Görüş
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu

Bugünlerde Kürt sorununun çözülmesi için atılacak tarihi adımlardan söz ediliyor. Hatta neredeyse bu iş kotarılırsa hepimizin gelirlerinin katlanacağı, çözülmezse açlığa mahkum olacağımızı ima etmeye başladılar bile… Bu tür psikolojik harekat girişimlerini AB konusunun Türkiye’yi iç ve dış politika olarak esir aldığı günlerden iyi hatırlarım. AB konusu her derde deva gibi sunulmuştu. Sonuçta AB üyesi Yunanistan 2008 yılında derin bir krize girdi ve kriz sadece Yunanistan ile sınırlı kalmadı; AB ülkelerinin büyük bir bölümünü kasıp kavurdu; ama o propagandayı yapan meşhur gazeteciler ve diğerlerinin ilgi alanına pek girmedi AB krizleri… Konuyla sadece magazinsel açılardan ilgilenmeyi tercih ettiler.
PEKİ KÜRT SORUNU NEDİR?
Amerikan ve Avrupalı düşünce kuruluşlarından duyduklarını bizlere anlatmaya çalışanlara göre Türkler ve Kürtler olmak üzere iki milli kimlik var. Bu kimlikler en azından son yüzyıldan bu yana kesintisiz bir biçimde mevcut ve Osmanlı’nın nihai dağılma sürecine girdiği Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortak mücadele verdiler; fakat bunlardan birisi – Türkler – kendi milli devletlerini kurarken diğerine – Kürtler – kazık attı, yüzüstü bıraktı. İşte, sorunun kaynağı burası. Bu sorunun şimdi çözülmesi gerekiyor.
Oysa tarihi kayıtlar hiç de öyle söylemiyor. Örneğin Musul sorunu Lozan’da müzakere edilirken bırakın bugünkü Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürt kökenlileri Musul Eyaleti (İngiltere’nin kurduğu Irak devletini oluşturan üç eyaletten birisi. Diğerleri Bağdat ve Basra eyaletleri) içinde yani Irak’ın kuzey bölgesinde yaşayan Kürt kökenliler Türkiye’den yanaydılar. Lozan’da Musul’un Türkiye’ye verilmesi gerektiğini ısrarla savunan İsmet Paşa bölge nüfusunun büyük ölçüde Türk oluğunu söylediğinde İngiliz tarafı Türk değil Kürt olduğunu ileri sürmüş; İsmet Paşa ise buna ‘madem öyle plebisit yapalım’ derken Türk ile Kürt arasında bir fark olmadığını hatta kendisinin de Kürt olduğunu söyleyerek karşılık vermişti.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında patlak veren isyanlar (Şeyh Said vd.) milli karakterli olmaktan çok uzaktı. Zaten milli kimlik esaslı bir mücadele olmuş olsaydı Türkiye bunu bastırmakta çok zorluk çekerdi. Osmanlı dağılırken kaybedilen topraklardaki Müslümanlar etnik kökenlerinden bağımsız olarak ve ‘Türk’ oldukları gerekçesiyle yerlerinden sürülmüşlerdi. Balkanlar ve Kafkaslardan on sekizinci yüzyıl başlarından itibaren kitleler halinde Osmanlı’nın elindeki topraklara kaçan Müslümanlar özellikle Anadolu’da Atatürk liderliğinde başarılan Milli Mücadele/Kurtuluş Savaşı sayesinde bağımsız devlet kurmayı başarmış ve Atatürk bu devleti en çağdaş milliyetçilik harmanı ile oluşturmuştur. Yani Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denilmiştir.
Anadolu’dakilerle birlikte aşağı yukarı hepsi Müslüman ve hem kendini Türk hisseden hem de Müslüman olmayan toplumların Türk olduğu gerekçesiyle düşmanlığına maruz kalan bu toplum sosyolojik, psikolojik, siyasi ve ekonomik açılardan Türk milleti haline gelmiştir ve buna en büyük katkıyı Atatürk’ün modern milliyetçilik esasları üzerine kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devleti yapmıştır. Eğer Türkiye’de Türkler ve Kürtler olarak adlandırılabilecek iki ayrı millet olsaydı Kürt milletinin kendince kutsal gördüğü bir coğrafyası, düşman veya öteki algısı olması gerekirdi. Ve o coğrafyada bağımsızlık mücadelesi vermesi, devlet olma çabası içinde bulunması gerekirdi.
Türkiye’de dün de bugün de böyle bir durum/sorun olmamış/yaşanmamıştır. Türkiye’nin Kürt etnik kökeninden olan insanların hiç yaşamadığı bölgesi, ili ve hatta ilçesi yoktur. Milyonlarca karışık evlilik ve bu karışık evliliklerden doğan milyonlarca insan Türkiye’deki milletleşme sürecinin tutkallarından birisidir. Buradaki en önemli avantaj ‘taraflar’ diye bir algı oluşmamış olmasıdır. Dolayısıyla ‘öteki’ algısı da yoktur.
Daha açık bir ifadeyle Kürt kökenli aileler iş bulmak, çoluk çocuklarını daha iyi şartlarda yetiştirmek için büyük kentlere taşınırken kafalarında başka bir milletin topraklarına yerleşme düşüncesinden kaynaklanacak hiçbir endişe vs. olmamıştır. Aynı şekilde Kürt kökenli insanların ‘kendi şehirlerine’ yerleşmesinden rahatsız olan/olacak başka bir millet de söz konusu değildir/yoktur. Yani herkes kendisini bu milletin parçası saymış ve o milletin kurduğu devletin vatandaşları olmuşlardır.
Bu milletleşme süreci onlarca yıl içerisinde ortak idealler ve ortak çıkarlarla da takviye edilmiştir. Nerede ekonomik kalkınma hız kazanmış, yeni iş alanları açılmış ve yeni imkanlar ortaya çıkmışsa Türkiye’nin her bölgesinden insanlar oralara akın ederek muazzam bir ekonomik/sosyal hareketlilik başlatmışlardır. Karışık evlilikler sadece Kürt kökenliler ile olmayanlar arasında değil her bölgeden herkes arasında büyük çapta gerçekleşmiştir; çünkü toplumda ‘öteki’ algısı hiç yoktur/olmamıştır. Bu sayede Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız olan devletler içerisinde, katlamalı nüfus artışına rağmen hem ekonomik kalkınma hem de askeri güç oluşturma açılarından en başarılı olanı tartışmasız Türkiye’dir. Milletleşme süreci açısından da Arap/Müslüman coğrafyasının en başarılı örneğidir.
