Bizi Takip Edin

Görüş

Ankara’nın denge ve dikkat özeni

Avatar photo

Yayınlanma

Özellikle son zamanlarda uluslararası uzmanlar ve analistlerle katıldığım programlarda Ukrayna savaşında izlediği dikkatli/dengeli politikadan hareketle Türkiye’ye övgüler içeren sözleri oldukça sıklıkla duymaya başladım. Sürekli olarak Türkiye karşıtlığı yapanları bir tarafa bırakacak olursak, Amerikan basınının bile önemli bir kısmı Türkiye eleştirilerine ya belirli ölçülerde son/ara vermiş durumda ya da bu tavrını hatırı sayılır oranda azaltmış görünüyor. Veya eleştirilerinin içinde Türkiye’nin izlediği kendine özgü politikadan ve bunun hem Türkiye hem de Batı dünyası için sağladığı faydalardan bahsetmek zorunda kalıyorlar.

Bir yandan NATO ve Batılı ‘müttefikleri’ ile ilişkilerini istikrarlı bir şekilde sürdürürken öte yandan da bu ülkelerin Rusya’ya karşı uyguladıkları yaptırımlara katılmaması, Tahıl Anlaşması ve daha da önemlisi Amerikan ve Rusya dış istihbarat şeflerinin Ankara’da görüşmesine ortam hazırlaması gibi pek çok sonuç alıcı girişim Türkiye’nin politikasının başarısına işaret ediyor. Ukrayna savaşına giden haftalarda ve aylarda Ankara’nın geliştirdiği bu dikkatli ve dengeli politikanın esası ulusal çıkar temelli ve pragmatik karakterli olmasıdır. Her iki tarafa da eşit mesafede olmayı amaçlayan bu politika aslında güçlü taraf olan Moskova’ya daha fazla avantaj sağlıyor; ancak Batı dünyası ve özellikle NATO içerisinde alınan kararlarda Rusya’nın Ukrayna topraklarında yaptıklarını kınamaktan, Kiev’e kritik askeri malzeme temin etmeye ve Tahıl Anlaşması ile Ukrayna’nın hububatını satmasını sağlamaya kadar geniş bir yelpazede Ankara’nın yaptığı girişimler iki tarafı da memnun ediyor. Öyle ki, Rusya ile Ukrayna arasında giderek Amerika ve AB ülkelerinin de istediği bir uzlaşı arayışında Ankara’nın öncülük yapması ve başlangıçta sadece ‘kolaylaştırıcı’ olarak düşünülen bu rolün belki de taraflara barış planları sunmaya kadar gidecek bir ‘arabuluculuk’ şekline dönüşmesi bile oldukça muhtemel.

Türkiye bu politikadan her devlet gibi belirli oranlarda olumsuz etkilense de ciddi avantajlar temin etmiş durumda ve öyle görünüyor ki, bu pragmatik politika sayesinde daha fazla fayda temin edilmesi mümkün olacak. Örneğin şu ana kadar Rusya’dan alınan göreceli ucuz enerji sayesinde Türkiye’de sanayinin çarkları dönmeye devam ediyor. Özellikle Avrupa’da Rus petrol ve doğalgazını tüketmemek adına Amerika’dan ithal edilen oldukça pahalı LPG ve diğer ülkelerden alınan petrol yüzünden sanayi tesisleri ciddi alarm vermeye başladı. Hatta bazı sektörlerde üretim yapamayan tesisler ve markaların Türkiye’deki firmalarla fason üretim anlaşmaları yapma arayışı içinde olduklarını biliyoruz. Söz konusu ülkelerdeki sanayinin tasfiyesine kadar gidebilecek bu süreç dikkatle yönetilir ve cazip bir ortam sağlanırsa Avrupa’nın özellikle İtalya, Almanya, Fransa gibi ülkelerinden ciddi oranda sanayi yatırımının Türkiye’ye çekilmesi mümkün olabilir. Rusya ile uzlaşılan enerji merkezi projesinin belki de hububat konularında da genişletilmesi ve Türkiye’nin bu alanlarda sadece güzergâh ve alıcı/satıcı olmasının ötesinde daha kapsamlı ekonomik ve ticari roller üslenmesi olağanüstü yeni avantajlar sağlayabilir. Tüm bunlara, iki ülke arasında savunma sanayiinde de gelecek yıllarda yapılacak işbirliğini eklersek muazzam kazanımlardan söz etmek mümkün.

Türkiye’nin stratejik kazanımları da oldukça kapsamlı görünüyor. Örneğin Rusya ile yaşanan yakınlaşma ve Türkiye’nin yükselen profili sayesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) Türk Devletleri Teşkilatı’na anayasal ismiyle gözlemci üye olarak alınması ilerde, Kıbrıs mücadelesi tarihinin dönüm noktalarından birisi olarak değerlendirilecektir. Rusya’nın bile KKTC’yi tanımaya eğilim gösterdiğinin ayrıca altını çizmekte yarar olduğuna şüphe yok. Türkiye ile yakınlaşırken, Amerika’nın uzak karakolu haline gelen Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi ile ilişkileri kökten bozulan Moskova’nın Kıbrıs sorununda bugüne kadar izlediği tek devletli Birleşik Kıbrıs politikasından uzaklaşarak iki devletli çözüm formülüne yaklaştığı pek çok açıdan gözlemlenebiliyor.

Çok kutupluluk

Bütün bunları mümkün kılan şeyin giderek şekillenen çok kutuplu dünya düzeni olduğuna şüphe yok. Amerika’nın liderliğindeki tek kutuplu dünya düzenine Rusya ve Çin’in yıllardır artan dozda yaptıkları itirazlar Ukrayna savaşı ile birlikte önlenemez yeni bir dönemin kapılarını açtı. Bir yandan Ukrayna’daki çatışmalar ve öte yandan medyada başlayan büyük enformasyon savaşı ile bir anda dünyayı çok kutupluluğa dönüştürmek isteyen başta Çin olmak üzere küresel güç yansıtma kabiliyetine sahip büyük güçler ve orta büyüklükteki devletlerle ABD merkezli tek kutupluluğu sürdürmek isteyenler arasındaki mücadele kıyasıya devam ediyor. Görünen o ki, artık çok kutuplu dünya düzenini engellemek pek mümkün değil. Savaşın başında Rusya’nın ekonomik yaptırımlarla dize getirileceğini zanneden ABD ve Avrupa’nın giderek müzakereler yoluyla soruna bir çare bulunmasından yana tavır almaları ve Zelenski’yi Putin ile görüşmeye – muhtemelen ön şartsız – teşvik ettiklerine dair Amerikan basınına sızan bilgiler bir manada çok kutupluluğun dolaylı olarak kabul edilmesi olarak yorumlanabilir. Her ne kadar Ukrayna’daki savaş henüz sona ermemiş ve savaşın şiddetinin artması ihtimali hala yüksek olsa da önemli olan buradaki askeri çatışmaların Amerika ve Kolektif Batı’nın istediği doğrultuda bitmesi ihtimalinin neredeyse olmadığı gerçeğidir.

