Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

‘ABD, Arapların ve Türklerin Suriye ile normalleşmesini teşvik etmeli’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: ABD’nin Suriye’deki varlığının devam edip etmeyeceğine dair tartışmalar yeniden gündeme gelmeye başladı. En çetin süreç, geçen yıllarda Başkan Donald Trump döneminde yaşanmıştı ve çekilme, dönemin Savunma Bakanı Mark Esper’in “yeniden konuşlandırma” metoduyla geçici olarak sonlanmıştı. Amerikan kuvvetleri hem Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kürt bölgesinde hem de Ürdün sınırındaki kavşak noktası olan Tanf’ta varlığını sürdürüyor. Bu varlığın kuşkusuz en büyük gerekçesi Tahran ile Beyrut arasındaki kara koridorunu bypass ederek İsrail’in güvende tutmaktı. Fakat öte yandan başta Körfez ülkeleri olmak üzere Arap devletlerinin çoğu şimdi Şam ile normalleşme yoluna gidiyor ve Suriye’nin Arap Birliği’ne dönüşü gündemde. Oklahoma Üniversitesi Orta Doğu Çalışmaları Merkezi Program Direktörü Joshua Landis, Washington’un bu sürece dahil olarak kendi çıkarlarını kollamak üzere manevralara başvurması gerektiğine işaret ediyor.


ABD, Arapların ve Türklerin Suriye ile normalleşmesini teşvik etmeli

Joshua Landis — Responsible Statecraft

7 Nisan 2023

Yaptırımların başarısız olduğunu ve daha gerçekçi bir politikanın gerçek faydalar sağlayabileceğini ve tırmanan riskleri azaltabileceğini kabul etmenin zamanı geldi.

Artık Ortadoğu ülkelerinin çoğu Suriye ile görüşüyor. Diplomasi ve bölgesel ilişkileri onarmak moda haline geldi ve bunun tam zamanı. Yirmi yıldır devam eden savaş, ayaklanmalar ve devrilen rejimler bölgeyi harap etti. Normalleşme çabası, rejimin gaddarlığı ve yozlaşmışlığının yanı sıra iç savaşın dehşetini ve El Kaide ve IŞİD’in yıkımını yaşamış 16 milyon Suriyeli açısından bilhassa memnuniyet verici. Bugün yoksulluk ve yoksunluk içinde bir yaşamla karşı karşıyalar. İhtiyaçları olan son şey, onları bir on yıl daha umutsuzluğa ve çaresizliğe mahkûm edecek yaptırımlar ve tecrit.

ABD, Arapların ve Türkiye’nin Suriye ile diplomatik yakınlaşmasını durdurmaya çalışmak yerine bu sürece dahil olunmalı.

ABD’nin Arap ve Türk müttefiklerine katılması için sebepler

Washington, çabalarını Esad’dan taviz koparmak üzere koordine ederek dah büyük bir baskı gücü elde edecektir. Ortak bir çabanın Şam’dan daha fazla taviz koparması, parça parça bir çabadan daha olası. Suudi Arabistan’ın da katılmasıyla Arap çabaları ivme kazandı. Suudiler bir dizi talep öne sürdüler: Esad rejiminin captagon uyuşturucu ticaretini engellemesi, İran’ın Suriye’deki rolünü azaltması ve daha fazla güvenlik sağlayarak Suriyeli sığınmacıları geri kabul etmesi. Tüm bunlar ABD’nin de paylaştığı hedefler.

Koordinasyon, Washington’un bölgesel diplomaside lider rolünü yeniden kazanmasına yardımcı olur; normalleşmeyi durdurmaya çalışmak kaybedilecek bir oyun. Çin kısa zaman önce Suudi-İran uzlaşısına aracılık ederek diplomatik bir güç olarak belirdi. Rusya, Ankara ile Şam arasındaki barış müzakerelerine öncülük ediyor.