Türkiye’de sadece anayasal ve yasal çerçevede ‘Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ denilmekle kalınmamış: aynı zamanda uygulamada da bu ilkeye uyulmuş; etnik ve/veya mezhebi kökenlerine bakılmaksızın herkes her ticari/ekonomik alanda veya kamu bürokrasisinde yer alabilmiştir. Üstelik bu, kendiliğinden gerçekleşmiş; bir üst aklın veya düzenin durumu dengelemek/yönetmek adına adeta kotalar koyarak yaptığı çabalar sonucunda oluşmamıştır. Herkes kendisini bu milletin mensubu addetmiş ve o milletin kurduğu devletin imkanlarından yararlanmayı, ortak ideallere katkıda bulunmayı ve ortak çıkardan pay almayı otomatik hakkı saymıştır. Bu yüzden 1974 yılında Türkiye Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirirken ülkenin her tarafında olduğu gibi Güneydoğu bölgemizde de askerlik şubelerinin önü askere gönüllü gitmek isteyen yüzbinlerle dolup taşmıştır.
TÜRKİYE COĞRAFYASI DIŞINDAKİ ‘KÜRTLER’
Türkiye dışında bir Kürt sorunu olabilir ve hatta vardır; çünkü örneğin Irak’ta İngiltere manda yönetimi tarafından bu devletin kurulduğu tarihten itibaren Araplar ve Kürtler denilebilecek bir mücadele söz konusu olmuştur. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşını kaybederek bölgeden geri çekilmesinin ardından Irak’ın kuzey bölgelerinde patlak veren aşiret karakterli isyanlar bu insanların Irak devletine ve toplumuna entegre edilmemesinden dolayı yıllar içerisinde bir yandan aşiret özelliklerini korumuş olsa da öte yandan da ‘Kürt isyanları’ halini almıştır. Her fırsatta – örneğin Irak-İran gerginliklerinde – bu isyanlar patlak vermiş ve giderek kısmen de olsa milli kimlik oluşturma yolunda ilerlemiştir. Hala aşiret özelliklerini sıkı sıkıya muhafaza eden bu yapının PKK/PYD önderliğinde kurulması hayal edilen bir Kürdistan devletine kolaylıkla entegre olup olmayacağı veya entegre olmayı isteyip istemeyeceği de pek çok soru işaretleriyle doludur. Böyle bir kararı muhtemelen ortaya çıkacak şartlar belirleyecektir.
İran’daki Kürtlerin hemen hepsinin – Feyli Kürtler hariç – Sünni, İran’ın ise ağırlıklı olarak Şii olması oradaki Kürt sorunu ile ilgili en temel başlangıç sebep olsa gerektir. Türk asıllılar kadar rejime entegre olmamaları da ayrıca belirleyici sebeplerden bir başkasıdır. Suriye’de ise durum biraz daha farklı gelişmiştir. Öncelikle Suriye vatandaşı büyük bir ‘Kürt’ kitle yoktu. Şeyh Said isyanı sırasında sınırın ötesine geçen aşiretlerden oluşan ‘Kürtler’ ve onların geleceği önce manda yönetimleri sonra da bir kargaşadan ötekine evrilen Suriye yönetimleri tarafından ihmal edildi. Vatandaş olan Kürt kökenliler ise milli-üniter yapıdaki Suriye içinde sınırlı düzeyde entegre edilebildiler. Zaten gerek Irak gerekse Suriye’deki Baas yönetimleri bırakın Arap olmayanları Arap toplumların bile tümünü tek bir millete dönüştürecek derecede geniş vizyonlu olamadılar. Anayasal yapıları buna uygun olsa bile uygulamada dar kafalı, bölgeci (Irak’ta Tıkritliler, Suriye’de Aleviler gibi) ve zaman zaman da mezhepçi vs. çizgide politikalarla halkta millet ve mensubiyet duygusu yaratamadılar.
PKK SORUNU VARDIR
Türkiye’de Kürt sorunu olduğunu söylemek ırki açıdan bir millet tasavvuruna Kürt kökenli insanlarımızın kurban edilmesi demek olur. Böyle bir sorun olduğunu kabullenip bunu çözmek için PKK ile doğrudan veya dolaylı müzakereye oturmak ise PKK liderliğinde bir Kürt milleti inşa etmek amacına hizmet demektir. Unutmayalım ki, milletler siyasal, sosyolojik ve ortak çıkarlar temelinde devletler tarafından inşa edilirler.
PKK bugün tamamen ABD-İsrail tarafından Türkiye dahil bölge ülkelerini istikrarsızlaştırmak için kullanılan bir aparat haline gelmiştir. Bu terör örgütüyle sadece mücadele edilir/edilmelidir. Doğrudan veya dolaylı müzakere etmek en başta Kürt kökenli insanlarımıza yapılacak en büyük kötülük olur.
Görüş
ABD, Ukrayna’ya ihanet etti

23 Nisan’da Hindistan’ı ziyaret eden ABD Başkan Yardımcısı Vance, medyaya yaptığı açıklamada, Washington’ın Rusya ve Ukrayna’ya bir barış anlaşmasına varılması amacıyla “çok net bir öneri” sunduğunu ve “artık ya her iki tarafın da anlaşması ya da ABD’nin arabuluculuktan çekilmesi zamanı geldiğini” söyledi.
Bu sözde “barış planı”, aslında Ukrayna’nın geniş topraklar vermesini ve NATO’ya katılmaktan vazgeçmesini şart koşuyor. Bu plan, Ukrayna’nın ağır bir yenilgi ve kayıplara uğraması, Rusya’nın ise isteklerine ulaşmasıyla sonuçlanan bir arabuluculuk girişimi olarak görülebilir ve nihayetinde ABD’nin gerçek niyetini açığa çıkararak Ukrayna’ya ve Avrupalı ortaklarına açık ve tarihi bir şekilde ihanet ettiğini gösteriyor.
Haberlerde, Vance’in, Rusya ve Ukrayna’nın her ikisinin de toprak tavizlerinde bulunması, mevcut kontrol ettikleri bazı bölgelerden vazgeçmesi gerektiğini vurguladığı belirtiliyor.