Bu gerçek bir şekilde Rusya’nın güvenlik endişelerinin Kolektif Batı tarafından bir noktadan itibaren değerlendirilmek zorunda olduğunu da ortaya koyuyor. Öte yandan Amerika ve müttefiklerinin Tayvan üzerinden Çin ile bir vekalet savaşına girişmeleri her zaman mümkün gibi görünmekle birlikte bunun nasıl ve ne zaman başlatılacağı kolayca planlanamayacak kadar karmaşık görünüyor. Tayvan halkının Çin ile belirli bir statü içerisinde birleşmek veya bağımsızlık için Pekin’e karşı savaşmak seçeneklerinden hangisine yatkın olduğunu tahmin etmek ve yıllar içinde bunun nasıl evrileceğini öngörmek pek kolay değil. Örneğin geçtiğimiz günlerde yapılan yerel seçimler bağımsızlık yanlısı siyasal parti ve liderin ciddi kayıplara uğradığını gösterdi. Ayrıca ABD ile Avrupa arasında bugünlerde fitili ateşlenen ticaret savaşlarının ABD’nin Amerika’da üretilen mallara uygulamaya başlayacağı sübvansiyonlar, vergi indirimleri ve diğer teşviklerle hızlanmasının kaçınılmaz bir şekilde şiddetleneceği söylenebilir. Dolayısıyla müttefiklerini yanında tutmakta zorlanan özellikle de Almanya, Fransa, İtalya gibi sanayi devleri ile Amerika her konuda uzun soluklu dayanışmadan uzaklaşabilirler. Kaldı ki, Kolektif Batı birlikteliğini ağır aksak da olsa sürdürse bile dünyanın çok kutuplu hale dönüşmesini engelleyemez durumda.

Türkiye ve çok kutupluluk

Çok kutuplu dünya düzeni iyi yönetildiği takdirde Türkiye’ye geniş çaplı avantajlar sağlayacaktır. Ukrayna savaşından bu yana izlenen politika sürdürüldüğü takdirde Türkiye’nin hem NATO üyeliği üzerinden Batı ile ilişkilerini ‘çok kutuplu düzene uygun bir normal’ üzerinden sürdürmesi hem de Rusya ve Çin başta olmak üzere geniş Asya ile çok kapsamlı ekonomik/ticari ve hatta savunma sanayi ilişkileri geliştirmesi mümkün görünüyor. Türkiye’nin coğrafyasının ve devlet aklının sağladığı avantajlar bütün bunların mümkün olabileceğini özellikle son bir yıl içerisinde göstermiş durumda. Bu arada 2020 yılının sonlarından itibaren bölge ülkeleriyle ilişkilerde ciddi sorunlara yol açan ideolojik/duygusal içeriklerin dış politikadan arındırılarak yerine ulusal çıkar esaslı pragmatizmin getirilmesinin Ankara’ya ilave fırsatlar sağladığına da hiç şüphe yok. İsrail ile normalleşmenin ardından Mısır ve Suriye nezdinde atılan benzeri adımlar Türkiye’yi hem İsrail hem İran veya hem Rusya hem de Batı dünyası ile çıkara dayalı yakın ilişkiler kurabilen bir ülke haline getirmiştir.

Dünya siyasi ve askeri tarihi açısından en yaygın olarak gördüğümüz çok kutupluluk – iki kutupluluk ve tek kutupluluk istisnai dönemler -her ne kadar muazzam faydalar getirecek gibi görünse de bu sürecin büyük gerginlikler hatta geniş çaplı çatışmalar ve vekalet savaşları yaşanmadan şekillenmesi de pek mümkün olmayabilir. Türkiye tıpkı Ukrayna savaşında olduğu gibi gerginliklerin ve çatışmaların doğrudan tarafı olmadan ekonomik, askeri ve ticari avantajlar elde etmeye çalışan dengeli ve dikkatli bir politika izler ve savunma sanayi atılımlarını sürdürürse bu sancılı dönemde oldukça büyük kazanımlar elde ederek çok kutuplu dünyanın orta büyüklükte ve birden fazla bölgede güç yansıtma potansiyeli olan bir gücü olarak yerini alabilir.

Prof. Dr. Hasan Ünal, Maltepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesidir.

Görüş

İran, İsrail ve Amerika Üçgenindeki Nükleer Oyun ve Çıkmaz

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Amerikan medya kaynaklarına göre, ABD’nin Orta Doğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff, İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi ile gelecek hafta Norveç’in başkenti Oslo’da İran’ın nükleer meselesini görüşmek üzere bir araya gelecek. İran, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ile iş birliğini askıya alma kararını onaylamasına rağmen, 3 Temmuz’da Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması (NPT) ve Güvenlik Tedbirleri Anlaşmasına bağlılığını ifade etti. Yine aynı gün, ABD Hazine Bakanlığı İran’ın petrol ticaretine yardım eden çeşitli ticari ağlara yaptırım uygulandığını açıkladı. İsrail cephesindeyse, İran’ın nükleer eşiği aşma teşebbüsüne karşı her an saldırıya geçilebileceği önceden ilan edilmişti.

On İki Günlük Savaş”ın dumanı henüz dağılmamışken, sanki Orta Doğu’da daha yeni kıyamet kopmamış gibi, İran, ABD ve İsrail arasındaki üçlü nükleer oyun yeniden başladı; uluslararası toplumun aşina olduğu uzun soluklu jeopolitik satranç tahtasına geri dönüldü. Temelde, üç ülke de İran’ın nükleer meselesine aynı eski mantıkla yaklaşmaya devam ediyor, bu da tehlikeli jeopolitik oyunu bir çıkmazdan kurtaramıyor.

İran’ın nükleer kriz çıkmazındaki temel sorun, nükleer silah sahibi olma fırsatını kaçırması ve bu nedenle nükleer eşiği geçemeyen bir “stratejik mahkûmiyet” içinde kalmasıdır. 17 Haziran’da ünlü Amerikan realizm teorisyeni John Mearsheimer, “Eğer ben İran’ın ulusal güvenlik danışmanı olsaydım, onların çoktan nükleer silahları olurdu” dedi. Mearsheimer, Kuzey Kore ve İsrail’in nükleer silahla ulusal güvenlik sağladığını, Libya ve Irak’ın ise nükleer silaha sahip olmadığı için ABD gibi güçlerce rejimlerinin yıkıldığını örnek göstererek İran’ı “aşırı derecede aptal” olarak nitelendirdi.

Objektif olarak bakıldığında, İran 1950’li yıllarda Pehlevi Hanedanı döneminde ABD’nin yardımıyla nükleer araştırmalara başlamıştı, ancak yarı-müttefiki İsrail ile birlikte nükleer kulübe girmenin en iyi fırsatını kaçırdı. 1979’da İslam Cumhuriyeti sisteminin kurulmasından sonra İran benzeri görülmemiş bir uluslararası yalnızlığa düştü ve Irak ile sekiz yıl süren bir savaşa girdi; kimyasal silah saldırılarına maruz kalmasına rağmen nükleer araştırmalarını ilerletme ve silahlanmayı hızlandırma imkânı bulamadı.