Washington bir kez daha kenarda kalmamalı, Suriye ile Arap ülkeleri arasında barışın tesis edilmesine yardımcı olmalı. Dışişleri Bakan Yardımcısı Barbara Leaf, geçtiğimiz günlerde Arap ortaklarına “Eğer rejimle ilişki kuracaksanız, bunun karşılığında bir şey alın” demişti. Eğer sürece Washington da katılırsa taraflardan daha iyi hesap sorabilir, Şam’ın taahhütlerini yerine getirip getirmediğini anlayabilir ve ABD’nin çıkarlarını ilerletebilir.

Bunu yapmamak Amerika’nın Suriye’deki pozisyonu bir yana, bölgesel pozisyonunu da zayıflatacaktır. Suriye’ye komşu ülkelerin hiçbiri Amerikan askerlerinin orada kalmasını istemiyor; ne Irak ne Türkiye ne de Suriye hükümetinin kendisi, hepsi de Amerikan işgalinin maliyetini arttırmaya hazırlandıklarını iddia ediyorlar. Geçtiğimiz ay İran destekli Suriyeliler, Suriye’nin kuzeydoğusundaki bir Amerikan üssüne saldırarak biri ölü olmak üzere yedi kişinin yaralanmasına neden oldu. ABD birlikleri de karşılık vererek dokuz Suriyeliyi öldürdü. Bu kısasa kısas saldırıların artması muhtemel.

Esad’ın iç savaştan sağ çıkacağı belli olunca bölgesel güçlerin Esad ile uzlaşmaktan başka alternatifi kalmadı. ABD ve Avrupa benzer baskılarla karşı karşıya değil; özgür ve adil seçimler yapılmasını öngören 2254 sayılı BM kararının uygulanması konusunda ısrarcı olmaya devam edebilirler. Komşu ülkeler ise bu lükse sahip değil. Artık Şam ile angaje oldukları için Batı’nın rejimi tecrit etme politikası halihazırda pamuk ipliğine bağlı.

Daha da önemlisi Suriye’nin komşuları Şam’a karşı uygulanan yıkıcı yaptırım rejiminin işe yaramadığının farkında. Esad’ı iktidardan uzaklaştırmadı ya da politikalarını değiştirmedi. En büyük etkisi, tam da Batı’nın savunduğunu iddia ettiği en savunmasız Suriyelilere zarar vermek oldu. Bu başarısızlığın farkında olan Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı, kısa bir süre önce Arap dünyasında “Suriye’yi tecrit etmenin işe yaramadığı” ve Şam ile diyalog kurulması gerektiği konusunda bir fikir birliği oluştuğunu belirtti. Arap devletleri, iç savaşın acısını geride bırakmak ve Suriye halkına yardım etmenin yollarını aramak için son depremden istifade ettiler.

Peki ya IŞİD?

ABD, IŞİD’le mücadele için Suriye’de kalması gerektiğini söyledi ama Suriye hükümetinin bu görevi üstleneceği gün yaklaşıyor. Washington bu ihtimale karşı hazırlık yapmaya başlamalı. Hükümet, IŞİD hücrelerini büyük kentlerde ve kontrol ettiği ülkenin yüzde 60’ında bastırmış durumda.

Elbette IŞİD yenilmiş değil ve hükümetin kontrolündeki topraklarda, özellikle de çölde vur-kaç saldırıları düzenlemeye devam ediyor. Ancak Suriye’nin ABD’nin kontrol ettiği yüzde 30’unda da saldırılar düzenleniyor. Güçlerini yeniden inşa eden Suriye ordusunun IŞİD’e karşı giderek daha etkili olduğuna dair her türlü gösterge mevcut, tıpkı yanı başındaki Irak’ın kuvvetleri gibi. Amerika tarafından IŞİD liderlerinin çoğunun izinin hükümet kontrolündeki bölgeden ziyade Türkiye tarafından korunan ve isyancıların kontrolündeki İdlib’de sürüldüğünü belirtmek gerek.