Son sınırların mevcut cephe hatlarına göre çizilmeyeceği, ancak tarafların silahlarını bırakıp çatışmayı dondurmaları ve daha iyi bir Rusya ve Ukrayna inşa etmeye yönelmeleri gerektiği ifade edildi.
Güvenlik işlerinden sorumlu bu üst düzey ABD yetkilisi, müzakerelere dair iyimser olduğunu ve tarafların şimdiye kadar samimi bir şekilde görüşmelere yaklaştığını belirtti.
Aynı akşam, Vance’in bu “ya-o ya-bu” şeklindeki açıklamasından sonra, ABD Başkanı Trump, Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy’nin Kırım’dan vazgeçmeyi reddetmesiyle ilgili açıklamalarını bir kez daha açıkça eleştirdi.
Trump, bunun müzakereleri daha da zorlaştırdığını ve “şiddetin uzamasına” neden olacağını söyledi.
Beyaz Saray’da gazetecilere konuşan Trump, “Zelenskiy barışa sahip olabilir ya da üç yıl daha savaşarak tüm ülkesini kaybedebilir. Bir anlaşmaya varmaya çok yakınız, ancak elinde hiçbir koz olmayan bu adam artık bir sonuca varmak zorunda,” diye yakındı.
Beyaz Saray sözcüsü Leavitt ise Trump’ın “hayal kırıklığına uğradığını ve sabrının tükenmek üzere olduğunu” belirterek, “Zelenskiy Başkan yanlış yönde ilerliyor gibi görünüyor,” diyerek destek verdi.
22 Nisan’da Axios haber sitesi, ABD’nin geçen hafta Paris’te Ukraynalı yetkililere yalnızca bir sayfadan oluşan bir “barış planı” sunduğunu ve bunun Trump yönetiminin Rusya-Ukrayna savaşını sona erdirme konusundaki “nihai teklifi” olduğunu vurguladığını bildirdi.
Gözlemciler, bu teklifin uygulanması halinde Rusya’nın “özel askeri operasyonunun” tam bir zafer kazanmış olacağını, Ukrayna’nın NATO’dan kalıcı olarak dışlanacağını, Ukrayna’nın yaklaşık %20’sinin kaybedileceğini, Avrupa’nın son üç yılda Ukrayna’ya yaptığı tüm yatırımların boşa gideceğini, buna karşılık ABD’nin bundan kazanç sağlayacağını düşünüyor.
Haberlere göre, bu “nihai” arabuluculuk planı, ABD Ortadoğu Özel Temsilcisi Whitcoff’un geçen hafta Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaklaşık dört saat süren görüşmesinden sonra hazırlandı.
Bu da ABD’nin Rusya’nın taleplerine tamamen boyun eğdiğini gösteriyor. Başka bir deyişle, bu aceleye getirilmiş savaş sonlandırma anlaşması, yalnızca İngilizce yazılmış bir Rusya tek taraflı ateşkes anlaşmasıdır.
Plan kapsamında, Rusya Rusya-Ukrayna savaşının en büyük kazananı oluyor:
- ABD, “hukuken” Rusya’nın Kırım üzerindeki kontrolünü tanıyacak;
- Luhansk’ın neredeyse tamamı, Donetsk, Herson ve Zaporijya’nın bazı bölümleri üzerindeki Rus kontrolünü “fiilen” tanıyacak;
- Ukrayna’nın AB’ye katılmasına izin verilecek ama NATO üyeliği olmayacak;
- 2014’ten bu yana Rusya’ya uygulanan yaptırımlar kaldırılacak;
- Rusya ve ABD, enerji ve sanayi gibi alanlarda işbirliğini güçlendirecek.
Bu plana göre, Ukrayna Rusya-Ukrayna savaşının en büyük kaybedeni oluyor:
- Avrupa ülkelerinden oluşan geçici bir güvenlik mekanizmasıyla güçlü güvenlik garantileri alacak;
- Rusya’nın kontrolü altındaki Harkov bölgesinin küçük bir kısmını geri alacak;
- Güneydeki savaş bölgelerinde Dinyeper Nehri’nin akışı kesintisiz kalacak;
- Ukrayna, yeniden yapılanma için gerekli tazminat ve yardım alacak;
- Avrupa’nın en büyük nükleer santrali olan Zaporijya Nükleer Santrali Ukrayna’ya ait olacak, ancak ABD tarafından işletilecek ve hem Rusya’ya hem de Ukrayna’ya elektrik sağlayacak;
- Ukrayna’nın maden kaynakları ABD ve Ukrayna arasında imzalanan anlaşmalar doğrultusunda geliştirilecek.
Diğer Amerikan medya kaynaklarına göre, ABD’nin planı her ne kadar Ukrayna’nın doğu ve güneyindeki dört bölge üzerinde Rus kontrolünü “fiilen tanısa” da, Rus birliklerinin çekilmesini talep etmiyor.
Ayrıca bir “esnek kuvvet” kurulacak veya Rusya, Ukrayna ve NATO üyesi olmayan bir ülkeden oluşacak bir “ortak komite” ateşkesi denetleyip barış anlaşmasının uygulanmasını teşvik edecek.
ABD bu komiteye sadece mali destek sağlayacak, kara kuvveti göndermeyecek. Rusya ise NATO askerlerinin Ukrayna topraklarında bulunmasına açıkça karşı çıktı.
Trump, 21 Nisan’da, bu “barış planının” üç gün içinde açıklanacağını duyurdu. New York Times ise 18 Nisan’da bir Amerikan yetkilisine atıfla, Ukrayna’nın “topraklarının %20’sinden vazgeçmeye istekli olduğunu,” ancak bunun yalnızca Rus kontrolünü “fiilen kabul etmek” anlamına geldiğini ve “hukuki bir tanıma” teşkil etmediğini bildirdi.
“Fiili tanıma” sadece Ukrayna’nın bazı topraklarını kaybetmiş olduğu gerçeğini kabul etmek anlamına gelirken, “hukuki tanıma” Ukrayna’nın bu topraklar üzerindeki hak taleplerinden sonsuza kadar vazgeçmesi anlamına gelecekti.