Sübjektif açıdan ise, yeni İran yönetimi birçok kez İslam inancının kitle imha silahlarını yasakladığını vurgulayarak, kendisini Orta Doğu’daki karmaşık güç oyununda sözde prosedürel ya da ahlaki adalet saplantısına kaptırdı ve Çin’in eski hükümdarı Song Xiang Dükü’nün “düşman nehri geçerken saldırmama” hatasına benzer bir yenilgiyi tekrar etti. Sonuç olarak, İslam Devrimi’ni ihraç ederek Orta Doğu’da Fars milliyetçiliği ile hegemonya kurmayı hedefleyen İran, nükleer silahların “yoksul bir ulusun sopa gücü” olarak taşıdığı stratejik değeri hafife aldı ve Soğuk Savaş’ın sona erdiği dönemde nükleer eşiği geçme şansını yine kaçırdı. Hatta 1998’de Hindistan ve Pakistan gibi orta ölçekli iki ülke nükleer silah sahibi olduğunda bile İran hâlâ nükleer kulübün kapısında tereddüt içindeydi. 2002’de George W. Bush “Şer Ekseni” teorisini ortaya attı, İran rejimini devireceğini açıkça ilan etti ve aynı dönemde Afganistan ve Irak savaşlarını başlattı. İran’ın nükleer arzusu ifşa oldu ve nükleer kriz patlak verdi. Ancak zaman, mekân ve uluslararası destek artık İran’dan yana değildi; pişmanlık için çok geçti.

Elbette, Doğu Asya’daki eş zamanlı Kuzey Kore nükleer krizi ve onun tetiklediği gerginlikler, İran’ın stratejik kararsızlık içinde kalmasına katkıda bulundu. İran hâlâ muğlak bir nükleer politika izliyor; ne bu hayati adımı atmak istiyor ne de Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın denetimlerine tam olarak izin veriyor. Bu kararsız tavır, İran’a uluslararası toplumun toplu yaptırımlarını ve ABD’nin tek taraflı baskılarını getirdiği gibi, nükleer silah sahibi İsrail’in de İran’ın stratejik çekingenliğini açıkça görmesine neden oldu. Bu durum İsrail’in “nükleere sıfır tolerans” sinyallerini daha da sıklaştırdı. Aynı zamanda Arap ülkelerinin İran’ın olası nükleerleşmesine yönelik kolektif stratejik kaygısını artırdı ve İran’ın nükleer programını bölgenin en sıcak gündemlerinden biri haline getirdi.

2015 yılında Obama yönetimi, İran’ın Irak, Suriye ve Lübnan’daki nüfuz alanlarını fiilen kabul etme karşılığında, İran’ı Kapsamlı Ortak Eylem Planı (JCPOA) olarak bilinen nükleer anlaşmayı imzalamaya ikna etti. Hukuki bağlayıcılığı zayıf olan bu belge sadece İran’ın nükleerleşmesini geciktirdi veya zorlaştırdı. Ancak İran, nükleer silahın ulusal güvenlik için taşıdığı stratejik anlamı yine fark edemedi ve İsrail hatta ABD ile olan yapısal çelişkilerini değiştirmek istemedi. Bu da İran’ın hem İsrail hem de ABD’nin askeri saldırılarına açık hale gelerek trajik sonunu kendi elleriyle hazırlamasına yol açtı.

Altıncı Orta Doğu Savaşı’nın patlak vermesinden sonra, İran ile İsrail arasındaki uzun süreli asimetrik çatışma veya vekâlet savaşı giderek doğrudan karşılıklı saldırıya dönüştü. Geçen yıl Nisan ve Ekim aylarında İsrail ile yaşanan iki karşılaşmada, İran, krizi tırmandırmak istemediği için “gösteri amaçlı misillemeler” yaptı ve bu da onun “kağıttan kaplan” doğasını tamamen açığa çıkardı. Bu durum, İsrail’in maceracı doğasını daha da kamçıladı ve “On İki Günlük Savaş”ın patlak vermesine yol açtı. İsrail Doğu Akdeniz’deki hava üstünlüğünü İran topraklarına kadar genişlettiğinde, aslında Orta Doğu savaşına karışmak istemeyen Trump yönetimi de fırsattan istifade ederek İran’a yönelik askeri saldırıya katıldı. İran’ın ABD askeri hedeflerine yönelik “müzakere edilmiş misillemesi” ise, İran’ın genelde blöf yapıp, iş ciddiye bindiğinde geri adım atan karar alma tarzını bir kez daha gözler önüne serdi.

Eğer Mearsheimer’ın uyarıları ve alaycı yorumları teori düzeyinde kalsa da, “On İki Günlük Savaş”tan hemen önce Hindistan ile Pakistan arasında patlak veren çatışmanın hızlıca başlayıp yine hızlıca kontrol altına alınması, nükleer silahların bir ülkenin güvenliğini sağlamadaki temel rolünü ve çatışmaların tırmanmasını önlemedeki etkisini tüm dünyaya açıkça gösterdi. Eğer İran, İsrail’le eşdeğer caydırıcılığa ve yıkıcı güce sahip bir nükleer kapasiteye sahip olsaydı, İsrail büyük ölçekli bir saldırının ağır bedelini dikkate almak zorunda kalabilirdi; ABD de böyle bir durumu fırsat bilip harekete geçmeye cesaret edemeyebilirdi.

İran, nükleer silah sahibi olma fırsatlarını defalarca kaçırdı. Nükleer süreçteki yarı şeffaf politikası, İsrail, ABD ve hatta İran’ın kendisinin bu nükleer krizden savaş eşiği diplomasisi yoluyla çeşitli çıkarlar elde etmesine olanak sağladı. Bu da İran nükleer krizini, üç tarafın da kendi hesabını yaptığı, kendi kazancını sağladığı ve kendi anlatısını oluşturduğu tuhaf bir satranç oyununa dönüştürdü.

İsrail, çevresindeki hiçbir ülkenin, özellikle de İsrail’in varlığını tanımayan, bölgesel hegemonyayı hedefleyen ve Filistin meselesini sürekli baskı unsuru olarak kullanan İran’ın nükleer silah sahibi olmasına kesinlikle izin vermemeye kararlı. İran’ın nükleer silah sahibi olması durumunda, İsrail’in Orta Doğu’daki nükleer tekel üstünlüğü bozulacak, iki ülke karşılıklı nükleer caydırıcılığa sürüklenecek; bu da İsrail için tam bir kâbus olur. Daha da kötüsü, İran’ın nükleerleşmesi, bu güçlü komşudan zaten korkan Arap ülkelerini de aynı yola itebilir; böylece İsrail kendisini nükleer silahlarla çevrili halde bulur ve daha büyük, daha uzun süreli bir kâbus başlar.

Bu, “0 ya da 1” gibi hayati bir tercih; yaşamla ölüm arasındaki bir eşiği temsil eder. Bu yüzden İsrail, İran’ı nükleer kulübün kapısında durdurmak için gerekirse savaşmayı göze alıyor; nasılsa arkasında ABD var ve yangını söndürme işini de o üstleniyor. İsrail, hem ABD’nin ulusal güvenliğini ve Orta Doğu diplomasisini adeta rehin almış, hem de İran’ın Arap ülkeleriyle olan etnik, mezhepsel ve statü rekabetini akıllıca kullanarak, İran nükleer krizini ve tehdidini sürekli gündemde tutmuş, sonunda İran’ın nükleerleşmesini önlemeye yönelik ortak bir cephe oluşturmuş durumda. Bu süreç,  “İbrahim Anlaşmaları”nın imzalanmasıyla sonuçlandı; İran, Orta Doğu’daki güç mücadelesinde daha da yalnızlaştı ve yalnızca birkaç devlet dışı aktörle işbirliği yapabilir hale geldi.