Suriye ordusu kaynak sıkıntısı çekiyor zira ABD kuvvetleri, Suriye’nin petrol kuyularının çoğunu ele geçirdi ve petrolü yerli müşterileri Suriye Demokratik Güçleri’ne ödeme yapmak için kullanıyor. Washington, Suriye hükümetini petrolden mahrum bırakarak Suriye güvenlik güçlerinin IŞİD’e karşı mücadeleyi gerektiği gibi sürdürememesine neden oluyor ve bu da ABD’nin kuzeydoğuda devam eden işgalini meşrulaştırmak için kullanılıyor.

IŞİD’in Suriye’de hayatta kalmasının en büyük nedeni ülkenin üç bölgeye ayrılmış olması ve her biri diğeriyle savaş halinde olan idareler tarafından yönetiliyor olması. Bu yetki alanı ve askeri kaos, savaşan ve yoksullaşan üç devletçiğin bacakları arasında koşabilen terör örgütünün işine yarıyor. Hükümetin yıllık bütçesi 3,5 milyar dolar ya da 2010’daki savaş öncesi seviyesinin beşte biri gibi cüzi bir rakamda kaldığı sürece IŞİD’i tamamen yenmek zor olacaktır.

Arapların Suriye ile angajmanı Suriye’nin İran’a bağımlılığını azaltabilir mi?

Leaf’e göre “Bazı ortak ülkeler, Şam’ın İran’a dönük rotasını değiştirmenin en iyi yolunun oraya girip angaje olmak ve Suriye’yi farklı bi yöne çekmek olduğuna inanıyor. Ben bunun bu şekilde işe yarayacağından şüpheliyim”. Gerçekten de Esad hükümetinin askeri yardım konusunda hem İran’a hem de Hizbullah’a kalıp kalmayacağına dair çok az şüphe var. İç savaş sırasında rejimi onlar kurtarmıştı.

Fakat para ve ticaret güçlüdür ve ülke politikalarını şekillendirebilir.

Para ve ticaretin politikayı nasıl etkileyebileceğini görmek için Suudi Arabistan ile Çin arasındaki ilişkiye bakmaya gerek yok. Ulusal güvenliği için ABD’ye neredeyse tümüyle bağımlı olmasına rağmen Riyad, Pekin liderliğindeki Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılmak üzere başvuruda bulundu ve Çin’in para birimiyle ticareti tartışıyor. Pekin, Suudi petrolünün en büyük tüketicisi ve en büyük ticaret ortağı. İran ve Suudi Arabistan arasında Çin’in aracılık ettiği anlaşma karşısında şaşkına dönen ABD’li yetkililer, Körfez ülkelerinin Suriye’de yaratabileceği etki karşısında da şaşırabilirler. Birkaç milyar dolarlık bir yatırımın bile Suriyelilerin yaşam kalitesi üzerinde büyük bir etkisi olacaktır ve bazı Körfez lobilerinin Şam’ın güç merkezlerine yönelik etkisi Washington’dakinden daha az olmayabilir. Bu noktanın altını çizmek için geçen hafta Suudi gazeteleri, Şam’ın Suudi Arabistan’daki görüşmelerinin bir sonucu olarak kârlı captagon ticaretini engellemek için harekete geçtiğini yazdı. Kuşkusuz Riyad ile ilişkileri iyileştirmeye yönelik bir iyi niyet jesti olan bu angajmanın etkisi hemen görülmüş olup daha geniş kapsamlı sonuçlar bekleniyor.

Suriyelilerin kültürel olarak da Körfez Araplarına İranlılardan daha yakın olduğunu söylemeye gerek yok. Bir milyondan fazla Suriyeli Körfez’de çalışıyor ve yaşıyor. Bu bağlar, mütevazı yatırımlarla bile desteklense büyük bir fark yaratabilir.