ABD medyasının ifşa ettiği bir sayfalık öneri ile Vance ve Trump’ın son açıklamaları, ABD’nin Ukrayna’nın çıkarlarını feda ederek Rusya’yı memnun etmeye ve bu süreçten kazanç sağlamaya kararlı olduğunu ve bu arabuluculuk önerisinin kesinleştiğini gösteriyor.
21 Nisan’da Putin, Rus devlet televizyonuna verdiği demeçte, Paskalya sonrası askeri operasyonların yeniden başladığını, ancak Rusya’nın herhangi bir “barış girişimine” açık olduğunu ve Ukrayna’nın da aynı tutumu benimsemesini umduğunu belirtti.
Eğer bu plan ABD ile Rusya arasındaki istişareler sonucunda belirlenmişse, Putin’in temelde buna karşı çıkacak bir sebebi yok, çünkü bu plan Rusya’nın Ukrayna’ya asker göndermesinin tüm taleplerini karşılıyor:
- Kırım dahil olmak üzere Ukrayna’nın güneydoğusundaki geniş toprakları ele geçirmek ve
- Ukrayna’nın NATO’ya alınmaması için Batı’dan garanti almak.
Tek fark, Rusya’nın sonunda “Rusya’ya katılan dört bölge”nin bir kısmından vazgeçebilecek olmasıdır.
Ukrayna her ne kadar bir dönem Rusya’nın Kursk bölgesine girip bazı yerleri kontrol etmiş olsa da, uzun süren yıpratma savaşının ardından Rus ordusu kaybettiği toprakların %99,5’ini geri aldı. Geriye sadece yaklaşık 30 kilometrekarelik bir alan kalmış durumda. Bu tamamlandığında, Rusya Ukrayna’nın %20’sini alabilmek için pazarlığa odaklanacak. Ancak nasıl olursa olsun, zafer Rusya’ya, mağlubiyet ise Ukrayna’ya ve savaşı sonuna kadar sürdürmesini savunan Avrupalı ortaklarına ait olacak.
23 Eylül 2022’de — Rusya’nın Ukrayna’ya asker göndermesinden ve güneydoğudaki geniş toprakları kontrol altına almasından yedi ay sonra — Rusya, işgal ettiği Luhansk, Donetsk, Zaporijya ve Herson bölgelerinde dört gün süren bir “halk referandumu” düzenledi.
Dört bölge de %90’ın üzerinde destekle Ukrayna’dan ayrılmayı ve Rusya Federasyonu’na katılmayı kabul etti. Bu dört bölgenin toplam alanı 90.000 kilometrekareye ulaşıyor ve bu da Ukrayna topraklarının yaklaşık %15’ine, yani Portekiz ve Ürdün’ün toplam alanına eşdeğer. Üç gün sonra, Putin dört bölgenin liderleriyle katılım anlaşmalarını imzaladı. 4 Ekim’de Rusya Federasyon Konseyi bu anlaşmaları oybirliğiyle onayladı ve bölgelerin federal birimler olarak Rusya’ya katılımı resmen yasallaştı. Aynı gün Putin, dört bölgenin Rusya’ya katılımını tamamlayan emri imzaladı ve süreç anında yürürlüğe girdi.
Çoğu egemen devlet, Rusya’nın dost ülkeleri de dahil olmak üzere, Rusya’nın yukarıda bahsedilen Ukrayna topraklarını yasa dışı ilhakını açıkça kabul etmeyi reddetti.
Daha sonra, NATO’nun gayri resmi şekilde doğrudan savaşa müdahil olmasıyla, Rusya-Ukrayna savaşı karşılıklı ilerleme ve geri çekilmelerin yaşandığı bir saldırı-savunma mücadelesine, bir çekişme ve bir yıpratma savaşına dönüştü. Sonuçta, savaşın dengesi yavaş yavaş Rusya’nın lehine kaydı ve söz konusu dört bölgenin büyük kısmı Rusya’nın fiili kontrolü altına girdi.
22 Nisan’da Zelenskiy, ABD’nin barış planına ilişkin olarak, Ukrayna’nın Rusya’nın Kırım işgalini tanımayacağını açıkça ifade etti.
Ukrayna, ateşkes sağlandıktan sonra “herhangi bir formatta” müzakere masasına oturmaya hazır olduğunu, ancak işgal altındaki toprakların Rusya’ya ait olduğunu asla tanımayacağını belirtti.
Haberlere göre, Ukrayna’nın bu sert tutumu nedeniyle, ABD Dışişleri Bakanı Rubio, 23 Nisan’da Londra’da yapılması planlanan ABD, İngiltere ve diğer ülkelerin Ukrayna konulu bakanlar toplantısına katılmayı reddetti. Toplantı ertelendi ve daha düşük bir seviyeye indirildi. Medya, Rusya’nın kontrol ettiği Ukrayna topraklarının bir kısmından vazgeçmeye hazır olduğunu, karşılığında ABD’nin Kırım üzerindeki Rus kontrolünü tanımasını istediğini bildirdi.
Analistler, Trump yönetiminin Rusya-Ukrayna savaşının bataklığından bir an önce kurtulmak ve ABD-Rusya ilişkilerini hızlıca onarmak istediğini belirtiyor. Bu nedenle, Ukrayna hükümeti üzerinde güçlü baskılar uygulandı, hatta açıkça tehdit edildi; Zelenskiy’nin başkanlık meşruiyetini kaybettiği iddia edilerek, Ukrayna’nın hızlıca yeni bir başkanlık seçimi düzenlemesi talep edildi. Böylece ya Zelenskiy bu aşağılayıcı barış anlaşmasını kabul edecek, ya da seçimle yeni bir başkan seçilecek ve bu yeni lider anlaşmayı imzalayacaktı.
Ukrayna ve diğer Avrupa ülkeleri Trump yönetiminin dayattığı barış planına genel olarak karşı çıkıyor ve onun tutumunu değiştirmeye çalışıyor. Ancak Trump yönetiminin zorbalığı, buyurganlığı ve ABD’nin Rusya-Ukrayna çatışmasını umursamadan terk etme ihtimali, Ukrayna’yı ve Avrupalı müttefiklerini son derece zor bir duruma soktu. Trump yönetiminin barış planı uygulanana kadar elbette birçok iniş çıkış yaşayacak, ancak üç yıldır süren Rusya-Ukrayna savaşı, ABD’nin ihaneti ve desteğini çekmesi nedeniyle, nasıl olursa olsun, sonunda Rusya’nın büyük kazanan olmasına yol açacak.