Amerika Birleşik Devletleri ise, İsrail’in stratejik güvenliğini koruma isteği, Basra Körfezi’nin petrol hatlarını kontrol etme arzusu, Arap ülkelerinde deniz ve hava üsleri kurma gereksinimi ve petrol zengini Arap ülkelerini bir “nakit makinesi” gibi görme yaklaşımıyla, zaman zaman İran’ın “nükleere çok yakın olduğu” veya “henüz nükleer olmadığı” yönünde çelişkili sinyaller vererek, ABD-İran ilişkilerini sıkılaştırıp gevşetmekte esnek davranıyor. Bu sayede İran, nükleer belirsizlik içinde adeta uykuda yürürken, ABD’nin geçici gevşemelerini büyük bir kazanım gibi görüyor; elde ettiği petrol dolarlarını ise bölgesel genişleme ve vekil savaşlara yatırıyor. Sonuçta da, kendi ördüğü ama artık içinden çıkamadığı dev bir nükleer kriz ağına dolanmış durumda.

İran açıkça, İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri’nin uzun süreli baskılarının bir “kurbanıdır”; ancak, 40 yılı aşkın dış politika mücadelesinde İran, nükleer belirsizlik politikasından da görünüşe göre çeşitli çıkarlar sağlamıştır: nükleer enerjiyi barışçıl şekilde kullanma hakkını bir egemenlik göstergesi olarak öne çıkarması, ulusal ve etnik onuru savunan güçlü bir imaj çizmesi, Fars milleti ve Şii “çifte azınlık” kimliğinin trajik bilincini ve şehitlik duygusunu uyandırması, rejimin meşruiyetini devlet davranışlarının rasyonelliğiyle ustaca bağdaştırması, halkın yabancı baskı ve müdahaleye olan öfkesini saldırgan dış politikayla bütünleştirmesi… Tüm bu yollarla İran, uzun süredir yürüttüğü nükleer belirsizlik ve savaş eşiği politikası sayesinde, dış baskı ve düşmanlığı yalnızca İslami rejimin siyasi temellerini ve meşruiyetini korumak için kullanmakla kalmamış; aynı zamanda iç reform, dışa açılım, yaşam standartlarının iyileştirilmesi ve uluslararası imajın düzeltilmesi yönündeki halk taleplerini de ustalıkla savuşturmuştur. Hatta içeride giderek büyüyen siyasi ve toplumsal çelişkileri hafifletmek ve yön değiştirmek için bu politikayı adeta bir “buhar tahliye vanası” olarak değerlendirmiştir.

Bugün gelinen noktada, İran nükleer krizi; İran, İsrail ve ABD’nin hepsinin ihtiyaç duyduğu bir koz hâline gelmiştir. Herkesin kendi lehine kullanabileceği ya da lehine duruma göre kaçınabileceği jeopolitik bir pazarlık aracına, kimsenin kısa vadede çıkış yolu bulamadığı bir kısır döngüye dönüşmüştür.

İsrail ve ABD açısından, İran nükleer krizi ile mevcut İran rejimi, aynı madalyonun iki yüzü gibidir. Bu durum, hem eski hem yeni şu soruyu gündeme getirir: İran’daki mevcut rejimin değişmesi, gerçekten de İsrail ve Amerika’nın arzuladığı bir gelişme midir? Mevcut ideolojik kalıplarını, siyasi sistemini ve dünya görüşünü koruyan, göreli olarak izole bir İran; İsrail’in Orta Doğu’da rahat manevra yapması, ABD’nin bölgedeki nüfuzunu sürdürmesi ve görünürde güçlü bir İran “korkuluğunun” Arap dünyasındaki çok sayıda “küçük serçeyi” sindirmek için kullanılması açısından çok daha işlevsel değil midir?

Tersinden bir senaryo hayal edelim: İran, İslami Devrim’i ihraç etmekten vazgeçse, Filistin kartını bırakıp İsrail’le barışsa, “Şii Hilali”ni ve “Direniş Ekseni”ni dağıtsa, ABD ile ilişkilerini normalleştirip komşu Arap monarşilerinin siyasi sistemlerine ve dış politikalarına saygı gösterse — bu durumda İsrail’in hâlâ Filistin, Lübnan ve Suriye topraklarını işgal etme gerekçesi olur mu? Aşırı genişlemeci “Büyük İsrail politikası”nı sürdürebilir mi? Çevresindeki ülkelerin hava sahasını sınırsızca ihlal edebilir mi? ABD, Arap ülkelerini çok sayıda askerî üs kurmaya, Amerikan silahlarını cömertçe satın almaya ve kendi koruma şemsiyesi altına sığınmaya ikna etmeye devam edebilir mi?

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Görüş

Yeni Bir Barış mı, Eski Bir Sömürü mü? Ruanda-Kongo Anlaşmasına Yakından Bakış

Yayınlanma

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi

  1. Barış mı dediniz?

27 Haziran 2025’te Washington’da, Demokratik Kongo Cumhuriyeti (DKC) ile Ruanda arasında bir barış anlaşması imzalandı. ABD ve Katar arabuluculuğunda gerçekleşen bu imza töreni, ilk bakışta bölge için umut verici bir gelişme gibi sunuldu. Ama biraz yakından bakınca tablo çok daha karmaşık.

Anlaşmanın servis edilen simgesel fotoğrafı düşündürücü: ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Ruanda ve Kongo dışişleri bakanlarının ortasında el sıkışıyor. Arkalarında ise dev bir Colin Powell portresi. 2003 Irak işgal ve talanının mimarlarından Powell’ın gölgesinde barış imzalamak, herhalde tarihsel ironinin zirvesi.

Bu yazıda, bu barış anlaşmasının perde arkasına bakalım: Gerçekten barış mı geliyor, yoksa başka planlar mı devrede? Hem Kongo halkı hem de büyük güçler bu işten ne kazanacak, ne kaybedecek, birlikte anlamaya çalışalım.

  1. Arka Plan: Madenler, Mülteciler ve M23 Gölgesi

Bu anlaşma, doğu Kongo’da M23 adlı isyancı grubun stratejik şehirleri ele geçirdiği, yüz binlerce insanı yerinden ettiği ve zengin maden yataklarını kontrol altına aldığı bir dönemde geldi. M23’ün arkasında Ruanda’nın olduğu yönünde ciddi iddialar var. Kigali yönetimi ise bu suçlamaları reddediyor, buna karşılık Kongo’daki Hutu milisleri olan FDLR’nin etkisiz hale getirilmesini talep ediyor.

Ama bu çatışmaların kökü çok daha derinlerde. 1994 Ruanda Soykırımı’nda yaklaşık 800 bin kişi öldürüldü. Belçika’nın sömürge döneminde Tutsilere verdiği ayrıcalıklar, Hutu çoğunlukta biriken öfkeyi yıllar içinde patlatmıştı. Soykırım sonrası binlerce Hutu, silahlı gruplarla birlikte komşu ülke Zaire’ye (bugünkü Demokratik Kongo Cumhuriyeti) kaçmıştı. Bu, bölgedeki etnik gerilimleri daha da alevlendirdi.

Kongo’nun doğusu yıllardır sadece insanların değil, altın, kobalt ve koltan gibi değerli madenlerin de savaşıyla yanıyor.

