarına dönüşen Los Angeles’taki son protestoların ardından göçmenlik memurlarını korumak için binlerce Ulusal Muhafız askeri gönderdi. Bu hamle, Newsom ve eyalet başsavcısı tarafından hızla dava açılmasına yol açtı.

Mahkemenin kararı, Trump için hukuki mücadelede bir zafer anlamına gelse de, bu zafer kısa süreli olabilir. Geçen hafta askerlerin sevkini geçersiz kılan kararı veren ABD Bölge Yargıcı Charles Breyer, bugün (20 Haziran) süresiz ihtiyati tedbir kararı verip vermemeyi görüşmek üzere duruşma yapacak.

Breyer, eski Başkan Clinton tarafından atanan ve emekli Yüksek Mahkeme yargıcı Stephen Breyer’in kardeşi.

Trump, askerlerin konuşlandırılmasında, isyan olması veya normal kuvvetlerle federal yasaları uygulayamadığı durumlarda Ulusal Muhafızları federalleştirmesine izin veren bir yasayı gerekçe göstermişti.

Temyiz heyeti perşembe günü, ikinci şartın muhtemelen yerine getirildiğini kabul ettiğinden, isyan olup olmadığı sorusuna gerek olmadığını açıkladı.

Kararda, “Davacıların kendi sunumlarında, bazı protestocuların molotif kokteyl dahil olmak üzere nesneler attığı ve mülke zarar verdiği belirtiliyor. Davalıların sunduğu beyanlara göre, bu faaliyetler federal memurların yasaları uygulama yeteneğini önemli ölçüde engelledi,” denildi.

Üç yargıçtan oluşan temyiz heyeti, Trump tarafından atanan iki yargıç, Mark Bennett ve Eric Miller ile eski Başkan Joe Biden tarafından atanan yargıç Jennifer Sung’dan oluşuyor.

9. Temyiz Mahkemesi, Trump’ın vali “aracılığıyla” konuşlandırma emrini verme zorunluluğunu yerine getirmediğine dair Newsom’ın argümanını da reddetti.

Newsom, bunun kendi onayını gerektirdiğini iddia etmişti fakat temyiz heyeti, Kaliforniya Ulusal Muhafızlarının genel emir subayına bildirimde bulunmanın yeterli olabileceğini söyledi.

Heyet, yasanın “valilere başkanın federalleşme kararı üzerinde herhangi bir veto yetkisi vermediğini” vurguladı.

Newsom yaptığı açıklamada, “Mahkeme, Trump’ın Ulusal Muhafızları istediği gibi kullanabileceği ve kendini mahkemeye açıklamak zorunda olmadığı iddiasını haklı olarak reddetti. Başkan bir kral değildir ve kanunların üstünde değildir,” dedi.

Vali, Trump’ın ABD askerlerini vatandaşlara karşı “otoriter bir şekilde kullanmasına” karşı mücadelesini sürdüreceğini de ekledi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English