Tek soru, Rusya’nın ne kadar kazanç sağlayacağı ve bunun ne kadar süreceği. Ukrayna krizinin kışkırtıcısı olan Amerika Birleşik Devletleri, başlangıçta Batı’ya tamamen yaklaşmaya çalışan Rusya’yı uzun süre manipüle edip kandırdı. Daha sonra NATO’nun doğuya doğru sürekli genişlemesini teşvik ederek Rusya-Avrupa gerilimini tırmandırdı. Son anda ise Rusya’nın askeri harekâtına karşı doğrudan müdahale etmeyeceğini açıkça belirterek, Rusya’yı “özel askeri operasyon” başlatmaya yöneltti veya kışkırttı. Bu durum her iki tarafı da “Avrupa versiyonu Afganistan Savaşı”na sürükledi ve karşılıklı güveni tüketti. Sonunda da Ukrayna’yı ve Avrupa’daki ortaklarını yüzüstü bıraktı.
ABD, Batı’nın lideri ve NATO’nun öncüsü olarak siyasi ahlakını yerle bir etti.
Doğu, Batı ve tüm dünya, Amerikan politikacılarının bencilliğini, acımasızlığını ve adaletsizliğini gözler önüne serdi.
Ve son gelişmeler, “Amerika güvenilmezdir, Amerika ile iş tutulmaz, Amerika’ya güvenilmez” şeklindeki yeni demir yasayı bir kez daha kanıtlamış oldu.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Pahalgam terör saldırısı, Hindistan ve Pakistan yine kavgalı…

İki gün önce, 22 Nisan’da, Başbakan Modi’nin Suudi Arabistan’da bulunduğu sıralarda Jammu ve Keşmir’deki turistik Pahalgam ‘da sivillere (turistlere) yönelik bir terör saldırısı gerçekleşti. 20’den fazla kişinin öldüğü ve çok sayıda kişinin yaralandığı bu saldırı nedeni ile Modi, iki günlük Arabistan ziyaretini yarıda keserek, 23 Nisan sabahı Delhi’ye acil dönüş yaptı. Aslında şimdi Modi’nin bu ziyaretini konuşuyor olabilirdik Ki Hindistan’ın istikrarlı bir şekilde stratejik, ekonomik ve güvenlik ortaklıkları kurduğu bir ülke olan Suudi Arabistan ziyareti önemliydi.
Neyse, saldırıya yönelik ilk değerlendirme şöyle olabilir: Hindistan’ın Başbakanı Suudi topraklarında iken Hindistan’da bir terör saldırısının olması anlamlı ki bu, Delhi’nin Güney Asya’da hala istikrarsızlaştırıcı kaldıraçlara sahip olduğunu, Keşmir sorununun hala yakıcı olduğunu hatırlatma çabası olarak anlamlandırılabilir. Ki bir de Amerika Başkan Yardımcısı Vance’in de saldırı günü Hindistan’da bulunduğunu atlamayalım. Ticaret ve savunmada Hindistan ve Amerika bağlarını derinleştirmeyi amaçlıyor ve bu, son yıllarda Washington’da iki partili ivme kazanan bir yörünge ki Yeni Delhi’nin Batı ile artan uyumu ayrıca hassas nokta…
Pahalgam saldırısı sonrası Hindistan alarmda… Hint yetkililer saldırıdan Pakistan’ı sorumlu tutarak, saldırıyı düzenleyenlerin Pakistan’dan geldiğini iddia etti. Ulusal basında çıkan haberlere göre, kısa süre sonra saldırının sorumluluğunu üstlenen, Leşker-i Tayyibe’nin bir kolu olan Direniş Cephesi isimli bir grup oldu. Hindistan cephesinde tepkisel ilk reaksiyon olarak, Pahalgam saldırısından yalnızca birkaç gün önce Pakistan’ın Kara Kuvvetleri Komutanı Syed Asım Munir’in “iki ulus teorisini açıkça öne süren ve Keşmir’i Pakistan’ın ‘şah damarı’ olarak niteleyen” konuşmasının, “terör vekillerine stratejik bir yeşil ışık gibi okunduğu” öne sürüldü.
Jammu ve Keşmir polisi Pahalgam terör saldırısına karışan terörist çizimlerini yayınladı. Buna göre, Leşker-i Tayyibe silahlı örgüte mensup üç kişinin (saldırıyı dört kişinin yaptığı söyleniyor) yer aldığı çizimlerde 2’sinin Pakistan uyruklu olduğu ifade ediliyor. Ayrıca, onlar hakkında paylaşılabilecek herhangi bir bilgi için ödül verileceğini belirtiyor.
Leşker-i Tayyibe, Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Pakistan ile birleşmesi için mücadele eden Pakistan merkezli, ancak Pakistan’da yasaklı bir grup. Amerika tarafından terörist grup olarak listeleniyor ki 2019’da Pakistanlı yetkililerce tutuklanan lideri Hafız Said, Amerika’nın terörist listesinde bulunuyordu ve başına 10 milyon dolar ödül konmuştu. Bu kişi ayrıca Hindistan’ın da en çok aranan isimlerinden biriydi. Yeni Delhi, 166 kişinin öldüğü 2008 Mumbai saldırısı başta olmak üzere Keşmir ve Hindistan şehirlerindeki birçok ölümcül saldırıdan bu grubu sorumlu tutuyor.
Pahalgam saldırısı sonrası Delhi hızla vatandaşlarına Pakistan’a seyahat etmekten kaçınmalarını ve şu anda Pakistan’da bulunan vatandaşlarına da en kısa sürede Hindistan’a dönmelerini tavsiye etti. Ve saldırıdan sonraki gün, 23 Nisan, Delhi’de ardı ardına gelişmenin yaşandığı bir gün oldu: Pakistan ile ilişkilerini düşürdü, halk bağlantılarını azalttı, İndus Su Anlaşması’nı dondurdu, diplomatlar sınırdışı edildi, Pakistanlıların Hindistan’a girmesi engellendi (Hindistan vizesi olan ve Wagha Attari sınırından gelen Pakistanlılar bir hafta içinde ülkeyi terk etmek durumunda.) Ayrıca, Delhi’deki Pakistan Yüksek Komisyonu önünde protestolar yaşanırken İslamabad’daki Hindistan Yüksek Komisyonu önünde de misilleme amaçlı protestolar görüldü.