  1. Resmî Söylemler: Barışa Övgüler, Satır Aralarında Soru İşaretleri

Resmî açıklamalarda barış havası hâkim. Ruanda’nın devlet gazetesi The New Times, bu anlaşmayı “tarihi bir fırsat” olarak tanımlarken, Afrika Birliği Komisyonu Başkanı Mahamoud  Ali  Youssouf da gelişmeyi “bölgesel barış için bir dönüm noktası” olarak selamladı.

Kongo Dışişleri Bakanı Thérèse Kayikwamba Wagner ise, “Asıl görevimiz şimdi başlıyor” diyerek barışın yalnızca imzayla değil, adaletle, mültecilerin dönüşüyle ve silahların gerçekten susmasıyla mümkün olacağını söyledi.

Ancak Kongo’nun bağımsız gazeteleri bu sürece daha temkinli yaklaşıyor. Kinşasa merkezli Le Potentiel, L’Avenir ve Le Soft International, devlet çizgisine mesafeli duruşları ve toplumsal muhalefetin sesine kulak vermeleriyle biliniyor. Bu yayınlar, anlaşmanın uygulanabilirliğinin iç siyasi iradeye, dış müdahalelere ve sahadaki gerçek koşullara bağlı olduğuna dikkat çekiyor. Yazdıkları, kâğıt üzerindeki barış ile sahadaki gerçekler arasındaki uçurumu ortaya koyuyor.

  1. Eleştirel Gözlük: Barış Görünümlü Madencilik

Şimdi gelelim meselenin kalbine: Kongo, dünyanın en büyük kobalt üreticisi. Koltan, altın, bakır, lityum gibi stratejik öneme sahip neredeyse her şey bu ülkede var. Elektrikli araçlardan savunma sanayisine kadar pek çok sektör, bu minerallere muhtaç.

ABD Başkanı Donald Trump, imzadan sonra gayet açık konuştu: “Kongo’dan çok fazla maden hakkı alıyoruz. Bu bizim için büyük kazanç.”

Aynı günlerde Newsweek’te yayımlanan bir haberde, ABD’nin bölgeyle yaptığı anlaşmanın Çin’in nadir toprak metalleri üzerindeki etkisini kırmayı amaçladığı açıkça yazıyordu. Çin’i bu tabloda unutmamak gerekir. Çin son 10 yılda Afrika’ya büyük yatırımlar yaptı. “Kaynak karşılığı altyapı” modeliyle yollar, demiryolları ve barajlar inşa etti. Şimdi ABD, Çin’in bölgedeki etkisini dengelemek ve kendi şirketlerine alan açmak istiyor. Kısacası, bir yanda madenler, diğer yanda süper güçlerin bilek güreşi.

Bu durumda “barış” biraz da yeni bir yatırım fırsatı anlamına geliyor. Uluslararası soldaki birçok düşünür, bu tür süreçleri “barış paketli sermaye hamlesi” olarak okuyor. Kalkınma, istikrar, dış yardım… Bu süslü kavramların arkasında, çokuluslu şirketlerin madenlere el koyduğu bir model işliyor.

Kongo ise ABD’ye “güvenlik karşılığında kaynak” teklif etti. Bu da pek “eşitler arası bir ortaklık” gibi görünmüyor doğrusu.

Üstelik diplomatik süreci yürüten kişi, Başkan Trump’ın danışmanı ve aynı zamanda kızının kayınpederi olan iş insanı Massad Boulos. Yani barış süreci hem aile içi mesele, hem de dış ticaret anlaşması gibi görünüyor. ABD diplomasisi, bu kez adeta aile şirketi modeliyle çalışıyor.

  1. Sonuç: “Made in Congo” Etiketli Bir Barış mı?

Demokratik Kongo Cumhuriyeti, yüzyılı aşkın süredir sömürgeciliğin, savaşların ve uluslararası çıkar oyunlarının merkezinde. Şimdi bir barış anlaşması var, ama halkın mı yoksa şirketlerin mi yararına olduğu hâlâ tartışmalı.

Gerçek barış, sadece silahların susmasıyla değil, kaynakların adil paylaşımıyla, hesap verebilir bir yönetimle ve halkların kendi kaderini tayin hakkıyla gelir, gelmeli… Aksi takdirde sadece yeni bir sömürü düzenine “barış” adı verilmiş olur.

Kim bilir, belki bir gün üzerinde “Made in Congo” (Kongo Malı) yazılı elektrikli bisikletler dünya pazarına çıkar. Ama bugünkü haliyle bu barış, sanki “Made for US Corporations” (Amerikan Şirketleri İçin Üretilmiştir) damgası taşıyor.

Okumaya Devam Et

Görüş

Küresel savaş ekonomisinin aleni beyanı: Lahey’deki NATO Zirvesi Sonuç Bildirgesi  

Avatar photo

Yayınlanma

Arnavutluk, Belçika, Bulgaristan, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Yunanistan, İzlanda, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Karadağ, Kuzey Makedonya, Norveç, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya ve İsveç… Kuzey Atlantik İttifakının (NATO) üye ülkelerini tek tek yazmamın sebebi, her birinin Lahey’deki NATO Zirvesi kapsamında varılan mutabakatla ciddi bir malî yük altına girecek olmaları. Hemen hatırlatmakta fayda var; coğrafî olarak NATO’nun açılımı Kuzey Atlantik’i kapsar gibi görünse de, Japonya, Avustralya, Güney Kore ve Yeni Zelanda’yı da içeren bir grup Asyalı müttefik ülke de bu ittifakın toplantılarında hazır ve nazır bulunur. Ancak bu sefer Japonya Başbakanı Şigeru İşiba’nın toplantıya katılmaması dikkat çekti. Yeni Zelanda Başbakanı Christopher Luxon ise Lahey’deki zirveye katıldı. Gerçi bu ülkeler NATO’nun bu kararından malî açıdan etkilenmeyecek, ancak Pasifik Havzası’nda yaşanan gerilimler sebebiyle zaten savunma harcamalarını artırıyorlar. O bölgede ABD’nin doğal müttefikleri ve Washington için en az Avrupalı müttefikler kadar önemliler.

BİR YANDA EKONOMİK DURGUNLUK
ÖTE YANDA YAPISAL SORUNLAR VARKEN…

Gelelim zirveden çıkan sonuçlara ve bunun Avrupa’da yaratacağı dönüşüme… NATO zirvesinin sonuç bildirgesi, yeni bir silahlanma seferberliğinin ve ‘hızlandırılmış’ bir soğuk savaşın habercisi. Aslına bakarsanız, bu ilk adım değil, Avrupa Birliği (AB) bu zirvenin öncesinde ilk adımı atmıştı. ABD’nin baskıları ve ‘kendi savunmanız için pamuk eller cebe’ uyarısının ardından AB Komisyonu’nda alınan kararla, ‘Hazırlık 2023’ planı yürürlüğe girmişti. Beş yılı kapsayan bu planın Avrupa halklarına maliyeti 800 milyar Euro olacak. Gerek ABD yönetimi gerek NATO bürokrasisi bu karardan dolayı pek memnun. Avrupa’daki savaş kışkırtıcıları da… Aynı şeyi gerek AB üyesi ülkelerin bazıları ve geniş halk kesimleri için söylemek ise pek mümkün değil. Her ne kadar, AB’nin şahinleri bu plan sayesinde AB ekonomilerinin artan savunma harcamalarının etkisiyle durgunluktan çıkacağını iddia etseler de… Zira pandemiye kadar Avrupa ekonomileri sermaye birikimleri ve sanayi altyapılarıyla durumu idare etmeye çalıştılar, ancak sonrasında yapısal sorunları sebebiyle bu rekabette geride kaldılar ve toparlanmaları hiç de kolay görünmüyor.