Kürtler

Amerikan, IŞİD’in yok edilmesine yardımcı oldukları için Suriye’deki iki milyon Kürde borçlu. Ancak ABD güçleri Suriye’de sonsuza dek kalamaz ve ayrıldıklarında oradaki yarı bağımsız devletin ayakta kalması pek mümkün değil. Hava kuvvetleri ya da yasal dayanakları olmadığı için düşman komşuları tarafından istila edilecektir. Daha geçen hafta Temsilciler Meclisi’nde çift taraflı bir koalisyon ABD askerlerinin eve dönmesi için oylama yapılmasını sağladı. Bu nedenle Şam ve Kürtler arasında bir anlaşmayı teşvik etmek, Afganistan’da olduğu gibi bölgenin panik ve kaos içinde çökmesine imkân sağlamaktan daha iyi olabilir.

Şam ile Kürtler arasında her iki tarafın da çıkarlarını — Kürtlerin özerkliği ve Suriye’nin egemenliği — gözeten bir anlaşma yapılabilir. Her ikisi de Türkiye’yi başlıca tehdit olarak görüyor, her ikisi de Kürt bölgesinin zenginliklerinden faydalanmak için işbirliği yapmak zorunda, her ikisi de radikal İslamcılara karşı ve onların geri dönmesinden korkuyor. İkisi de tek başına yeniden inşa edilemez. Kürtlerin Türkiye’den korunmaya ve ürünlerini Suriye’ye satmaya, Şam’ın da su ve petrole ihtiyacı var. Geçmişte birlikte çalıştılar ve gelecekte de çalışabilirler.

Bu tür bir anlaşma Türkiye’yi Washington’a karşı en büyük şikâyeti olan SDG’ye yardım ederek Kürt ayrılıkçılığını desteklediği iddiasından mahrum bırakacak ve böylece iki NATO müttefiki arasındaki güveni yeniden tesis ederek ABD’nin de yararına olacaktır.

Bazı karar alıcılar ABD’nin Suriye’nin kuzeydoğusunu kontrol altında tutmasının — İran’ın Suriye ve Hizbullah’a silah göndermesini engelleyerek ve Suriye’nin bir bataklık olarak kalmasını sağlayarak — İsrail’e yardımcı olduğu ve İran’a zarar verdiği için faydalı olduğunda ısrar ediyor. Fakat İsrail kendini savunabilecek kapasitede olduğunu ispatladı. İsrail’in mükemmel istihbaratı ve Suriye’ye yönelik sık hava saldırıları İran ve Suriye’nin askeri kapasitelerini zayıflatmada son derece etkili oldu.

Buna karşılık Suriye’deki Amerikan birlikleri İran’ın varlığını zayıflatmak ya da Suriye’ye yapılan silah sevkiyatlarını durdurmak için çok az şey yaptı. Ve geçen hafta da görüldüğü üzere ABD birlikleri saldırılara karşı savunmasız durumda.

Son olarak Washington’un Suriye’yi bölme stratejisi, Kürtler ile kaçınılmaz olarak uzlaşmak zorunda kalacakları Suriyeli kardeşleri arasında sadece daha büyük bir düşmanlık yaratacaktır.

***

Suriye ile komşuları arasındaki normalleşme çabaları Washington’un da katılması gereken olumlu bir gelişme. Washington, Arap müttefikleri ve Türkiye ile koordinasyon sağlayarak Esad’dan taviz koparmak, bölgesel diplomaside liderliğini pekiştirmek ve Şam’ın İran’a olan bağımlılığını azaltmak için işgal ve yaptırım rejimi sayesinde elde ettiği kaldıraç gücünü en üst seviyeye çıkarabilir. Normalleşme sürecine karşı direnişin devam etmesi Amerika’nın nüfuzunu zayıflatacak, kendisini Arap ve Türk müttefikleriyle karşı karşıya getirecek, askerlerine dönük riski artıracak ve Suriyelilere yardımdan çok zarar verecektir.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English