VE YENİ DELHİ HIZLA 5 KARAR ALDI:
- Indus su anlaşması askıya alındı.
- Diplomatik misyon gücü 30’a düşürüldü.
- Pakistanlı askeri diplomatlar istenmeyen kişi ilan edildi (Bu kişiler bir hafta içinde ülkeyi terk etmek durumunda.)
- Pakistan uyruklular için SAARC vizeleri iptal edildi. (Saarc Vizesi sahibi Pakistanlı vatandaşlar 48 saat içinde ülkeyi terk etmek durumunda. Ayrıca, Pakistanlı vatandaşlara yönelik tüm geçerli vizelerin 27 Nisan’dan itibaren iptal edildiğini açıkladı ki bunun bir istisnası, tıbbi vizeler 29 Nisan’da iptal edilecek.)
- Wagha Attari sınır kontrol noktası kapatıldı. (Hindistan’ın Attari sınırını kapattığını duyurmasından bir gün sonra Pakistan da Wagha sınırını Hindistan’dan sınır ötesi geçişlere istisnasız kapattığını duyurdu.)
PEKİ, BU DİPLOMATİK ADIMLAR NE ANLAMA GELİYOR?
INDUS SU ANTLAŞMASI’NIN ASKIDA OLMASI:
Bu, Hindistan’ın Pakistan’a su akışını hemen durdurduğu veya derhal durduracağı anlamına gelmeyebilir, ancak güçlü bir siyasi mesaj gönderiyor. Bu, temelde -anlaşma uyarınca söz konusu olan- hiçbir veri paylaşımının olmayacağı ve suyun paylaşılması zorunluluğunun olmayacağı anlamına geliyor. Pakistan’ın Punjab eyaleti sulama için İndus havzasından gelen suya büyük ölçüde bağımlı. Bu karar aslında gelecekte suyun durdurulabileceği veya azaltılabileceği korkusu ve belirsizliği yaratıyor. Kİ nehir suyu öyle göz açıp kapayıncaya kadar kapatılabilen bir musluk gibi değil, dolayısıyla bu şu an için Pakistan’a psikolojik korku yaratmak amaçlı.
SAARC VİZELERİNİN PAKİSTAN İÇİN İPTALİ:
Yeni Delhi’nin ifade ettiğine göre raporlar, yaklaşık 200 Pakistanlının SAARC vizeleri kullanarak Hindistan’a girdiğini, ancak şu anda hiçbir Hint’in aktif bir SAARC vizesi olmadığını gösteriyor. Bu hareket, tek taraflı bir tavizi sonlandırıyor ve giriş protokollerini sıkılaştırıyor.
DİPLOMATİK MİSYON GÜCÜNÜ 30’A DÜŞÜRME:
Hem Yeni Delhi hem de İslamabad’daki diplomatik varlığın 55’ten 30’a azaltılması kararı, Hindistan’ın bağları tamamen kesmeden angajmanı azalttığını gösteriyor. Gelecekteki görüşmeler için dar bir pencere açık bırakıyor Kİ bu, Hindistan için ancak yalnızca Pakistan’ın terörizme karşı görünür ve katı bir eylemde bulunması durumunda yapıcı iletişim olanağı sunacağı anlamına geliyor.
PAKİSTANLI SAVUNMA DANIŞMANLARININ İSTENMEYEN KİŞİ İLAN EDİLMESİ:
Pakistan’ın Hindistan’da görevlendirilen askeri, deniz ve hava ataşeleri istenmeyen kişi ilan edildi ve ayrılmaları için bir hafta süre tanındı. Bu aslında savunma düzeyindeki diyaloğu düşürmeyi amaçlayan büyük bir diplomatik aşağılama anlamına geliyor.
ATTARİ-WAGAH SINIR KAPISININ KAPATILMASI:
Pahalgam saldırısı sonrası tüm ticaret askıya alındı. Kapanış, ticaret ve sivil hareketliliğin ötesine uzanıyor gibi. Şimdi aklıma şöyle bir soru geldi: Wagah’taki sembolik törenler de askıya alınacak mı?..
Neyse, bu arada, tüm suçlamaları reddeden Pakistan da Hindistan adımlarına karşı aynen misillemede bulundu. VE Yeni Delhi’nin İndus Havzası’nda yasal olarak Pakistan’a ait suyun akışını durdurmaya ya da yönlendirmeye yönelik her türlü girişiminin “savaş nedeni” sayılacağını bildirdi.
INDUS ÖNEMLİ…
İndus Havzası, Asya’daki en büyük nehir havzalarından biri. Aslında dört ülkenin -Çin, Hindistan, Pakistan, Afganistan- paylaştığı İndus sularının kullanımında Hindistan ile Pakistan arasında sorun yaşanıyor. Ki İndus suları sorunsalının temel dayanağı bu ikilinin Keşmir sorunu. Keşmir’in Hindistan kontrolündeki kısmı Jammu ve Keşmir stratejik bir konumda, İndus Nehir Sistemi kollarının çoğu buradan doğar. Kİ bunun doğal anlamı, Keşmir’de egemenliği olan devlet, İndus Sistemi’nin suları üzerinde kontrol sahibi olur.
İndus Havzası’nda geliştirilen sulama sisteminin büyük bir bölümü Punjab’da yer alır ve burası da Doğu Punjab, Hindistan ve Batı Punjab, Pakistan olarak bölünmüş durumda. Ve bu bölünmüşlük Punjab’ın sulama altyapısını da Hindistan sınırlarında nehrin yukarısındaki su akışını kontrol eden yapılar ile Pakistan sınırları içinde kalan ve nehrin aşağısında bulunan bağımlı kanalları da bölmüş durumda. Yani Hindistan “yukarı kıyıdaş ülke” veya memba ülkesi konumunda. Böylelikle “aşağı kıyıdaş ülke” veya mansap ülkesi konumunda kalan Pakistan, sulama sistemleri açısından dezavantajlı bir konumda. Ve Pakistan ekonomisinin yüzde 20’si İndus Nehri çevresindeki faaliyetlere bağımlı. Yeni Delhi’nin hidroelektrik potansiyeli çerçevesinde, Jammu ve Keşmir de dahil Hindistan’ın kuzey bölgesine hizmet veren İndus Havzası, Brahmaputra’dan sonra ikinci sırada. 19 Eylül 1960 tarihinde imzalanan “İndus Suları Anlaşması” uyarınca nehrin doğu kolları -Sutlej, Beas, Ravi- Hindistan’ın, batı kolları -İndus, Jhelum, Çenab- ise Pakistan’ın kullanımında.