Şu bir gerçek ki, ‘Hazırlık 2023’ zaten ciddi bir sorun olan kamu borçlanma oranlarını artırarak finanse edilecek. Yani kısa vadede ekonomide bir hareket yaratsa bile ileride büyük bir maliye politikası sorunu olarak başa bela olacak. Üstelik Ukrayna-Rusya savaşından bu yana hammadde ve enerji tedariki her zamankinden daha pahalı ve sadece Rusya ile olan ticari ilişkilerin bitmiş olması bile ödedikleri çok ciddi bir bedel! Ancak, savaş ekonomisinde direteceklerini ve olası savaşlara sebep olacaklarını öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor.

REARM EUROPE PLANI VE SAFE:
SÖZDE TEK TABANCA AB DENEMESİ…

AB Komisyon Mart 2025’te ‘Avrupa Savunması için Beyaz Bülten-Hazırlık 2030′ ve ‘ReArm Europe Planı/Hazırlığı 2030’u hazırlamıştı. Bu; AB üyesi devletlere, savunma yeteneklerinde bir yatırım artışını teşvik etmek için finansal kaldıraçlar sağlayan iddialı bir savunma paketi… ‘İstikrar ve Büyüme Paktı’nın savunma amaçlı aktivasyonu; Avrupa Güvenlik Eylemi (SAFE) kredisiyle birlikte ‘ReArm Europe Planı/Hazırlığı 2030’un omurgasını oluşturuyor ve üye devletlerin Avrupa savunmasına yaptıkları yatırımları önemli ölçüde ve hızla artırmalarını sağlamayı hedefliyor. Tabii bunun kârlı bir iş olduğunu da anlatmak gerekiyor. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in demeci bunun bariz bir örneği: “Avrupa öne çıkmaya hazır. Savunmaya yatırım yapmalı, yeteneklerimizi güçlendirmeli ve güvenliğe proaktif bir yaklaşım benimsemeliyiz. Kararlı bir şekilde harekete geçiyoruz, artan savunma harcamaları ve Avrupa savunma sanayii yeteneklerine önemli yatırımlarla ‘Hazırlık 2030’ için bir yol haritası sunuyoruz. Daha fazla Avrupa ürünü satın almalıyız. Çünkü bu, Avrupa savunma teknolojik ve sanayi tabanını güçlendirmek anlamına geliyor. Bu, inovasyonu teşvik etmek anlamına geliyor. Ve bu, savunma ekipmanları için AB çapında bir pazar yaratmak anlamına geliyor.” Tabii bu konuşmada artık eskiyen altyapıyı yenilemek, yeni ekonomi sektörlerinde atılım yapmak, görece düşen yaşam standartlarına yükseltmek için 800 milyar Euro yatırımı yapılabilse, Avrupa halklarının neler kazanabileceğine ilişkin tek bir şey yok!

GSYH’NİN YÜZDE 5’İ CİDDİ BİR YÜK

Ancak NATO zirvesiyle birlikte artık ciddi bir mesele daha var. Müttefikler, Washington Antlaşması’nın 3. Maddesi uyarınca ulusal ve kolektif yükümlülüklerini yerine getirmek için 2035 yılına kadar yıllık GSYH’lerinin yüzde 5’ini temel savunma gereksinimlerine ve savunma ve güvenlikle ilgili harcamalara yatırmayı taahhüt ediyor. Bu harcamaların, caydırma ve savunma, kriz önleme ve yönetimi ve işbirlikçi güvenlik olmak üzere, üç temel görev doğrultusunda, caydırma ve savunma için gereken kuvvetlere, yeteneklere, kaynaklara, altyapıya, savaş hazırlığına ve dayanıklılığa sahip olmak için yapılacağı belirtiliyor belgede. Gerekçe de pek dokunaklı: “Birine yapılan saldırı, herkese yapılmış bir saldırıdır. 1 milyar vatandaşımızı koruma, ittifakı savunma ve özgürlüğümüzü ve demokrasimizi koruma kararlılığımızda birleşmiş ve kararlı olmaya devam ediyoruz”.

2029 REVİZYON YILI OLACAK

Sonuç bildirgesine göre, bu yüzde 5’lik taahhüt iki temel savunma yatırımı kategorisinden oluşuyor. Müttefikler, 2035 yılına kadar NATO savunma harcamalarının kabul edilen tanımına göre yıllık GSYH’lerinin en az yüzde 3.5’ini temel savunma gereksinimlerine ve ‘NATO Yetenek Hedefleri’ne ulaşmaya ayıracak. Bu hedefe ulaşmak için güvenilir, kademeli yıllık planlar sunacak. Kalan yüzde 1.5’e gelince… Savunma altyapısını korumak, sivil hazırlık ve dayanıklılığı sağlamak, buluşçu ve yenilikçi bir girişim iklimi oluşturmak ve savunma sanayiini güçlendirmek için kullanılacak. Biraz daha netleştirmekte fayda var: En büyük pay, yani yüzde 3.5; tanklar, jetler, insansız hava araçları, tonlarca yeni topçu mühimmatı ve tabii ki askerler gibi ‘temel savunma harcamaları’ için kullanılacak. Geriye kalan yüzde 1.5’lik kısım ise ‘savunma ve güvenlikle ilgili yatırımlar’a harcanacak. Başka bir deyişle; askeri operasyonları desteklemek ve güçlendirmek için tasarlanan köprüler, yollar ve limanlar, depolama, siber güvenlik ve enerji boru hatlarının korunması gibi sivil ve bilişim altyapısı için… Ancak uzmanlar bütçenin bu bölümünün muğlak ve ulusal yorumlara fazlaca açık olduğunu ileri sürüyor.

1.4 TRİLYON DOLARDAN
2.6 TRİLYON DOLARA…

Bu plan kapsamındaki harcamaların yörüngesi ve dengesi, stratejik ortam ve güncellenen ‘Yetenek Hedefleri’ ışığında 2029’da gözden geçirilecek. Müttefiklerin bu hedefe ulaşması için yıllık asgari harcamalarını, bugünkü GSYH üzerinden yaklaşık 1.2 trilyon dolar artırmaları gerekiyor. NATO verilerine göre 2024’te NATO üyelerinin toplam savunma harcamaları 1.4 trilyon dolar seviyesinde. Bu tutarın yüzde 66.6’sını tek başına ABD karşılıyor. 2035 yılında tüm üyeler hedefi tutturursa toplam savunma harcamaları bugünkü milli gelir üzerinden 2.6 trilyon dolara çıkacak. 1.4 trilyon dolarla aslan payı ABD’nin olmaya devam edecek, ancak toplam harcamalardaki payı görece azalacak.

Tabii ki sonuç bildirgesinde bu noktaya gelinmesinin bahanesi olan Ukrayna da unutulmamış. ‘Müttefikler savunma harcamalarını hesaplarken, Ukrayna’nın savunmasına ve savunma sanayine doğrudan katkıda bulunacaklardır’ ifadesi olmadan olmazdı! Volodimir Zelenskiy’e moral vermeden olmazdı!

UKRAYNA BAHANESİYLE SAVAŞ
EKONOMİSİNİ YAYGINLAŞTIRMAK

Ukrayna’nın NATO’ya olası üyeliği Rusya için önemli bir konu ve savaşı başlatmasının sebeplerinden biri. Rusya, NATO’nun sınırlarına doğru böyle bir genişlemeyi ulusal güvenliğine doğrudan bir tehdit olarak görüyor. Brüksel bürokratları ise NATO perspektifinde şahin politikaları sürdürmeye kararlı… Ancak NATO ittifakındaki bölünmeler Rus işgalinden bu yana görünür hale geldi: Estonya gibi üyeler Ukrayna’nın katılmasını ve daha fazla askeri destek sağlanmasını isterken, Macaristan gibi bazı ülkeler Moskova’ya körü körüne düşmanlık gütmüyor. İspanya da özellikle malî yükün artacak olmasından son derece rahatsız ve büyük olasılıkla mutabakatta yer alan yükümlülükleri yerine getirmeyecek. Bu yaklaşımı tercih edecek başka ülkeler de olacak gibi… Kaldı ki, bu hedefleri yerine getirmeyen ülkelere bir yaptırım uygulamak da pek mümkün görünmüyor. Büyük olasılıkla pazarlıklar yapılacak ve bazı ülkelere istisnalar tanınacak.

Her NATO üyesi ülkenin savunmaya harcadığı miktarın GSYH’ye oranını artırmak sıkıntılı bir mesele…  2023’te, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaşı ikinci yılına girerken, NATO liderleri, 2024’e kadar ulusal savunma bütçelerine yapılan harcamaları, önceki yüzde 1.5 eşiğinden en az yüzde 2’ye çıkarmayı kabul etmişlerdi. Ancak, tüm üyeler bunu yapmadı ve sadece 22 üye ülke bu hedefi yakalayabildi. Belçika, Kanada, Hırvatistan, İtalya, Lüksemburg, Karadağ, Portekiz, Slovenya ve İspanya 2024’te bu hedefe ulaşamayan üyeler arasında yer alıyor. Üye ülkelerin savunma harcamalarının GSYH’ye oranının ortalaması yüzde 2.2. En düşük oranlar yüzde 1.3 ile Belçika ve yüzde 1.28 ile İspanya’nın… Yüksek oranlara sahip ülkeler de yüzde 4.12 ile Polonya, yüzde 3.37 ile ABD ve yüzde 3.43 ile Estonya… Polonya ve Estonya ile diğer iki Baltık ülkesinin bu yüksek oranlarının sebebi hem Rusya ile sınırdaş olmaları hem de yüksek dozlu Rusya nefreti!

ALMANYA VE BİRLEŞİK KRALLIK
HEVESLİ OLMASINA HEVESLİ DE…

Almanya da bu konuda pek istekli… Alman hükûmeti bu hedefe 2029 yılına kadar ulaşmak için bir bütçe anlaşmasını destekledi. 2025 yılında savunmaya yaklaşık 62.4 milyar Euro harcanacak ve bu miktar 2029 yılında 152.8 milyar Euro’ya yükselecek; bu miktar kısmen kamu borçlanması ve özel fonlarla finanse edilecek. Alman Şönsölyesi Friedrich Merz, bu kararın ABD baskısıyla alınmadığını söylemeden edememiş ve “Bunu ABD’ye ve başkanına bir iyilik olsun diye yapmıyoruz. Bunu kendi görüş ve inancımızla yapıyoruz, çünkü Rusya tüm Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenliğini ve özgürlüğünü aktif ve saldırgan bir şekilde tehlikeye atıyor” demişti. Ekonomik sorunlarla çok ciddi bir yüzleşme içinde olan Alman halkını ikna etmek için başka ne diyebilirdi ki!

Ukrayna’daki savaştan bu yana Rusya nefretinin ayyuka çıktığı, belki daha doğrusu ‘hortlatıldığı’ Birleşik Krallık da bunlardan biri… Londra, ülkeyi ‘savaşa hazır’ hale getirme planını açıklamıştı. ‘Stratejik Savunma İncelemesi’ (Strategic Defence Review-SDR), nükleer savaş başlıklarına yeni yatırımlar, yeni denizaltı filosu ve yeni mühimmat üretim tesislerini içeriyor. Birleşik Krallık şimdiye kadar savunma harcamalarını şu anki oran olan yüzde 2.3’ten 2027’ye kadar yüzde 2.5’e çıkarma kararı aldı. Ancak 2029’da, yani bir sonraki seçimlerden sonra, yeni parlamentoda bu oranın yüzde 3’e çıkarılması da hedefler arasında. ‘Adanın şahinleri’ fırsat bulurlarsa bu oranı daha da artırma niyetindeler. Fark ettiğiniz üzere, tüm coşkulu açıklamalarına karşın hâlâ yüzde 5’in bayağı bir gerisinde kalacak gibi Birleşik Krallık!

İSPANYA’DAN İSTENEN, SAVUNMA
HARCAMALARINI YÜZDE 290 ARTIRMASI

Coşkulu destekçiler için karşılanması zor bir yük bu oran. Şimdi en isteksiz üyeden yola çıkarak ek yükü tarif edeyim. Mevcut savunma bütçesine göre oransal olarak harcamasını en fazla artırması gereken ülke yüzde 290 ile İspanya. Ancak, İspanya taahhüdü ‘mantıksız’ olarak nitelendirmişti. Başbakan Pedro Sánchez, bir mektupla belirli bir harcama hedefine bağlı kalmayacaklarını belirtti. Bu nedenle, zirvede yapılan görüşmelerden sonra, İspanya’ya yüzde 5 hedefine bağlanmama esnekliği tanındı. Bu durumda, İspanya için yüzde 5’lik hedef geçerli olmayacak.

Sıkıntılı ülkeler arasında Belçika ve Slovenya da var. Belçika Dışişleri Bakanı Maxime Prévot, “Diplomatlarımızın haftalardır esneklik mekanizmaları oluşturmak için çok çalıştıklarını temin edebilirim” dedi. Brüksel’in harcamaları şu anda yüzde 1.3 seviyesinde. Slovakya da yeni hedefe ne zaman ulaşılacağına karar verme hakkını saklı tuttuğunu açıkladı.

Bir veri öngörüsü de Türkiye için: NATO’nun tahminî verilerine göre 2024’te Türkiye’nin savunma harcamalarının milli gelire oranı yüzde 2.1 seviyesinde. NATO’nun yüzde 5’lik hedefine ulaşmak için harcamaların bugünkü değerler üzerinden yaklaşık 32 milyar dolar artırılması gerekiyor. Türkiye için bu kararın uzun vadeli etkisini hep birlikte göreceğiz. Bir not düşelim; Türkiye ile Rusya’nın ilişkileri halen çok güçlü ve mesele Ankara açısından 32 milyar dolarlık ek yükten ziyade, iki ülke arasındaki ilişkilerde yaşanacak gerilimlerin siyasî ve ekonomik sonuçları olacak.

SAVUNMA SANAYİLERİNDEKİ KAPASİTE
VE KABİLİYET YETERSİZLİĞİNİN PANİĞİ Mİ?