ANCAK İkili arasında bu sınıraşan su konusu her Keşmir sorunu patlak verdiğinde bir soruna dönüşüyor. Su sorunu tek başına doğrudan bir sıcak savaşa yol açmaz ama Keşmir sorunu başta olmak üzere beslendiği diğer sorunlar tırmandığı zaman istisnasız bir silaha dönüşüyor… Kİ Bu da ikili arasında her zaman çatışma riski barındırıyor…
Görüş
Dönüşümün gereklilikleri ve ulusal ortaklığın ihtiyaçları arasında Hamas

Hamas, Filistin tarihinde çok önemli bir dönüm noktasında duruyor; bu nokta, Gazze’deki saldırganlığın ve soykırım savaşının yıkımının ötesine geçiyor. Bu dönem, süreklilik, Hamas’ın Filistin ulusal arenasındaki rolü ve bölgesel ile uluslararası çatışma dinamiklerindeki önemli değişimler ışığında ulusal eylemin yeniden tanımlanması gibi varoluşsal soruları gündeme getiriyor.
Aksa Tufanı operasyonu, İsrail bilincinde derin bir şok yarattı. Bu şok, aşırı Siyonist sağ tarafından tüm Filistin halkını hedef alan sıfır toplamlı bir savaşı meşrulaştırmak için kullanıldı. Aynı zamanda, Filistin ulusal projesini tehdit eden derin yapısal ve siyasi zorlukları da gün yüzüne çıkardı. Bunlar arasında, artık elit çevreleri aşan ve Filistin toplumunun çekirdeğine dokunan derinleşen siyasi bölünme yer alıyor. Bu bölünme, Gazze’deki savaşın kapsamlı doğası ve taban hareketleri üzerinde ağırlaşan jeopolitik kısıtlamalar tarafından körükleniyor.
Bu krizi ağırlaştıran bir diğer etken ise, muhtemelen resmi Filistin kurumlarının zayıflamasından bile önce başlayan, Filistinli grupları etkileyen kurumsal bozulmadır. Bu durum, hem siyasi çabaları hem de direnişi bütünleştiren, böylece meşruiyet ile silahlı mücadele arasındaki zararlı ayrımı kapatan birleşik bir ulusal strateji oluşturabilecek kolektif siyasi vizyonun yokluğuna yol açtı.
Mevcut olaylar artık basitçe Hamas’ı kökünden sökme savaşı veya askeri kapasitesini azaltma kampanyası olarak çerçevelenemez. Askeri araçların daha geniş çatışma dinamiklerini değiştirme veya İsrail saldırganlığını dizginleme konusundaki sınırlılıkları açıkça ortaya çıktı. Bu araçların, Filistin halkını ve davasını yok etmekle tehdit eden kesin bir çözümü zorlama yönündeki İsrail çabalarını durdurmada etkisiz olduğu kanıtlandı.
Bugün savaş, giderek artan şekilde düşmanlıkları uzatmak ve Filistin coğrafyasını parçalama, demografik birliği dağıtma ve ulusal kimliği baltalama yönündeki İsrail planlarını uygulamak için bir bahane olarak kullanılıyor. Bu durum, İsrail’in aldatıcı taktiklerini ortaya çıkaran esir takası dosyası etrafındaki müzakerelerin manipülasyonunda özellikle belirgin.
Dahası, bu anı uzun süredir devam eden mücadelenin “basit anlamda bir başka safhası” olarak görmek artık kabul edilemez. Filistin halkının katlandığı muazzam insani ve siyasi maliyetler, savaşın belirgin bir sonunun olmamasıyla birleştiğinde, bunu benzeri görülmemiş ve belirleyici bir an hâline getiriyor. Bu, mevcut tüm strateji ve araçların kapsamlı bir ulusal düzeyde yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor.
Tek başına direnişten kapsamlı ulusal ortaklığa
Deneyimler, direnişin hem meşru hem de gerekli olmasına rağmen, kapsamlı bir ulusal projenin yerini alamayacağını gösterdi. Ne de ulusal ortaklık çerçevesi dışında veya tek taraflı karar alma yoluyla etkili bir şekilde yürütülebilir. Bu ilke, diğer ulusal güçleri dışlayan tek bir grubun hakim olduğu siyasi süreçler için de eşit derecede geçerli.
Gereken şey, çatışmanın kültürel, bölgesel ve uluslararası boyutlardaki karmaşıklığını ele alan birleşik bir yaklaşım. Bu, karar almada tam ulusal ortaklığı, bölgesel gerçeklerin, uluslararası bağlamların dikkatli bir şekilde değerlendirilmesini ve güç ile kaynaklar dengesinin hassas bir şekilde ölçülmesini gerektirir.
Sahadaki önemli etkisi ve halk desteği göz önüne alındığında, Hamas’ın aşağıdakileri içeren çok düzeyli bir stratejik dönüşümü benimsemesi gerekiyor:
1) Kolektif liderliğe geçiş
Hamas, bireysel bir direniş modelinden birleşik bir ulusal çerçeve içinde kolektif liderliğe geçmeli. Bu, Filistin siyasetini entegrasyon ve ortaklık temelinde yeniden kuracaktır. Hamas, ulusal meşruiyete bağlı kalmalı, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile uyumlu olmalı ve ya FKÖ Yürütme Komitesi’ndeki temsiliyeti aracılığıyla ya da Filistin Ulusal Konseyi için demokratik seçimlere giden bir geçiş döneminde uzlaşıya dayalı figürleri destekleyerek politika oluşturmaya doğrudan katkıda bulunmalı.
2) Siyasi ve örgütsel yenilenme
Hamas’ın, yapıcı tarafsızlığa dayalı bölgesel ilişkileri geliştiren dengeli bir dış politika aracılığıyla kendisini siyasi olarak yeniden konumlandırması gerekiyor. Bu, Filistin davasının hizmetinde Arap ulusal güvenliğine bağlılığı ve dış bağımlılığın net bir şekilde reddedilmesini içerir.