Konu para olunca, Donald Trump’ın gözü bir şey görmüyor. Avrupalı NATO üyelerini çok sert eleştiriyor ve zorluyor. Washington, ittifakın ABD fonlarına aşırı derecede bağımlı olduğunu ileri sürüyor ve aslına bakarsanız aritmetik açıdan da haklı görünüyor. İşte bu sebeple, diğer ülkelerin harcamalarını GSYH’nin yüzde 5’ine çıkarmasını talep ediyor. Zira Ukrayna-Rusya savaşı gösterdi ki, NATO’nun bütçesi yeterli değil, daha doğrusu ABD dahil bu ülkeler gerek savunma sanayii kapasitesi gerekse yetenekleri açısından oldukça köhnemiş. Ne Avrupalı üyelerin ne de ABD’nin bazı silahların üretiminde kapasite sorunu yaşadığı bu savaşla ortaya çıktı. En barizi de top mermisi üretiminde yaşanan sorunlar oldu. Yine o anlı şanlı Leopard ve Abrams tanklarının sahada yaşattığı hayal kırıklıklarını unutmamak lazım. Bir de Rusya’nın hipersonik silahları var ki, işte bu NATO’nun kabusu… Ariyeşnik’in bir kezlik kullanımı bile, Brüksel’i şoke etmeye yetmişti.

ŞİRKETLERİN İŞTAHINI
KABARTACAK BİR PASTA

Mayıs ayında, ABD’nin NATO Daimi Temsilcisi Matthew Whitaker, “Bizim rakamımız yüzde 5. Müttefiklerimizden savunmalarına yatırım yapmalarını istiyoruz, bunu ciddiye alıyorlar” derken, aslında bu sıkıntıdan dem vuruyordu. NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin üye devletlerden 2032’ye kadar savunma bütçeleri için GSYH’lerinin yüzde 5’i oranında yeni bir hedef belirlemelerini isteyeceği de zaten herkesin malûmuydu. Rutte, üye ülkeleri silah ve savunma sistemleri üretimlerini artırmaya çağırırken, 12 Haziran’daki açıklamasında, “ABD’de, Avrupa’nın her yerinde ve Kanada’da harika endüstriyel şirketlerimiz var, ancak hızlı üretim yapmıyorlar. Bu yüzden daha fazla vardiyaya, daha fazla üretim hattına ihtiyacımız var” diye konuşması boşuna değildi. Hedefin topyekûn bir silahlanma ve savaş ekonomisi seferberliği olduğunu anlatmak istiyor Rutte, sadece bunu açıkça böyle ifade etmiyor. Aynı zamanda bazı sanayi kollarının iştahını kabartacak bir pastayı da tarif etmiş oluyor.

PASTA VARSA ‘İRADE’ DE VAR!

Tabii ki savunma sanayii temsilcilerinin böylesi bir zirvede başrol olmasa da ikinci rolleri kapması çok doğaldı ve öyle de oldu. ‘NATO Savunma Sanayii Forumu Zirvesi’, ittifak genelinde ve dışında savunma bakanlarını, sanayi liderlerini ve uzmanları bir araya getirerek, Transatlantik savunma sanayii işbirliğini güçlendirmek, üretim kapasitesini artırmak, inovasyonu desteklemek ve havacılık-uzay sektörünün potansiyelinden yararlanmak için pratik çözümler belirledi. Katılımcılar, NATO’nun ‘Transatlantik ekonomisinin ve toplumunun refahı, güvenliği ve dayanıklılığı’ için ‘Endüstriyel Kapasite Genişletme Taahhüdü’nü destekleme konusundaki ortak taahhütlerini yansıtan bir irade beyanı sundular. NATO ayrıca, NATO’nun toplu talep, kapasiteyi artırma ve endüstriyle etkileşimi güçlendirme taahhüdünü özetleyen ‘Güncellenmiş Savunma Üretimi Eylem Planı’nın ilk kamuya açık versiyonunu yayımladı. Şimdi herkes pay kapmak için yeni bir yarışa girişecek. Aslan payını ABD, Kanada ve Avrupa’nın büyükleri, yani Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık şirketleri kapacak bu kesin. Tabii diğer ülkelerin şirketlerine de sus payı verilecektir.

ASYA-PASİFİK’TE SAVAŞMAK İÇİN DE
ÇOK PARA LAZIM SONUÇTA!

Eğer ki Batı merkezli kapitalist sistemin başta Çin olmak üzere gelişen ekonomiler karşısında, kısa vadede rekabet gücü azalıyorsa, o zaman soft power yetmiyor. Tüm bu ‘pamuk eller cebe’nin bir sebebi de bu. Çünkü Rusya bir ‘düşman’ ise onlar için asıl bela aslında bu diğerleri… Neredeler? Hemen hemen çoğu Asya-Pasifiik’te ve geleceğin savaş alanı da orası olacak. ABD’nin silahlanma bütçesinin önemli bir kısmını da bu strateji çerçevesinde belirlemesi lazım.

Londra merkezli Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’ne göre, Trump yönetiminin 2026 malî yılı bütçe teklifi savunma harcamalarında önemli bir artış sağlayacak ve ihtiyari temel bütçe potansiyel olarak yüzde 13.4 oranında artarak 1.01 trilyon dolara ulaşacak.

Bu artış, Savunma Bakanlığı’nın maliyet azaltma çabalarına rağmen gerçekleşti. Dikkat çeken bir ABD savunma politikası, Trump’ın 20 Mayıs’ta sistemi geliştirme planlarını duyurmasıyla, bir iç füze savunma kalkanı olan ‘Altın Kubbe’. Bu politika, füzeleri tespit etmek ve engellemek için yeni uzay ve kara tabanlı yetenekler dahil olmak üzere yatırım için bir dizi alanı kapsıyor.

BATININ EN RİSKLİ RUS RULETİ

2026 malî yılı bütçesinin bir diğer yararlanıcısı da projeleri zamanında ve bütçe dahilinde teslim etmekte zorluk çeken askeri gemi inşa sektörü… Ve tabii ki hava gücü de var. ‘F-47 Next Generation Air Dominance’ (NGDA) platformunun finansmanına yönelik çalışmalar sürüyor. Hedef, Trump’ın başkanlık dönemi sonlanmadan bu projeyi tamamlamak. Bunu desteklemek için yasa tasarısı, mevcut yetenekleri ek uçaklar edinerek ve mevcut uçakları modernize ederek artırmak için ek 7.2 milyar dolar öneriyor. Özellikle gemi filosunun Asya-Pasifik ve Arktik’te hegemonyayı artırmak için kullanılacağını tahmin etmek güç değil.

Yakın gelecekte silahların rolü her zamankinden fazla olacak gibi görünüyor. Evet söz konusu küresel ekonomiyse para konuşur, ama anlaşılan o ki rakiplerinin parası ve teknolojik gücü varsa, bu kez silahlar da konuşur. Silahı güçlü olanın kasayı boşaltacağı günler o kadar da uzak görünmüyor. Ancak trilyon dolarlık bir uzman sorusu var: Çin ve Rusya’nın askerî-sınaî kompleksi neredeyse NATO ülkelerine göre yüksek teknolojili silahları yarı yarıya maliyetle üretebilirken ve bunu planlı programlı yaparken, kim bu işten kazançlı çıkar?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English