3) Uluslararası hukukun benimsenmesi
Uluslararası hukuk, Filistin ulusal çıkarlarını ilerletmek için siyasi referans noktası olarak hizmet etmeli. Bu ilke, Hamas’ın 2017 tarihli siyasi belgesinde açıkça belirtilmişti; belge, Kudüs’ün başkent olduğu ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını içeren 4 Haziran 1967 sınırları boyunca bağımsız bir Filistin devletini onaylıyordu. Bu, Filistinliler arasındaki asgari fikir birliğini temsil etmekte ve barışın önündeki temel engel olarak İsrail işgalini tanımlıyor.
4) Şeffaflık ve hesap verebilirlik
Hamas, daha şeffaf ve katılımcı bir siyasi yaklaşım benimsemeli ve geçmişteki yanlış değerlendirmeler veya kasıtsız ihlaller için sorumluluk almaya hazır olduğunu göstermeli.
Filistin direncini, siyasi ufku olmayan, uzun süreli, amaçsız bir mücadelede tüketmeye devam etmek, Filistin davasını hem bölgesel hem de küresel olarak zayıflatma riski taşıyor. Bu durum, özellikle bölgesel ve uluslararası gerilimin artışı ve yabancı güçlerin Filistin ulusal karar alma mekanizmasını devre dışı bırakarak Gazze’nin geleceğini şekillendirme çabaları devam ederken, gerçek ulusal kazanımlar için fırsatları azaltıyor.
Bu gerçeklik, direniş araçlarının genişletilmesini, Filistin’in bölgesel ve uluslararası arenalardaki etkisinin güçlendirilmesini, kurumsal kapasitenin artırılmasını ve halk, hukuk ve diplomatik stratejileri içerecek şekilde direniş yöntemlerinin çeşitlendirilmesini gerektiriyor. Ayrıca Gazze meselesinin uluslararasılaştırılması ve siyasi ile medya baskısının sürdürülmesi çağrısında bulunuyor.
Aynı zamanda, ivme kazandıran, kayıpları sınırlayan ve bu kritik dönüm noktasında Filistin ulusal projesini yeniden canlandıran kapsamlı bir ulusal yaklaşımla işgale karşı siyasi cepheleşmeyi harekete geçirmek esastır.
Savaştan çıkış seçenekleri ve yolları
Bu zorluklar ışığında, dört birbiriyle bağlantılı yol, Hamas’ın ve daha geniş anlamda Filistin ulusal hareketinin mevcut savaştan çıkıp yenilenmiş bir ulusal ufka doğru ilerlemesine yardımcı olabilir:
1) Kapsayıcı, koşulsuz ulusal diyalog başlatmak
Tüm ulusal ve İslami güçler, hizipsel bölünmeleri aşan bir diyalogda bir araya getirilmeli. Amaç, aşağıdakileri içeren yeni bir ulusal fikir birliği oluşturmak:
— Tek taraflı savaşı sona erdirmek için acil, birleşik bir Filistin planı geliştirmek.
— “Ertesi gün” zorluklarını uyumlu ulusal yanıtlarla ele almak.
— Pekin’in önerdiği acil teknokrat hükümet veya Kahire’de tartışılan toplumsal destek komitesi önerileri gibi girişimleri değerlendirmek.
— Bu adımlardan önce Hamas’ın Gazze’nin idari sorumluluklarından çekildiğini beyan etmesi.
— Filistin ulusal projesinin doğası ve mekanizmaları üzerinde anlaşmak, silahlı direnişin rolünü açıkça destekleyici olarak tanımlamak; bütünleyici bir parça, ancak siyasi bir alternatif değil.
2) Tek müzakere organı olarak FKÖ’yü güçlendirmek
FKÖ, Filistinliler için tek meşru ve kapsamlı siyasi çerçeve olarak yeniden teyit edilmeli. Aşağıdakileri talep eden net bir vizyonla müzakerelere liderlik etmeli:
— Savaşın derhal sona ermesi.
— Gazze üzerindeki ablukanın kaldırılması.
— Kalıcı bir ateşkes.
— Yeniden inşa için uluslararası garantiler.
— Filistin halkının devredilemez ulusal haklarına dayalı gerçek bir siyasi süreç.
3) Bölgesel ve uluslararası çabalara dahil olmak
Hamas ve daha geniş Filistin liderliği, savaşı durdurmayı amaçlayan bölgesel ve uluslararası çabalara katılmalı. Bunlar şunları içeriyor:
— Trump yönetimi altında önerilen yerinden etme planlarının reddedilmesi.
— Mısır-Arap girişimine aktif katılım.
— İki devletli çözümü destekleyen Suudi liderliğindeki uluslararası koalisyonlarla uyum.
— Filistinlilerin birleşik, dengeli ve uluslararası destekli bir müzakere pozisyonuna sahip olmasını sağlamak için Arap-İslam zirvesinin yedi üyeli komitesiyle etkileşim.
Sonuç olarak, bu an tereddüte veya siyasi manevralara yer bırakmıyor. Ya Gazze’nin yaralı kalbinden yeniden inşa edilen Filistin ulusal projesinin anlamlı bir dönüşümü için bir dönüm noktası olacak ya da mevcut çıkmaza yol açan kusurlu yapıları sürdürecektir.
Sahadaki gücü ve siyasi kapasitesi göz önüne alındığında, Hamas şimdi sadece bir direniş grubu olarak değil, aynı zamanda Filistin halkının tarihi ve devredilemez haklarını elde etmeye adanmış kolektif bir ulusal liderliğin hayati bir parçası olarak rolünü yeniden tanımlamak için tarihi bir fırsatla karşı karşıya.
-
Ortadoğu2 hafta önce
“Suriye ve İsrail normalleşmeye hazırlanıyor” iddiası
-
Avrupa6 gün önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Görüş2 hafta önce
ABD’nin İran’a baskısı: Yay gerildi ama henüz tam çekilmedi
-
Dünya Basını1 hafta önce
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?
-
Amerika1 hafta önce
ABD’de çöküş sürüyor: Dow, 1932’den bu yana en kötü nisan ayını yaşıyor
-
Dünya Basını1 hafta önce
Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir
-
Görüş1 hafta önce
Antalya’dan notlar: En azından diyalog var!
-
Avrupa1 hafta önce
Alman eyaletleri silahlanma yarışına son sürat dahil oluyor